Aklin Baslangici

AKLIN BAŞLANGICI

Her şeyde olduğu gibi aklın da doğru düşünebilmesi için bir başlangıç noktasına ve bu başlangıç noktasına göre belirlenmiş ilkelere ihtiyacı vardır. İlkesi olmayan her şeyin eninde sonunda karanlık ve kaos oluşturması gibi ilkesi olmayan akıl da sahibini sadece karanlık ve kaos sahibi yapar. “İnsanın yaratılışı” hakkında ileri sürülen tezler bir açıdan aklın başlangıç noktasını tespit çabalarıdır. Bu çaba tek tek insanlardaki akla biri diğerinden bağımsız başlangıç noktaları oluşturmak için değil tüm akıl sahiplerinin ortaklaştığı bir başlangıç noktası oluşturmayı amaçlamaktadır.

Karanlık Varsayımlar ve Akıl Eleştirisi

İnsan türünün elementer yapısını şimdilik bir kenara bırakarak meseleye sırf aklın başlangıç noktası açısından bakacak olursak “insanın yaratılması” hakkında ileri sürülen tezlerin dini olanlarının da seküler olanlarının da aklın başlangıcını “karanlığa” dayandırdıklarını görmekteyiz. Önce çamur olarak kendini bilmez bir şekilde yaratılan ‘Âdem’ tezi veya karbon atomundan primatlara, primatlardan Homo Sapiens’e ve nihayetinde de insana çıkan tez de aklın başlangıcını karanlıklara ve sonraya dayandırmaktadır. Birinde bir zamanlar çamur olduğunu sonradan öğrenen Âdem, diğerinde bir zamanlar Homo Sapiens olduğunu sonradan öğrenen insan vardır. Her ikisinin de geçmişinde aklın olmadığı karanlık bir dönem vardır. İşte bu tezler insan aklının başlangıç noktasını “karanlık” olarak alan tezlerdir. Bu tezlere göre insan aklının serüveni ilkelden moderne, karanlıktan nura doğrudur.

Bu meseleye elementer köken değil de aklın başlangıcı açısından baktığımızda her iki tezin aklın başlangıcı noktasında ikiz kardeş gibi oldukları anlaşılmaktadır.

Kur’an ayetlerinin çok çeşitli anlam katmanları olduğunu daha önce dile getirmiştim. Bu anlam katmanları dikkate alınmadan Kur’an ayetlerine yaklaşılması durumunda birçok Kur’an ayetinin de bu tezleri desteklediğini söylemek mümkündür.

Mesela, 

الٓرٰ۠ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ
İbrahim 14 / 1

Elif-lâm-râ(c) kitâbun enzelnâhu ileyke lituḣrice-nnâse mine-zzulumâti ilâ-nnûri bi-iżni rabbihim ilâ sirâti-l’azîzi-lhamîd(i)

Bu ayette çizilen çizginin “karanlıklardan-aydınlığa” olduğu görülmektedir.

Fakat bu ayeti hem bağlamından -ki o bağlam ‘siyer’ değildir- hem de anlam katmanlarından bir haber okumak, anlamın değil anlamsızlığın konusu olacaktır.

Çünkü bu ayet hem içerik olarak “ilk”ten bahsetmemektedir hem de ayetin bağlamında zaten bir ‘sen’, bir de ‘nas’ vardır. Yani bu ayet oluşmuş bir şeyden bahsetmektedir, oluşan bir şeyin başlangıcından değil. 

Aklın başlangıcı için tüm anlamlara ve tüm ayetlere referans olacak ayet şu ayettir:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ
Nûr 24 / 35

(A)llâhu nûru-ssemâvâti vel-ard(i) meśelu nûrihi kemişkâtin fîhâ misbâh(un) elmisbâhu fî zucâce(tin) ezzucâcetu keennehâ kevkebun durriyyun yûkadu min şeceratin mubâraketin zeytûnetin lâ şarkiyyetin velâ ġarbiyyetin yekâdu zeytuhâ yudî-u velev lem temses-hu nâr(un) nûrun ‘alâ nûr(in) yehdi(A)llâhu linûrihi men yeşâ/(u) veyadribu(A)llâhu-l-emśâle linnâs(i) va(A)llâhu bikulli şey-in ‘alîm(un)

Bu ayetin ilk cümlesi (اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ) ((A)llâhu nûru-ssemâvâti vel-ard(i)) aklın başlangıcının referans cümlesidir çünkü Yüce Allah’ın nuru başlangıcı olmayan bir ‘nur’dur. ‘Es-semavat’ ve ‘el-ard’ ise başlangıcı olan Muhdes varlıklardır.

Bilişsel Sınırlar ve Bilgi Analizi

Bu ayetteki ‘es-semavat’ ve ‘el-ard’ kelimelerine ne mana verilirse verilsin bunun hiç önemi yoktur. Çünkü ‘Nur’ ancak akılla bilinebilen bir şeydir. Akıl ise muhdestir. Ama ‘Nur’ muhdes değil, ezelidir.

O halde durum “Önce ‘es-semavat’ ve ‘el-ard’ yaratıldı, sonra da Allah ‘nur’u ile onu aydınlattı.” şeklinde değil, “Her şey Allah’ın ‘nur’u ile başladı.” şeklinde olmalıdır.

Hatta ayete dikkat edilirse ‘en-nur’un Yüce Allah’a bir sıfat şeklinde izafe edilmediği, ‘en-nur’un bizzat kendisinin “Allah” olduğunun söylendiği kolaylıkla anlaşılacaktır.

Bu durumda başlangıcı “Allah” olan aklın, “karanlığı” başlangıç noktası olarak alması imkânsızdır.

Bu kısa cümle sadece aklın başlangıcının değil, MANTIĞIN İNŞÂSININ DA REFERANS CÜMLESİDİR. Bu referansı dikkate almayan hiçbir akıl asla kendi değerini bulamaz. 

Neresine dokunursak dokunalım kelamcıların ve felsefecilerin kurduğu mantık binasına girip akıl sahibi olarak kalmak mümkün değildir.

Kelamcı ve felsefecilerin kendilerine meşruiyet alanı bulması, reddedilmesi imkânsız referanslarının olmasından dolayıdır. Onların referansı “aklın inşası” üzerinedir ki bu referans kesinlikle doğru ve gerekli bir referanstır fakat referans alınan bu doğru nokta referanstan önce bir başlangıca muhtaçtır yani o referans noktasının neden belirlendiğinin açıklanması gerekmektedir.

Nihayetinde peşin kabul ve şartlanmışlık da aklın işlevlerindendir. Eğer tek başına “akıl” referans olsaydı veya aklın neden referans noktası alındığı sorusu cevaplanmadan “akıl” referans olsaydı bunlar da yani peşin kabul ve şartlanmışlık da referans olurdu.

Dini Metinlerin Epistemik Değeri

“Şartlanmışlık ve peşin kabul neden zararlı ve kaçınılan şeylerdir?” diye bir soru sorduğumuzda verilen cevapların tamamı bunların aklın zarûriyyâtı olmadığı çerçevesinden cevaplanacaktır.

Buna rağmen verilen tüm cevaplara “Şartlanmışlık ve peşin kabulün her zaman isabet etmediğini nasıl söyleriz?” diye bir soru sorduğumuzda yine verilen cevaplar “Doğru ve isabetli olsa bile aklın zarûriyyâtı bunlara şartlanmışlığı değil, anlamayı gerekli kılar.” şeklinde olacaktır yani yine cevap “gereklilik, zarûrîlik, zorunluluk” çerçevesinde olacaktır. Öyleyse madem aklın olması durumunda bile zarûriyyâtlar doğru olmaktadır o halde aklın başlangıcı için de bir zarûriyyât vardır. 

Aklın zarûriyyâtı ise aklın üstünde bir “aklı” şart koşmaktadır. İşte bu zarûriyyât onun başlangıcıdır ve bu başlangıç da (اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ) ((A)llâhu nûru-ssemâvâti vel-ard(i)) işte bu cümledir.

Bu durumda üst başlığa “Mantık” dedikten sonra alta “cisim” diye başlamak, aklın başlangıcını sadece ve sadece HEVÂ’ya yaslamak olacaktır. Hevâ ise “karanlık”tır. “Karanlık” ise akla başlangıç olamayacak kadar TANIMSIZDIR.

İbrahim suresindeki ayet “karanlıklardan ‘en-nura’” demektedir. Tam burada sivri akıllı biri “Allah da tanımsızdır, Allah da tarifsizdir, o halde başlangıcın ‘Allah’ olması da ‘karanlığı’ başlangıç olarak almak değil midir?” şeklinde bir soru sorabilir. Evet bu soru haklı bir sorudur ama Allah’ın Zat’ı da ‘ŞEY’ olsaydı geçerli bir soru olurdu. “Allah bilgisi”, bilinmeyen bir Zat’ı bilinir kılmak için değil, ‘BİLİNİRLER BİLİNMEZ OLMASIN’ DİYE GEREKLİDİR ve bu gereklilik sadece müşahede aleminin bir gerekliliğidir.

Anlatılan Felsefe tarihini temel alsak bile tüm filozoflar sadece her şeyin kendisiyle anlamlı olacağı o “başlangıç noktası”nı aramışlardır. Bu arayışlarında o kadar sapıtmışlardır ki Antik Yunan’ın ahlaksız tanrılarından daha ahlaksız olanını bile “hikmet” diye edinmişlerdir. Filozoflardan önce Antik Yunan’ın “başlangıç” diye bir sorunu yoktu. Olympos Dağı’nda tanrılar vardı, ahlaksız ve üçkağıtçı tanrılardı ama her ne başlamışsa onlar başlatmışlardı.

Bu ahlaksız ve üçkağıtçı başlangıçlar bile eninde sonunda eleştirilebilir ve ucu bir yere çıkan bir istikamet çizmekteydi. Ama sadece Platon’un kafasında olan “idealar âlemi”ni ne eleştirmek ne de ucunu yakalamak mümkün değildi. Çünkü en ufak bir eleştiride o “ideaları” anında yeniden düzenlemek mümkündü.

Aristo ise her şeyi başlatan başlangıcına “ELEŞTİRİLEMEZ, sorgulanamaz, yargılanamaz, anlaşılamaz, tarif edilemez, dokunulamaz” diyerek adeta MUKADDES bir alan yarattı ki o mukaddes alan hâlâ geçerlidir, üstelik öyle bir mukaddes alan ki ne o başlattığı başlangıçlardan haberdardı ne de başlayanlar ona ulaşabilirdi.

(Hâşâ) İslâm’ın Allah’ını masaya yatırıp otopsi yapmada bir beis görmeyen kelamcı ve felsefeciler, iş Aristo’nun “ilk nedeni”ne gelince ihramlarını giyip o “ilk neden” etrafında tavaf etmektedirler.

Kavramlar: