Ben Sana Guveniyorum

BEN SANA GÜVENİYORUM!

Allah’ın farkına ilk defa varan aklın Yüce Allah hakkında kapılacağı ilk duygu ‘HAVF’dır çünkü bu şekilde Allah ile yüz yüze gelen akıl, O’ndan dehşete kapılır. Sınırsız, sonsuz güç sahibi, herkesi sorgulayan ama kendisi sorgulanamayan, dilerse öyle, dilerse böyle yapan, yok edip yeniden yaratan, tek tek veya topluca öldüren, en ufak bir kusuru bile görüp hesabını soran, kendisinden kaçma veya saklanma ihtimali bulunmayan, hiçbir gizlinin kendisine gizli kalmadığı, her ne hal varsa gören, her ne söz varsa duyan, varlığı istediği zaman istediği şekle sokan biri korkutur, dehşete düşürür, panikletir.

Korkudan muhabbete dönüş

Sonra bakar ki bu şekilde olan Zat, günahlara anında ceza vermiyor, küfredene bile rızık veriyor, gücünü kimseye karşı kullanmıyor, gördüğü her hatayı ve kusuru ifşa etmiyor, çok güçlü olmasına rağmen hiddetlenmiyor, küstahlığa bile anında had bildirmiyor, yaptığını insanın gözüne sokmuyor, aşağılamıyor, insanın zayıflığını insana karşı kullanmıyor, kimseyi hatasına, günahına, yanlışına mahkum etmiyor, “düzeldim” diyene hürmet ediyor, “şaşırdım” diyene yol gösteriyor, “unuttum” diyene hatırlatıyor, “bilemedim” diyene öğretiyor, “göremedim” diyene gösteriyor, “duyamadım” diyene duyuruyor, döne döne tekrar tekrar imkân ve fırsat veriyor. Yıkılan insanı elinden tutup kaldırıyor, yetmedi bir de “Sen insansın, başarırsın.” diyerek cesaretlendiriyor, ağlayanın gözünün yaşını siliyor, sahipsize sahip çıkıp sırtını sıvazlıyor, darda kalmışa en önce O koşuyor ve yardımını yaparken nerdeyse özür diliyor, o kadar haşmetli olmasına rağmen kapsısında aşılması gereken yüzlerce teşrifatçı tutmuyor, “Kapı açık, gir.” diyor, “Dilekçe yazarak zaman kaybetme, söyle, Ben icabet ederim.” diyor, kimseyi sıraya sokmuyor, kimseye ayrıcalık tanımıyor.

Böyle olduğunu anlayınca yavaş yavaş korku yerini sevgiye, muhabbete, O’na karşı saygıya, itinalı davranmaya, O’nun bu iyilikleri karşısında kimse demeden iyilikle karşılık vermeye başlıyor, O’na muhabbet duyuyor, kendisini O’na ait hissediyor ve bundan mutlu oluyor. 

O’nun böyle olduğunu anlayınca bir zamanlar O’ndan korktuğuna utanıyor, mahcup bir şekilde gözünü kaldırıp O’na bakamıyor. Geçmişinden gelen korkunun boğazını sıkan ellerinden kurtulmak istiyor.

Varlığa bakıyor ve gördüğü her varlığa “Buna rabbimin eli değdi.” diyerek muhabbet duyduğunun el izlerine tutunuyor. Taşa dokunmayı o elle yapılan biatleşme yerine koyuyor; o taş rabbinin ellerinden çıkmadır çünkü. Sonrasında ise o taşın üzerindeki el izinin arkasını görüyor. Meğer taş o elin ta kendisiymiş; işte o zaman her şey ona tanıdık geliyor. “Ben bu taşı tanıyorum, ben bu ağacı tanıyorum, ben şu kuşu, şu hayvanı, şu suyu tanıyorum.” diyor kendi kendine. O zaman anlıyor ki meğerse ta en başından beri tanımadığı tek kişi varmış, KENDİSİ.

Arif olacağım derken en başından beri zır cahil olduğunu anladı. 

Kendini bil söylemine tepki

Böyle birinin yarası sarılmaz, gözyaşı silinmez, başı okşanmaz, sırtı sıvazlanmaz. Böylesi biriyle dost olunmaz, arkadaş, yar, yaren olunmaz. Kendisini kimsenin yanına yakıştırmaz çünkü. Daha da ötesinde “KENDİNİ BİL.” diyenlere bile yarı açık gözlerle bakar. “Kendini bil, kendini bil, kendini bil.” Tekrar ve yeniden çınlar aklının boş duvarlarında bu söz. “Bu yol kendini bilmekle mi bitmeli, kendimi bilirsem bitecek mi her şey?” diye sorar kendi kendine.

Kendisini teselli edecek, susturup karar kıldıracak bir söz arar.

Tüm hikmet okullarının kapısının üstüne asılmış “Kendini bil.” sözünden giderek nefret eder çünkü “bilmek” güveni sarsar, huzursuz eder, şüpheci yapar, “daha, daha, daha” dedirtir. Hiçbir zaman yetmez, hiçbir zaman bitmez. 

“Bilmenin sonu mu var ki ‘Kendini bil.’ dersin, be ahmak!” der, o yazıyı kapının üstüne asana.

Bu durumdaki bir kişiyi hiçbir şey teselli etmez. Teselli etmez ama yapışacağı ve üzerinde karar kılacağı bir kararsızlığı temel alır.

Ben kendini bilmez biriyim… Allah’tan geldim, Allah’a giderim. Bu âlem, benim, ‘ben’i bilmem üzerine kurulmamış, “Kimden geldim, kime giderim?” üzerine kurulmuş. Ben beni bilsem ne yazar?

Benim ‘ben’ hakkında bildiklerim, üzerinde karar kılacağım sağlam zemin değildir ama ben ‘ben’i bilsem de bilmesem de “O’ndan geldiğim ve O’na gittiğim” üzerinde karar kılınacak zemindir çünkü “O’ndan gelip O’na gittiğim” aklımın çabasının bilgisi değil, O’nun haberidir ve bu haber inanılacak bir haberdir.

Kimsem kimim, neysem neyim, ben onu bilmem ama Mutlak’tan geldim Mutlak’a giderim. Bunun da nasıl’lığını bilmem, sadece inanırım.

“Nefsini bilen rabbini bilir”miş. Pöh, pöh, pöh ne büyük söz! Nefsini bilen rabbini bilince nefsini bilmez hâle gelir be adam, anlamadın mı?

Rabbi bilen “Ben şu’yum.” der mi?

İmanın verdiği güven ve teslimiyet

Rabbi bilen söz eder mi?

Durdum… daha ötesine gidecek tâkâti bulamadım kendimde.

“Nefsini bilen rabbini bilir.” tabelasını indirin duvardan çünkü Rab, kendisi hakkında “Ben O’ndan geldim, O’na giderim.” bilgisinden daha öteye bir bilgiye sahip olmayan insanın bilgisinin konusu olamayacak kadar ZÂHİRdir. Zâhir olanı bilmek de neymiş!

Ben kendini bilmez bir haldeyim, rabden geldim rabbe giderim. Gidince ne olacak, nereden bileyim? “Geldin” diye haber vermiş, geldiğimi bildim; “gidiyorsun” demiş, gittiğimi bildim. Başında “Ben”, sonunda “Ben” demiş, onu bildim. Bu bile kendimi bilmekten daha değerli değil mi?

İman, çok sevdiğin ve çok güvendiğin birinin omuzuna baş koymak gibidir. O omuzun sahibi sorar: “Şu anda nerede olduğumuzu ve nereye gittiğimizi, içinde bulunduğumuz hâli, kendimizi bilmek ister misin?”

İnanan cevap verir: “I-ııh, istemem, ne fark eder kim olduğumuz, nerede olduğumuz, nereye gittiğimiz? Nerede olursak olalım, nereye gidersek gidelim ben Sana güveniyorum, Sen ne kötü bir yerde ne kötü bir halde olursun ne de beni kötü bir yere götürürsün, ben Sana güveniyorum ve bu bana yetiyor.”

Kavramlar: