Bu Dava “Hakkı Ayakta Tutma” Davasıdır

Kendisine ait bir sistematiği olmayan herhangi bir düşünce ne savunulabilir ne de o düşünceye karşı çıkılabilir.

Bilgi Nazariyesi ve Bedihiyat

Bir düşüncenin sistematik olması ise ancak kendisine ait bir bilgi nazariyesi olması durumunda mümkündür. Bilgi nazariyesinin başlangıcı ise düşüncenin kendisine ait değerler üzerinden değil, BEDİHİ olan evrensel değerler üzerinden tespit edilir. Bu değerlerin tamamının aklın reddedemeyeceği değerler olması gerekmektedir. Aklın reddedemeyeceği değerler parmakların sayısından azdır. Mesela, “özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü şıkkın olanaksızlığı” ve bunların hepsinin aklın çaba sarf etmeden kabul ettiği “bedihiyat” olması.

Bir sıralama yapacak olursak “bedihiyat” temel olarak alınmalı, diğerleri bu temel üzerine inşa edilmelidir.

Haberlerin Önemi ve Sistematik İnceleme

Şu bir gerçektir ki bilgi nazariyesinin büyük bir kısmı “haberlere” dayanmaktadır. Bilginin kaynakları arasında en büyük payı kesinlikle “haber” almaktadır. O halde bilgi nazariyesini oluşturacak kişilerin aklın çaba sarf etmeden kabul ettiği kaynakların -ki bunlar çok azdır- yanına haber teorilerini de koymaları gerekmektedir.

Evham, hayal, şek, tereddüt, zan, zanni galib ve var oluşu (doğru oluşu değil) AKLEN reddedilemeyen haber. Bunların hepsi bilgi teorisinin konularıdır. 

“Haber”e dini açıdan bakacak olursak “haber” dediğimizde konu ister istemez Kur’an ve Rivayete (hadis değil) gelecektir; aslında her ikisi de sadece haberdir.

Kur’an’a dair kabul edilenler de rivayete dair kabul edilenler de “haber” temeline oturmuşsa Kur’an’a dair haberler rivayetlere dair haberlere tercih edilince, ister istemez bu tercihin hangi temellerden hareketle yapıldığı sistematik olarak ortaya konulmalıdır. Bunu yapmayan hiçbir düşünce ne kadar popüler olursa olsun dikkate alınmayacak kadar seviyesiz bir düşüncedir.

Hadis Eleştirisi ve Sistemsizlik

Günümüz dünyasında haberlere dair kabullerin ve retlerin temelinde asla bir sistematik yoktur. Bu çağın insanı “haber”lerin kabulünde ve reddinde kendi kabulünden başka bir şeyi ölçü almamaktadır. Bu yüzden günümüzde “haber” eleştirisini bir sistematiğe göre yapacak olanların ne tuhaftır ki önce haberleri kendi kabulünden başka dayanağı olmayanlara karşı savunmaları, daha sonra eleştirmeleri gerekmektedir.

Mesela, günümüzde rivayetleri temel ölçü olarak kabul etmeyenler (bunlara hadis inkârcısı deniliyor) eğer hadisleri eleştirmek ya da ahad haberlere dayalı rivayetleri dinin temel esaslarından biri olarak görmemek istiyorlarsa önce hadisleri kendi keyfi çıkarımlarına göre bilgi kaynağı olarak görmeyenlere karşı savunması, önce bu haksız saldırıları bertaraf etmesi gerekmektedir; ancak bundan sonra sistematik eleştiri getirmeleri gerekmektedir yani (argo bir dille söyleyecek olursak) “Hadis inkârcısı” olmak için önce hadisleri günümüz insanına karşı savunması sonra inkâr etmesi gerekmektedir. Aslında bu bile yetmemektedir. Bir de herhangi bir sistematiği olmadığı halde hadis savunuculuğu yapanlara karşı da hadisleri önce savunması sonra inkâr etmesi gerekmektedir. İş keyfilik olduktan sonra keyfi olarak hadisleri savunanlarla keyfi olarak hadisleri inkâr edenler aynı değerdedir. Bilmeden hadisleri savunanların verdiği açıklar asla delil olamazlar.

Kur’an’a Uyan Rivayet Tartışması

Bu iki grubun dışında bir de üçüncü bir grup vardır ki grupların en saçma sapan olanı bunlardır. Bunlar M. Okuyan, C. Taslaman, M. İslamoğlu, A. Bayındır gibileridir. Bunlar “Biz hadisleri ne toptan silip atarız ne de toptan kabul ederiz. Kur’an’a uyanı alırız, uymayanı almayız.” gibi çok cafcaflı bir cümlenin arkasından karanlığa taş atmaktadırlar. Bu cafcaflı cümle aslında “Keyfimiz nerede isterse biz orada dururuz.” demekten başka bir şey değildir. Hadis kullanırlar, siz o hadisi eleştirirseniz Kur’an’cı tarafa geçerler, Kur’an’cı taraflarını eleştirirseniz hadisçi tarafa geçerler çünkü “Kur’an’a uyan rivayeti alırız, uymayanı almayız.” gibi bir cümle kurabilmek için önce hem “Kur’an’ı anlama usulü”nün hem de “Hadis alma veya reddetme usulleri”nin ortaya konulması gerekmektedir. Bunlar yapılmadan “Kur’an’a uyanı alırız, uymayanı almayız.” demek insanları Kur’an ile aldatmaktan başka bir şey değildir.

Bu insanların “Kur’an’a uyanı alırız.” demeden önce bir rivayetin Kur’an’a uygunluğunu hangi esaslara göre belirlediklerini ortaya koymaları gerekmektedir çünkü “bir rivayeti Kur’an’a uygun görmek” demek “rivayet ile Kur’an’ı aynı değere taşımak” demektir. Rivayet ve Kur’an’ın aynı değere nasıl ulaştığına dair ortaya bir usul koymadıktan sonra söylemlerinin tamamı boş ve ilkesizdir yani bunların ortaya kendi haber teorilerini koymamaları durumunda içinde bulundukları durum tam da ‘müzebzebine beyne zelik’ durumudur (ne onlardan ne bunlardan olmadan ikisi arasında gidip gelirler).

Mesele C. Taslaman’ın bir kavanoz deve sidiğini kameraların karşısına koymayla çözülecek kadar düzeysiz bir mesele değildir -ki C. Taslaman’ın o programda hadisleri inkâr sadedinde yaptığı hareket tam tamına bir acizlik ve seviyelerin en düşüklüğüdür.

Mesele o kadar derindir ki bu mesele hakkında hem söz söyleyecek hem de o sözü dinleyecek kişilerin her türlü menfi şartlanmışlıklarını aşmaları gerekmektedir çünkü ister ahad ister meşhur ister mütevatir olsun hiçbir haber teorisi HABERİN İNKÂRI üzerine bina edilemez.

Bir haberin inkârı haber teorisinde ASIL değil, sağlam ve reddedilemez asıllara yaslanarak ulaşılan SONUÇTUR. Bir haberi inkâr veya kabul edenin o sonuca hangi sistematik ile ulaştığını ortaya koyması AKLEN ZORUNLUDUR. Bir haberi inkâr veya reddettiği halde aklın bu zorunluluğunu görmezden gelenlerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Meseleye keyfi olanları değil de hakikaten bir haberin inkârı ve kabulü için ortaya bir sistem koyanlar açısından baktığımızda sanılmasın ki hakikaten bir sistem vardır. Ne yazık ki meseleye en ciddi insanlar boyutundan baksak bile ortada bir sistem olarak kabul görmüş evrensel bir sistem hiç yoktur ne kabul edenlerde ne de inkâr edenlerde, fakat meseleye “sadece Kur’an” açısından bakanlar sanmasınlar ki hadisçilerin sistemsiz oluşu onların lehine bir durumdur. Asla öyle değildir. Hadisçilerin ortaya sağlam bir usul koyamamaları en başta “SADECE KUR’AN” diyenlerin ALEYHİNE bir durumdur çünkü eğer ortada reddedilmesi imkânsız bir olgu varsa bu olgunun kötü savunulması veya sistemsiz oluşu o olguyu yanlış yapmaz, olgu her durumda ortada durur. 

Şu kuracağım cümle, düşüncemizi bilenler açısından ilk bakışta bizim söylemimizle uyuşmayan bir cümle olarak gözükebilir fakat öyle değildir. O cümlemiz şudur: “Rivayetleri dinde belirleyici olarak görmeyip ‘Kur’an sadece Kur’an ile anlaşılır.’ diyenlerin her şeyden önce ortaya bir RİVAYET USULÜ koymaları gerekir.” çünkü her türlü kritikten bağımsız olarak ‘rivayet’ bir olgu olarak ortada durmaktadır. Ortada duran bu olguya, o olguyu kötü savunanların açıkları üzerinden karşı çıkmak “SADECE KUR’AN” USULÜNE asla uymamaktadır.

Şahsen kendi adıma konuşacak olursam bir Kur’an ayeti hakkında hiçbir usule dayanmadan bulmaca çözer gibi ayet yorumlayanlarla rivayete dayalı olarak Kur’an yorumlayanlar arasında bir tercihte bulunmam gerekirse kesinlikle rivayetçileri tercih ederim.

Aklın kullanılmasına, akıl yürütmeye, ayetleri temel alarak bir kanıya varmaya asla karşı değilim ama aklın ilkelerini bilmeden ve bilmeyi de gerekli görmeden, aklının, etrafından kulaktan dolma alarak temel haline getirdiği bilgilerle aklın kullanılmasını asla ve asla tasvip edemem, bu kendi aklım olsa bile böyledir.

Had bilmek kimi zaman kötü amaçlar için kullanılır fakat HADDİ OLMAYAN (ilkeleri olmayan) bir akıl daima insanı yorar ve daima sonuçsuz ve semeresiz bırakır. Haddi olmayan bir akıl onlarca yıl biriktirir sonra bir çırpıda biriktirdiklerini silip atar çünkü ne almasında ne atmasında bir HAD yoktur. Bu yüzden bir müminin her şeyden önce AKLININ HADDİNİ bilmesi gerekmektedir. Aklının haddini bilmeyen kişi Kur’an’ı da hadisleri de olayları da olguları da varlığı da varlığı Var Eden’i de aklının nesnesi haline getirir.

İnançlarını ve amellerini “nakil” üzerine temellendirmiş gelenekselciler, inançlarını ve amellerini “akıl ve nakil” üzerine temellendirmiş ehli sünnetçiler, inançlarını “akıl” amellerini “nakil” üzerine temellendirmiş itizalcılar ve inançlarını ve amellerini “sadece akıl” üzerine temellendirmiş filozoflar ne kadar açık verirlerse versinler, inançlarını ve amellerini ne kadar kötü savunurlarsa savunsunlar “SADECE KUR’AN” diyenler bunların eksiklikleri üzerine asla sistem kuramazlar, kurmamalıdırlar.

İşte bu sebeplerden dolayı “Sadece Kur’an” yöntemi ile inancını ve amellerini temellendirmek isteyen her birey bilmelidir ki DEVASA BİR YÜKÜN ALTINA GİRMİŞTİR. Bu yükün ağırlığını görmeden, bilmeden, anlamadan sohbet odalarında, Youtube videolarının altında, Zoom toplantılarında Kur’an savunuculuğu yapmak sadece saçmalamaktır.

“Sadece Kur’an” demenin ne hadis inkarcılığı ne rivayet tapıcılığı ne bilim düşmanlığı ne felsefe düşmanlığı ile bir alâkası vardır -ki bunlar sonuçlardır. 

“Sadece Kur’an” demek varlığı, aklı, hayatı, insanın kendisini, bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen her ne varsa hepsini sadece Kur’an’a yaslanarak sistematik ve evrensel bir şekilde anlamlı kılma çabasıdır.

“Sadece Kur’an” demek tarih boyunca sadece resullerin dillendirdiği bir iddianın ispatlanabilir olduğunu iddia etmek anlamına gelmektedir çünkü tarih boyunca (son resul sonrası ve son resul öncesi) sadece Allah’ın kitabına yaslanarak her şeyi anlamlı kılmayı sadece resuller iddia etmiştir. 

Sadece Kur’an ve Mücadelesi

İnsanlık tarihi, “inananlar” ve “inanmayanlar”ın zıtlığı üzerine oturmamıştır. İnsanlık tarihi “sadece Allah’ın kitabı ile anlamlı olunacağına İNANANLAR” ile “sadece Allah’ın kitabına yaslanarak anlamlı olunamayacağına İNANANLAR”ın mücadelesi temeline oturmuştur yani İNANANLARLA – İNANANLARIN MÜCADELESİ.

Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık kesinlikle “sadece Allah’ın kitabı ile anlamlı olunamayacağına İNANANLAR”ın uydurduğu dinlerdir.

Evet, tarihte bir “Hıristiyan – Yahudi” veya “Yahudi – Müslüman” veya “Hıristiyan – Müslüman” mücadelesi vardır fakat bu mücadelede her üç kesim de aynı değere yaslanmaktadır: “Allah’ın kitabı (daha doğrusu Allah) yeterli değildir.” Bunlar arasındaki mücadele bir MÜKTESEBAT mücadelesidir.

“Talmud mu, Kütüb-i Sitte mi?” mücadelesidir. “Hıristiyan azizi mi, Yahudi rabbiler mi, Müslüman ulema mı?” mücadelesidir.

“Sadece Kur’an” demek işte bu üç kesime karşı mücadele etmek demektir yani “Ne azizler ne rabbiler ne de ulema!” demektir. Bu mücadelenin en zor yanı onlarda ve “Sadece Kur’an” söyleminde üzerinde konuşulan kavramların, üzerinde konuşulan resullerin aynı olmasıdır. 

Bu mücadele Nemrud ile ibrahim, Musa ile Firavun, Muhammed ile Kureyş mücadelesi değildir. Bu mücadele Allah’ın kitabındaki İbrahim ile Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman müktesebatında olan İbrahim’in mücadelesidir.

Bu mücadele Musa ve Firavun mücadelesi değildir. Bu mücadele Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman müktesebatındaki Musa ile Allah’ın kitabındaki Musa’nın mücadelesidir.

Kaldı ki Nemrud ile İbrahim, Musa ile Firavun mücadelesi de aynı mücadeledir. Nemrud ve Firavun müktesebat ile oluşturulmuş Allah’ın dinini, İbrahim ve Musa ise Yüce Allah’ın kitabındaki dini savunmuştur.

Nuh, Hud, Salih ile kavimlerinin; Lut, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Esbat ve diğer resullerin muhatapları ile mücadelesinin temelinde de hep aynı şey vardır: Bir tarafta Yüce Allah’ın gönderdiği önceki vahyin yanına rivayetleri, ulema görüşlerini, temelsiz akli çıkarımları koyan bir dini anlayış, diğer tarafta Allah’ın kitabından başka değer tanımayan bir dini anlayış vardır.

Sanılmasın ki bu ideolojik ve hamasi bir mücadeledir. Sanılmasın ki tufanda boğulan Nuh kavminin, denizde yok olan Firavun ve ordularının işi bitince resullerin getirdiği din kendisini ispatlama sürecini bitirmiştir; TAM TERSİ Nuh’un getirdiği dini ispatlama süreci gemisinin Cudi Dağı’na oturmasından sonra başlamıştır. Musa’nın getirdiği dinin kendisini ispatlama süreci deniz, Firavun’un ordusundaki son askeri yutup kapanınca başlamıştır. Allah resulü Muhammed’in getirdiği dinin ispat süreci ise O, REFÎK-İ A’LÂ’YA GİDİNCE BAŞLAMIŞTIR.

İşte, “Sadece Kur’an” diyen her mümin bilmelidir ki resul refîk-i a’lâ’ya gitmiştir ve o yük şimdi “Sadece Kur’an” diyenin sırtındadır ve bu yük temelsiz, ilkesiz, keyfi bir akılla veya karşı duranların sistemlerindeki açıklarla taşınamaz çünkü bu dava, insanlığı, azizlerin, rabbilerin, rableşenlerin, ilahlaşanların, hahamların, ulemanın, her türlü tağutun, her türlü ins ve cin şeytanlarının tasallutundan kurtarmaya çabalama davasıdır.

Büyük Davalar ve Akıl

Bu dava küçük insanların büyük davasıdır.

Büyük davalar büyümüş bir akılla savunulur. Çocuksu, dünyaya tapan, değerleri keyfi seçime dayalı, ilkesiz, kuralsız akıllarla büyük davalar savunulamaz. 

Bu dava taraftar, takipçi, izleyici sayısı, tıklanma sayısı çoğaltma davası değildir. Bu dava “tek başına kalınsa bile hakkı ayakta tutma” davasıdır.

Böylesine önemli bir dava; dostuna düşmanına, muarızına muhatabına adil ve sistemli bir akıl taşıyanlar tarafından savunulabilir.

İlgili içerikler