Başlıklar
‘BÜHTAN’ KELİMESİ ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA
Bu çalışma Kur’an’da 8 kez geçen “bühtan” kelimesi hakkındadır. Bu kelime hakkında sözlüklerde şu açıklamalar geçmektedir.
بَهَتَ – بَهْتًا – بَهْتَةً – بُهْتَانًا………İftira atmak. Bir kimsenin yapmadığı bir şeyi ona yüklemek. Yapmadığı şeyle suçlamak.
بَهَتَتْ فَاطِمَةُ خَالِدًا………Fatma, Halit’e iftira etti / yapmadığı şeyi yapmış saydı / söyledi / gösterdi.
بَهَتَ لَوْنُه………Rengi soldu.
بَهَتَ – بَهْتًا ………Şaşırtmak, hayrete düşürmek, şaşkına çevirmek, afallatmak.
بَهِتَ – بَهَتًا………Şaşırmak, hayrete düşmek, şaşkına dönmek, afallamak, sunulan delil karşısında donakalmak.
بُهِتَ – يُبْهَتُ – بَهَتًا………Şaşkına dönmek, donakalmak, hayrete düşmek, afallamak.
بَهُتَ – بُهَاتَةً………Hayrete düşmek. Hayrette kalmak. Donakalmak. Afallamak. Şaşkına dönmek. İftira atmak.
بَهَّتَ – تَبْهِيتًا………İftira atmak. Bir kimsenin yapmadığı şeyi ona yüklemek. Yapmadığı şeyle suçlamak. Dehşete düşürmek. Delilini çürütüp afallatmak. Delilini çürütüp şaşkına çevirmek / susturmak.
بَاهَتَ – مُبَاهَتَةً………İftira atmak. Bir kimsenin yapmadığı şeyi ona yüklemek. Yapmadığı şeyle suçlamak, dehşete düşürmek. Delilini çürütüp afallatmak. Delilini çürütüp şaşkına çevirmek / susturmak.
بَاهَتَ ………Küstah olmak. Yüzsüz arsız olmak. Rakibini susturmak için her yola başvurmak.
بَاهَت ………Solgun, renk atmış, uçuk.
بَهَّاتٌ………İftiracı. Devamlı surette insana iftira eden kişi. Rakiplerine kara çalan kimse.
بَهَتٌ………Afallama. Hayrete düşme, şaşakalma. Yapılan iftira ya da yalanlamadan ötürü şşakına dönme.
بَهْتٌ ………Bir tür beyaz ve parlak taş. Gezegenlerin seyri ilgili bir hesaplama.
بُهْتٌ………İftira. Başkalarını yalan yere suçlama.
بَهْتَانٌ………Yalan, iftira, batış. Yapmadığı şeyle suçlanıp insanı şaşkına çeviren şey.
بَهُوتٌ (ج) بُهُتٌ ………İftiracı. Devamlı surette insanlara iftira atan kimse. Rakiplerine kara çalan kimse.
بَهِيتٌ (ث) بَهِيتَةٌ (ج) بُهَاتَاءُ………Donakalmış. Afallamış. Şaşkına dönmüş.
مَبْهُوتٌ………Şaşırtılmış, şaşırmış, afallamış, donakalmış, dehşete kapılmış.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
Bu kelimenin sözlük manaları ile ilgili böyle dikkat çekici bir durum vardır. Kelime ister farklı sulasi bab’lardan (1, 2, 4, 5) isterse de mezid bablardan gelsin hemen hemen hepsinde neredeyse tek bir anlam vardır. İsfahânî bu kelime ile ilgili şunları söylemiştir:
Allah buyurur ki:
فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ…kâfir adam şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı (2/Bakara 258); yani: Aklı karıştı ve şaşırıp kaldı. قَدْ بَهَتَهُ da bu anlamdadır. Allah buyurur ki:
هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ …Bu büyük bir iftiradır (24/Nûr 16); yani: Duyanları çirkinliğinden dehşete düşüren bir yalandır. Allah buyurur ki:
وَلا يَأْتِينَ بِبُهْتَانٍ يَفْتَرِينَهُ بَيْنَ أَيْدِيهِنَّ وَأَرْجُلِهِنَّ …Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmeyecekler (60/Mümtehine 12).
Burada geçen بُهْتاَن (iftira) zinadan kinâyedir. Bunun çirkin olan her fiil olduğu da söylenmiştir. Yapılması kötü olan herhangi bir şeyi almak veya ayakla ona doğru yürümek gibi fiillerin hepsi bu kapsamdadır, diyenler de vardır. جَاءَ باِلْبَهِيتَةِ yalan getirmek/söylemek, uydurmak demektir.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
- BİRİNCİ BAĞLAM
Allah, iman edenlere öncelik tanıyandır (velidir). Onları ilkesizliğin her türünden ilkeliliğe çıkarır. Kafirlere öncelik tanıyan ise (velisi) ise et-Tağuttur. Onları ilkelilikten ilkesizliğin her türüne çıkarır. İşte bunlar, en-Nar’ın ashabıdır ve onlar orada sürekli kalacaklardır.
Allah, iman edenlere, onları (iman edenleri) karanlığın her türünden bu nura çıkararak dostluk yapar (yakınlık gösterir / yardımcı olur / önceler). Kafirlerin dostları (yardımcıları / öncelik tanıyanları / yakınlık gösterenleri) ise; onları bu aydınlıktan karanlığın her türüne çıkaran et-Tağut’tur. İşte bunlar, en-Nar’ın ashabıdır ve onlar orada sürekli kalacaklardır.
Allah, kendilerini karanlıklardan bu nura çıkardığı iman edenlerin öncelik tanıdığıdır. Kafirlerin öncelik tanıdıkları kişiler ise onları bu nurdan karanlıklara çıkaran her tür et-tağuttur. İşte böyleleri, en-Nar’ın ashabıdır ve onlar orada sürekli kalacaklardır.
Not: وَلِيُّ (veliyyu) kelimesi ikinci mealde amel etmiş şibh-i fiil olarak, sıla cümlesinden sonra gelen fiil cümlesi ise hal cümlesi olarak alınmıştır.
(*) وَلِيُّ: Bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir:
(Veleye – velyen) ……Yakın olmak, yaklaşmak, yakını olmak, hemen peşinden gelmek / getirmek.
