Başlıklar
ARAP CÂHİLİYE ŞİİRİNİN KUR’AN İLİMLERİNE ETKİSİ
Kur’an hakkında tefsirler ve meâller üzerinden bilgi edinenler bilmese de tefsir, sarf, nahiv konularıyla yakından ilgilenenler Arap câhiliye şiirinin özellikle Kur’an’ın gramatik yapısını çözümlemede ŞEVAHİD derecesinde kabul edildiğini çok iyi bilmektedirler.
Nitekim, Kur’an’ı tefsir ederken özellikle gramatik yapıyı ön planda tutan birçok müfessir eserlerinde Kur’an’da geçen kelimeleri ve cümle yapılarını anlamak için bol bol Arap câhiliye şiirini kullanmışlardır. (Örnek olarak bkz; Kurtubî, Râzî, Zemahşerî tefsirleri)
Kur’an’ı Arap câhiliye şiiri üzerinden anlamak eski-yeni ulemânın üzerinde tam bir ittifak sağladığı ender konulardan biridir. Birçok ulemâ bu şiirleri hazine telâkki etmiş ve o şiirlerden mahrum kalmayı devasa bir hazineden mahrum kalmaya denk tutmuştur.
Nitekim, yakın zaman ulemâdan birisi olan Fuat Sezgin bile Arap şiiri hakkında şu düşüncelere sahip olmaktan kendini alamamıştır.
Fuat Sezgin’in de dikkat çektiği gibi, câhiliye şiirinin tarihsel gerçekliğinin tartışmalı bulunması veya yok sayılması, sonuçları bakımından bu şiirle sınırlı bir sorun olmaktan çıkıp İslâm-Arap düşünce, edebiyat ve kültür tarihini, anlaşılmasında anahtar rolüne sahip birinci derecedeki referansından bütün halinde yoksun bırakabilecek önemde bir probleme dönüşmüş olur. (CAHİLİYE ŞİİRİNİN TARİHSEL GERÇEKLİĞİ PROBLEMİ- Doç. Dr. MEHMET YALAR)
Evet hem geçmişte hem de günümüzde gerek Arap câhiliye şiiri gerek sonraki dönem Arap şiiri, özellikle kelimeleri anlamlandırmada ve sözün gramatik yapısını çözümlemede etkili olmuştur.
Arap câhiliye şiirinin en büyük özelliği, her şiirin İSNADININ mutlaka rivâyet yoluyla tespit edilme zorunluğunda olmasıdır. Şiiri söylenenin kim olduğu, nerede, ne zaman ve hangi konuyla alâkalı olduğu bilinmeden o şiirleri anlamak imkansızdır.
Aslında bu durum sadece Arap câhiliye şiiri için söz konusu değildir. İnsan ürünü olan her söz böyledir.
Fakat Arap câhiliye şiirleri Kur’an’ı anlamada ŞEVAHİD (şahitler)‘İN en başında geldiği için, o ayrı bir yer tutmaktadır.
İslâmî dönemde Arap câhiliye şiirinin tedvîn edilmesi, bir DİVAN haline getirilmesi de bu yüzdendir. Yani Müslüman ulemâ olmasaydı Arap câhiliye şiiri diye bir şey olmayacaktı.
İslâmî dönemde Arap câhiliye şiirinin tedvîn edilmesi ulemâyı sadece hissî yönden etkilememiş, Arap câhiliye şiirini anlama yöntemi de ulemâya olduğu gibi sirâyet etmiş ve Kur’an ilimleri, sanki Kur’an en güzel şiir kitabıymış gibi temellendirilmiştir.
Bu temel üzerine oturan Kur’an’ı anlama yöntemleri, her şeyden önce İSNAD problemi ile karşı karşıya kalmışlardır.
Çünkü bir sözü anlamlı kılan şey, sözün kendisinden daha çok, sözün isnadıdır. (Buradan ‘söz önemsizdir’ gibi bir sonuç çıkmasın.)
Güvence ve isnadın anlam ilişkisi
Her bir söz söyleyene, söylenene, söylendiği ortama, söylenme sebebine göre anlam kazanır. Söz ne kadar güzel olursa olsun, eğer bunlar yoksa söz havada kalmaktadır.
Arap câhiliye şiiri de anlamını işte bu isnadından almaktadır. Arap câhiliye şiirinin İSNADI kesinlikle rivâyet yoluyla olmuştur. Yani eğer herhangi bir Arap şiirinin şairi, kim için söylendiği, ne zaman, nerede ve hangi olaya binaen söylendiği bilinmez ise anlamsız ve boşlukta kalmaktadır.
Örnek verecek olursak;
YEDİM GENÇLİĞİMİ VE BİTİRDİM ONU
VE BİTİRDİM PEŞ PEŞE GELEN AYLARI
ARKADAŞLIK ETTİM ÜÇ KUŞAĞA
GİTTİ ONLAR VE BÜYÜK BİR İHTİYAR OLDUM BEN
Yukarıdaki şiire şiirde kullanılan gramatik yapı açısından yaklaştığımızda, bu şiirin şiir sanatı açısından hakîkaten çok üst düzey bir cümle yapısı vardır.
Fakat söz ne kadar güzel olursa olsun, bu sözün kime ait olduğu, şiirde geçen zamirlerin kime gittiği, ÜÇ KUŞAK derken hangi kuşakları kast ettiği bilinmez ise bu şiir hiç kimseye bir şey anlatmayan şiir olarak kalmaktadır.
İşte, yukarıdaki şiir anlamını şiirde kullanılan güzel Arapçasından değil, bu şiirin İSNADINDAN almaktadır. Bu isnad ise sadece rivâyetler yolu ile olmaktadır.
Biraz önce de belirttiğimiz gibi, bu durum sadece Arap câhiliye şiiri için geçerli bir durum değildir. İnsan ürünü olan her söz mutlaka bir İSNADA sahip olmak zorundadır. Değilse o söz havada kalan bir söz olacaktır.
Yine bir örnek verecek olursak;
KİN VE NEFRETİN ALEYHİNİZE BİRLEŞTİRMİŞ OLDUĞU KUVVET
ALLAH ONLARA GALİBİYET Mİ YOKSA MAĞLUBİYET Mİ NASİB EDECEK BUNU DÜŞÜNEMEZLER
İŞİNİZİ – AFERİN SİZE – HARP BİLEN
ENGİN TECRÜBELİ KİMSELERE VERİNİZ
Bu şiirin kime ait olduğu bilinmez ise günümüzde bu şiiri okuyan herkes sağlam bir mü’mine ait şiir sanabilir. Oysa şiir; ölüm tarihi Miladi 372 olan LAKİT B. YA’MUR’a aitttir. Yani şiiri söylen bir mü’min değil, bir müşriktir.
SENİN ARZUNU SADECE ALLAH YERİNE GETİREBİLİR
İYİLİK YOLCUNUN EN İYİ AZIĞIDIR
Bu şiirin İSNADINI bilmeyen biri bu şiiri okuduğunda, bu şiiri inancı çok sağlam mü’min birinin şiiri sanabilir, oysa bu şiir Arap câhiliye şairlerinin en meşhurlarından biri olan İMRUÜ’L-KAYS (ö.549)’a aittir.
İNSANLARDAN İSTEYEN MAHRUM OLUR
ALLAH’TAN İSTEYEN İSE HÜSRANA UĞRAMAZ
(ABîD B. EL ABRAS (Ö. 555))
YEMİN OLSUN BİLMEZLER, ÇAKIL TAŞLARIYLA FAL AÇANLAR
VE KUŞLARLA UĞURSUZLUK ARAYANLAR, ALLAH’IN NE YAPACAĞINI
(Tarafe b. el-Abd (ö. 560))
Bu şiirlerin hepsi Arap câhiliye şairlerine aittir ve bu şairlerin otobiyografileri onların şirk dolu yaşamlarını en ince detayına kadar anlatmaktadır.
Ama eğer sözün İSNADI bilinmez ise söz söylendiği anlamdan bambaşka mecralara sürüklenecektir.
Sadece sözün kime ait olduğunun İSNADI bile sözün anlamında büyük değişiklikler meydana getirmektedir.
Bunun yanında; sözün kim için, neden, nerede, ne zaman söylendiğinin bilinmesi bile sözün değerini büyük oranda değiştirecektir.
Kur’an ve şiir benzetmelerinin eleştirisi
İşte; Arap câhiliye şiirinin İSNADINI sadece rivâyetler üzerinden yapan ulemâ, KUR’AN’I da şiir yerine koymuş, Kur’an’da bahsi geçen kişilerin ve olayların ne olduğunun, niçin, ne zaman, nerede söylendiğinin İSNADINI da rivâyetler üzerinden yapmıştır. Hatta bunun için en basit ve en temel gramer kurallarını yok etmekten bile çekinmemiştir. Çünkü onlara göre; nasıl ki Arap câhiliye şiiri, kendisini anlamlı hâle getiren rivâyetler olmadan anlamsız kalıyorsa Kur’an da öyle görülmüş ve ‘rivâyet olmadan asla anlaşılamaz’ anlayışı çivi gibi kafalara çakılmıştır.
‘KUR’AN YETER’ söylemi ile tanınan Mehmet Okuyan’ın çok yakın bir süre önce “Rivâyetler olmadan Kur’an anlaşılamaz.” demiş olması da bu yüzdendir.
Aslında, “Rivâyetler olmadan Kur’an anlaşılamaz.” sözü, tam ve doğru olarak ifade edilecek olursa “ÂYETLERİN İSNADI OLMADAN KUR’AN ANLAŞILAMAZ.” şeklinde olmalıydı.
Burada sorun olan şey; âyetlere İSNAD aramak değil, İSNADI RİVÂYETLERDE ARAMAKTIR.
ÇÜNKÜ; Kur’an şiir değildir.
Aslına bakılırsa, Kur’an’ın şu anki dizaynına bakıldığında, TIPATIP ŞİİRE benzemesi için elden gelen her şeyin yapıldığı rahatlıkla görülmektedir.
Âyet bölünmeleri, secâvendler bunun en güzel örneğidir.
Kur’an’dan bir örnek verecek olsak, sadece NÂS ve FELÂK sûrelerine bakmak bile yeterlidir.
Nokta konulmamış ve tek bir cümle olan sözden 6 ayrı cümle çıkarılmıştır. Üstelik hemen âyet sonlarına لا (lâ) işareti konularak sanki dalga geçilmiştir.
NÂS sûresinden 6 âyet çıkaran anlayışın ne sözün anlamı ne de sözün gramatik yapısı ile bir alâkası vardır. Âyet sonlarını belirlemede etken olan tek şey; ses yani KÂFİYE UYUMUDUR.
Bu secâvendler ve âyet sonları bile ARAP CÂHİLİYE ŞİİRİNİN ÇOK KÖTÜ BİR KOPYASIDIR.
Zamirlerin isnada bağlanmasındaki belirsizlikler
Çünkü Arap câhiliye şairleri dâimâ -sözde kâfiye uyumu olsun diye- cümleleri bölerek söz söylemişlerdir. Hatta bazen, sırf ses uyumu olsun diye gramatik yapıda olmaması gereken birçok uygulama icat etmişlerdir.
Meselâ;

NÂBİĞA’ya ait bu şiirin Arapçasına bakıldığında, aslında bu cümle asla iki satır olmayacak bir cümledir ama sırf şiir olsun diye cümle bölünmüş ve kâfiye uyumu olsun diye böyle düzenlenmiştir.
Aynı düzenlemeyi çok rahat bir şekilde Kur’an’ın dizaynında da görmek mümkündür:
‘Abese ve tevellâ
Yüzünü ekşittin ve sırtını döndün,
En câehu-l-a’mâ
O kör, sana geldi diye.
Meselâ; bu iki âyet (ve devamındaki âyetler) öyle bir dizayn edilmiştir ki cümlenin yarısı üstte, yarısı alttadır. İ’râb yapanlar bu iki âyeti iki ayrı cümle olarak i’râb yapmamaktadırlar ama iş sözün dizaynına gelince sırf kâfiye uysun diye bu şekilde bölmüşlerdir.
Oysa ikinci âyet olmadan birinci âyetin anlaşılması mümkün değildir. Çünkü ikinci âyet birinci âyetin MEFULÜN LİECLİH’idir. Yani bir önceki âyette geçen fiillerin ne için yapıldığını bildirmektedir, fiillerin yapılış sebebidir.
Fî suhufin mukerrame(tin)
Bunlar, değerli sayfalara,
Merfû’atin mutahhera(tin)
yüksek nitelikli ve temiz sayfalara
İsnadın dilsel bağlamda çözülmesi
Sanırım böyle bir dizayn Arap câhiliye şiirinde bile yoktur. Nasıl olur da MEVSUF bir cümlede; SIFAT başka bir cümlede olur!
Bi-eydî sefera(tin)
Yazıcıların elleriyle kaydedilir.
Kirâmin berara(tin)
güvenilir, değerli yazıcıların…
Nasıl olur da bu sözden böylesine iki cümle çıkar. Üstelik 15. âyet olmadan 16. âyet asla anlaşılamaz ve asla isnad bulamazken.
Bu âyet sonları secâvendlerinin tek bir gerekçesi vardır. ŞİİR OLSUN diye, Kur’an şiire benzesin diyedir!
Bu secâvendleri koymanın ve âyet sonlarını bu şekilde belirlemenin getirdiği anlama zorluğu hiç ama hiç önemsenmemiştir.
Kur’an’ın cümlelerinin kesilip biçilip şiire benzetilmesi tek sorun olsaydı bu sorun çok kolaylıkla aşılırdı. Fakat iş sadece burada kalmamış, nasıl ki Arap câhiliye şiiri anlamını rivâyetler üzerinden gelen isnadlarla buluyor, Kur’an da aynı şekle sokulmuş ve kelimelerin isnadı âyetlerden değil, RİVÂYETLERDEN BELİRLENMİŞTİR.
Bu okuyuş biçimi daima boşluklar oluşturmuş ve hâlâ da oluşturmaya devam etmektedir. Rivâyet bilenler o boşlukları rivâyet ile doldurmuş, rivâyet bilmeyenler ise boşlukları kendi kafasına göre doldurmuş ve doldurmaktadır.
Meselâ;
Veyevme yahşuruhum cemî’an yâ ma’şera-lcinni kadi-stekśertum mine-l-ins(i)(s) vekâle evliyâuhum mine-l-insi rabbenâ-stemte’a ba’dunâ biba’din vebelaġnâ ecelenâ-lleżî eccelte lenâ(c) kâle-nnâru meśvâkum ḣâlidîne fîhâ illâ mâ şâa(A)llâh(u)(k) inne rabbeke hakîmun ‘alîm(un)
Herkesi toplayacağı gün Allah şöyle diyecektir: “Ey cinler! Birçok insanı ele geçirdiniz.” Onların insan dostları diyecekler ki “Rabbimiz! Birbirimizden yararlandık. Nihâyet bize biçtiğin sürenin sonuna ulaştık.” Allah şöyle diyecek: “Yeriniz, içinde ölmeyeceğiniz ateştir. Koyduğum kurala uymuş olanlarınız başka!” Senin Sahibin doğru karar verir, her şeyi bilir.
Bu âyet en baştaki يَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَم۪يعًاۚ (yevme yahşuruhum cemî’an) cümlesi ile gelmektedir. Söze sadık kalınacaksa bu cümlede geçen HUM zamirinin karşılığı kendinden önce bulunmak zorundadır.
Fakat hiç kimse ‘O’ zamirinin İSNADINI sözün kurallarında aramamış, hemen ‘bu hum zamirinden kastedilenlerin âyetin devamında gelen İNS ve CİN olduğu’ sonucunu çıkarmışlardır.
Oysa kural gereği bir zamirin İSNADI kendisinden sonrasına değil, kendisinden öncesinedir. Çünkü hiçbir söz söyleyen MERCîSİ OLMADAN, MERCîSİNİ ZİKRETMEDEN İSİM YERİNE ZAMİR KULLANARAK SÖZE BAŞLAMAZ.
O zamirin İSNADININ -kural dışı olarak- kendisinden sonraki İNS ve CİN kelimesine yapılması âyette anlatılmak isteneni tamamen ortadan kaldırmış ve âyeti hiç kimseye bir şey söylemeyen GÜZEL BİR ŞİİRE çevirdiği gibi, dehşetengiz bir anlama problemine de yol açmıştır.
Çünkü eğer o zamirin kendisinden sonraki YA MA’ŞEREL CİNNİ VEL İNSİ ifadesine dönmesi durumunda, âyette belirtilen şeylerden hiçbir ins ve hiçbir cin ÂRî olmayacaktır. Çünkü EL CİN VE EL İNS kelimeleri TÜR ifade eden kelimelerdir ve bu ifadeler o türün içine giren herkesi kapsar.
Oysa gramer kuralı gereği, o zamirin İSNADI kendisinden önce aranırsa hem bu âyette geçen YA MA’ŞEREL CİNNİ VE’L İNSİ ifadesinin çok özel bir ifade olduğu hem de bu ifadeden kimlerin kastedildiği daha net ortaya çıkacaktır.
Eleştirel argümanların mantıksal sınırları
Bu netlik ortaya çıktığında MA’ŞER kelimesinin ifade ettiği anlamın her cinn’e, her ins’e değil de cin ve insan türünün dâhil olduğu bir topluluğa ait olduğu da anlaşılacak ve Kur’an’ın birçok yerinde anlama problemi yaratan birçok olay anlaşılacaktır.
Kur’an insan ürünü bir kitap değildir. İnsan; yazdığını, bir zaman-bir zemin olmadan bir yere oturtamaz. Çünkü insan zamana ve mekâna bağımlı bir varlıktır. İnsanın zaman ve mekânlar üstü söz söylemesi ancak ve ancak Yüce Allah’ın değişmeyen ilkeleri sayesindedir.
Meselâ, bin yıl önce biri kalkıp ‘İNSAN İKİ GÖZLÜ BİR VARLIKTIR’ demiş olsaydı bu söz kesinlikle zamanlar üstü bir söz olurdu. Ama o kişiye bu sözü söyleten şey, insanı yaratan yüce Allah’ın sünnetinde bir değişiklik olmamasına olan güvendir.
Yani insanın zamanlar ve mekânlar üstü söz söylemesi ancak ve ancak Yüce Allah’ın değişmeyen İLKELERİ sayesindedir.
Bilimsel takılanların ilerleme kaydetmesi bile Yüce Allah’ın ilkelerinin değişmezliği sayesindedir.
Yani her gün Allah’ı inkâr eden ateist bir bilim insanı bile aslında Allah’ın ilkeleri sayesinde ve o ilkelere güveni sayesinde bilim üretebilmekte, bilgiye ulaşabilmektedir.
Fakat insan bu ilkeleri koyan değil, İLKELERE MAHKÛM BİR VARLIKTIR.
Ne kadar zamanlar ve mekânlar üstü söz söylemeye çalışırsa çalışsın, asla zamana ve mekâna bağımlılıktan kurtulamayacaktır.
Oysa Kur’an’ı bize gönderen yüce Allah söz söylerken zamana ve mekâna bağımlı olarak değil, ZAMANIN VE MEKÂNIN YARATICISI OLARAK SÖZ SÖYLEMEKTEDİR.
Zaman ve mekân bağımlılığı olmayan Yüce Allah’ın kelimelerine; zamana ve mekâna bağımlı olan insanların İSNAD tayin etmeleri kelimenin tam anlamıyla Yüce Allah’a İLÂH OLMAYI ÖĞRETMEK anlamına gelmektedir.
Evet, hiçbir söz, İSNADI olmadan anlaşılamaz, bağlamı olmadan anlaşılamaz ama YÜCE ALLAH’IN KELÂMININ İSNADINI TAYİN ETMEYE İNSAN TÜRÜ -yanına cin türünü de alsa- GÜÇ YETİREMEZ.
Yüce Allah’ın kelâmının isnadında söz sahibi olacak tek bir şey vardır: YÜCE ALLAH’IN KİTABI.
En ufak bir harekenin, en ufak bir zamirin, en ufak bir harf-i cerin, en ufak bir edatın bile isnadı sadece ve sadece KUR’AN ile yapılmak zorundadır.
Kur’an metnini hiçe sayarak Kur’an’daki zamirleri önemsemeden isnad tayin etmek; Kur’an’a imân ettiğini, Allah’a teslim olduğunu söyleyen bir mü’minin -dünya üzerine yıkılsa bile- asla yapmayacağı bir şeydir.
Fakat, ARAP CÂHİLİYE ŞİİRİNİ merkeze alan MÜKTESEBÂT ULEMÂSI, hem fizikî yapı olarak Kur’an’ı şiire benzetmiş, hem de metot olarak Arap câhiliye şiirine rivâyet üzerinden isnad tayin eder gibi Kur’an’a da rivâyetler veya Kur’an dışı kaynaklardan isnad tayin etmiştir.
Bu isnadlar Yüce Allah’ın zamana ve mekâna bağımlı olmayan bir ilâh olduğu anlayışı üzerinden değil, hâşâ Yüce Allah bir insanmış da zamana ve mekâna bağımlı biriymiş gibi yapılmıştır.
“Rivâyetler olmaz ise Mücâdele sûresindeki kadının kim olduğunu nereden bileceğiz?” diyen Mehmet Okuyan, karşısındaki sözün bir insana ait olduğunu ve onun da bir şiir olduğunu, isnadının da tıpkı Arap câhiliye şiirinde olduğu gibi, rivâyetler üzerinden tespit edilmesi gerektiğine inanarak söylemiştir.
Adamın aklına ‘o kadının kim olduğunu Kur’an’ın içinden aramak’ gibi bir alternatif hiç gelmemektedir. Çünkü ona göre; ‘Arap câhiliye şiiri ne ise Kur’an da o’dur.’
Bu ortamda Kur’an’daki zamirlere Kur’an’dan isnad bulmak akıl almaz bir iş olarak gözükmektedir.
Arap câhiliye şiirinde mercîsi olmayan zamir kullanmak oldukça yaygındır. Şair mercîsini belirtmeden zamir kullanmaktadır. Çünkü bu şekilde şiir söyleyen şair, şiirlerin rivâyet olmadan anlaşılamayacağını bilmektedir de ondan öyle söz söylemektedir. Çünkü kendisinden öncekiler de aynısını yapmıştır.
Bu yüzden mercîsi olmayan bir şiirin mercîsi rivâyet üzerinden anlaşılır.
Meselâ;
TEK ARZULARI GİYECEK VE YİYEYECEK OLAN
MİSKİNLERİ ALLAH KAHRETSİN
Metinler arasında anlam kopukluğu değerlendirmesi
Bu şiiri söyleyenin HÂTİM et-TÂÎ (Ö.605) olduğunu bilmeyen biri, şiirde geçen ‘MİSKİNLER’ kelimesinin yeryüzündeki tüm miskinlere döndüğünü zannedebilir. Oysa hayatı boyunca cömert olmuş ve cömertliği dillere destan olmuş bu şair, ‘MİSKİNLER’ derken fakir fukarayı değil, Mekkeli, Tâifli, Yemenli kodamanları kast etmiştir. Onları ‘varlık içinde darlık çeken miskinler’ olarak görmüştür.
İşte, eğer şiirde geçen ‘MİSKİNLER’ kelimesinin karşılığı rivâyet olmaz ise nasıl anlaşılmıyor ve hatta yanlış anlaşılıyorsa, MÜKTESEBÂT ULEMÂSI Kur’an’ı da bu şiir gibi zannederek Kur’an’daki isimlere, zamirlere rivâyet üzerinden isnad tayin etmiştir.
Elbette ki bunun sonucunda biri diğerini tutmayan tefsirler, biri diğerine düşman mezhepler, biri diğerini yok etmeye çalışan görüşler oluşmuştur.
Çünkü kelimelerin mercîlerinin rivâyetler üzerinden yapılması rivâyetler savaşını beraberinde getirmiştir.
Bir kelimenin, bir ismin, bir zamirin MERCîSİNİ Kur’an’dan tespit etmek, Kur’an’ı anlama metotlarının en zoru, en zahmetlisi ama milyon kere en hakîkîsidir. Bunun tadına varan birinin başka bir yola başvurması, başka bir metot kullanması imkânsızdır.
İnsanoğlu Kur’an’ın kelimelerine rivâyetler üzerinden veya kendi kafasından MERCî tayin ederek Kur’an’dan kendisini mahrum etmektedir.
Kur’an gibi MUHTEŞEM BİR GÜZELLİĞİN isnadını bir saniye sonrasını bile göremeyen bir beyinle yapmak, beyni anlamsızlığa mahkûm etmek demektir.
İlk doğandan son doğana, cinlerden insanlara tüm akıllı varlıkları bir araya getirsek, ellerindeki imkânı milyar kere genişletsek YİNE DE KUR’AN’DAN DAHA GÜZEL SÖZ SÖYLEYEMEYECEKLER.
Böyle bir güzelliği görmeyerek rivâyet üzerine rivâyet taşımak, insanın intihar etmesidir.
ALLAH’IM!
BENİ DE GÖNÜLDEN SANA BAĞLI OLANLARI DA SENİN KELİMELERİNİN MUHTEŞEM GÜZELLİĞİNDEN MAHRUM ETME, BİZE SEN KILAVUZLUK YAP, SEN ELİMİZDEN TUTMAZSAN BİZ GİDEMİYORUZ, SEN GÖSTERMEZSEN BİZ GÖREMİYORUZ. ACZİYETİMİZİ, APTALLIĞIMIZI, EGOMUZU SANA ŞİKÂYET EDİYORUM. BİZİ SENSİZLİĞE MAHKÛM ETME!
Vesselam.
GÖRDÜM Kİ ALLAH HAKTIR, ARTTI
BU DÜŞÜNCEMDEN SONRA ALLAH KORKUM
BİLMEZ MİSİN ALLAH TUBBA’YI HELAK ETTİ
LOKMAN B. AD’I VE ADİYA’YI DA HELAK ETTİ
BUNLARDAN DAHA ÖNCE DE ZÜLKARNEYNİ
FİRAVUNUN ORDUSU VE NECAŞİ’Yİ DE HELAK ETTİ
(ZÜHERY B. EBİ SULMA Ö.609)