Başlıklar
BAĞLAM ve ANLAM
Veevraśnâ-lkavme-lleżîne kânû yustad’afûne meşârika-l-ardi vemeġâribehâ-lletî bâraknâ fîhâ vetemmet kelimetu rabbike-lhusnâ ‘alâ benî isrâ-île bimâ saberû vedemmernâ mâ kâne yasne’u fir’avnu vekavmuhu vemâ kânû ya’rişûn(e)
SV Meali – Ezilmiş olan halkı ise bereketli kıldığımız o toprakların doğusunun da batısının da sahibi kıldık. Sabırlı olmalarına /duruşlarını bozmamalarına karşılık Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz böylece yerine gelmiş oldu. Firavun’un ve halkının emek vererek yaptığı ve yükseltmiş olduğu her şeyi de yerle bir ettik.
Zemahşeri, Kurtubi, İbn kesir, Razi, Taberi ve diğerleri yukarıdaki mealde “…bereketli kıldığımız o toprakların doğusunun da batısının da…” manası verilen ayetteki مَشَارِقَ الْاَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ (meşârika-l-ardi vemeġâribehâ-lletî bâraknâ fîhâ) ifadesinden kastedilen yerin MISIR ve ŞAM olduğunu söylemektedirler.
Zemahşeri bu ayetin tefsirinde şu açıklamaları yapmıştır:
“Zayıf düşürülen o kavmi de…” Bunlar İsrâiloğulları olup bunları Firavun ve halkı zayıf düşürmüştür. ‘el-Ard’ kelimesi Mısır ve Şam bölgesi anlamına gelir. Bu bölgelere Firavunlardan ve Amâlika’dan sonra İsrâiloğulları hâkim olmuş̧ ve bu bölgenin doğusunda, batısında, dört bir yanında istedikleri gibi at oynatmışlardır.” (el-Keşşaf c.2.s.958)
Yine Zemahşeri ve diğerlerinin dediklerine göre onların Mısır ve Şam’a hâkim olmalarının sebebi Yüce Allah’ın onlara verdiği şu sözün karşılığıdır:
“Rabbinin İsrâiloğullarına ettiği güzel vaatten maksat, “Biz de arzu ediyorduk ki ülkenin zavallılaştırılmış olanlarına iyilikte bulunalım; onları önder yapalım ve onları mirasçı kılalım; onları bölgeye egemen kılalım ve Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine onlardan yana çekinmekte oldukları şeyi gösterelim.” (Kasas 28/5-6) ayetindeki vaattir.”
Buna göre Yüce Allah Musa’nın doğumu sırasında Mısır’da sabretmeleri durumunda İsrailoğullarına Mısır ve Şam’a mirasçı olacakları sözünü vermiş ve en sonunda da bu sözünü tutmuştur. Peki, “Neden Mısır ve Şam?” diye bir soru sorduğumuzda ise bu sorunun cevabını Mâide suresinin 21. ayetine verilen tefsirlerde bulmaktayız:
Yâ kavmi-dḣulû-l-arda-lmukaddesete-lletî keteba(A)llâhu lekum velâ terteddû ‘alâ edbârikum fetenkalibû ḣâsirîn(e)
“Ey kavmim! Allah’ın, (zamanında, şartlı olarak) size yazdığı kutsal topraklara girin. Gerisin geri dönmeyin, yoksa (kazanacak yerde) hüsrana uğrayanlara dönersiniz!” (el-Keşşaf)
“‘Kutsal toprak’tan maksat Beyt-i Makdis toprağıdır. Sîna dağı [Tūr] ve etrafı olduğu da söylenmiştir. Başka bir yorum, Suriye-Lübnan bölgesi şeklindedir, Filistin, Şam ve Ürdün’ün bir kısmı olduğu da söylenmiştir. Dağa kaldırıldığında Allah’ın Hazreti İbrâhim’e oğulları adına miras olarak tesmiye ettiği yerler olduğu da söylenmiştir. O vakit ona “Bak, gözünün ildiği yer sana ait olacak!” denilmişti. Beyt-i Makdis, peygamberlerin yaşadığı, müminlerin yerleştiği yerdir yani “Size pay etti ve adını koydu!” demektir. Yahut كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ َLevh-i Mahfûz’da oranın ‘siz’e ait olduğunu yazmış olmasıdır.” (el-Keşşaf c.2.s.406)
Sadece müfessirlerin söylediklerini alsak, başka hiçbir söze müracaat etmesek ve hatta aklımızı hiç kullanmasak bile A’râf suresindeki ayet ile müfessirlerin tefsirleri arasında şöyle bir çelişki vardır:
- Zemahşeri’nin yaptığı gibi tüm müfessirler ‘ardul Mukaddes’ olan yerin Yahudilerin ellerinde bulunan kitapta İbrahim’e dağda vaat edilen ve “Sana ve zürriyetine vadettim.” dediği topraklardır. Bu da günümüz Yahudilerin VADEDİLMİŞ TOPRAKLAR haritasında söyledikleri yerlerdir ve bu haritaya göre İbrahim’in bizzat kendi eliyle inşa ettiğini söyledikleri Kâbe ve harem bölgesi vaat edilmiş topraklara dahil değildir.
- Yine bu haritaya göre Mısır’ın sadece belli bir kısmı vaat eedilmiş topraklara dahildir, tamamı değil.
- Yine müfessirlerin itibar ettiği tarihe göre İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan sonra bir daha Mısır’a dönmemişlerdir. Kurtubi, Davut zamanında İsrailoğullarının tüm dünyaya hükmettiklerini söylemektedir ama bu da A’râf suresindeki ayete uymamaktadır. Çünkü mevcut tarihe göre Musa’nın Mısır’dan çıkışı M.Ö. 1430 civarında, Davut’un krallığı ise M.Ö. 800’lü yıllar civarındadır.
Fentekamnâ minhum feaġraknâhum fî-lyemmi bi-ennehum keżżebû bi-âyâtinâ vekânû ‘anhâ ġâfilîn(e)
SV Meali – Nihayet onlara hak ettikleri cezayı verdik; hepsini denizde boğduk. Çünkü ayetlerimiz karşısında yalana sarılıyor, onlardan habersiz gibi davranıyorlardı.
Bu ayet firavun ve diğerlerinin boğulduğunu;
Veevraśnâ-lkavme-lleżîne kânû yustad’afûne meşârika-l-ardi vemeġâribehâ-lletî bâraknâ fîhâ vetemmet kelimetu rabbike-lhusnâ ‘alâ benî isrâ-île bimâ saberû vedemmernâ mâ kâne yasne’u fir’avnu vekavmuhu vemâ kânû ya’rişûn(e)
Ezilmiş olan halkı ise bereketli kıldığımız o toprakların doğusunun da batısının da sahibi kıldık. Sabırlı olmalarına /duruşlarını bozmamalarına karşılık Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz böylece yerine gelmiş oldu. Firavun’un ve halkının emek vererek yaptığı ve yükseltmiş olduğu her şeyi de yerle bir ettik.
Bu ayet ise mustazaf kavmin o yere mirasçı olmalarının hemen Firavun ve ordusunun boğulmasından sonra gerçekleştiğini söylemektedir. Dahası, resmi tarihe göre Davut o yere mirasçı olmamış, orayı kılıç zoru ile almıştır.
İsrailoğullarının miras iddiası
Peki, ayete getirilen meallerde ve yapılan tefsirlerde tek sorun olan şey bu mudur?
Hayır, daha birçok şey uymamaktadır. Mesela, mealde şöyle bir ifade geçmektedir:
“Firavun’un ve halkının emek vererek yaptığı ve yükseltmiş olduğu her şeyi de yerle bir ettik.”
Müfessirler bu ifade hakkında şunu söylemişlerdir:
“Firavun ve kavminin ustalıkla yapmakta oldukları şeyler, inşa ve imar ettikleri yapılar, saraylar; (çardak kurdukları şeyler) yani bahçeler. Nitekim (“Çardaklı bağları-bahçeleri var eden O’dur.” [En’âm 6/141]) ayetinde de bu kullanım vardır. Bu ifade, Hâmân’ın kulesi ve diğerleri gibi göğe doğru yükselttikleri yapılar anlamına da gelebilir. ‘Ya’rişûne’ kesre ile okunduğu gibi zamme ile de okunmuştur.” (el-Keşşaf c.2.s.960)
Fakat bu bilgi de yanlıştır. Çünkü Firavun ve kavminin diktikleri günümüzde bile sapasağlam ayakta durmaktadırlar hatta hâlâ insanlığın en hayran olduğu yapılar arasında sayılmaktadırlar.
Sadece bu da değil, yine ayette şu ifade geçmektedir: مَشَارِقَ الْاَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ (meşârika-l-ardi vemeġâribehâ-lletî bâraknâ fîhâ)… Bu ifade meale “…bereketli kıldığımız o toprakların doğusunun da batısının da…” şeklinde yansımıştır. Ayetteki ifadeye göre eğer buradaki ‘EL-ARD’dan maksat BEYTİ MAKDİS ve onun doğusu ve batısı ise MISIR, Beyt-i Makdis’in doğusunda değil GÜNEYİNDEDİR, ŞAM ise kuzeyindedir.
Müfessir ve meal yazarları tabi ki buna da bir yorum getirerek, “Burada kullanılan doğu, batı kavramları mecazidir, bu ifadelerin belirtmek istediği anlam aslında “her tarafına” şeklindedir.” diyecekleri veya dedikleri kesindir.
Peki, sadece bu kadar mıdır çelişkiler?
Hayır, çelişkiler devam etmektedir. Ayette geçen وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنٰى عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ بِمَا صَبَرُواۜ (vetemmet kelimetu rabbike-lhusnâ ‘alâ benî isrâ-île bimâ saberû) ifadesi meale şöyle yansımıştır: “Sabırlı olmalarına /duruşlarını bozmamalarına karşılık Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz böylece yerine gelmiş oldu.”
Kur’an ve yorumlardaki çelişkiler
Buna göre İsrailoğulları Mısır döneminde Firavun’a karşı duruşlarını bozmamışlar, sabırlı davranmışlar ve Allah da onlara verdiği “Sizi Mısır’ın ve Şam’ın (Beyt-i Makdis’in de olabilir) mirasçısı yapacağım.” sözü tamamlanmış olmaktadır.
İyi de Kur’an’ın başından sonuna İsrailoğullarının Firavun’a karşı dik durduklarını gösteren tek bir ayet hatta tek bir İMÂ dahî yoktur, bunu ne yapacağız?
Diyelim ki buna göz yumduk, İsrailoğullarının denizi geçer geçmez
- “Biz tek yemeğe katlanamayız, soğanımız, sarımsağımız nerede?” demelerini,
- Puta tapan bir kavme rast geldiklerinde hayatı tevhid mücadelesi ile geçmiş Musa’ya “Bize şunların ilahı gibi bir ilah yap.” demelerini,
- “Sen bize Allah’ı açıkça göstermezsen sana asla inanmayacağız.” demelerini,
- Musa onlara “Bir inek kurban edin.” dediğinde onların yapmamak için bin dereden su getirmelerini,
- Musa dağa çıkar çıkmaz Samiri’nin buzağısına tapınmalarını,
- Daha birçok olay yaşadıktan sonra geldikleri ‘ardul mukaddes’te, Musa’yı bırakıp “Sen ve rabbin gidin savaşın.” demelerini,
- En sonunda Musa’yı bırakıp gerisin geriye dönmelerini
NE YAPACAĞIZ?
Bütün bunlara rağmen hâlâ onların MİRASÇILIĞI DEVAM MI EDİYOR?
Firavun’a sabreden bu hainlerin MUSA’YA SABRETMEMELERİNİ neyle bağdaştıracağız?
Hâlâ da mirasçılar mı?
Tarihleri boyunca Allah’a ihanet etmeyi DİN haline getirmiş bu sahtekârlar her ne yaparsa yapsın Allah bunu HİÇ UMURSAMIYOR MU?
Madem öyledir. O zaman ben de şunu söylesem kim ne diyecek acaba?
“EY MÜSLÜMANLAR, SİZ KENDİNİZİ HAK DİN ÜZERE OLDUĞUNUZU SÖYLÜYORSUNUZ.
SİZİN ELİNİZDE BULUNAN KİTABA GÖRE ALLAH, HARRAN’DAN MISIR’A, İRAN’DAN ADEN KÖRFEZİ’NE KADAR OLAN YERLERE İSRAİLOĞULLARINI MİRASÇI KILMIŞTIR…
SİZ NEDEN ALLAH’IN MİRASINI GASBEDİYORSUNUZ?
İsrailoğulları kötüdür, iyidir veya zalimdir. BU SİZE ALLAH’IN ONLARA BIRAKTIĞI MİRASI, ONLARDAN GASBETME HAKKI VERMEZ.
Allah her mirasın mirasçısına ulaşması gerektiğini size emretmedi mi?
Siz kim oluyorsunuz ki Allah’ın İsrailoğullarına bıraktığı mirası gasbediyorsunuz?
Günümüzde İsrailliler Allah’ın kendilerine bıraktığı mirası sahiplenmek için mücadele ettiklerinde neden onların karşısına dikiliyorsunuz?
Eğer siz Allah’a iman ediyorsanız A-HA işte ayet, o toprakların sahiplerinin İSRAİLOĞULLARI olduğunu söylüyor. Müfessirlerinizin tamamı oranın İsrailoğullarının hakkı olduğunu söylemiyor mu?
Daha ne diye İSRAİL’E karşı çıkıyorsunuz? Ne yani, siz babanızın mirasına sahip çıkarken hak sahibisiniz de adamlar Allah’ın mirasına sahip çıkarken hak sahibi değil mi?” desem, kim ne der? Kim bana “Sen haksızsın.” diyebilir?
Diyebilirler ki “Ama bizim resulümüz de orayı kıble edinmiş.”
Ben de “İyi ya, bu demektir ki sizin resulünüz bile oranın İsrailoğullarının olduğunu onaylamış.” Derim.
Diyebilirler ki “İyi ama biz de Musa’ya ve Davut’a inanıyoruz, dahası İbrahim’e de inanıyoruz.”
Ben de “İyi ya, hepiniz bu toprakların İBRAHİM zürriyetinin tapulu malı olduğunu söylemiyor musunuz? Ve tüm alimleriniz İSRAİLOĞULLARININ İbrahim zürriyeti olduğunu söylemiyor mu? Daha ne diye sizin kitabınıza göre de bizim ATA TOPRAKLARIMIZ olan toprakları İŞGAL ediyorsunuz?” derim.
Miras hakkı ve tefsir eleştirileri
Allah hepsinin belasını versin, Yüce Allah’ın bir ayetini bağlamından koparıp içinden çıkılması imkânsız ve ne risalete ne hakka ne hukuka ne vicdana ne akla ne de gerçeğe uyan tefsirler getirerek insanları Kur’an eliyle YAHUDİLEŞTİRENLERİN Allah belasını versin!
Beyinlerini kullanmamaya yemin etmiş bu ulemadan hâlâ medet umanlara ne demeli bilmem ki?
Ne tefsir ne hadis ne tarih ne mezhep ne kıraat ne siyer ne fıkıh ne de başka bir şey okumadan bunları savunanlara ne demeli bilmem ki?
Kur’an’ın tek bir ayetini yine Kur’an ile anlama çabası göstermeden “RİVAYET OLMAZSA KUR’AN’I NASIL ANLARSIN?” diyenlere ne demeli bilmem ki?
Günümüzde Kur’an’a iman ettiğini söyleyenler hep Kur’an’ın tebliğ edilmesi gerektiğinden, hep Kur’an’ın herkese ulaştırılmasından dem vurur. Bunun uğruna dernekler kurulur, vakıflar ihdas edilir, cemaatler toplanır, insanlar bir araya gelir. Çünkü hepsi kendisini İSLAM DAVETÇİSİ SAYAR.
DUAMDIR: “YA RAB, EY İLAHİ, EY HERŞEYE GÜÇ YETİREN. BU KUR’AN’INI İNSANLARA ULAŞTIRMANIN YÜKÜNÜ BENİM OMUZLARIMA YÜKLEME, ÇÜNKÜ KALDIRAMAM.”
Vemin kablihi kitâbu mûsâ imâmen ve rahme(ten) ve hâżâ kitâbun musaddikun lisânen ‘arabiyyen liyunżira-lleżîne zalemû ve buşrâ lilmuhsinîn(e)
SV Meali – Kur’an’dan önce hem bir kılavuz hem de bir ikram olarak Musa’nın kitabı vardı[1*]. Kur’an da yanlış yapanları uyarmak ve güzel davrananları müjdelemek için[2*] Arap dili ile[3*] ve onu tasdik eder özellikte[4*] (indirilmiş) bir kitaptır[5*].
Ayette olmayan küçük bir kelimeyi ayete eklemenin maliyetini bilmeyen her dönem uleması kendi kafalarındaki anlayışın Kur’an üzerinde müheymin olduğunu zannederek ayetlere ayetlerde olmayan kelimeler eklemeyi âdet edinmişlerdir. Yukarıdaki ayete bu şekilde meal veren SV uleması ayete küçücük bir “ONU” kelimesi ekleyerek güya aklı sıra “TASDİK” denilen müesseseyi açıklamıştır.
Bu SV uleması ayette geçen وَهٰذَا كِتَابٌ مُصَدِّقٌ لِسَانًا عَرَبِيًّا (ve hâżâ kitâbun musaddikun lisânen ‘arabiyyen) ifadesine “Arap dili ile[3*] ve onu tasdik eder özellikte[4*]” mealini uygun görmüşlerdir. Ayetin orijinal metninde “ONU” ifadesi yoktur. Cümleye “ONU” ifadesini ekleyen bu ulema güya şu şahane dipnotu düşmüştür:
[4*] Kur’ân, bütün nebilere verilmiş kitapları hem tasdik eder hem de içeriklerini korur. Onlara yapılan ekleme ve çıkarmalar, ancak Kur’an ile kıyaslanarak tespit edilebilir (Mâide 5/48). Kur’an’ın önceki kitapları tasdik edici özelliğine dair ayetler için bkz: Bakara 2/41, 89, 91, 97, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/47, En’am 6/92, Yunus 10/37, Yusuf 12/111, Fatır 35/31, Ahkaf 46/30.
[5*] Kur’an’ın önceki kitapları Arap dili ile tasdik ediyor olması bir zorunluluktur. Çünkü o kitaplar son nebinin İsmail aleyhisselamın soyundan olacağını (Tevrat /Tesniye 18:18-19, İncil /Elçilerin İşleri 3:21-23) ve Mekke’den çıkacağını bildirir (Tevrat /Tesniye 18:18-19, Mezmurlar 84:5-6, 118:22-26; İncil /Matta 21:42-44). Ayrıca bkz; A’raf 7/157-158.
Bu meal ve dipnota göre Kur’an Musa’ya verileni de İsa’ya verileni de tasdik etmektedir. Yani ONAYLAMAKTADIR.
Oysa Kur’an’ın hiçbir yerinde Kur’an’ın Musa’ya veya İsa’ya verileni tasdik ettiğine veya edeceğine dair tek bir ayet ve hatta tek bir İMÂ bile yoktur.
Fakat bu ulema gibi olan diğer ulema, içinde ‘TEVRAT’ veya ‘İNCİL’ kelimesinin geçtiği ayetlerin tamamında ayetleri EKSİLTEREK meal verdikleri için sanki Yüce Allah’ın belirttiği “TASDİK” ilkesi “kitaplar arasıymış” gibi anlaşılmaktadır.
Mesela,
Vemusaddikan limâ beyne yedeyye mine-ttevrâti veli-uhille lekum ba’da-lleżî hurrime ‘aleykum(c) veci/tukum bi-âyetin min rabbikum fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
TDV Meali – Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir mucize getirdim. O halde Allah’tan korkun, bana da itaat edin.
SV Meali – Önümdeki Tevrat’ı tasdik etmek ve size haram kılınmış bazı şeyleri helal kılmak için geldim. Size, Rabbinizin ayeti /mucizesi ile geldim. Artık Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının ve bana gönülden boyun eğin.
Mesela, bu ayette geçen ibare لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ (limâ beyne yedeyye mine-ttevrâti) şeklindeyken meal yazarları “Önümdeki Tevrat’ı tasdik etmek” manası vermişlerdir.
Oysa ifadede bir ‘MİN’ harf-i cer’i vardır ve gayet açık bir ifadedir, ibarenin manası “TEVRAT’TAN ÖNÜMDE HAZIR OLANI” şeklindedir.
Vekaffeynâ ‘alâ âśârihim bi’îsâ-bni meryeme musaddikan limâ beyne yedeyhi mine-ttevrâ(ti) veâteynâhu-l-incîle fîhi huden venûrun vemusaddikan limâ beyne yedeyhi mine-ttevrâti vehuden vemev’izaten lilmuttekîn(e)
TDV Meali – Kendinden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu İsa’yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nûr bulunmak, önündeki Tevrat’ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil’i verdik.
SV Meali – Sonra arkalarından, onların izini takip eden ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. İsa’ya da içinde doğru yol rehberi ve bir nur bulunan, önündeki Tevrat’ı tasdik eden, muttakiler için bir rehber ve öğüt olan İncil’i verdik[*].
Yine burada da ifade tıpkı bir önceki ayetteki gibidir: لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ التَّوْرٰيةِ (limâ beyne yedeyhi mine-ttevrâ(ti)) SV uleması bu ifadeyi tersine çevirerek sanki ifade bir sıfat tamlamasıymış gibi “Önündeki Tevrat’ı” manası vermişlerdir. Oysa ifade bir önceki ayette olduğu gibi “TEVRAT’TAN ÖNÜNDE HAZIR OLANI” manasındadır.
Cümleyi bambaşka hâle getirmekte bir beis görmeyen SV uleması güya bir de açıklayıcı DİPNOT düşmüştür:
[*] Ayette İsâ Aleyhisselamın gönderilmesinin Tevrat’ı tasdik etmesiyle kendisine verilen İncîl’in Tevrat’ı tasdik etmesi birbirinden ayrılmaktadır. Çünkü İsâ Aleyhisselam, doğumundaki özel durum sebebiyle Tevrat’ı, İncil’den ayrı olarak tasdik etmektedir. Tahrîm 66/12. ayette geçen Meryem validemizin Allah’ın kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmesi ifadeleri de bunu göstermektedir. Enbiyâ 21/91 ve Müminun 23/50. ayetlerde Meryem validemiz ve oğlunun birer ayet olduklarının söylenmesi de yine Tevrat’taki bölümü tasdik etmeleriyle ilgilidir. Zira Meryem validemiz ve İsa Aleyhisselam, Tevrat’ta da ayet kelimesinin karşılığı olan “alâmet” ifadesi ile anlatılır: “Bunun için Rab kendisi size bir alâmet verecek; işte, bakire kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak ve onun adını İmmanuel (Allah bizimle) koyacak.” (İşaya, 7:14) İsa Aleyhisselamın babasız olarak dünyaya gelmesi Tevrat’taki bu ifadeleri tasdik etmiştir. Matta İncili’nde de Tevrat’taki ifadelere gönderme yapılmakta ve beklenen olayın gerçekleştiği ifade edilmektedir. “Ve bir oğul doğuracaktır; ve onun adını İsâ koyacaksın; çünkü kavmini günahlarından kurtaracak olan odur. İmdi peygamber vasıtası ile Rab tarafından söylenen: ‘İşte kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak ve onun adını İmmanuel koyacaklar’ sözü yerine gelsin diye hep bunlar vaki oldu.” (Matta, 1: 23) Böylece İncil, Tevrat’taki ifadeleri aynen kullanmak suretiyle onu tasdik etmiş olmaktadır.
İfade bu ayette iki defa لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ التَّوْرٰيةِۖ (limâ beyne yedeyhi mine-ttevrâ(ti)) şeklinde gelmiş, meal yazarları her ikisine de aynı manayı vermişlerdir. (Bkz. yukarıdaki SV meali)
Ve-iż kâle ‘îsâ-bnu meryeme yâ benî isrâ-île innî rasûlu(A)llâhi ileykum musaddikan limâ beyne yedeyye mine-ttevrâti ve mubeşşiran birasûlin ye/tî min ba’dî-smuhu ahmed(u)(s) felemmâ câehum bilbeyyinâti kâlû hâżâ sihrun mubîn(un)
TDV Meali – Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler.
SV Meali – “Meryem oğlu İsa da şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Ben, Allah’ın elçisiyim; size, önümde bulunan Tevrat’tan olanı onaylamak ve benden sonra gelecek ve ayırıcı özelliği[1*] Ahmed[2*] olan elçiyi müjdelemek için geldim.” Muhammed onlara açık belgelerle gelince: “Bu, açık bir büyüdür” demişlerdi.”
Yine aynı şekilde, ifade مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ (musaddikan limâ beyne yedeyye mine-ttevrâti) şeklinde gelmiş ama bu sefer bu meal yazarları -ki diğerlerinin de bunlardan farkı yok- ifadeye “Tevrat’tan olanı onaylamak” manası vermişlerdir.
Tasdik iddiası ve kitap tartışmaları
Kendi verdikleri meale bile uymayan bu meal yazarları hiç Allah’tan korkmadan ellerine Yahudilerin “kutsal kitap” dedikleri kitabı almış ve oradan yüzlerce safsata ile meallerini doldurmuşlardır, güya bu da tasdik oluyormuş…
ALLAH HİÇBİR RESULE BİR SONRAKİ RESUL TARAFINDAN TASDİK EDİLME İHTİYACI DUYAN BİR RİSALET GÖNDERMEZ.
EĞER YÜCE ALLAH’IN HERHANGİ BİR RESULE VERDİĞİ RİSALET BİR SONRAKİ RESUL TARAFINDAN TASDİK EDİLMEYE MUHTAÇ ŞEKİLDEYSE O RİSALETE ASLA RİSALET DENMEZ.
Önceki resulleri Muhammed’in risaletinin KENAR SÜSÜ olarak gören bu lanetli anlayış, resullerin arasını açmış ve Yüce Allah’ın tek bir dininden birçok ana din ve yüzlerce ara din çıkarmışlardır.
Bu lanetli anlayışı bir virüs gibi önlerine çıkan her ayete bulaştırmaktan çekinmeyen ulema, tefsir ve meal adı altında safsatalarını sergilemekten çekinmemektedirler.
Musa’nın kitabını tasdike muhtaç hâle getiren ulemaya göre ‘TEVRAT’, Yahudilerin ellerinde bulunandır.
Veâminû bimâ enzeltu musaddikan limâ me’akum velâ tekûnû avvele kâfirin bih(i)(s) velâ teşterû bi-âyâtî śemenen kalîlen ve-iyyâye fettekûn(i)
SV Meali – Yanınızda olanı (Tevrat’ı)[1*] tasdik eder özellikte indirdiğime (Kur’an’a) inanın.[2*] Onu görmezlikte direnenlerin ilki siz olmayın! Ayetlerimi geçici bir çıkara karşılık satmayın! Bana karşı yanlış yapmaktan sakının!
Yahudilerin ellerinde bulunanı “TEVRAT” olarak tanımlayan ulema, hemen altına şu dipnotu düşmüştür:
[1*] Tevrat’taki ifade şöyledir: “Onlara kardeşleri (İsmailoğulları) arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adımla konuşan bu peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım.” (Tesniye 18:18,19).
Bu ulemanın düştüğü dipnota bakalım, acaba gerçekten orada parantez içinde gösterdikleri (İSMAİLOĞULLARI) ifadesinin gerekçesi var mı, daha doğrusu “ONLAR” zamirinin MERCİSİ gerçekten İSMAİLOĞULLARI mıdır?
YASA’NIN TEKRARI 18
Levililer’in ve Kâhinlerin Payı
1”Levili kâhinlerin, bütün Levi oymağının öbür İsrailliler gibi payı ve mülkü olmayacak. RAB için yakılan sunularla, RAB’be düşen payla geçinecekler.
2Kardeşleri arasında mülkleri olmayacak. RAB’bin onlara verdiği söz uyarınca, RAB’bin kendisi onların mirası olacak.
3”Halktan sığır ya da koyun kurban edenlerin kâhinlere vereceği pay şu olacak: Kol, çene, işkembe.
4Tahılınızın, yeni şarabınızın, zeytinyağınızın ilk ürününü ve koyunlarınızdan kırktığınız ilk yünü kâhine vereceksiniz.
5Çünkü Tanrınız RAB, önünde dursunlar, her zaman adıyla hizmet etsinler diye bütün oymaklarınız arasından onu ve oğullarını seçti.
6“Eğer bir Levili, yaşadığı herhangi bir İsrail kentinden RAB’bin seçeceği yere kendi isteğiyle gelirse,
7orada Tanrısı RAB’bin önünde duran Levili kardeşleri gibi RAB’bin önünde duran Levili kardeşleri gibi RAB’bin adıyla hizmet edebilir.
8Aile mülkünün satışından eline geçen para dışında, eşit pay olarak bölüşecekler.”
Ulusların İğrenç Töreleri
9“Tanrınız RAB’bin size vereceği ülkeye girdiğinizde, oradaki ulusların iğrenç törelerini öğrenip uygulamayın.
10-11Aranızda oğlunu ya da kızını ateşte kurban eden, falcı, büyücü, muskacı, medyum, ruh çağıran ya da ölülerin ruhlarına danışan kimse olmasın.
12Çünkü RAB bunları yapanlardan tiksinir. Tanrınız RAB, bu iğrenç töreleri yüzünden bu ulusları önünüzden kovacaktır.
13Tanrınız RAB’bin önünde yetkin olun.”
Peygamber Hakkında
14“Ülkelerini alacağınız uluslar büyücülerin, falcıların öğüdüne kulak verirler. Ama Tanrınız RAB buna izin vermiyor.
15Tanrınız RAB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin.
16Horev’de toplandığınız gün Tanrınız RAB’den şunu dilemiştiniz: ‘Bir daha ne Tanrımız RAB’bin sesini duyalım, ne de o büyük ateşi görelim, yoksa ölürüz.’
17RAB bana, ‘Söyledikleri doğrudur’ dedi.
18‘Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek.
19Adıma konuşan peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım.
20Ancak, kendisine buyurmadığım bir sözü benim adıma söylemeye kalkışan ya da başka ilahlar adına konuşan peygamber öldürülecektir.’
21“‘Bir sözün RAB’den olup olmadığını nasıl bilebiliriz?’ diye düşünebilirsiniz.
22Eğer bir peygamber RAB’bin adına konuşur, ama konuştuğu söz yerine gelmez ya da gerçekleşmezse, o söz RAB’den değildir. Peygamber saygısızca konuşmuştur. Ondan korkmayın.”
İşte Yahudilerin ellerindeki kitapta SV ulemasının DİPNOT olarak düştüğü bölümün tamamı budur.
ALLAH AŞKINA, buradan nasıl olur da (İSMAİLOĞULLARI) çıkar? Bu lanetli aklı her yere taşıyan ulema sadece Kur’an’ı tahrif etmemektedirler. Yahudilerin tahrif edilmiş kitaplarını da tahrif etmektedirler.
Önce Yahudilerin kendi elleriyle yazdıklarını “TEVRAT” yapmak, daha sonra Kur’an’daki ayetleri buna göre anlamlandırmak, daha sonra “TASDİK” müessesini RESULÜN BİR ÖNCEKİ RESULE VERİLENİ TASDİKİNE çevirmek, daha sonra Yahudilerin ellerindekini de TAHRİF etmek. BU MUDUR KUR’AN’A İMAN?
ALLAH TASDİKE MUHTAÇ BİR RİSALET GÖNDERMEZ, GÖNDERSE BUNA RİSALET DENMEZ.
Ama Allah, resule verilene ihanet ederek resulün getirdiğinden bambaşka bir din elde edenlerin ELLERİNDE olanı TASDİK EDEN BİR RESULÜ GÖNDERİR VE DAİMA GÖNDERMİŞTİR.
Allah kendi kitaplarını değil, o kitaplara iman ettiğini söyledikleri halde, kitabı tahrif ederek bambaşka dinler oluşturan sahtekarların sahte dinlerini tasdik eden resuller gönderir. Gönderir ki sahtesi gerçeğinden ayrılsın, gönderir ki kimse gerçeği kullanarak sahte dinler üretmesin, gönderir ki Allah’ın ve resullerinin sahte dinlerle bir alâkası olmadığı iyice anlaşılsın.
Bu ulema öyle lanetli bir akla sahiptir ki Yahudi’den daha fazla Yahudi’nin uydurduğunu savunur.
Mesela,
Velekad âteynâ mûsâ-lkitâbe vekaffeynâ min ba’dihi bi-rrusul(i)(c) veâteynâ ‘îsâ-bne meryeme-lbeyyinâti veeyyednâhu birûhi-lkudus(i)(k) efekullemâ câekum rasûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumu-stekbertum feferîkan keżżebtum veferîkan taktulûn(e)
Kur’an’ın korunması ve müdahaleler
SV Meali – Musa’ya kitabı vermiş, arkasından elçilerimizi art arda göndermiştik. Meryemoğlu İsa’ya da açık belgeler (mucizeler) vermiş, onu Kutsal Ruh (Cebrail) ile desteklemiştik. Hoşunuza gitmeyen bir şeyle gelen her resule karşı büyüklenmeli miydiniz? Kimini yalanlayıp, kimini de öldürmeli /itibarsızlaştırmalı mıydınız?[*]
ÖNCE AYETE BU MEALİ VERİR, sonra altına şu dipnotu düşer:
[*] Yahudiler, Tevrat’ı adeta yok sayar onun yerine, M.Ö. 200 ve M.S 500’lü yıllar arasında yazıya geçirilmiş olan Talmud’u koyarlar (Yusuf Basalel, Yahudi Ansiklopedisi, c.III, s.696, Gözlem Yay. 2002) (Bakara 2/79, Maide 5/70). İsa aleyhisselama indirilen İncil’e de havariler dışında inanan olmamıştı (Al-i İmrân 3/52-53). Bunlar, benzer davranışı Kur’an’a da yaptılar (Bakara 2/89-91, 101, 146-147, En’am 6/19-21, 114). Çünkü daima, Allah’ın nurunu yani kitabını söndürmeye çalışırlar (Tevbe 9/30-32). Bütün bunlar, Allah’ın elçilerini itibarsızlaştırma çalışmalarıdır.
Bu dipnota göre YAHUDİLER ellerinde bulunan kitaba -ki o kitap bu ulemaya göre Allah’ın kitabıdır- sadık değillerdir. Onlar kitabı bırakıp TALMUD’A sarılmışlardır. Tıpkı Müslümanların Kur’an’ı bırakıp Buhari’ye sarılmaları gibi… Bu durumda Yahudilerin Talmud’u bırakıp ellerinde bulunan TEVRAT’A sarılmaları gerekmektedir. Yani hadisleri bırakıp Tevrat’a sarılmaları gerekmektedir. Bu durumda Yahudilerin “ESKİ AHİT” dedikleri kitap “TEVRAT” olmaktadır. “Peki” diyelim, “baş üstüne” diyelim ve soralım: “PEKİ, siz SV uleması ve diğerleri… SİZ hadisleri bırakıp Kur’an’a sarıldınız mı?”
Tabi ki hayır.
“Peki, siz Yahudileri bırakıp Allah’ın kitabına sarıldınız mı?”
Tabi ki hayır.
“Peki, siz Allah’ın nurunu söndürmek için ne bulduysanız ona sarılmadınız mı?”
TABİ Kİ EVET.
ŞEYTANLAR İNSAN KILIĞINA GİRSEYDİ (ki girmiş) KESİNLİKLE MEAL YAZAN, TEFSİR YAZAN BİR İLAHİYATÇI OLURLARDI.
Burada “ŞEYTANIN ALLAH’IN GÖNDERDİĞİ YAZIYA MÜDAHALE ETME YETKİSİ VAR MI?” sorusu gelebilir.
Sadece şeytanlar değil HERKES değiştirebilir.
“YETKİ” derken “Allah tarafından verilmiş bir görev” anlamında kullanmıyorum bu kelimeyi. “YAPABİLİR” anlamında kullanıyorum…
Yazı kimsenin erişimine ve müdahalesine KAPALI değildir. İsteyen istediği şekilde ulaşır ve isteyen istediği müdahaleyi yapar ve yapmıştır da…
Burada iki şeyi birbirinden ayırmak gerek: “Yazının korunması” ile “yazının müdahaleye kapalı olması” aynı şeyler değillerdir.
Yani “ZİKRİ BİZ İNDİRDİK, ONU BİZ KORURUZ.” ifadesi “KİMSE YAZIYA MÜDAHALE EDEMEZ.” anlamında değildir.
“KİM NE MÜDAHALEDE BULUNURSA BULUNSUN BİZ ONU KORURUZ.” manasındadır. Yani “Şeytanlar müdahale ettiler ve bundan sonra da edecekler ama Yüce Allah’ın gönderdiği daima kalacak.” manasındadır.
Kıraatler kesinlikle bir müdahaledir, tefsirler ve mealler kesinlikle bir müdahaledir.
O ayet şöyle anlaşılıyor: “ZİKRİ BİZ İNDİRDİK.” Zikir nedir? Elinde tuttuğun KIRAATTİR. Hah, işte onu biz indirdik o kıraati biz koruruz…”
ZİKİR, Kur’an’ın noktasız ve harekesiz halidir, insan türünün her türlü yok etme çabasına rağmen ELHAMDÜLİLLAH binlercesi günümüze ulaşmıştır. Biz bile ona rahatlıkla ulaştık. Ama insanlar onu bırakıp kıraati Kur’an yerine koymuşlarsa ve bu kıraatlerden kaynaklanan saçma sapan bir din varsa bu o KORUYUCULARIN görevleri kapsamına girmez.
İnne-lleżîne kâlû rabbuna(A)llâhu śümme-stekâmû felâ ḣavfun ‘aleyhim velâ hum yahzenûn(e)
“Rabbimiz Allah’tır.” deyip de dosdoğru olanların üzerinde ne bir korku olur ne de üzülürler.
Ulâ-ike ashâbu-lcenneti ḣâlidîne fîhâ cezâen bimâ kânû ya’melûn(e)
İşte onlar Cennet ahalisidir, yaptıkları işlere karşılık orada ölümsüz olarak kalacaklardır.
Bu iki ayetin irabını yapanlar, ayetlere şu şekilde irab vermişlerdir:

Bu irab açıklamalarına göre bu cümle müpteda ve haberden oluşmuş tastamam bir cümledir. Hatta biri şart, diğer mahzuf cümle olmakla beraber iki tane haberi vardır.
Oysa bu ayetteki ‘SÜMME, ‘VAV’ ve ‘FA’ edatları, cümlenin asla bölünüp “müpteda-haber” haline getirilmesine müsait değildir.
Bu ayeti “müpteda-haber” şeklinde tam bir cümle haline getirmek için kesinlikle ayete ayette olmayan şeyler eklenmesi gerekmektedir. Değilse bu ayetten “müpteda-haber” elde etmek mümkün değildir.
Nitekim meal ve tefsir yazarları da öyle yapmış, ayete ayette olmayan kelimeler ekleyerek veya ayetteki edatları yok sayarak “müpteda-haber” haline getirmişlerdir.
Oysa bu iki ayet bu şekilde bölünmeseydi şöyle olurdu:
İnne-lleżîne kâlû rabbuna(A)llâhu śümme-stekâmû felâ ḣavfun ‘aleyhim velâ hum yahzenûn(e)
Bu cümle bir ismi mevsul, bir sıla cümlesi ve bir de ara yani “i’tirazi” cümleden oluşmuş müpteda.
Ulâ-ike ashâbu-lcenneti ḣâlidîne fîhâ cezâen bimâ kânû ya’melûn(e)
Bu cümle ise HABER olurdu.
Mana ise şöyle olurdu:
ŞU KESİNDİR Kİ: RABBİMİZ ALLAH DEDİKTEN SONRA DOSDOĞRU OLANLAR -Kİ BU YÜZDEN ONLARA NE KORKU NE DE HÜZÜN VARDIR-, İŞTE ONLAR YAPIP EDEGELDİKLERİNE BİR KARŞILIK OLARAK ORADA SÜREKLİ KALACAK OLAN CENNET ASHABIDIR.