(Vela an) ……Uzaklaşmak, uzak durmak.
(Veliye – velyen) ……Yaklaşmak, yakın olmak, yakını olmak, arkadaşı olmak, hemen sonra gelmek, takip etmek.
(Veliye – vilayeten) ……İdare etmek, egemen olmak, hâkim olmak, üstlenmek, üzerine alıp yapmak. Dost olmak, icra etmek.
(Veleye – velayeten) ……Sevmek, dost olmak.
(Evla – ilaen) ……Tavsiyede bulunmak, yönetimine vermek, iyilik etmek.
(Velle – tevliyeten) ……Sırtını dönmek, sırt çevirmek, çevirmek, döndürmek, uzaklaşmak, yüz çevirmek, yöneltmek. Yönetime getirmek, görev vermek.
(Veele – muveleten) ……Sevmek, yakınlık / dostluk göstermek, yardım etmek. Art arda yapmak, devam etmek, uymak, peşinden gitmek.
(Tevelle (an ile) – tevelleyen) ……Sırt çevirmek, vazgeçmek, uzaklaşmak, bırakmak, yüz çevirip gitmek, (harf-i cersiz) üstlenmek, üzerine almak, dost edinmek, yardım etmek.
(Tevale – teveliyen)……Peşpeşe olmak, peşpeşe gelmek, devam etmek.
(istevle – istilaen) ……Yenmek, üstün gelmek, üstesinden gelmek. Elde etmek, istila etmek, elde edip kaplamak, ele geçirmek.
(Evla (ismi tafdil) ……Daha layık, en layık, en uygun, en yakın, daha dost, daha sevimli.
(Evleviyyetun (ç) evleviyyatu)…… Öncelik, üstünlük, tercih edilebilirlik.
(Tevalin) …… Ardarda olma, peşpeşe gelme.
(Velaun) …… Yakın, yakınlık, yardım, sevgi, dostluk.
(Veli (ç) evliyau) ……Veli, dost, hısım akraba, yardımcı, seven, önceleyen.
(Mevlen (ç) mevali) ……Efendi, azat edilen köle, dost, ortak.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
R. El İsfahânî bu kelime ile alakalı olarak şu açıklamaları yapmıştır:
وَلاَء ve تَوَالِي … …Kelimeleri, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışma/yardımlaşma, mekân ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı/yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir.
وِلاَيَة : Yardım, demektir. وَلاَيَة de, idareyi üstlenmek, yönetmektir. Kimisi de şöyle der: وَلاَيَة وِلاَيَة formları tıpkı, دَلاَلَة ve دِلاَلَة formları gibidir. Hakikati ise, idareyi üstlenmektir.
وَلِي ve مَوْلَى formları da bu alanda kullanılır. Her biri fâil/işi yapan yani: مَوَالِي anlamında kullanılır. Aynı kelimeler mef’ûl (eylemden etkilenen) yani: مَوَالِى manasına gelirler. Mü’min kişi için: هُوَ وَلِيُّ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ …O, Yüce Allah’ın velisidir, denir; مَوْلاَهُ …O Allah’ın mevlasıdır ifâdesi ise varit olmamıştır. Fakat اَللهُ تَعَالَى وَلِيُّ اْلمُؤْمِنِينَ وَمَوْلاَهُمْ …Yüce Allah, mü’minlerin velisidir ve mevlasıdır, denir.
Şu âyetler birincisi için misaldir:
اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آَمَنُوا — وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ …Allah, iman edenlerin velisidir; İnkâr edenlerin velileri de tağuttur; (2/Bakara 257);
إِنَّ وَلِيِّيَ اللَّهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّىالصَّالِحِينَ …Zira benim velim, Kitabı indiren Allah’tır ve O, salih kullarına sahip çıkar (7/A’râf 196);
وَاللَّهُ وَلِيُّالْمُؤْمِنِينَ …Allah da mü’minlerin dostudur (3/Âl-i İmrân 68);
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آَمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لاَ مَوْلَى لَهُمْ …Bu böyledir. Çünkü Allah iman edenlerin Mevlasıdır. İnkâr edenlerin ise Mevlası yoktur (47/Muhammed 11).
Şu âyetler de aynı konuya işaret ederler:
وَإِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَوْلاَكُمْنِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ …Yok vazgeçmez de tekrar eskiye dönerlerse artık bilin ki, Allah sizin Mevla’nızdır. O ne güzel Mevla, ne güzel yardımcıdır(8/Enfâl 40);
وَاعْتَصِمُوا بِاللَّهِ هُوَ مَوْلاَكُمْفَنِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ …Allah’a sarılın. O sizin Mevla’nızdır. O ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (22/Hac 78);
قُلْ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ هَادُوا إِنْ زَعَمْتُمْ أَنَّكُمْ أَوْلِيَاءُ لِلَّهِ مِنْ دُونِ النَّاسِ …De ki: Ey Yahudi olanlar! Eğer insanlar arasında yalnız sizin, Allah’ın dostları olduğunuzu sanıyorsanız, (62/Cuma 6);
فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ مَوْلاَهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالمَلاَئِكَةُ بَعْدَ ذَلِكَ ظَهِيرٌ …onun dostu Allah, Cibrîl ve mü’minlerin iyileridir. Bunun ardından melekler de onun arkasıdır (66/Tahrîm 4);
ثُمَّ رُدُّوا إِلَى اللَّهِ مَوْلاَهُمُالْحَقِّ …Sonra da gerçek Mevlâlarına döndürülürler (6/En’âm 62);
وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ …Onlar için Allah’tan başka bir veli de bulunmaz (13/Ra’d 11) âyetinde geçen وَالٍ …kelimesi de, وَلِي anlamındadır.
Yüce Allah, birçok âyette mü’minler ile kâfirler arasında herhangi bir velâyet bağının olmayacağını bildirmiştir. Şöyle ki:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ …Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez (5/Mâide 51).
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لاَ تَتَّخِذُوا آَبَاءَكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاءَ إِنِ اسْتَحَبُّوا الْكُفْرَ عَلَى اْلإِيمَانِ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ …Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları dostlar edinmeyiniz. Sizden her kim onları dost edinirse işte onlar da o zalimlerden olurlar (9/Tevbe 23);
اتَّبِعُوا مَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ قَلِيلاً مَا تَذَكَّرُونَ …(Ey insanlar) Rabbinizden, size indirilene uyun ve O’ndan başka dostlara uymayın, ne kadar da az öğüt alıyorsunuz! (7/A’râf 3).
أُولَئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَالَّذِينَ آَمَنُوا وَلَمْ يُهَاجِرُوا مَا لَكُمْ مِنْ وَلاَيَتِهِمْ مِنْ شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُوا …işte bunlar birbirinin dostudurlar. İman edip hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin herhangi bir dostluğunuz yoktur (8/Enfâl 72).
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لاَ تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاءَ …Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin (60/Mümtehine 1);
تَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ أَنْفُسُهُمْ أَنْ سَخِطَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ وَلَوْ كَانُوا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالنَّبِيِّ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مَا اتَّخَذُوهُمْ أَوْلِيَاءَ…Onlardan birçoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine sunduğu şey ne kadar kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir. Onlar ebedî olarak azap içinde kalacaklardır. Eğer onlar, Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’ân’a inanmış olsalardı, kâfirleri dost tutmazlardı Eğer onlar, Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’ân’a inanmış olsalardı, kâfirleri dost tutmazlardı (5/Mâide 80-81).
Yüce Allah kâfirler ile şeytanlar arasında dünyada bir müvâlât (dostluk, yakınlık, beraberlik) bulunduğunu, yalnız bu dostluğun âhirette olmayacağını bildirmiştir. Onların dünyadaki dostlukları hakkında şöyle buyurur:
اَلْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ …Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirlerine benzerler. (9/Tevbe 67);
إِنَّهُمُ اتَّخَذُوا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ اللَّهِ …Çünkü onlar, şeytanları Allah’tan başka dostlar tuttular (7/A’râf 30)
;إِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاءَلِلَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ …Biz, şeytanları, inanmayanların dostları yaptık (7/A’râf 27);
فَقَاتِلُوا أَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ …O hâlde siz şeytanın dostlarına karşı savaşın (4/Nisâ 76).
Yüce Allah bu kişilerle şeytan arasında bir dostluk oluşturduğu gibi, şeytana onlara karşı dünyada bir üstünlük de vermiştir:
إِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذِينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذِينَ هُمْ بِهِ مُشْرِكُونَ …Şeytanın nüfuzu, ancak onu dost edinenlere ve Allah’a ortak koşanlaradır (16/Nahl 100).
Fakat âhirette onlar arasında herhangi bir dostluk olmayacağını beyan etmiştir. Kâfirlerin birbirinin dostu olduklarına ilişkin beyanında şöyle buyurmuştur:
يَوْمَ لاَ يُغْنِي مَوْلًىعَنْ مَوْلًى شَيْئًا وَلاَ هُمْ يُنْصَرُونَ …O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. Onlara yardım da edilmez (Duhân 41);
ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُمْ بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُمْ بَعْضًا …Sonra kıyamet gününde ise, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir (29/Ankebût 25);
قَالَ الَّذِينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ رَبَّنَا هَؤُلَاءِ الَّذِينَ أَغْوَيْنَا أَغْوَيْنَاهُمْ كَمَا غَوَيْنَا تَبَرَّأْنَا إِلَيْكَ مَا كَانُوا إِيَّانَا يَعْبُدُونَ …Haklarında azaba atılma hükmü gerçekleşenler, Rabbimiz! Biz nasıl azmışsak, işte bu azmışları da öylece azdırdık. Bunlardan teberi edip sana sana sığındık. Zaten onlar aslında bizlere tapmıyorlardı, derler (28/Kasas 63).
تَوَلَّى fiili, kendi başına müteaddî/geçişli yapıldığında, velâyet manasını taşır. En yakın yerlerde kullanımı bundandır. Bu anlamda denir ki: وَلَّيْتُ سَمْعِي كَذَا، وَوَلَّيْتُ عَيْنِي كَذَا، وَوَلَّيْتُ وَجْهِي كَذَا Bu, ona kulak verdim, gözlerimi ona diktim, yüzümü ona çevirdim, manasına gelir.
Allah buyurur ki: قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّوَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ …Doğrusu, biz, yüzünün semaya yöneldiğini, orada şekilden şekle geçerek, aranıp durduğunu görüyorduk. Artık seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Haydi bakalım, yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Siz de ey mü’minler, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin! (2/Bakara 144).
تَوَلَّى fiili, eğer مِنْ harfi ile lafzan veya takdiren müteaddî (geçişli) yapılırsa, o zaman da yüz çevirme ve yakınlığı terk etme manasını taşır.
Birincisine misal: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ إِنَّ اللَّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ …Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez (5/Mâide 51);
وَمَنْ يَتَوَلَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذِينَ آَمَنُوا فَإِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ …Kim Allah’ı, O’nun Resûlünü ve mü’minleri dost edinirse, (iyi bilsin ki) Allah’ın taraftarları galip geleceklerdir (5/Mâide 56).
İkincisine misal: فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِالْمُفْسِدِينَ …Eğer (haktan) yüzçevirirlerse, şüphesiz ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir (3/Âl-i İmrân 63);
إِلاَّ مَنْ تَوَلَّى وَكَفَرَ Ancak kim yüz çevirir ve kâfir olursa, (88/Gâşiye 23);
فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ … Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun biz Müslümanlarız (3/Âl-i İmrân 64);
وَإِنْ تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُونُوا أَمْثَالَكُمْ …… Eğer siz Hak’tan yüz çevirirseniz Allah yerinize başka bir kavim getirir. Sonra onlar sizin gibi olmazlar (47/Muhammed 38);
وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَإِنَّمَا عَلَى رَسُولِنَا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ …… Allah’a itâat edin, Peygamber’e de itâat edin, yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır (64/Teğâbun 12);
وَإِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَوْلَاكُمْ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ …… Eğer yüz çevirirlerse artık bilin ki, Allah sizin Mevla’nızdır. O ne güzel Mevla, ne güzel yardımcıdır (8/Enfâl 40);
فَمَنْ تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ …… Her kim bundan sonra yüz çevirirse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir (3/Âl-i İmrân 82).
Yüz çevirmek, terk etmek anlamında kullanılan تَوَلِّي bazen bedenle olur, bazen de kulak vermemek ve bağlılığı reddetmek şeklinde olur.
