Anın Gerçekliği

ÂNIN GERÇEKLİĞİ

İçinde yaşadığımız, kendisinden faydalandığımız, burada yaptıklarımızla ahiretimizi kazanacağımız şu varlığın tamamını Allah yaratmış, Allah şekil vermiş, Allah düzenlemiş ve Allah yönetmektedir. Her kelimesine gönülden gele gele iman ettiğimiz kitabı, insanlar, yaratılmış şu alemle uyumlu yaşasınlar, dünyalarını kendilerine cehennem haline getirmesinler, karanlıklarda kalmasınlar, insani değerlerini ayaklar altına almasınlar, şereflerinden olmasınlar diye Yüce Allah göndermiştir. Bu kitap Yüce Allah’ın tertemiz öğretisidir ve her öğreti gibi insanlar geleceğe hazırlık yapabilsinler diye geçmiş tasavvuru oluşturmak için geçmişten haber vermektedir. Fakat her durumda Yüce Allah’ın kitabı tüm önermelerini, emir ve yasaklarını, tehdit ve vaatlerini, düzenleme ve disiplinlerini ânı yaşayan insana getirmektedir. Kitabın amacı ne geçmiş düzenlemesi ne de gelecek hevesidir. Kitabın amacı ânı yaşayan insana insan kalması ve insanlığının değerini düşürmeden tüm insani değerlerini sürdürebilmesi hususunda yol göstermek, yöntem öğretmek, değişmez bir asıla, değişmez bir usule, değişmez bir temele yaslanarak öngörülebilir olmayı belletmektir.

Kendisine iman edene ânı doğru yaşamayı şart koşan bir kitabın, geçmişten verdiği haberlerin, geleceğe dair gösterdiği hedeflerin tamamının değeri ânın anlamlı olmasına yöneliktir. Kitabın verdiği geçmiş bilgisi insana hiçbir tavır önermeyen kuru bilgiler olmadığı gibi, gelecek hedefleri de fantezileri çoğaltıp hayal kurmayı öğretmesi için değildir. Her şey, kendisini bu kitaba nispet etmiş, kendisini bu kitapla anlamlandırmış insanın ânında doğru tavırlar takınması içindir.

Ânı yaşamak dediğimiz şey ise ancak durumun muktezasına uygun davranışlara sahip olmakla mümkündür. Nasıl ki cenaze yerinde düğün yapıp halay çekmek, düğün yerinde ağıt yakmak, başı ağrıyana mide ilacı vermek, midesi ağrıyana beyin ameliyatı yapmak durumun muktezasına uygun değilse Kur’an’ın âna önerdiği davranış ve düşünce kalıplarını terk ederek ve hiç dikkate almayarak önemli ama durumun muktezasına uygun olmayan meseleleri habire tartışma konusu yapmak da uygun değildir.

Mamafih, ânda doğru tavır sahibi olmayı isteyen insanların, her şeyden önce ânı doğru okuyacak, olumlu ya da olumsuz durumlara doğru tanımlamalar getirecek sağlam bir tasavvura sahip olması gerekmektedir. İşte bu tasavvura sahip olmayan Müslümanlar âna doğru tavırlar takınmayı da pek önemsememektedirler. Sadece önemsememekle kalınsaydı bu derdin devası bulunurdu. Durumun muktezasına uygun tavır takınmamalarını bir de yanlış ahiret inancı ile örtünce Müslümanların âna dair tavırları “kutsal bir atalet” oluvermektedir. Yüce Allah’ın kitabının önerdiği ahiret inancı, yaşanılan ânı anlamsız, boş, gereksiz hâle getiren bir inanç değildir. Hatta kitabın her satırı adeta “ânı doğru yaşamayanın ahirette nasibi yoktur” demektedir. Zaten insanı ândan eden bir gelecek, gelecek olmaz. Çünkü ân, kişinin gelecekte ulaşmak istediği hedefe varması için gerekli adımları, durumun gerektirdiği şekilde atması içindir. Yaşadığı ânda geleceği için durumuna uygun doğru adımları atmayan kişinin geleceği sadece hayaldir.

Dünya ve Müslümanların öncelik kaybı

İşte bu çerçeveden şu dünyaya baktığımızda: Yüce Allah’ın “ayetlerim” dediği yaratılmış varlıkların alabildiğine fesada uğratıldığı, yok edildiği, insanın saptırılması için kullanıldığı böylesi bir ortamda Müslümanların bu durumu umursamadan fıkhi tartışmalarla zaman harcamaları büyük bir sorundur.

Fakirlerin daha fakir, zenginlerin daha zengin olması için düzenlenmiş iktisadi ve siyasi organizasyonların tepesine oturmuş kan emicilerin, insanlığı umutsuzluğa sevk ettiği böylesi bir ortamda Müslümanların, “kimin cemaati daha iyi” tartışmaları ile zaman harcamaları büyük bir sorundur.

Tüm dünyadaki zavallı insanları güdülen koyunlardan daha aşağılık bir duruma sürükledikten sonra süper güçlü ülkelerini, süper büyük firmalarını zavallılardan emdikleri kanlarla habire palazlandırdıkları böylesi bir dünyada Müslümanların “İslam bilimle çelişir mi?” gibi saçma sapan gündemlere boğulmaları büyük bir sorundur.

Dünyadaki tüm iktisadi değerlerin şeytana pabucunu tersten giydirecek ins-şeytanları tarafından belirlendiği böylesi bir ortamda Müslüman ülkelerin yönetimlerinin ve halklarının kendi değerlerini onlara göre belirleyip o değerler üzerinden iktisadi davranış kalıpları edinmeleri büyük bir sorundur.

Dünya üzerinde politik değer sahibi olmayı kafirlerin kurduğu paktlara dahil olmak olarak gören, halkı Müslüman olan ülkelerin yönetimleri, dahil oldukları bu paktları kendi insanlarına “gelecek ve güven” diye pazarlayıp kendi insanlarını kafirlerin hizmetine koşarken Müslümanların kendi kurdukları vakıflarla, derneklerle, hiziplerle, partilerle mutlu mesut olmaları büyük sorundur.

Rotası “zulüm ve adaletsizlik”, hedefi “toptan yok olma” olan kapitalistlerin direksiyonunda olduğu bir geminin içinde yaşayan Müslümanların, “geminin hangi kamarasında kimin kalacağı” üzerinden tartışmalar ve hatta savaşlar açıp birbirlerini yemeleri büyük sorundur.

Âlimin akademisyene, icmânın akademik kurullara dönüştüğü ve akademideki değerleri ve tanımları kafirlerin belirlediği bir dünyada akademik kariyeri ahiret kazancından daha çok önemseyen Müslüman ulemanın, dünyanın kanını emen kafirlere değil de kanı emilen zavallılara parmak sallamayı İslami tebliğ saymaları büyük sorundur.

Tüm dünyadaki Müslümanların, Yüce Allah’ın tertemiz dini olan İslam’ın insanlığın bütün sorunlarını adaletle çözeceğine dair umutsuzluğa düşmüş olmaları büyük sorundur.

Toplumsal yozlaşma ve ihmaller

Müslümanların, devlet bazında veya toplum bazında veya fert bazında uslu bir fino köpeği gibi kafirlerin başını okşamasından hoşlanması, bunu şeref sayması büyük sorundur.

Müslümanların, her tarafı imtihan olan şu dünyanın geçici değerlerine alabildiğine sahip olmaya bu kadar düşkün olması, Yüce Allah’ın dinine sahip oldukları dünyalığın izin verdiği ölçüde hayatlarında alan açmaları büyük sorundur.

Türkiye özelinde: Ülkenin kaynaklarının talan edilmesine, iktisadi ve siyasi sistemin haklı veya haksız ayrımı yapılmadan sadece güçlüye göre düzenlenmesine rağmen bu ülkede yaşayan Müslümanların güçlülere yumruk sıkmayı bırakıp birbirlerinin yakasına yapışması büyük sorundur.

Ülkenin su kaynaklarının, orman varlıklarının, denizlerinin ilkesiz, kuralsız, yarını düşünmeden sadece kapitalizme hizmet edecek şekilde talan edildiği bir ortamda Müslümanların bu sorunların çözümü için parmaklarını kıpırdatmayıp sorunların çözümünü Allah’ın ayetlerine kör davranan seküler çevrecilere bırakması büyük sorundur.

Her karış toprağında sadece müminlerin kanı olan, iyi, kötü, eksik olsa bile sadece İslam gözetilerek kurulan bu ülkede İslami değerlerin ayaklar altına alınmasını bir kenara bırakıp yine bu ülke için ve sırf Allah hatırına seve seve kanını dökecek Müslümanların kendi yurtlarında yabancı olmaları büyük sorundur.

Bu ülkede küfrün, şirkin, zulmün, adaletsizliğin bu kadar çok cüretkâr olması büyük sorundur.

Ahlaksızlığın, fuhşun, zinanın bu kadar yaygınlaşıp artık hayatın normali haline gelmesi büyük sorundur.

Adaletsiz dağılımın artık kader haline gelmesi büyük sorundur.

İslam anlayışındaki soyutlaşma sorunu

Bu listeyi uzatıp ansiklopedi haline getirmek mümkündür. Fakat ne kadar uzatırsak uzatalım, uzatmamız sadra şifa olmayacaktır.

Şurası reddedilemez bir gerçektir: Yüce Allah’ın dini olan İslam, anlam katmanları sonsuza uzanan bir derinliğe sahiptir. Belki de tam da bu sebepten dolayı müktesebat uleması asgari seviyeden çok bu derinliğe gözünü dikmiş ve kendisini o yönde geliştirmeye adamıştır. Fakat onların bu deruni anlam yolculuğu onları pratik hayata yabancı hâle getirmiş ve kendilerinden geriye sadece bu deruni yolculuğu yapabilecek çok az kişinin işine yarayacak izler bırakmışlardır. Günümüzdeki entelektüel çevrenin pek meraklı olduğu bu izler eninde sonunda İslam’ı anlaşılması kolay bir din olmaktan çıkarmakla kalmamış aynı zamanda sıradan insanların kesin bir kararlılıkla üzerinde karar kılacağı asgari pratiklerin de kaybolmasına neden olmuştur. İşte bu yüzden günümüz Müslümanı hiçbir seviyede “haksızlık, zulüm, küfür, şirk, günah, ahlaksızlık, fesat, nifak vs.” gibi kötü şeyler karşısında ya hiç mücadele edememekte ya da küçük bir grup mücadele etse bile bu mücadele sürdürülememektedir. Öte yandan “şefkat, merhamet, anlayış, kararlılık, fedakârlık, ilkeli olmak, Allah’a amasız fakatsız itaat, cesaret, şahsiyet sahibi olmak, öngörülebilir olmak vs.” gibi iyi şeylere de ya hiç sahip olamamakta ya da kazara sahip olsa bile bunları sürdürememektedir.

Ne iyi ne de kötü şeylere kendi içinde bir limit, miktar, aşama veya derece belirlemek mümkün değildir. Şefkat, merhamet, itaat, fedakârlık, cesaret, iman vs. gibi şeylerini geliştirecek ve artıracak kişi için üst limit yoktur. Geliştirebildiği kadar geliştirebilir, artırabildiği kadar artırabilir. Bu gelişim ve artma sürecinde hangi aşamaya gelirse gelsin mutlaka bir üst aşama bulunur. Fakat iyi şeylerin üst sınırının olmaması demek alt sınırının olmaması anlamına asla gelemez. İşte Yüce Allah insanların oluşturacağı toplumlarda üzerinde uzlaşılacak ve kendisine göre ân düzenlemesinin yapılacağı “iyi” tanımını sonu olmayan üst üzerinden değil, olmazsa olmazı olan alt yani asgari sınır üzerinden yapmıştır.

Kur’an ayetlerinde geçen

“Malı sevmelerine rağmen infak ederler.”

“Günah işlediklerinde Allah’ı hatırlayıp tevbe ederler.”

“Günahlarda bile bile ısrar etmezler.”

İnsanların umutsuzluğa kapılması

“Bir fahişat işlediklerinde Allah’ı zikreder ve günahlarından dolayı bağışlanma dilerler.”

“Davranışlarımdaki aşırılıkları bağışla.”

“Kendilerine zulmettiklerinde bağışlanma dileselerdi bu onlar için hayırlı olurdu.”

“Kim bir kötülük işler ya da ilkesiz davranır sonra da Allah’a dönüş yaparsa, Allah’ı ğafur ve rahim olarak bulur.”

“Ey kendi kişiliğine ilkesiz davranmış kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”

gibi cümleler Müslim olan toplumların üst limiti, olmayan iyiyi değil olmazsa olmazı olan asgari iyiyi temel almaları gerektiğini bildirmektedir. Müslimlerin toplumsal hedefinin asgari iyiyi sürdürebilmek olması gerektiğini bildiren bu ayetlere rağmen çağdaş entelektüellerin ve akademisyenlerin felsefelerin ve kelamın karışık dünyalarında hikmet avcılığına çıkmaları, onların ândan ne kadar da uzak olduklarını göstermektedir. Felsefecilerin ve kelamcıların mistik dünyasında gezinen, tasavvufunun gizemli dağlarında kamp kuran bu çağdaş mübelliğler, Allah’a savaş açmış sistemleri bırakıp bu sistemlerin zulmü altında inleyen müminlere, içinde bulundukları bu katlanılamaz duruma katlanmaları için ya İbnü’l-Arabî’nin tasavvufunu ya da Al-Fârâbî’nin muallimi saniliğini anlatmakta ve çözümün oralarda olduğunu göstermektedirler. İman ettiklerini iddia ettikleri Kur’an’ın özelde veya genelde insanlığın tüm sorunlarına en güzel çözümleri getireceğine asla inanmayan bu mübelliğler tağuti sistemlerden beslenmekte, o sistemlerin emrine amade olmayı olağan bir şeymiş gibi göstermektedirler.

Bu İslam sunumları ile kendini alabildiğine kıymetsiz ve değersiz zanneden sıradan insanlar ise “Nasıl olsa olamayacağım, ne yaparsam yapayım beceremeyeceğim.” diyerek İslam’la bağını her geçen gün daha da gevşetmektedir.

İslam’ın asgari hedefleri ve gerçekçi yaklaşım

İşte durum budur ve İslam ne geçmişin hüznü ne de geleceğin korkusu olmadan bu ânda yaşamamızı emretmektedir. Allah’a saygısı olan her mümin şunu bilmelidir ki cennete girmek azami şartlara değil asgari şartlara bağlıdır. Çok az kişinin yaptığı, uygulanması imkânsız ideallere değil, herkesin kolayca yapabildiği ve sürdürebilmesi mümkün olan asgari ideallere bağlıdır. Yüce Allah azami olandan insanı alıkoymamış, İslam’da ileri gitmek isteyene “Ne yerinde dur ne de geri gel.” dememiştir. Fakat aynı zamanda bunu tüm insanlar için mutlaka erişilmesi gereken bir hedef olarak da göstermemiştir.

Elbette ki insan her şeyin ideal olanına sahip olmak ister, elbette ki insan daima en kaliteli olanı, en ender olanı, en zor olanı ister. Ama bu din insanın isteklerinin ölçü olduğu bir din değildir. Bu din, insanları kendisinden razı etmek üzere gönderilmiş bir din değildir. Bu din insanı Allah’tan, Allah’ı da insanı razı etmek üzere gönderilmiş bir dindir. Allah, kullarının asgarisine razı olmuş, üstünü insanın kendi çabasına bırakmışsa kimse kendi çabasını ölçü veya hedef olarak dayatamaz.

Yeryüzünün tüm insanları Arapça bilse, Kur’an’ı direkt ve en iyi şekilde anlasa çok güzel olurdu. Fakat bu bir hedef değil bir temennidir. Üstelik hayatın akışında imkansızdır. Sıradan insanların ezici çoğunluğunun buna ulaşması mümkün değildir. İşte belki de tam da sıradan insanın bu mahrumiyeti, onu bildiğini zannettiği insanların ağızlarına bakar hâle getirmiştir. Yani sıradan insan bin sene önce de iki yüz sene önce de ve günümüzde de hep İslam adına kandırılmış, hep “Allah” diyenler tarafından sömürülmüştür. Üstelik Arapça ana dili olan Araplar bile bu aldanıştan kurtulamamışlardır. Sonunda İslam zannedilen öyle bir din oluşturulmuş ve geçerli hâle getirilmiştir ki içinde İslam’ın zerresi bulunmamaktadır.

İşte ânın gerçekliği budur.

Kavramlar: