Başlıklar
A’RÂF 157. AYET – ‘TEVRAT’–‘MUSA’ İLİŞKİSİ
Elleżîne yettebi’ûne-rrasûle-nnebiyye-l-ummiyye-lleżî yecidûnehu mektûben ‘indehum fî-ttevrâti vel-incîli ye/muruhum bilma’rûfi veyenhâhum ‘ani-lmunkeri veyuhillu lehumu-ttayyibâti veyuharrimu ‘aleyhimu-lḣabâ-iśe veyeda’u ‘anhum israhum vel-aġlâle-lletî kânet ‘aleyhim felleżîne âmenû bihi ve’azzerûhu venasarûhu vettebe’û-nnûra-lleżî unzile me’ahu ulâ-ike humu-lmuflihûn(e)
‘Tevrat’ ile ‘Musa’ bağını kurarken merkeze aldığımız bu ayetteki kelimelerde
- Fiilse sigalarına, vezinlerine ve bağlı bulunduğu zamanlarına (mazi-muzari) dikkat etmezsek
- Bunlara dikkat etsek bile doğru anlamları doğru olaylarla ve doğru bir şekilde ilintilemezsek
- İsimse ismin bağlı bulunduğu kuralları doğru bir şekilde tespit etmez ve doğruları da doğrulara doğru bir şekilde bağlamazsak
yanlış yapabiliriz.
Bu ayetin ‘Musa’ ile ‘Tevrat’ı ilintilediği görülmektedir FAKAT bu ilintilemenin şekli çok önemlidir. Bu ilintilemenin ne şekilde olduğunu anlamak için bu ayetteki şu cümleye biraz yakından bakalım: الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ (elleżî yecidûnehu mektûben ‘indehum fî-ttevrâti vel-incîli)
Bu cümleye mealler tarafından genelde şu anlamlar verilmiştir:
“Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları ümmi nebi olan bu resule uyanlardır.” (SV meali)
“Ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de de yazılmış olarak bulacakları” (Gölpınarlı meali)
“(Yani) yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları” (M. Okuyan meali)
Diğer mealleri yazmaya gerek yoktur çünkü hepsi aynı şeyi söylemiştir. Bu Türkçe meallere biraz dikkat edersek “yanlarındaki Tevrat ve İncil” cümlesindeki “yanlarındaki” ifadesinin ‘Tevrat’ ve ‘İncil’ kelimelerine HAL (sıfat) yapıldığını görmekteyiz OYSA “hal” ve “sıfat” mamul olan kelimelerdir ve amillerinin önüne çok özel durumlarda geçerler. Burada onların amillerinden öncesine geçmesini sağlayacak şartlar yoktur. (Konu uzamasın diye bunları yazmıyorum.)
Bu da yetmezmiş gibi cümledeki harf-i cer ‘TEVRAT’ VE ‘İNCİL’ kelimelerinden öncedir ve bu da harf-i cer’in kendisinden önceki kelimeyi değil kendisinden sonraki kelimeyi car ettiği anlamına gelir. Eğer buna göre cümleye bir anlam verecek olursak cümle az önce verdiğim meallerdeki gibi “YANLARINDAKİ TEVRAT VE İNCİL” şeklinde değil “TEVRAT VE İNCİL’DEKİ YANLARI” şeklinde olması gerekmektedir.
Eğer عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ (indehum fî-ttevrâti vel-incîli)) cümlesine MAHALLİ bir irab verecek olursak ‘İNDEHUM’ ifadesi müpteda, ‘FİT TEVRAT VE İNCİL’ kelimeleri ise HABER olur. Bu durumda cümle “ONLARIN YANI TEVRAT VE İNCİL’DE BULUNMAKTADIR.” şeklinde bir anlam kazanır.
Tevrat ve İncil ifadelerinin incelenmesi
Bu ayete İRAB yapanların irabına baktığımızda ‘FİT-TEVRAT ve İNCİL’ kelimelerini HAL olarak aldıklarını görmekteyiz. Cümleye “yanlarındaki tevrat ve incilde” şeklinde mana verilmesi durumunda ise cümle HALİN HALİ şekline dönüşmektedir. Bunu anlamak için HAL sorusu olan “NASIL?” sorusunu sorarak ögeleri anlamaya çalışalım.
Aslında soruları sormadan önce şunun tespitinin yapılması gerekir. Sıla cümlesinde geçen يَجِدُونَهُ (yecidûnehu) fiili EF’ALU KULUB mudur, değil midir?
Elimizdeki irablara bakarsak bu kelime EF’ALU KULUB’tur. Aşağıya alacağım İrab-ı Müyessera’nın ayete verdiği iraba bakabilirsiniz:
﴿الذين يتبعون الرسول النبي الأمي الذي يجدونه مكتوبا عندهم في التوراة والإنجيل﴾: الذين نعت للذين، أو بدل منه، وجملة يتبعون صلة الموصول لا محل لها من الإعراب، والرسول مفعول به، والنبي صفة أولى، والأمي صفة ثانية، والذي صفة ثالثة، وجملة يجدونه لا محل لها من الإعراب، لأنها صلة الموصول، ومكتوبًا مفعول به ثان ليجدونه، وعندهم ظرف متعلق بـ﴿مكتوبًا﴾، وفي التوراة جار ومجرور متعلقان بمحذوف حال.
Bu iraba göre يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا (yecidûnehu mektûben) cümlesinde ‘HU’ zamiri birinci mefulü bih, ‘mektuben’ kelimesi ise ikinci mefulü bih’tir fakat böyle yapılması durumunda ayette geçen ‘YECİDUNE’ ifadesine “BULMAK” gibi somut bir mana verilemez yani cümleye “Onu ve incilde yazılmış halde bulacaklar” şeklinde bir mana verilemez çünkü ef’alu kulub’lara somut mana ve-ri-le-mez.
Bu fiilin ef’alu kulub olarak alınması durumunda “anlayacaklar, sezecekler, bilecekler” şeklinde bir mana verilmesi şarttır.
‘YECİDUN’ fiili eğer ki bir şeyi somut olarak yani nesnel olarak “bulmak” anlamında kullanılırsa bu durumda İKİ TANE MEF’ULÜ BİH ALMAZ. İşte bu durumda ‘yecidun’ ifadesine SOMUT mana verilmesi şarttır. Durum böyle olunca cümledeki ‘MEKTUBEN’ ifadesi ikinci mef’ulü bih değil ‘HU’ zamirinin HALİ olur.
Zarf olduğu söylenen (ki zarf) ‘İNDEHUM’ kelimesine gelince… Hatırlanacak olursa daha önceki derslerimizde ‘İNDE’ ve ‘LEDE’ kelimeleri arasındaki farkları söylerken “yanında, civarında” anlamı verilen ‘inde’ kelimesinin kastettiği “yanında” anlamının somut manada bir şeyin o kişinin veya şeyin yanında olmasının kastedildiğini söylemiştik.
Mesela ‘İNDELLAH’ gibi bir ifadeye “ALLAH’IN YANINDA” anlamı verilmesi gerekmektedir ama bu durumda (haşa) Yüce Allah’a bir mekân atfetmek zorunda kalınacaktır çünkü ‘İNDE’ ifadesi ya ZAMAN ya da MEKÂN zarfı olarak kullanılır yani bu kelimeye somut olarak “YANINDA” anlamı verilmesi durumunda Yüce Allah’ı ya bir zamanda ya da bir mekânda düşünmek zorunda kalırız ki bu düpedüz şirktir.
İşte bu durumda yine ‘İNDE’ kelimesinin manaları arasında bulunan “NEZDİNDE” manasının kullanılmasının gerektiğini söylemiştik. Peki, “NEZDİNDE” ne demektir?
Bu anlam bir şeyin somut olarak bir kişinin yanında olduğunu değil, SOYUT olarak bir kişinin anlama alanında, kudret alanında, istila alanında olduğu anlamına gelir. Mesela ‘İNDİLLAH’ dediğimizde (haşa) Allah’ın yanında değil, “Yüce Allah’ın kudret alanında” demiş oluruz
Şimdi cümleye geri dönecek olursak:
- Ayet kesinlikle ‘MUSA’ bağlamındadır, bunda şek yoktur çünkü hem siyakı hem sibakı ‘Musa’ ile alakalıdır.
- Fakat cümlede ‘MEKTUBEN’ kelimesinin geçmesinden dolayı, verilen haberin en azından Musa zamanında şifahi olduğu, bunun yazılı hâlinin sonradan geleceğini anlamaktayız.
Yani Musa zamanında ‘TEVRAT’ ve ‘İNCİL’den bahsedilmektedir ama bundan Tevrat ve İncil’in Musa zamanında ve yazılı halde bulunduğu gibi bir anlam çıkmaz fakat Tevrat ve İncil’in Musa ve onun etrafında bulunanlar tarafından BİLİNDİĞİ anlamı çıkar.
Aslına bakılırsa buna benzer bir durumu MERYEM-İSA bağlamında da görmekteyiz. Mesela şu ayette daha Meryem İsa’ya hamile bile kalmadan İNCİL’den bahsedilmekte ve Meryem henüz ortada olmayan İncil’in ne olduğu hakkında tek bir soru bile sormamaktadır.
Kâlet rabbi ennâ yekûnu lî veledun velem yemsesnî beşer(un) kâle keżâliki(A)llâhu yaḣluku mâ yeşâ(u) iżâ kadâ emran fe-innemâ yekûlu lehu kun feyekûn(u)
Veyu’allimuhu-lkitâbe velhikmete ve-ttevrâte vel-incîl(e)
Bunlar ve bunlara benzer başka kullanımlardan anlıyoruz ki en azından ‘TEVRAT’ ve ‘İNCİL’ kelimelerinin, bu kelimeler müşahhas bir şekilde bir kitaba bürünmeden önce bile BİLİNDİĞİNİ anlıyoruz hatta Meryem-İsa bağlamında bunun daha ileri boyutta olduğunu, ‘İNCİL’ denen şey her neyse O’nun İsa doğmadan önce bile ÖĞRENİLEBİLEN bir şey olduğunu görüyoruz
Aynı durum Rahmân suresinin şu ayetinde de vardır:
Rahmân 55 / 1 Errahmân(u) | Rahmân 55 / 2 ‘Alleme-lkur-ân(e) | Rahmân 55 / 3 Ḣaleka-l-insân(e) | Rahmân 55 / 4 ‘Allemehu-lbeyân(e) |
Bu ayetlerde Kur’an’ın öğretilmesi insanın yaratılmasına öncelenmektedir. “Kime öğretti?” sorusunu şimdilik bir kenara bırakacak olursak bu söylemden şunu anlarız: Bir şey öğretiliyorsa o şey artık “var” demektir.
(NOT: Mutezile ve ehl-i sünnet mezhepleri Kur’an’daki bu kullanımlar yüzünden “Kur’an halik midir, mahluk mudur?” tartışması yapmış ve bu aptal tartışma yüzünden yıllarca birbirlerini doğramışlardır. Tarihi kayıtlara göre sırf bu tartışma yüzünden en az 100.000 insanın öldürüldüğü belirtilmektedir. Bu tartışmanın temelinde her iki kesimin Âdem’i ilk insan olarak almaları; Kur’an’ın yani öğretinin sadece İnsan türünü ilgilendirdiği; meleklerin Allah ile (haşa) dolaysız yani direkt bir ilişki içinde oldukları; meleklerin yemeyen, içmeyen, üremeyen, akıllı ama iradeleri olmayan varlıklar oldukları; cisimlerinin olmadığı yani bir nevi yarı-tanrı gibi olduklarına dair PEŞİN KABULLER yatmaktadır -ki bu peşin kabullerin kaynağı kesinlikle YAHUDİ MÜKTESEBATIDIR.
Kur’an’ın bu tartışmalarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bizim “Bu söylemden şunu anlarız: Bir şey öğretiliyorsa o şey artık var demektir.” cümlemizden “Kur’an halik midir, mahluk mudur? tartışmasına bir ekmek çıkmaz çünkü biz bunu bambaşka bir bağlamda söylüyoruz. Bu yüzden bu söylememizi bu tartışmada bir tarafmışız gibi yorumlayacak olan olursa bilsin ki bize iftira atmış olacaktır.)
Kur’an’ın tamamına bakarsak özellikle ‘TEVRAT’ kelimesinin herhangi bir resul ile direkt alâkalandırıldığını görememekteyiz yani Kur’an’da “‘Tevrat’ı şu resule indirdik.” şeklinde HUSUSİ bir kullanım yoktur.
Kur’an’da Tevrat, İncil ve Zebur vurgusu
Yine Kur’an ayetleri üzerinden meseleyi anlamaya çalışacak olursak az önceki ayette İsa hakkında şöyle denilmişti:
Veyu’allimuhu-lkitâbe velhikmete ve-ttevrâte vel-incîl(e)
Bu ayetteki kelimelerin karşısına müşahhas şahıslar koymaya çalışalım:
‘EL KİTAP’ … ‘MUSA’
‘EL İNCİL’ … ‘İSA’
‘ET-TEVRAT’ … ???
‘EL-HİKMET’ … ???
Bu cümlede olması gereken bir başka şey daha vardır ama cümlede yoktur: ‘ZEBUR’
Geleneksel din anlayışında ‘Zebur’ Davud’a verilen kitabın adıdır. O halde soralım: “Neden Davut’tan daha önce gelmiş Musa’nın kitabı İsa’ya öğretiliyor da Musa’dan çok sonra gelmiş ve İsa ile arasında daha yakın mesafe bulunan DAVUT’un kitabı öğretilmiyor hatta neden o yok sayılıyor?”
Bu durum sadece İsa bağlamında değil başka resuller ve resullerle muhatap olanlar bağlamında da böyledir.
Mesela, Kur’an’da Musa’ya verilen kitabın gizlendiği, kelimelerinin değiştirildiği, insan sözü karıştırıldığına dair anlatımlar vardır ama ‘ZEBUR’ ile ilgili hiç böyle bir anlatım yoktur. Bu durumda “‘ZEBUR’ özellikle Yahudiler tarafından hiç tahrif edilmemiş” mi diyeceğiz?
Mesela, aynı şekilde bağlamında Muhammed (as)’in olduğu söylenen ayetlerde “KİTABI VE HİKMETİ ÖĞRETECEK.” şeklinde kullanım vardır ama
“TEVRAT’I ÖĞRETECEK.”,
“ZEBUR’U ÖĞRETECEK.”,
“İNCİL’İ ÖĞRETECEK.”
şeklinde kullanımlar yoktur.
Huve-lleżî be’aśe fî-l-ummiyyîne rasûlen minhum yetlû ‘aleyhim âyâtihi ve yuzekkîhim ve yu’allimuhumu-lkitâbe velhikmete ve-in kânû min kablu lefî dalâlin mubîn(in)
Mesela bu ayetin bağlamında “Muhammed (as) ve Medine ahalisi” olduğu söylenmektedir. Neden sadece Kitap ve Hikmet? Tevrat’a, Zebur’a, İncil’e ne oldu? Onların son kullanım tarihleri mi bitti?
Yine bu ayette geçen bir kelimeye yüklenen anlamlardan yola çıkarak bir soru soralım: Ayette ne “Araplar” ne “Muhammed” ne de “Medine” şeklinde bir söylem vardır. Ayet, bahse konu olan resulün هُوَ الَّذ۪ي بَعَثَ فِي الْاُمِّيّ۪نَ رَسُولًا مِنْهُمْ (Huve-lleżî be’aśe fî-l-ummiyyîne rasûlen minhum) şeklinde olduğunu belirtmekte. Bu cümlede geçen ‘FİL ÜMMİYYİN’ ifadesinin “ARAPLAR” daha da özel bir şekilde “ADNANİLER”, daha da özel bir şekilde “Kureyş” daha da özel bir şekilde “Haşimiler”, daha da özel bir şekilde “ABDULMUTTALİB oğulları” olduğu sonucuna nereden ve ne şekilde varılmaktadır?
Hatırlanacak olursa ‘Ümmiyye’ ifadesi söz konusu ettiğimiz A’RÂF 157. ayette de geçmekteydi.
Bu ayette “Araplar” yani “Mekkeliler” şeklinde bir anlam yüklenen ‘ÜMMİYYE’ ifadesine Bakara suresinde ise (78. ayet), “okuma-yazma bilmeyenler, kitabı bilmeyenler” anlamı yüklenmiş ve ortaya çok komik diyebileceğimiz manalar çıkmış ama meal yazarları kurnazlık yaparak bu komiklikten kurtulmuşlardır. Şöyle ki:
Ümmî kavramı ve meal çeviri sorunları
Abdulbaki Gölpınarlı Meali – İçlerinde, anasından doğduğu gibi kalan, okuma yazma bilmeyenler de var ki onlar, kitap nedir bilmezler. Bildikleri şey, ancak kuruntularıdır, onlar, ancak zanna kapılırlar.
Bayraktar Bayraklı Meali – Onların arasında kitabı bilmeyen cahiller vardır. Bildikleri sadece kendilerine anlatılan asılsız kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunuyorlar
Kur’an Yolu (Diyanet İşleri) – İçlerinde birtakım ümmîler vardır ki kitabı bilmezler; bütün bildikleri kuruntulardan ibarettir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunurlar.
Mehmet Okuyan Meali – İçlerinde birtakım [ümmi]ler vardır ki kuruntular dışında Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Onlar zandan başka bir şeyde bulunmuyorlar.
Bu kurnaz meal yazarları ‘ÜMMİ’ kelimesine yükledikleri anlamlar yüzünden Kur’an onları köşeye sıkıştırınca kelimeye başka şekillerde anlaşılabilecek anlam yüklemektedirler. Mesela, B. Bayraklı ‘Ümmiyyin’ kelimesine “CAHİLLER” manasını yükleyerek işin içinden çıkmış. M. Okuyan ise daha da kurnaz davranarak ‘ÜMMİYYİN’ kelimesine hiç mana vermemiş, olduğu gibi Türkçeye aktarmıştır oysa kelimeye bunların yüklediği manaları yükleyerek cümleye anlam verecek olursak şu komik mana çıkmaktadır: “OKUMA-YAZMA BİLMEYENLER KİTABI BİLMEZLER.”
“Okuma-yazma bilmeyenler” demek zaten “kitabı yani yazıyı bilmemek” demek değil midir? Hem ‘ümmiyye’ kelimesine “okuma-yazma bilmeyen” anlamı vermek hem de “Okuma-yazma bilmeyenler yazı bilmezler.” demek komik değil midir? Allah aşkına… Bu “Yüzme bilmeyenler yüzmeyi bilmezler.” demek gibidir.
Sonuçta Cum’a suresinde “Araplar” anlamına gelen ‘ümmiyye’ kelimesi bu ayette “okuma-yazma bilmeyenler” anlamına bürünüvermektedir.
Şimdi bütün bunlardan (ve uzamasın diye kestiğim onca şeyden) sonra tekrar A’RÂF 157. ayete dönelim:
İlk cümleye verilen anlamlar şöyleydi:
“(Yani) yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları Elçi’ye, o [ümmi] Peygamber’e uyanlara…” (M. Okuyan meali)
(NOT: Bu meale biraz dikkat edilirse M. Okuyan’ın ayette MUZARİ yani şimdiki-geniş-gelecek zaman kipinde olan يَجِدُونَهُ (yecidunehu) fiiline “BULDUKLARI” şeklinde geçmiş zaman anlamı verildiği görülecektir.)
Şimdi bu ayette gelecekten bir haber verildiği söylenmektedir. Geleneksel anlayışa göre ayette geçen ‘RESULEN’, NEBİYYEN, ÜMMİYYE’ ifadesi ise Muhammed (as)’dir.
Geleneksel anlayışa göre Yahudilerin elinde bulunan ve ‘Torah’ dedikleri kitap bu ayette söz konusu edilen ‘Tevrat’tır. Yine geleneksel anlayışa göre Hristiyanların ‘Bible’ dedikleri kitap ise bu ayette geçen ‘İNCİL’ kelimesinin karşılığıdır.
Verilen haber nedir? ‘ÜMMİ, NEBİ, RESUL’ olan bir resul gelecek yani “Arap” olacak, “Mekkeli” olacak, “Nebi” olacak bir resul gelecek. Bunun haberi nerede olacak? TEVRAT ve İNCİL’DE. Ne halde olacak? YAZILI.
O halde madem bu ayetin ‘Tevrat’ dediği şey Yahudilerin ‘Kitâb-ı Mukaddes’ dedikleri kitaptır ve madem bu ayette geçen ‘İNCİL’ kelimesi Hristiyanların ‘Bible’ dedikleri kitaptır, ayetin verdiği bu haberin o kitaplarda YAZILI OLARAK bulunması gerekmektedir.
İşte hem ‘Bible’ hem de ‘Kitâb-ı Mukaddes’ elimizdedir. Bu kitapların NERESİNDE ayetin verdiği bu haber YAZILI halde bulunmaktadır?
Bazı ahmak ulema ‘Bible’de geçen ‘PARAKLİT’ kelimesinden yola çıkarak “İşte bakın, ‘Bible’de Muhammed’in adı geçmektedir.” Demektedirler oysa madem siz Yahudilerin elinde bulunan kitaba “Tevrat” dediniz, bakın o Tevrat’ta İSMAİL SOYU için ne deniliyor:
Avram doksan dokuz yaşındayken RAB ona görünerek, “Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’yım” dedi, “Benim yolumda yürü, kusursuz ol. Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.”
Avram yüzüstü yere kapandı. Tanrı, “Seninle yaptığım antlaşma şudur” dedi, “Birçok ulusun babası olacaksın. Artık adın Avram değil, İbrahim olacak. Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım. Seni çok verimli kılacağım. Soyundan uluslar doğacak, krallar çıkacak. Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım. Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları, bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve soyuna vereceğim. Onların Tanrısı olacağım.”
Tanrı İbrahim’e, “Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız” dedi, “Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak. Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan bir yabancıdan satın alınmış köleler dahil sekiz günlük her erkek çocuk sünnet edilecek. Gelecek kuşaklarınız boyunca sürecek bu. Evinizde doğan ya da satın aldığınız her çocuk kesinlikle sünnet edilecek. Bedeninizdeki bu belirti sonsuza dek sürecek antlaşmamın simgesi olacak. Sünnet edilmemiş her erkek halkının arasından atılacak, çünkü antlaşmamı bozmuş demektir.”
Tanrı, “Karın Saray’a gelince, ona artık Saray demeyeceksin” dedi, “Bundan böyle onun adı Sara olacak. Onu kutsayacak, ondan sana bir oğul vereceğim. Onu kutsayacağım, ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak.”
İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, “Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?” dedi, “Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?” Sonra Tanrı’ya, “Keşke İsmail’i mirasçım kabul etseydin!” dedi.
Tanrı, “Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın” dedi, “Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim. İsmail’e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. Ancak antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara’nın doğuracağı oğlun İshak’la sürdüreceğim.” Tanrı İbrahim’le konuşmasını bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi.
(Tekvin 17/1-22)
Bu ulema, Yahudi’nin ‘Torah’ dediği kitap ile Kur’an’ın ‘TEVRAT’ dediği kitabı özdeşleştirdi fakat o kitap Musa’dan çok çok önce “İSMAİL soyundan bir resul çıkmayacak.” demişse nasıl olacak da “O soydan bir resul çıkmayacak.” demesine rağmen İSMAİL soyundan gelecek bir resulün haberini verecek? Sadece bu kadar mı? Hayır…
“İşte hamilesin, bir oğlun olacak,
Adını İsmail[a] koyacaksın.
Çünkü RAB sıkıntı içindeki yakarışını işitti.
Oğlun yaban eşeğine benzer bir adam olacak,
O herkese, herkes de ona karşı çıkacak.
Kardeşlerinin hepsiyle çekişme içinde yaşayacak[b].”
(Tekvin 16/11-12)
Şimdi, Yahudi’nin elindeki ‘Tevrat’ ise işte bu ‘Tevrat’ İsmail için (haşa haşa, milyon kere haşa) “YABAN EŞEĞİNE BENZER BİR ADAM OLACAK.” diyor.
A’raf bağlamında geleneksel ve çağdaş yorumlar
Şimdi Eğer Yahudi’nin elindeki ‘Tevrat’ ise, ‘Tevrat’ bir yandan (haşa) “İsmail’in yaban eşeğine benzer bir adam olacağını” söyleyecek, bunun üzerine “İsmail soyundan bir resul çıkmayacağını” söyleyecek ve buna rağmen İSMAİL soyundan çıkacak bir resulün müjdesini mi verecek?
Kaldı ki Yahudi’nin elindeki kitapta ne İsa’nın ne de Muhammed’in müjdesi vardır.
Hristiyanlara gelince: Hristiyan olan herhangi bir kişi Yahudi’nin elindeki ‘Torah’ya iman etmeden asla Hristiyan olamaz. Hristiyanlar da Yahudi’nin elinde bulunan kitaba tam tamına bir Yahudi kadar inanırlar. Hristiyanlık bu temel üzerine oturmuştur. Şimdi, Yahudi’nin elindeki kitaba iman eden bir Hristiyan, o kitabın İsmail ve soyu hakkında verdiği habere TIPATIP YAHUDİ GİBİ İNANIR.
Şimdi, bir yandan onlara “ta İbrahim zamanından gelen İsmail soyundan bir resul çıkmayacak.” haberi var ve bu haber inandıkları kitaptır, diğer yandan ellerindeki İncil, İsmail soyundan çıkacak bir resulün haberini mi verecek?
Eğer ‘Torah’ ve ‘Bible’ böyle bir haberi verirse kendi kendileriyle çelişmiş olmazlar mı? Ulemaya göre bu kitapları Allah göndermiştir o halde bu çelişki Yahudi ve Hristiyanların değil (haşa) Yüce Allah’ın bir çelişkisi olmaz mı?
Gökteki yıldızların tamamını yeryüzüne indirin, Kitâb-ı Mukaddes denilen kitaba iman ettiğini söyleyen bir Yahudi, İsa’nın resul olduğuna asla inanmaz çünkü ŞABATI ihlal etti; Muhammed’in resul olduğuna inanmaz çünkü İsmail soyundan.
Şimdi, madem A’râf 157. ayette bahse konu olan Muhammed’dir ve madem Yahudi’nin elindeki ‘Torah’ ayette geçen ‘Tevrat’ kelimesinin, Hristiyan’ın elinde bulunan ‘BİBLE’ ayette geçen ‘İNCİL’ kelimesinin karşılığıdır o halde o kitaplarda bunun YAZILI halde bulunması gerekmemekte midir? Değilse ya bu ayet (haşa) yalan söylemektedir ya da Yahudi’nin elindeki ‘Torah’ya ‘Tevrat’, Hristiyan’ın elindeki kitaba ‘İncil’ diyen ulema yalan söylemektedir.
(NOT: Yorucu bir yazı ama şunu demezsem olmaz: Her yolun Yahudi’ye ve Hristiyan’a çıktığı bu müktesebat dini terkedilmedikçe asla HİDAYET ÜZERİ OLUNAMAZ.)
Oldukça geniş bir perspektife yaydığım konuyu “azıcık” da olsa toparlayacak olursak:
- Musa zamanında ‘et-Tevrat’ ve ‘el-İncil’ kelimelerinin ne manaya geldiği veya ne kastettikleri kesinlikle biliniyor.
- Ayette geçen ‘RESULEN, ÜMMİYYE, NEBİYYE’ ifadesinden kastedilen kesinlikle “Allah resulü Muhammed” DEĞİL.
- İsa’ya ‘Kitap’, ‘Hikmet’, ‘Tevrat’ ve ‘İncil’ kelimelerinin kastettiği şeylerin öğretileceğinin söylenmesi ama Davud’a verilen ‘Zebur’un hiç bahsinin geçmemesi en azından ‘TEVRAT’ kelimesine yüklenen anlamın bilinenden daha başka bir şey olduğunu göstermektedir.
- Kur’an’da geçen ‘Tevrat’ kelimesinin herhangi bir resule kayıtlanmadan yani “Şu resule indirdik.” şeklinde olmadan kullanılması da yine ‘Tevrat’ kelimesine yüklenen anlamın genel kabul gören anlamdan başka olduğunu göstermektedir.
- Son resul bağlamında “Ona İncil, Tevrat ve Zebur öğretilecek.” şeklinde bir kullanımın hiç olmaması bu kelimelere yüklenen anlamın da genel kabul görmüş anlamdan farklı olduğunu göstermektedir.
- Tasdik ayetlerinde bağlamın hep ‘MUSADDİKAN MİNEL KİTAP’ veya ‘MUSADDİKAN MİNET TEVRAT’ veya ‘MUSADDİKAN MİNEL İNCİL’ şeklinde geçmesi söz konusu tasdikin “KUR’AN-İNCİL” veya “KUR’AN-TEVRAT” veya “KUR’AN-KİTAP” şeklinde olmadığını bu yüzden ‘el-kitap’, ‘ez-zebur’, ‘et-tevrat’ ve ‘el-incil’ kelimelerine yüklenen anlamın genel kabul görmüş anlamlardan bambaşka olduğunu göstermektedir.
- ‘Zebur’ söz konusu olduğunda, ‘Zebur’un Davut’a indirildiğinin değil “VERİLDİĞİ”NİN söylenmesi bu kelimeye yüklenen anlamın da bilinenden yani genel kabul görmüş anlayıştan farklı olduğunu göstermektedir.
İşte, bağlamında Musa’nın olduğu kesin olan A’râf suresinin 157. ayetinde bahsedilen şeyin tam olarak ne ifade ettiğinin bilinmesi ayette geçen ‘Tevrat’ ve ‘İncil’ kelimelerine Kur’an tarafından yüklenen anlamların tespiti ile mümkündür. Bu kelimelere ulemanın yaptığı gibi peşin kabuller üzerinden anlam yükleyerek ayeti anlamaya kalkışmak kesinlikle çıkmaz sokaktır.
Biz “Musa ile Tevrat’ı asla yan yana getiremezsiniz.” derken geleneksel anlayışta ‘Tevrat’ın Musa’ya verilen kitabın adı olarak görülmesini kastediyoruz, yoksa “‘Tevrat’ ve ‘Musa’ kelimeleri aynı cümle içinde kullanılmamaktadır.” demiyoruz.
Bu açıklama, sadece şunu verir: Konu oldukça kapsamlı bir konudur ve bu konu müktesebatın peşin kabulleri ile asla anlaşılamaz. Allah izin ve imkân verirse bir gün bu konuyu gündemimize alır ve gücümüz nispetinde her yönüyle anlamaya çalışırız.