Başlıklar
BİSMİLLAH
Allah’ın mutlak kusursuzluğu
Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde kusursuz olan sadece Yüce Allah’tır. Doğrudan doğruya veya kıyasi yollarla Yüce Allah hakkında kusur veya eksiklik olabilecek bir düşünce geliştirmek, bir yol çizmek, bir metot belirlemek veya tasavvuri herhangi bir anlam üretmek ya şirktir ya da küfürdür. Bir mümin için Yüce Allah’ın mutlak kusursuz oluşu tartışmaya açık bir konu değildir.
Kur’an: Yüce Allah’ın, karanlıklardan aydınlığa çıksınlar diye kendi seçtiği resuller üzerinden insanlığa yazılı halde gönderdiği bağışlanmış bir bilgi ve bağışlanmış ilahi bir öğretidir. Bu öğretinin yazılı haline “el-Kitap” denmektedir. Bu yüzden Kur’an hem bir eğitim hem de bir öğretim kitabıdır.
Resuller, bu öğretinin resmi temsilcileri ve öğretmenleridir. Hepsi bu görevi gönüllerinden gele gele, bile isteye yapmış ve hayatlarını insanlık için adamışlardır. Onlar insanlığın vicdanı, insanlığın yüz akı, insanlığın övünç kaynağıdır. İnsanlık için tarih denilen şey, baştan aşağı hakikatin ta kendisi olan onların Kur’an’da anlatılan kıssalarıdır. İnsan türünün bu kıssalar haricinde ürettiği geçmiş bilgileri tarih değil sadece ve sadece magazindir. Oluşturulan o magazinin tamamında insanlığın hayrına hiçbir şey yoktur. O bilgiler üzerinden ne günü / ân’ı anlamak ne de o bilgileri temel alıp geleceğe hazırlanıp önlem almak mümkün değildir. Hatta o bilgileri temel alarak geçmiş tasavvuru oluşturmak daima yanıltıcı ve aldatıcıdır.
Geçmiş bilgisi, geçmişte yaşanan olayları merkeze alarak gelecekten geçmişe doğru bir çizgi çizmek gibidir. Bu çizgideki en ufak bir hesap hatası, en ufak bir sapma geleceğin de yanlış ve aldatıcı bir biçimde şekillenmesine yol açacaktır ve nitekim açmıştır da. Ne yazık ki tarih denilen geçmiş, daima sahte bilgiler doğrultusunda şekillenmiş ve bu çizgi günümüze artık hesap edilmesi imkânsız bir sapma ile gelmiştir. Bu çizginin en sonunda duran bizler, Kur’an’daki tarihle karşılaştığımızda, sapmanın boyutları karşısında inanmakta zorluk çekmekteyiz. Koca bir insanlığın asırlar boyunca aldatılmış olduğu gerçeği bize inanılması güç bir şeymiş gibi gelmektedir. Fakat kabul etsek de etmesek de insanlık, tamamen “sanal” bir geçmiş bilgisine göre şu ânı ve şimdiyi anlamaktadır. Bu yüzden yaşanılan şu zamanda sanal bilgilere göre tavırlar alınmaktadır. Eğer insanlık tarih hakiki bilgilere göre aksaydı, yaşadığımız şu zaman ve geçmişte olan binlerce olay çok farklı tezahür ederdi. Mesela:
Eğer ki insanlık, kendi türünün ortaya çıkışının, erkek denen bir cinsiyet olmadığı için “kadın” olarak adlandırılmayan ve tıpkı insan türünün gülü, çiçeği olan Meryem annemiz gibi kendi kendine üreyebilen ve bu yüzden onlara “nefsun vahidetün” denilen dişi varlıklardan türediğine göre bir tasavvur geliştirseydi, ne çamurdan bir heykel olarak üretildikten sonra kırk yıl kurumaya bırakılan ve daha sonra burun deliklerinden hayat üflenen Âdem saçmalığına ne Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva saçmalığına ne de bu ikisinin çocuklarını ensest ilişki ile çoğaldığı saçmalığına asla inanmaz ve böylesi saçma hikayeler asla tarih diye anlatılmazdı. Fakat böyle olmadı. Tarih, üretilmiş bu sahte bilgilerin gerçek yerine konulmasına göre aktı. Tüm tasavvurlar Âdem ve onun kaburga kemiğine düğümlendi.
