Başlıklar
“BİZİM KÜÇÜK DÜNYAMIZIN İÇİNE SIĞAN BİR ALLAH’IMIZ VAR!”
Daha önce birçok kez “Kur’an’ı Kur’an ile anlamanın, hakiki manada Kur’an’ı yetirmenin sadece müktesebata karşı çıkmak olmadığını, anarşist bir yaklaşımla ‘dediğim dedik’ demek olmadığını, tam tersi ‘hakiki manada çok çalışmak’ demek olduğunu” söylemiştim. Çünkü müktesebatı reddetmek işin sadece çok küçük bir kısmıdır. Müktesebata güven duymamak, olumlu ya da olumsuz ondan gelen her bilgiye şüphe ile yaklaşmak ise sadece müktesebata karşı yapılacak bir davranış değil, her bilgi kaynağı için yapılması gereken bir şeydir. Çünkü Kur’an dışındaki her bilgi “sahih”liği ispat isteyen bilgidir.
“Kur’an’ı Kur’an ile anlamak” denen metot hakiki manada yüksek donanım isteyen bir metottur. Bizim gibi donanımsız insanların bu yükü kaldırıp kaldırmayacağı bile şüphelidir. Bu yolda kendi kapasitelerimiz ve donanımlarımız kesinlikle gönül rahatlığı ile güvenilebilecek seviyede ve durumda değildir.
Bu yolda bizim gibi hafif sıklet insanların tek dayanağı Yüce Allah’ın içinde bulunduğumuz durumu dikkate alıp bizi merhamet edeceği varlıklar olarak görmesidir.
Bize acıyıp lütfederek, günah ve yanlışlarla dolu geçmişimizi yok sayarak –‘ğafur’ olduğu için bu kelimeyi kullandım- (‘Ğafur’; üstünü örten, görünmemesi için çaba sarf eden manasınadır) yol göstermeye değer insanlar olarak görmesidir.
İlahi merhamet ve rehberlik
Şurası muhakkaktır ki O göstermez ise biz göremeyeceğiz, O kılavuzluk etmez ise biz durmadan yalpalayıp yoldan çıkacağız ve belki de ters yönde giderken kendimizi hedefe doğru gidiyor sayacağız.
Bizim, sırtımızı yaslayacağımız bir birikimimiz yoktur. Biz öncesinde bilgi deposu haline gelmiş, Kur’an’ı bu bilgi deposuna göre anlamaya ve anlatmaya çalışan kişiler değiliz.
Tabiri caizse biz yolu yoldayken öğreniyoruz. İşte bu yüzden yaptığımız ve daha da yapacağımız hataların bedelini ödemek bizde diğerlerine göre daha ağır olacaktır.
Geçenlerde “Ahmet Murat Kaya” kardeşime şunu söylemiştim:
Bizim “İslâm” ile olan hikayemiz “ölüm-kalım” çerçevesinde yazılmış bir hikayedir.
Bizim seçimlerimiz “ölüm-kalım” temelli seçimlerdir.
Çünkü biz Kur’an’a “bir şey olmak için” değil “YAŞAMAK” için imân etmiş ve bundan dolayı ona sımsıkı sarılmışız.
Sarf ettiğim “yaşamak” kelimesi “Kur’an’ı okuyup pratiğe dökmek” manasında değil “HAYATTA KALMAK” manasınadır.
Biz, bizi fıldır fıldır çeviren, bir yere tutunma imkânı vermeyen, daima dibe, daha da dibe çeken MÜKTESEBAT (seküler-dini) GİRDABINDA nefessiz kaldığımız ve ölmek üzere olduğumuz için Kur’an’a sarılmışız.
Biz garibanız ve fakr içinde olan insanlarız. Başımızda güveneceğimiz, güçlü, akıllı, merhametli ve bizi hoş gören biri olmadan, çocuğa yürümesini öğretir gibi bize ayakta durmayı öğreten biri olmadan YAŞAMAYA GÜÇ yetirebilecek kişiler değiliz.
Buna “zayıflık” mı yoksa “zavallılık” mı denir bilmiyorum ama basbayağı böyleyiz işte…
Hafızamız güçlü değil ki bir kere zihnimize yerleştirdiğimizi bir daha hiç unutmayalım. Bu yüzden tıpkı “Alzheimer” hastaları gibiyiz. Sabah çıktığımız evimize nasıl geri döneceğimizi unutuyoruz. Hatta bazen evimiz olduğunu bile unutuyoruz. Bu yüzden biz başımızda “bizden bıkmadan, daima bulup bulup evimize getirecek merhametli, şefkatli, acıyan, hor görmeyen, itip kakmayan, çok çok sabırlı” biri olmadan yaşayamayız.
Hafıza zayıflığı ve çaresizlik
Şöyle, dünyanın akıllı insanlarının kapasitelerine, kitleleri peşinden sürükleyen, sözünü dinleten ÖNDERLERİN kapasitelerine ve imkânlarına göz ucuyla baksak bile onlardaki kapasitenin milyonda birinin bile bizde olmadığını hemen görüyoruz. Bu da bizi çok ama çok korkutuyor… İşte tam burada biz başımızda aklını ve bilgisini ölçemesek bile herkesten daha akıllı olduğuna sadece İNANDIĞIMIZ biri olmadan yaşayamayız.
Biz, devrimler yapan “Che Guevara”, sistemler yıkıp kuran “Lenin”, doktrinler icat eden “Marx”, köken bilgisini Galapagos Adaları’nda bulan “Darwin”le nasıl başa çıkabiliriz ki? Biz hakiki manada çok emek sarf ederek BİLGİ KÜPÜ haline gelmiş “Buhârî” ile, tarihe yepyeni bakış kazandıran “İbn Haldûn” ile, felsefeyi yeniden yazan “Kindî” ile, dillerin kitabını yazmış “Ferrâ, İbn Cinnî, Halîl b.Ahmed” ile nasıl mücadele edebiliriz ki?
Varlığın formülünü bulmuş “Einstein”, kâinatın merkezini bulmuş “Hawkins”, uzayın derinlerini keşfetmiş “Hubble” ile nasıl mücadele edebiliriz ki? Uzaya dürbünle bakmayı bile doğru dürüst beceremeyen bizler, bunların insanı cezbeden fikirlerine, teorilerine kapılmadan nasıl mücadele edebiliriz ki?
“Eflâtun (Platon)”dan girip “Sokrat (Socrates)”ten çıkan, onları bile karşısında ders verdiği çocuklar mesabesine koyan “D.Cündioğlu” gibilerle nasıl mücadele edebiliriz ki? Adamlarla bir çay bardağındaki çayı bitirene kadar bile aynı ayarda konuşamayız ki!
Onlar kitlelerin önünde bayrak sallayarak “Yürüyün!” diyen adamlar. Biz ise o kitlelerin yürüdüğü yolların kenarında ekmek parasını kazanmak için kâh su kâh simit kâh köfte-ekmek satan İŞPORTACILARız!
İçinde yaşadığımız bu dünyayı işte bu adamlar kurdular.
Bakkaldan aldığımız ekmekten nasıl işlediğini bir türlü anlamadığımız vergileri çaktırmadan alan sistemleri bunlar kurdular. Bir gecede cebimizdeki zaten sahte değerleri olan paraların değerlerini hiç anlamadığımız bir şekilde cebimizden çıkaran şahane hırsızlık sistemini kuran akıllar işte bu adamların akılları. Biz bırakın mücadele etmeyi, daha sistemin nasıl işlediğini bile anlamamışız bile.
Biz er meydanına çıkmış, yağlı vücudu ve küspesiyle, güçlü fiziki yapısıyla, güçlü pazıları ve hakikaten insanı küçülten devasa fiziği ile PEŞREV çeken pehlivanlar değiliz.
Biz olsak olsak açlıktan nefesi koktuğu için karnı sırtına yapışarak o er meydanının kenarında parasını sonradan vermek kaydıyla gazoz satan adamlar oluruz.
Seyirci olmamız bile mümkün değil.
Biz olsak olsak dağılmış er meydanındaki seyircilerden kalan çöpleri üç kuruş için toplayan adamlar oluruz.
Bize, arkasına sığındığımızda bizden faydalanmayan, kısa zaman sonra zaten bükülmüş belimizin üstüne kurum kurum kurulmayacak biri lazım.
Büyüklerin karşısındaki yetersizlik
Umutsuzluğumuzdan “MESİH bekleyelim.” diyeceğim ama onun da sahte olduğunu öğrendiğimizden beri MESİH beklemeyi de bıraktık. Bir nevi kendi ayağımıza kurşun sıkarak hiç olmazsa KURTARICI hayali bile kurmayı kendi ellerimizle kendimize mahrum ettik.
Göğe çıkmış İsa’nın Şam’daki Emevî Mescidi’nin minaresine inmeyeceğini öğrendiğimizden beri Şam’a da nefretle bakar olduk.
Kurtarıcılarla ilgili hikayeler o kadar çok yalan çıktı ki hayal kurmayı kendimize haram ederek NOSTRADAMUS’un kehanetlerine, felaket tellallığına “gerçek” muamelesi yapmaya vardık sonunda.
Ama her halükârda binlerce yıldır kandan beslenen müktesebatların (dini-seküler) devasa fiziğini göre göre küçüldük, zavallılaştık, pıstık.
Her gelen iki büklüm olmuş halimize bakarak bizden biraz daha eğilmemizi istedi. Her gelen “Kurtuluş!” diyerek bizi biraz daha köleleştirdi.
“Özgürlük!” diyerek köleleştirmenin o girift, anlaşılmaz, karmakarışık oyunlarını bile çözemedik ama her özgürlük narasında biz biraz daha köleleştik.
Ekmeği tuza banan fakirliğimize aldırmadan, göğsümüze vura vura “Şeref!” dediğimiz zamanların olduğunu bile unuttuk. Çünkü her “Şeref!” dendiğinde biz daha da şerefsizleştik!
Aynaya baktığımızda kendimizi göremeyecek kadar yok olduk. Dünya bize aldırmadan dönüyor, güneş bize değmeden batıyor, gece bizi örtmediği gibi çıplaklığımızı daha da orta yere seriyor. Suya girip ıslanmayan, ateşe girip yanmayan, aslî vücudu olmayan gölgeler gibi olduk.
Biz dünyaya iz bırakan EFENDİLERİN kendilerini özgür zanneden kulları olmuşuz.
Şimdi şimdi toprağın dibine sokulacak kadar horlanmış başımızı yel esse kopacak filiz narinliği ile kaldırıyoruz. Korkaklık ve ürkeklik o kadar çok ruhumuza işlemiş ki toprağın altından çıkardığımız başımızdaki gözlerimizi açıp etrafımıza anlayan gözlerle bakmaktan ödümüz kopuyor.
Bu korku, görmeyi umduğumuz şeylerden değil, ummadığımız ve asla da ummayacağımız şeyleri görme korkusudur.
Çünkü umduğumuz şeyleri göremeyeceğimizi anlayalı çok oldu.
Özgürlük söylemleri ve köleleştirme
İşte şimdi, toprağın altından çıkardığımız başımızı asla koparmayacak, kendisine güvendiğimiz biri lazım bize. O başı okşayacak, sulayacak, cesaretlendirecek, tatlı sözler söyleyecek, güneşi gösterecek, gökyüzünün maviliğini saklamayacak, rüzgâr esse perde, yağmur yağsa şemsiye, güneş yaksa gölge olacak biri lazım bize.
Aradım, çok aradım ve eminim ki herkes de aramıştır. Allah’ın tüm isimlerine sonsuz kere yemin ediyorum ki meğerse aradığımız hep yanı başımızdaymış da biz görmemişiz. Kör olasıca gözlerimizi körlere inat öyle bir kapatmışız ki açmaya bir odu gerekti.
Bizim gibi zayıf insanların; horlanmış, örselenmiş insanların aradığı O KİŞİ kesinlikle Kur’an’dır, kesinlikle Kur’an’ı gönderen Yüce Allah’tır, kesinlikle Resullerdir, Meleklerdir, Mele-i A’lâ’dır.
Bu figürlerin hepsi tüm ihtişamlarına rağmen bizim küçük dünyamız içine sığabilen figürlerdir. Vallahi Kindî’yi, Fârâbî’yi, Sokrat’ı, Eflâtun’u vs. küçük dünyamıza sığdıramıyoruz. Bir türlü küçük hayatlarımızın bir köşesine onları koyamıyoruz.
Şimdi biz Üsküdar’daki salaş bir çay ocağında tost yiyip çay içerken Kindî’yi alıp karşımızdaki tabureler üzerine oturtup “ŞERRİN kökenini” tartışalım…
Ne Kindî oraya gelir ne de orası bu konuların tartışılacağı yerdir. Ama aynı taburede Musa çok rahatlıkla oturmakta ve hatta hep orada oturmakta!
“Melekler”i bahis konusu yaptığımızda hem melekler oraya gelir hem de o konu tam da orada konuşulacak konudur.
Ne bileyim valla, Allah bizim küçük dünyamızın içine sığıyor işte. Nasıl oluyor ben de bilmiyorum ama oluyor!
Evet şimdi “Kur’an’ı Kur’an ile anlayarak” onların bize sandığımızdan daha yakın olduklarını öğrendik. Kur’an ile, küçük dünyamızı alt üst eden sorunları çözmeye başladık. Bu durum kesinlikle bizim kapasiteli insanlar olmamızın sonucu değil, Allah’ın yardımının, acımasının, bağışlamasının, hoş görmesinin sonucudur. Burada bizim ZERRE kadar payımız ve katkımız yoktur.
Şimdi çalışmak, çok çalışmak, başımız okşayan elin yumuşaklığını ve sıcaklığını daha çok hissetmek vaktidir. Çünkü bu başlar o kadar örselendi ki böyle bir yumuşaklık ve şefkati hiç görmedi.
Gövdemiz üzerinden bu şefkati bırakacak bir baş taşıyorsak KOPSUN O BAŞ!