Başlıklar
Düşünme Biçimlerinin Tanımı ve Kullanım Alanları
Câbirî, insan türünün düşünme biçimini üç kategoride tasnif etmiştir. Bu üç aklın temsilcilerini bir kenara bırakarak sayacak olursak onlar şunlardır:
- BURHANİ AKIL
- BEYANİ AKIL
- İRFANİ AKIL
Şu kadar yıllık çalışmalarımda bu üç akılla ilgili geldiğim yani şu an bulunduğum (belki değişir) nokta şudur:
Ne bu üç düşünme biçiminden birini alıp onu hayatın tüm alanlarında tek yöntem olarak belirleyebiliriz ne de bu üçünden bağımsız olabiliriz. Bir şeye inansın veya inanmasın her insan, hayatında bu üç düşünme biçiminin üçünü de muhakkak kullanır. Bunlardan herhangi birini ne hayatın dışına atabiliriz ne de bunlardan herhangi birini mutlak temel olarak alabiliriz. Her birinin kendisine göre alanı, her birinin kendisine göre kullanıldığı olaylar veya olgular vardır.
Bu üç düşünme biçimine temsilci olanlar bu düşünme biçimlerinin MUCİTLERİ değillerdir. Aslına bakılırsa bu üç düşünme biçimine temsilci olanlar bu düşünme biçimlerine katkı sunmamış, tam tersi birinin diğerine tahakkümünü zorlamışlardır. Bu zorlayıcı temsilciler, zorlama yolunu değil de bu düşünme biçimlerinin alanlarını tespite uğraşsalardı insan türüne faydalı bir iş yapmış olurlardı çünkü onlar bunlardan birinin varlığını kabul ederek diğerlerinin varlığını inkara veya onları tamamen alansız bırakmaya yeltenmişlerdir.
Düşünme Biçimlerinin Gerekliliği ve Sınırlamaları
Bu düşünme biçimleri hayatın gerçeği hatta GEREKLİLİĞİDİR.
Mesela, diyelim ki “burhani akıl” temel alındı ve diğerleri dışlandı. Bu durumda inancı, merhameti, şefkati, sevgiyi, öfkeyi, nefreti tanımlayamazsınız.
Mesela, diyelim ki “beyani akıl” temel alındı. Bu durumda ‘nakil’ temel olacağı için delil, ispat gibi şeylere sonuna kadar alan açamazsınız.
Mesela, diyelim ki “irfani akıl” temel alındı. Bu durumda ne araştırmanın ne ispatın ne de naklin bir anlamı kaldı demektir.
İnsan türünün gerçekliği bu üç akıl yönteminden herhangi birini “mutlak değer” olarak almaya müsait değildir. Anladığım şudur ki bu üç düşünme biçiminin üçü de insan türünün bilerek veya bilmeyerek mutlaka kullandığı düşünme yöntemleridir.
Bunlar hakkında asıl olan şey birini diğerlerinin karşısına dikerek diğerlerini yok etmek değil, her birinin alanlarını ve asıllarını belirlemektir, hatta bu asıllar öyle olmalıdır ki her üçüne de “asıl” olmalıdır yani her birinde farklı asıllar değil, her birine alan açan tek bir “asıl” çünkü insan hayatında tek bir olayın bile üç farklı cephesi aynı anda bulunabilmektedir. İşte, VAKA karşısında asıl olacak bu asıllar hangisi seçilirse seçilsin seçene yanlış yaptırmayacak asıllar olmalıdır.
Bireysel ve Toplumsal Düşünme: Somut ve Soyut
Her insanın üç yönü vardır yani her insan şu üç duruma göre davranış ve tasavvur edinir:
- BİREYSEL SOMUTA GÖRE
- BİREYSEL SOYUTA GÖRE
- TOPLUMSAL SOMUTA VE SOYUTA GÖRE
Üçüncü maddede somut ve soyutu bireyselde olduğu gibi ayrı ayrı olarak değil de bir arada saymamızın temel gerekçesi bu hususta temel faktörün “uzlaşı” olmasıdır yani ister somut olsun ister soyut burada rol oynayan değer uzlaşıdır. İnsan türü bu üç hal dışında bir durumda bulunamaz. Bu üç alanda tek bir düşünme biçiminin mutlak manada geçerli olması aklen muhaldir çünkü akla ve hislere miktar konulması da mümkün değildir, sonuna kadar serbest bırakılması da mümkün değildir.
İnsanın hakikati, somut varlığı ve soyut değerlerinin birlikteliğidir. Somut varlığına sınır getirilebilir ama soyut değerlerine herhangi bir sınır getirmek mümkün değildir.
Sınırlı olanlarda istense de istenmese de “burhani aklı” kullanmak zorunludur.
Değer ile somut arasında istense de istenmese de “beyani aklı” kullanmak zorunludur.
Sınırsız olanlarda ise istense de istenmese de irfani aklı kullanmak zorunludur.
Bu üçünün kullanımında doğrunun ölçüsü ise bu akıl kullanma biçimlerinin diğerleriyle çelişmemesidir.
Veya daha basit bir ifadeyle: Ne tümdengelim mutlaktır ne de tümevarım… Mutlak olan; her ikisinin uyumlu birlikteliği, biri olduğunda diğerinin ötekiyle çelişmeden gerekliliğidir.
Şöyle basit bir empati yapalım: Mesela “sevgi, cesaret, şefkat, nefret” vb. kelimeler kullanıyoruz. Bunların nerede başlayıp nerede bittiğini, miktarının ne kadar olacağını tespit edebilir miyiz?
Sevgi ile ahmaklık, cesaret ile aptallık, cömertlik ile müsriflik o kadar birbirlerine yakındırlar ki bunlar arasındaki görünmez çizgiyi nasıl tespit edebiliriz ki?
Hemen söyleyeyim: Tek başına “burhani aklı” temel alarak bakarsak delilik, ahmaklık, aptallık ve hatta gözü dönmüşlüktür.
Tek başına “beyani aklı” temel alarak bakarsak düşüncesizlik, hakikate muhalif olmak, olandan ders almamak, aynı deneyi ahmakça tekrarlamaktır.
Tek başına “irfani aklı” temel alırsak kaba bir sofilik, temelsiz bir duygusallık, sonuçsuz bir değersizliktir.
Hadi diyelim ki Hamas savaşçıları böyledir. Peki ya ölümle, açlıkla, sefaletle, tecavüz ve aşağılanma ile karşı karşıya kaldığı halde akıl almaz bir direnç gösteren kadın ve çocuklara ne diyeceğiz? Bunlar için hangi aklı temel alacağız? Biz de kimisinin yaptığı gibi “Asla yenemeyecekleri bir düşmana saldırmakla ahmaklık ettiler, bu yüzden başlarına ne geliyorsa bu onların sorunudur. Benim vicdanım rahat.” mı diyeceğiz?
İşte tıpkı bunun gibi insan hayatı üç aklın birlikte çalışmasını İLTİZAMİ olarak zorunlu hâle getiren binlerce olgu ile doludur.
Mesela, Kur’an’da şöyle bir cümle vardır: (mealen) Onlar ihtiyaç içinde olduğu halde başkalarını kendilerine tercih ederler, üstelik teşekkür bile beklemezler. Teşekkür edenlere de “Biz sizin için değil Allah’ın vechi için yaptık, bize değil O’na teşekkür edin.” derler.
Böylesi bir davranışı salt “burhani”, salt “beyani” veya salt “irfani” akıl ile açıklayamazsınız.
Çalışmalarım sonucunda geldiğim noktada şunu diyebilirim:
Düşünme Biçimlerinin Rehberi ve Hakikat
İnsanlık daima bu düşünme biçimlerinden birine yapışıp diğerlerini yok etmenin yolunu tercih etmiştir. Hiçbir zaman üçüne birden sahip olmanın gerekliliğine inanmamış veya üçünü birleştirmenin yolunu bulamamıştır. Tüm savaşların, kargaşanın, kendini yok etme pahasına bile olsa saçma sapan tasavvur ve davranış edinmelerin sebebi de budur.
İnsan türünün bunu becerememiş olmasının temelinde ise kesinlikle Yüce Allah’ın risaletine sırt dönmek, onu yetersiz görmek vardır.
Şu buz gibi bir hakikattir: Hangi akıl olursa olsun AKLIN REHBERİ RİSALETTİR.
Ve bu üç aklı birbiriyle çelişmeden asıllar üzerinde birleştirecek tek değer vardır: KUR’AN.
Bu durum hakikaten de bir rehber gerektiren bir durumdur. İnsan türünün “rehber” olmadan bu üç aklı çelişkisiz ve biri diğerlerini yok etmeyecek şekilde kullanabilmesinin başka yolu yoktur. Ne yazık ki bu üç akla temsilci olanlar ya bir rehberin gerekliliğine inanmamış ya da rehberi yetersiz görmüşlerdir.
Düşünme yöntemlerinin “tümdengelim” ve “tümevarım” olduğu BEDİHİ bir bilgidir yani reddedilemez bir bilgidir, hayatın gerçekliğidir. Kur’an’ın hayatın bu gerçekliğini görmezden gelmiş olması mümkün değildir. Kur’an tümevarımın da tümdengelimin de rehberidir.
Hatta gözümü kapatıp çok rahat bir şekilde şunu diyorum: İster tümdengelim ister tümevarım veya isterse de başka yöntemler olsun eğer ortada bedihi olarak akla dair bir yöntem varsa Kur’an onların da rehberidir.
Platon, Aristo, Eş’arî, Mâtürîdî veya Mu’tezile arasında gidip gelmek insan türünün KADERİ değildir.
Roma ile Pers arasında kalmak, Batı ile Doğu arasında sıkışmak, avare kasnak gibi renkten renge girmek insan türünün kaderi değildir.
İnsan türünün ne Wittgenstein gibi yıkılacak merdiveni ne içinde kaybolup gideceği fenafillahı ne kendi gerçekliğini bile inkâr edeceği bir şüpheciliği ne de gördüğünden ibaret sayabileceği bir gerçeği vardır. Bunlar, insan türünün birinden diğerine savrulacağı, onlar dışında seçeneğinin olmadığı KADERİ değildir.
Hakikatin cüzlerinden kırıntılar olması asla onları insan türünün kaderi haline getirmez, getiremez.
Hakikatin havada savrulan simlerinin elbiseye yapışması hakikate sahip olmak değildir.
Hakikat, insan türünün elbisesine yapışan sim değil, insanın hakikatin gövdesinde sim olduğu bir gerçekliktir.
Hakikat kimseye yapışmaz ama herkes hakikate yapışır.
Hakikat müstağnidir ama herkes ona fakirdir.
Hakikat azizdir ama herkes ona zelildir.
İnsan bilmelidir ki varlığı, Allah’ın “KÜN!” demesidir.
Şeref, kendisine “KÜN!” denilmeye değer bir varlık olmaktır.
Şeref, değersizlikler içinde değer arayan insana Yüce Allah’ın verdiği değerdir çünkü kimse o değerden daha öte, daha yüksek bir değer üretemez hatta düşünemez hatta hayal bile edemez.
Yüce Allah’ın indinde tüm gardımızı indirip “Allah’ım, Sen beni “KÜN!” demeye layık biri mi buldun? Beni kendisine “KÜN!” denildiğine pişman olunan varlık olmaktan kurtar.” demek galiba insanın hakikatidir.
Yüce Allah’ın “KÜN!” dediği insanı ‘fenafillah’ta yok etmek veya değersiz bir çöp gibi insanı somutuna mahkûm edip “Sen göründüğünden ibaretsin.” demek de insanın hakikati değildir.
Biz VAR’ız. Biz kendisine “KÜN!” denilenleriz. Yoktan gelmedik ki ‘fenafillah’ta yok olalım.
Biz görünenden gelmedik ki hakikatimizi görünenden ibaret sayalım.
‘İNNA LİLLAH ve İNNA İLEYHİ RACİUN’ da bu olsa gerektir. “KÜN!” diyenden geldik “KÜN!” diyene raciyiz. Var olandan geldik, Var olana raciyiz.
Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.