Eğer insan türü, insan kılığına girmiş Melekler gözetiminde dilleri ve hakikati öğrendiğini bilseydi “dilleri kim icat etti” sorusunu sormaktan bile haya eder, aklını, tasavvurunu, fuadını ve sadrını inşa eden dillere ilahi bir emanet gözüyle bakar ve dillerin tamamının üzerine titrer, onu bozmaktan, ona olmayan bir şey bulaştırmaktan ödü kopardı. Fakat öyle olmadı, tarih dillerin insan icadı ve ortalık malı olduğu anlayışına göre aktı.
Tarihî sahte bilgiler ve etkileri
Eğer insan türü, Âdem’in insanlığın atası değil de resullerin atası olduğunu ve bu soyun yalancı bir değerden başka bir şey olmayan “ırk” temeli üzerinden şekillenemeyeceğini bilseydi, ne resullerin her birini başka başka ırklara nispet ederdi ne de resuller arasında ayrım yapardı. Fakat öyle olmadı ve tarih her bir resulün farklı ırklara mensup, birinin diğeriyle ilişkisinin sadece platonik bir ilişki olduğu temeli üzerinden aktı. Bu yüzden, Nuh’a Sümerli, Salih’e Arap, İbrahim’e ve taa İsa’ya kadar onun çocukları olan resullere İbrani, İsa’ya Arami, Muhammed’e arap dendi, resullerin aidiyeti bunlara göre oluşturuldu ve tarih işte bu sahte bilgilere göre aktı.
Eğer ki insan türü, resullerin ilahi bir öğreti olan risaleti insanlığa iletmekle görevlendirildiklerini, her bir resulün insanlığın tamamının imamı olduğunu, hiçbir resulün lokal veya bölgesel olmadığını bilseydi ne sahte yurtlar ne sahte dinler ne de sahte müktesebatlar oluşturmazdı. Fakat öyle olmadı. Tarih bu hakiki bilgiye göre akmadı. İnsanlar resullerin arasını bir daha bir araya gelemeyecek şekilde ayırdı ve herkes payına düşen resuller yek diğerine üstünlük tasladı ve tarih işte buna göre şekillendi, işte buna göre aktı.
Eğer ki insan türü, İbrahim’den sonra gelen tüm resullerin birebir onun evlatları olduğunu, ondan sonra gelen tüm resullerin meşruiyetini onun makamını musalla edinme temelinden aldığını, bu makamın insanlığın toplanma merkezi olan “Kâbe” ile alakalı olduğunu ve Mescid’il Haram bölgesinin tüm resuller için sınırları belli edilmiş tek yurt hatta “atayurdu” olduğunu bilseydi ne başka istikametler edinirdi ne de İbrahim mirasını parçalardı. Fakat öyle olmadı. Tarih bu hakiki bilgiye göre akmadı. İnsanlar Yüce Allah’ın İbrahim’e “kanan yurdu” denilerek uydurulan bir yeri vaad ettiğini ve bu vaad edilmiş sahte ve sanal yerin İbrahim’in çocuklarının asıl mirası olduğuna inandırıldı ve tarih buna göre aktı, buna göre şekillendi. Bu sanal yurt uğruna parça parça olan insanlık, o gün bugündür birbirini yemekte ve en acımışız cinayetleri Allah adına işlemektedir.
Eğer ki insan türü, Yusuf’un risalet soyunun düğümü, kıssasının tüm resulleri anlamanın anahtarı olduğunu bilseydi, o kıssanın risalet soyunun oğuldan kızlara taşınmasından bahsettiğini, belki de bu yüzden “ahsenu’l kasas” olarak adlandırıldığını bilseydi ne ondan önce ne de ondan sonra uydurulmuş sanal ve sahte tarih bilgilerine asla inanmaz ve asla onalra göre bir tasavvur oluşturmazdı. Fakat öyle olmadı. Tarih gerçeğe göre akmadı. Resuller içinde en acıklı hayatın sahibi olan can Yusuf’umuz, ihtiyar bir babanın yakışıklı oğlu olarak resmedildi. İnsanlığın gördüğü en münafık tipler olan kardeşleri babalarının küçük kardeşlerine beslediği sevgiyi kıskanan adamlara dönüştürülerek masumlaştırıldı. Tarih boyunca risalete en azılı düşmanlığı yapan bu kardeşlerin hem kendileri hem de soyları risaletin doğal mirasçıları olarak gösterildi. Bu da yetmezmiş gibi resul soyunun düğümü olan Yusuf’umuz, bir rüya yorumcusuna dönüştürülerek, ülkenin kralının nezdinden risaleti ile değil de rüyasını yorumladığından dolayı değer bulmuş gibi gösterildi. Bunların hepsinden daha adi ve aşağılık olan şey ise şerefli İbrahim’in şerefli soyu olan Yusuf’umuzun kafir bir kralın emrinde hazine bakanı olmayla övünen birine dönüştürülmesi oldu. Yusuf’un sahte hikayesinde Yusuf kuyuya atılmakta ve oradan geçen bir kervan onu kuyudan çıkarmaktadır. Fakat bu hikâyenin gerçek sanılmasından dolayı Yusuf öyle bir kuyuya atılmıştır ki tarih boyunca kimse onu oradan çıkarmamıştır. Bu kuyu sahte hikayeler kuyusudur. İşte tarih bu kuyunun etrafında aktı ve bu kuyuya göre şekillendi.
Eğer ki insan türü, Musa’nın İbrahim soyu, şerefinin de onurunun da İbrahim mirasını üstlenmek olduğunu bilseydi ne ona nispet edilen “Yahudilik” diye bir din uydururdu ne de bu dini uyduranlara hakiki dindar muamelesi yapardı. Fakat öyle olmadı, tarih buna göre akmadı. İnsanlık asası kendisinden daha meşhur bir Musa’ya inandı. Musa ve risalet mirası o asanın sihrine kurban edildi. Akılda kalan yılana dönüşen, denizleri ikiye yaran bir asa oldu da Musa ve risalet bağlantısı hiç ama hiç gündeme gelmedi. Musa çıkmasın diye sahte din uyduran Firavunu yenen Musa değil de sopası oldu. Sopadan küçük bir Musa insanlığın belleğine kazındı ve tüm Musa söylemleri bunun üzerinden değer kazandı.
Gerisi mi? Gerisi çorap söküğü, bir biri ardına risalet düğümü çözüldü ve Allah’ın hak ve tek dininden Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık adında dinler, Sadukilik, Ortodoksluk, Katoliklik, Hanefilik, Şafilik vs adında mezhepler çıkarmak ve bunlar üzerinden hukuk oluşturmak Allah’ın dini oldu ve tarih işte buna göre aktı ve buna göre şekillendi.
Dinlerin ayrışması ve toplumsal sonuçları
Her dönem ve her mekânda bu sahte tarih çizgisinin sonunda bulunan insanlık, Yüce Allah’ın insanlığa bağışladığı hakiki dinini ve hakiki tarih bilgisini sahteleştirmesinin bedelini ödedi, ödüyor ve ödeyecek. Hakikatten sapmanın boyutları tasavvurları öyle bir kaplamış ki hakiki bilgiyle karşılaşan insanlık, hakikate sahte sahte olana hakikat muamelesi yapmanın kendisini düze çıkaracağına inanmış durumda. Belki de daha beteri, insan türünün tüm sahte bilgilere Yüce Allah’ın insanlığa bağışladığı risaletin sebep olduğuna inanması olmuştur.
Tevbe/63
اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّهُ مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَاَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدًا ف۪يهَاۜ ذٰلِكَ الْخِزْيُ الْعَظ۪يمُ
Cehennemin narının ve orada sürekli olanın Allah’a ve O’nun resulüne sınır çizenlere olacağını hala anlamadılar mı? İşte bu (Allah’a ve resulüne sınır çizme hadsizliği) büyük bir seviyesizliğin ta kendisidir (r.d)