Allah buyurur ki: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنْتُمْ تَسْمَعُونَ …… Ey iman edenler, Allah’a ve Resûlü’ne itâat edin, işitip durduğunuz hâlde onun emirlerinden yüz çevirmeyin! (8/Enfâl 20). Yani, Yüce Allah’ın şu âyette kendilerini tanımladığı kimselerin yaptığını yapmayın: وَاسْتَغْشَوْا ثِيَابَهُمْ وَأَصَرُّوا وَاسْتَكْبَرُوا اسْتِكْبَارًا …… onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe kibirlendiler (71/Nûh 7).
Kendileri hakkında şöyle söylenen kişilerin sözlerini örnek almayın:
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لاَ تَسْمَعُوا لِهَذَا الْقُرْآَنِ وَالْغَوْا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ …… İnkâr edenler: Bu Kur’ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz, dediler (41/Fussilet 26).
وَلاَّهُ دُبُرَهُ sözü ise, kişinin yenildiğini, hezimete uğradığını gösterir. Bu anlamda Allah buyurur ki:
لَنْ يَضُرُّوكُمْ إِلاَّ أَذًى وَإِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ اْلأَدْبَارَ ثُمَّ لاَ يُنْصَرُونَ ……Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler, eğer sizinle savaşmaya kalkışsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine yardım da edilmez (3/Âl-i İmrân 111);
وَمَنْ يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ إِلاَّ مُتَحَرِّفًا لِقِتَالٍ أَوْ مُتَحَيِّزًا إِلَى فِئَةٍ ……Böyle bir günde her kim onlara, tekrar dönüp çarpışmak için geri çekilmek veya diğer bir safta yeniden mevzilenmek hâlleri dışında, arkasını dönerse, (8/Enfâl 16).
فَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا ……Onun için katından bana veli ihsan et (19/Meryem 5). Yani, senin dostlarından olacak bir oğul ver.
وَإِنِّي خِفْتُ الْمَوَالِيَ مِنْ وَرَائِي وَكَانَتِ امْرَأَتِي عَاقِرًا فَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا ……Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek varislerden endişedeyim. Karım da kısır bulunuyor. Onun için katından bana veli ihsan et (19/Meryem 5) âyetinde geçen مَوَالِي kelimesi ise, deniyor ki: Bu, amca oğullarıdır. Kimisi de: Köleleridir, der.
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا …… Onun aciz kalıp bir veliye de ihtiyacı da olmaz. Tekbir getirerek O’nu noksanlıklardan yücelt de yücelt (17/İsrâ 111) âyetinde ise, velî’nin olmayacağı anlatılmaktadır. Çünkü devamında مِنَ الذُّلِّ ifâdesi yer almaktadır. Çünkü, daha önce geçtiği gibi, kullarının sâlih olanları O’nun velîleridir (dostlarıdır). Yalnız onların dostlukları, Yüce Allah’ın onlarla üstünlük sağlamasındandır.
مَنْ يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا Allah kime hidâyet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır; kimi de saptırırsa, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın (18/Kehf 17).
وَلْي ise, ilk yağmurun ardından gelen yağmurdur.
مَوْلَى ise, azat eden, azat edilen, antlaşmalı olan, amca oğlu ve komşu anlamlarına gelir. Bir başkasının işini yapmayı üzerine alan herkese onun velisi denir.
فُلاَنٌ أَوْلَى بِكَذَا Falan kişi, şunun için evlâdır, denir. Yani, ona daha uygun, daha yerindedir. Allah buyurur ki:
النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو اْلأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلاَّ أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا …… Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden önce gelir. O’nun hanımları da onların analarıdır. Akraba olanlar da Allah’ın kitabında birbirlerine, diğer mü’minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir maruf yapmanız müstesnâdır (33/Ahzâb 6);
إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آَمَنُوا وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ …… Doğrusu onların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah da mü’minlerin dostudur (3/Âl-i İmrân 68).
إِنْ يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقِيرًا فَاللَّهُ أَوْلَى بِهِمَا …… Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır (4/Nisâ 135);
وَأُولُو اْلأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ …… Akraba olanlar, Allah’ın Kitap’ına göre birbirine daha yakındırlar. (8/Enfâl 75); أَوْلَى لَكَ فَأَوْلَى Yakındır, o bela sana, daha yakın (75/Kıyâmet 34).
Bunların hepsi bunun birer misalidir. Yani, azap öncelikle sana daha yakındır ve sen helake çok yakınsın. Kimisi de: Bu müteaddî bir fiildir ve yakınlık anlamındadır, der. Kimisi ise, manası şudur der: Hadi oradan! Sus! Çekil karşımdan!
Bunun ilgili deyimler: وَلِيَ الشَّيْءُ الشَّيْءَ bir şey, bir şeyin yanında eklendi, أَوْلَيْتُ الشَّيْءَ شَيْئًا آخَرَ…bir şeyi başka bir şeye ekledim, manasına gelir.
Azat etmede وَلاَء kendisiyle varis olunan yakınlık bağıdır. Bu nedenle وَلاَء satışı ve hibesi yasaklanmıştır.
İki şey arasındaki مُوَالاَة Onların art arda gelmeleridir.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
(*) الظُّلُمَاتِ (ez-Zulumat): Somut veya soyut olarak karanlık anlamına gelen (zulmetun) kelimesinin cemi-müennes-salim formunda çoğulu olarak gelen bu kelimenin bu ayette kastettiği “karanlıklar” manasının bilinen manada somut olarak ışığın yokluğu hali olmadığı açıktır. Kelimenin soyut olarak kastettiği “karanlıklar” manası “bilinmezlik, seçememe, ayırt edememe, anlamama durumu, kuralsızlık, tarif getirememe” gibi her tür belirsiz durumdur. Daha açık bir ifadeyle anlatmak gerekirse; “kişinin ne yapacağını bilememe, hangi tavrı alacağını seçememe, tasavvurunda nasıl bir yere koyacağını anlayamama” durumlarının hepsidir. Kelime ayette “tür ismi” olarak geçmektedir. Bu yüzden “her tür belirsiz durum, her tür anlaşılmaz durum, her tür ilkesiz durum” anlamı verilmesi gerekmektedir.
(*) النُّورِ (en-Nur): Çoğul olarak gelen ‘ez-zulamat’ kavramının tam karşısına tekil ve marife olarak bu kelimenin konması bahse konu olan ‘en-nur’un sadece bir tane ve tanıtılmış olduğunu göstermektedir. Kelimenin zıt anlamlısı olan ‘ez-zulamat’ın başındaki “harf-i tarif” cins için getirilmişken, bu kelimenin başındaki harf-i tarif kesinlikle “ahd-i zikri” olarak getirilmiştir. Bahse konu olan ‘en-Nur’ Kur’an’da şu şekilde geçmektedir:
Ey ehl-i kitap! Resûlümüz size Kitap’tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir kitap geldi (TDV meali).
Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat’ı indirdik. Kendilerini (Allah’a) vermiş peygamberler onunla yahudilere hükmederlerdi. Allah’ın Kitab’ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zâhidler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna) şahitlerdi. Şu halde (Ey yahudiler ve hakimler!) İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir (TDV meali).
Kendinden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu İsa’yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nûr bulunmak, önündeki Tevrat’ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil’i verdik (TDV meali).
Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır (TDV meali).
Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur’an), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır (TDV meali).
Andolsun ki Musa’yı da: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın (geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket) günlerini hatırlat, diye mucizelerimizle gönderdik. Şüphesiz ki bunda çok sabırlı, çok şükreden herkes için ibretler vardır (TDV meali).
Bunlar ve buraya almadığımız birçok ayette ‘en-Nur’ kelimesi hep tekil ve hep marife olarak geçmektedir. Yukarıdaki ayetlere dikkat edilirse Tevrat’ın, İncil’in, Musa’ya verilen el-kitab’ın, Kur’an’ın ve resullere verilenlerin hep ‘en-Nur’ olarak tanımlandığı görülecektir. “Nur” olarak tanımlanan bu kadar çok şey olmasına rağmen, kelimenin hiçbir şekilde çoğul gelmemesi ve daima marife olarak gelmesi Yüce Allah’ın dininin bir tane olduğu, kitaplarının hepsinin de aslında tek bir tane olduğu ve bunun da ‘en-Nur’ olduğu anlaşılmaktadır. Yüce Allah Bakara 257. ayette “onları nurlara çıkarır” dememiş, “o nura çıkarır” demiştir. Bu cümle sadece Muhammed’e iman edenler için kurulmuş bir cümle değil, tüm zamanları ve tüm mekanları kapsayan evrensel bir cümledir. Yüce Allah, Muhammed’den önce de Muhammed’den sonra da daima müminleri karanlıklardan Nura çıkaran Veli’dir. Bu onun hiçbir zamanda ve hiçbir mekânda değişmeyen, başkalaşmayan sünnetidir. Sadece bu ayet bile resullere verilen kitabın da şeriatın da tek bir tane olduğunu göstermesi açısından yeterlidir. Ne Yahudilik ne Hıristiyanlık ne Sabii’lik ne de Müslümanlık Allah’ın dinidir, hiçbiri Allah’ın nuru değildir. Yüce Allah’ın müminleri çıkardığı tek bir tane nur vardır; o nur elimizdeki Kur’an’dır. Tüm resullere verilen ‘Nur’ da işte bu Nur’dur. Kelimenin sözlük manaları şu şekildedir:
(Nare – nevran) …… Ateş çıkarmak, parlayıp ışık saçmak, yayılmak, marka basmak, damgalamak, (min ile) kaçmak, nefret etmek.
(Enare – inareten) …… Aydınlatmak, ışık vermek, ışıklandırmak.
(Nevvera – tenviran) ……Gün doğmak, ışığı belirmek, ağaç vb.çiçek açmak. Bir şeye açıklık getirmek, iyi olan bir şeye eriştirmek, (ala ile) yol göstermek.
(Tenevvera – tenevvuran) ……Aydınlanmak, ışıklanmak.
(Neevera – munaveretün) ……Sövmek, kötü söz söylemek, manevra yapmak.
(İsteneera – istinaraten) …… Aydınlanmak, ışığa kovuşmak, ışık istemek, aydın ve kültürlü olmak, (ala ile) kazanmak, üstün gelmek.
(Tenvirun) …… Aydınlatma, ışık verme, bilgilendirme.
(Menaretün) ……Minare. Fener, tepesinde mum olan kandil.
(Munaveretün (ç) münaveratun) ……Manevra, tatbikat.
(Minvarun / nevveratun) …… Projektör, ışıldak, ışık saçan cihaz.
(Münirrun) ……Işık saçan, aydınlatıcı, parlak, parlayan, açık, belirgin.,
(Narun (ç) niran) …… Ateş, barut.
(Şeyhu’n nari) ……Ateşin şeyhi, şeytan.
(Nevrun (ç) envarun) ……Çiçek.
(Nurun (ç) envarun) …… Işık, nur.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
Bu kelimenin (النُّور) (en-Nur) geldiği kalıbı (mübalağa ile ismi fail) göz önüne aldığımızda kastettiği anlamın “daimî ışık, daima aydınlatan, ışığı daim ve sürekli olan” şeklinde olması gerekmektedir. Kelimenin sulasi kökündeki “yayılmak” manasını da göz önüne aldığımızda “yaygın olarak ışık veren, yaygın ve sürekli olarak ışık veren, ışığı her şeyi kapsayan” anlamı ön plana çıkacaktır. Kelimenin ‘min’ harfi ceri ile kullanımını ve ayette hem ‘ez-zulumat’ hem de ‘en-nur’ kelimelerinin önünde de ‘min’ harfi ceri geçtiğini göz önüne aldığımızda “müminler” için kullanılan cümlenin anlamı: “iman edenlerin kendisinden nefret edip kaçtıkları karanlıklardan, sürekli ve daimî işte bu aydınlığa çıkaran…” şeklinde; “kafirler” için kullanılan cümlenin anlamı ise “kendilerini nefret edip kaçtıkları bu daimi aydınlıktan her türlü karanlığa çıkaran…” şeklinde olacaktır.
Allah ona (İbrahim’e) bir yetki verdiği için, hani İbrahim; “Benim rabbim, yaşatan ve öldürendir” dediği zaman “ben de yaşatırım ve öldürürüm” diyerek onunla delilli-ispatlı tartışmaya kalkışan kişiyi anlamadın mı? İbrahim’in; “şu kesin ki Allah, güneşi el-maşrikten getiriyor, madem öyle haydi sen de onu el-mağrip’ten getir” demesi üzerine kafirlik eden bu kişi şaşırıp kalmıştı. Allah ilkesiz davranan toplumlara kılavuzluk yapmaz.
Allah ona (İbrahim’e) bir yetki verdiği için, hani İbrahim; “Benim rabbim, yaşatan ve öldürendir” dediği zaman “ben de yaşatırım ve öldürürüm” diyerek onunla delilli-ispatlı tartışmaya kalkışan kişiyi anlamadın mı? İbrahim; “şu kesin ki Allah, güneşi el-maşrikten getiriyor, madem öyle haydi sen de onu el-mağrip’ten getir” demişti de bunun üzerine kafirlik eden bu kişi, (İbrahim’i) susturmak için her yola başvurmuştu. Allah ilkesiz davranan toplumlara kılavuzluk yapmaz.
Kendisine mülk verilen kimdir?
(*) اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ (en âtâhu(A)llâhu-lmulke): Başındaki mastar edatından dolayı yargı bildiren bir cümle olmaktan çıkıp kavrama dönüşen müfred hükmündeki bu cümlenin, ana cümle içerisindeki konumu “mef’ulü li eclih”tir. Yani cümledeki fiilin (حَٓاجّ) (hâcce) hangi sebebe binaen yapıldığını bildirmektedir. Fakat cümledeki ‘hu’ zamirinin mercisinin kim olduğu bu sebebi taban tabana değiştirecektir. Ulemanın büyük çoğunluğu ‘hu’ zamirinin mercisini yine kavrama dönüşmüş en baştaki bu cümle الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ (elleżî hâcce ibrâhîme fî rabbihi) (İbrahim ile rabbi hakkında tartışan adam) olduğu kabulü üzerinden ayete mana vermiş ve tefsirlerini bu yönde yapmışlardır. Buna göre ayetteki ilk cümleden şöyle bir kurgu oluşturmuşlardır. İbrahim ile rabbi hakkında tartışan bir adam vardır. Bu adamın İbrahim ile tartışmasının sebebi; Allah’ın ona yani o adama mülk vermesidir. İşte buradan yola çıkan ulema meşhur “Nemrut” figürünü ortaya çıkarmışlardır. Zemahşerî ayette hiçbir isim vermemesine rağmen bahse konu olan adamın “Nemrut” olduğundan o kadar emindir ki bu ayetin tefsirini yaparken hiçbir açıklama bile yapmadan söze direkt olarak “Nemrut” ismi ile başlamıştır. Bunun yanında mef’ulü li eclih olduğunu belirttiğimiz cümledeki (اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ) (en âtâhu(A)llâhu-lmulke) ‘hu’ zamirinin mercisinin de yine “Nemrut” olduğunu söyledikten sonra neden böyle bir iraba başvurduğunu şöyle açıklamıştır:
“Görmedin mi?” ifadesi Nemrut’un Allah hakkında tartışması ve onu inkâr etmesi konusundaki hayreti ifade eder. اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ Allah kendisine hükümranlık verdiği için] ifadesi, (حَٓاجّ) [tartışan] fiiline iki açıdan mütealliktir (onunla ilişkilidir). Birincisine göre anlam; “Allah ona hükümranlık verdiği için tartışmaktadır” şeklindedir, yani kendisine hükümranlık verilmesi onu şımartmış̧, kibirlenmesine sebep olmuş̧, o da bu yüzden tartışmaya girmiştir. Ya da bu kişi Allah’ın verdiği hükümranlığa karşı ona şükretmesi gerekirken, bunun yerine Rabbi konusunda tartışmaya girmiştir. Bu sebeple tartışmayı, “Allah hükümranlık verdiği için” yaptığı ifade edilmiştir. Buna benzer şekilde, “Falan kimse kendisine ihsanda bulundum diye bana düşmanlık etti” dersin, yani bu ifadede, “ihsanıma karşı göstermesi gereken dostluk yerine, düşmanlık etti” demek istersin. Bunun bir benzeri de “(Ondan) bütün nasibiniz, (onu) yalanlamak mı olacak?!” [Vakıa 56/82] ayetinde söz konusudur. İkincisine göre ise anlam; “Allah kendisine hükümranlık verdiğinde tartıştı” şeklindedir.
(Zemahşerî / El-Keşşaf)
İşi bu kararda bırakan Zemahşerî’ye nispetle Kurtubî, ayette geçen olayın kötü kahramanı hakkında çok daha detaylı açıklamalar yapmıştır.
(Not: Aşağıdaki uzun alıntıda bazı isimlerin farklı şekillerde yazılması bizim yazarken yaptığımız harf hataları değildir. Biz orijinal metinde nasıl geçiyorsa öyle yazdık)
Hz. İbrahim ile tartışan kimse Nemruz b. Kuş b. Kenan b. Sam b. Nuh’tur. Zamanın hükümdarı, Hz. İbrahim’i atmak üzere ateş yakan ve sivrisinek ile ölümü gerçekleşen kimsedir. Bu, İbn Abbas, Katade, Mücahid, er-Rabi, es-Süddi, İbn İshak, Zeyd b. Eslem ve başkalarının görüşüdür.
Onun ölümü, Yüce Allah’a karşı savaşmayı kararlaştırınca şöyle olmuştu. Allah (kavminin) üzerine bir bölük sivrisinek göndermiş, bu sivrisinekler ise güneşi kapatmış. Nemrud’un beraberindeki askerleri. Yiyip bitirmiş ve geriye kemiklerinden başkasını bırakmamıştı. Bu sineklerden bir tanesi Nemrud’un beyninin içerisine girmiş, beynini yiyip durmuş, sonunda bu sinek bir fare kadar büyümüştü. Artık bundan sonra Nemrud nezdinde en değerli kimse kafasına bu iş için hazırlanmış bir tokmak ile vuran kişi olmuştu. Bu müsibet kırk gün devam etti.
İbn Cüreyc der ki: Nümrüz (Nemrud) yeryüzünün ilk kralıdır. İbn Atiyye de der ki: Böyle bir iddia reddedilmiştir. Katade der ki: İlk zorbalık taslayan kişi odur. Babil’deki köşkün sahibi odur.
Denildiğine göre Nemrud, bütün dünyayı eline geçirmişti. Ve o (yeryüzüne egemen olan) iki kâfirden birisidir. Diğeri ise Buhtanassar’dır. Yine denildiğine göre Hz. İbrahim ile tartışan kimse Numruz b. Falih b. Abir b. Şalih b. Erfehşed b. Sam’dır. Bütün bunları İbn Atiyye demiştir.
es-Süheyli’nin naklettiğine göre ise Hz. İbrahim ile tartışan; Numruz b. Kuş b. Kenan b. Ham b. Nuh’tur. Bu kişi Sevad (Sevad-ı Irak)’ın hükümdarı idi. Buranın başına onu “el-İzdikak” ile tanınan ed-Dahhak getirmişti. Bunun da adı Beyuraseb b. Endraset idi. Bütün bölgelerin hükümdarı idi. Efridun b. Esfiya’nın öldürdüğü de odur. İşte şair Habib (b. Evs ebu Temmam) onun hakkında şöyle demektedir.
Sanki o, alemler arasında öldürdüklerinden ed-Dahhak’tır;
Sen de Efridun gibisin.
Ed-Dahhak, oldukça azgın ve zorba birisiydi. Naklettiklerine göre bin yıl hükümdarlık yapmıştır. İlk çarmıha gererek asan, el be ayakları kesen odur.
Nümruz’un kendi sülbünden gelen “Kuşa” veya buna yakın bir isim taşıyan bir oğlu vardır. Küçük Nümruz diye adlandırılan bir diğer oğlu daha vardı. Küçük Nümruz’un hükümdarlık süresi bir yıl, büyük Nümruz’un hükümdarlık suresi ise nakledildiğine göre dört yüz yıl sürmüştü.
Nümruz’un Hz. İbrahim ile tartışma kıssası ile ilgili iki rivayet vardır. Bu iki rivayetten birisine göre Nemrud’un teb’ası bir bayramları dolayısıyla şehir dışına çıkmışlardı. Hz. İbrahim, putların bulunduğu yere gidip putları kırmıştı. Geri döndüklerinde onlara: Yonttuğunuz şeylere nasıl ibadet edersiniz? Onlar: Ya sen kime ibadet ediyorsun? Diye sordular. Hz. İbrahim dirilten ve öldüren Rabbime ibadet ediyorum dedi.
Kimileri şöyle demiştir: Nümruz yiyecek stok ediyordu. O bakımdan halkın yiyeceğe ihtiyacı oldu mu ondan satın alırlardı. Bulunduğu yere girdiklerinde ona secde ederlerdi. Hz. İbrahim onun yanına girdi, fakat secde etmedi. Bana ne diye secde etmiyorsun, deyince Hz. İbrahim: Ben Rabbimden başkasına secde etmem, dedi. Nümruz ona: Rabbin kimdir diye sorunca Hz. İbrahim: Rabbim dirilten ve öldürendir, dedir.
Zeyd b. Eslem’in naklettiğine göre sözü geçen Nümruz oturup insanların yiyecek getirmelerini emretti. Her toplum geldikçe onlara: Rabbiniz ve ilahınız kimdir? diye soruyor, onlar da: Sensin diyorlardı. Bunun üzerine memurlarına: Haydi bunlara ihtiyacı olan yiyeceği verin, derdi.
Hz. İbrahim yiyecek almak üzere gelince ona: Rabbin ve ilahın kimdir? diye sorunca Hz. İbrahim: Rabbim dirilten ve öldürendir dedi. Numruz bunu işitince: Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. Hz. İbrahim de güneş ile ilgili isteğini söyleyerek ona cevap verince o kafir şaşırıp kaldı. Buna yiyecek vermeyiniz, dedi. Hz. İbrahim bir şey almaksızın ailesine geri döndü. Unu andıran kumdan tepeciğin yanından geçince kendi kendisine şöyle dedi: Ben bundan heybeme doldursam içeri girdiğim vakit çocuklar sevinir ben de seyrederim. Kumu alıp gidince evine vardığında çocuklar sevindiler. İki heybe üzerinde oynamaya başladılar. Kendisi yorgunluktan uyudu. Hanımı da: Uyandığı vakit hazır bulacağı şekilde ona yiyecek yapsam diye düşündü. İki heybeden birisini açınca en güzelinden has un ile karşılaştı. Hz. İbrahim uyanınca hanımı (pişirdiğini) önüne koydu. Bu nereden geldi? deyince hanımı: Getirdiğin undan yaptım, dedi. Böylelikle Hz. İbrahim, Yüce Allah’ın kendilerine bir kolaylık ihsan ettiğini anladı.
Derim ki: Ebu Bekr b. Ebi Şeybe, Ebu Salih’ten şunu nakletmektedir: Peygamber İbrahim (a.s) çoluk çocuğuna yiyecek almak üzere gitti, fakat yiyecek almaya gücü yetmedi. O sırada kırmızı renkli bir kum tepeceğinin yanından geçti. Ordan bir miktar alıp ailesinin yanına geri döndü. Bu nedir? diye sordular. Kırmızı buğday dedi. Onu açtıklarında gerçekten kırmızı buğday olduğunu gördüler. (Ebu Salih) dedi ki: O buğdaydan bir miktar ekti mi, başağı dibinden tepesine kadar üstüste tanelerle dolup taşıyordu.
er-Rabi’ ve başkaları bu kıssa ile ilgili olarak dediler ki: Nümruz, ben diriltir ve öldürürüm deyince, iki kişiyi huzuruna getirtti. Onlardan birisini öldürdü, ötekini serbest bıraktı ve dedi ki: İşte ben bu şekilde bunu dirilttim ötekini de öldürdüm. Hz. İbrahim ona, güneş meselesini söyleyip cevap verince bu sefer şaşırıp kaldı.
Haberde rivayet edildiğine göre Yüce Allah: İzzetim ve celalim hakkı için ben güneşi batıdan doğdurmadıkça kıyamet kopmayacak. Böylelikle buna mutlak kadir olanın ben olduğum bilinsin, buyurdu.
Daha sonra Nümruz Hz. İbrahim’in ateşe atılmasını emretti. İşte zorbaların adeti böyleydi. Herhangi bir şekilde karşılarına çıkılıp delil getirmekten acze düştükleri vakit onu cezalandırmaya kalkışıyorlardı. Allah Hz. İbrahim’i ileride geleceği gibi ateşten korudu (bk. el-Enbiya 21/38-39. ayetler tefsiri).
es-Suddi der ki: İbrahim (a.s) ateşten çıkınca onu hükümdarın huzuruna götürdüler. Daha önce hükümdarın huzuruna çıkmamıştı. Hükümdar onunla konuştu ve ona: Rabbin kimdir? diye sordu. Hz. İbrahim: Benim Rabbim dirilten ve öldürendir, deyince Nümruz: Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. Ben dört kişi alırım. Onları bir eve koyarım, hiçbir şey yemez ve içmezler. Acıktıkları vakit oradan çıkartırım ikisine yemek yediririm, o kişi hayat bulur. Öbür ikisini de terk ederim, onlar da ölürler. Bu sefer Hz. İbrahim ona, güneşi batıdan doğurmasını söyleyip karşılık verince, o da şaşırıp kaldı.
Usulcüler bu ayeti kerime ile ilgili olarak şunu kaydederler: İbrahim (a.s) yüce Rabbini ona has sıfatlardan olan diriltmek ve öldürmek ile nitelendirince – fakat bu hakikati de mecazı da olan bir ifade olduğundan dolayı – İbrahim (a.s) bunların hakikat anlamlarını kastetmekle birlikte Nümruz, mecazi anlama sığındı ve kavminin olayı gerçek şekilde görmesine imkân vermeyecek şekilde hakikati gizledi. İbrahim onun bu karşı cevabını tartışma gereği kabul eder göründü, bu sefer ona başka bir misal vererek mecazın söz konusu olmayacağı bir hususu ondan istedi. “O kafir de şaşırıp kalmıştı.” Yani ileri sürecek delili kalmamış ve: Güneşi doğudan doğuran asıl benim, deme imkânı bulamamıştı. Çünkü akıl sahipleri onun bu iddiasını elbette ki yalanlar.
Bu Ayet-i Kerimenin Delil Olduğu Hususlar:
Bu ayet-i kerime, Allah dünyada kendisine hükümdarlık, güç, kuvvet ve üstünlük verdiği takdirde kâfire “hükümdar” dememin caiz olduğuna delildir. Aynı şekilde karşılıklı münazara, tartışma ve delil getirmenin de müsbet bir davranış olduğuna delildir. …
(Kurtubî / el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân / c.3.s.497)
Okuyucu kardeşim, kusura bakma ama tüm bunları isim bile olmayan, kavrama dönüşmüş “İbrahim ile Rabbi hususunda tartışan adam” ifadesinden çıkaran Kurtubî’nin (ve onun gibilerin) Allah’ın ayetlerini açıklama maskesini suratlarına geçirerek “tefsir” adı altında Yüce Allah’ın tertemiz ayetlerinin altına yazdığı bu safsataların karşısına şu ayeti koymadan geçemeyeceğiz:
Asılsız yalanları kurgulayıp tasarlayarak Allah’a mal etmeye kalkışandan ve bir de kendisine geldiğinde bu hakkı kullanarak durmadan yalan üretenden daha zalimi kimdir? (Allah’ın ayetlerini) örtenler için cehennemde yer mi yok? (R.D).
Bizim yolumuz bellidir. Biz, “Kur’an’ı sadece Kur’an ile anlama” metodunu tercihen almadık, biz buna iman ettik. Bu yüzden biz ayette geçen zamirin mercisini İbrahim hakkında uydurulmuş iğrenç rivayetlerden başka anlamı olmayan o safsatalarda değil de Kur’an’da arıyoruz. Çünkü biz eski veya yeni, hükümdar veya başkan, melik ya da başbakan, kral ya da padişah, sultan ya da imparator, ulu önder ya da evliya gibi her ne isimle isimlendirilirse isimlendirilsin Allah’ı, ahireti, Allah’ın kitabını, resulleri vs. yok sayma temeline yaslanmış hiçbir şeyi hem ‘mülk’ saymıyor hem de bunları onlara Yüce Allah’ın verdiğine asla inanmıyoruz ve inanmayacağız. İşte Kur’an elimizdedir ve Allah’ın neye ‘mülk’ dediği ve bu ‘mülk’ü kime verdiği açıklanmıştır. Dileyen Kur’an’ı okur bunları öğrenir ve ona göre tavır takınır yani iman eder veya etmez. Ama eğer konu İbrahim ise işte onun ‘mülk’ünün delili şu ayetlerdir.
Nisâ/53
اَمْ لَهُمْ نَص۪يبٌ مِنَ الْمُلْكِ فَاِذًا لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَق۪يرًاۙ
Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi (TDV meali).
Nisâ/54
اَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلٰى مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ فَقَدْ اٰتَيْنَٓا اٰلَ اِبْرٰه۪يمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَوَاٰتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظ۪يمًا
Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna Kitab’ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik (TDV meali).
Kurtubî, Zemahşerî ve onlar gibiler rivayetlere yaslanarak Bakara 258. ayette geçen اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ (en âtâhu(A)llâhu-lmulke) (Allah ona mülk verdi diye) işte bu cümledeki ‘hu’ zamirinin karşılığını, “Nümruz/Nemrud” dedikleri kişi olarak almışlardır. Biz ise işte yukarıya aldığımız iki ayete yaslanarak, aynı cümledeki zamirin mercisini “İbrahim” olarak görüyor ve cümlenin anlamının da “Allah İbrahim’e bu mülkü verdi diye” şeklinde olduğunu söylüyoruz. Hatta devamla ayetin ilk cümlesinde geçen ism-i mevsula (الَّذ۪ي) (elleżî) yaslanarak bahse konu olan “İbrahim ile tartışan kişinin” Kur’an’ın başka yerlerinde kesinlikle bahsinin geçmiş olduğunu söylüyoruz. Kur’an’a iman ettiğini söyleyenlere düşen, bu ism-i mevsul’ün Kur’an’daki izlerini takip ederek kimi kastettiğini tespit etmektir.
Peki biz bu uzun alıntıları neden yaptık?
Bizim bu uzun alıntıları yapmamızın temel sebebi ayetlerin arkasına konulan rivayetlerin, kelimelerin manalar üzerinde ne kadar etkili olduğunun görülmesi içindir. Zemahşerî, Kurtubî ve diğerleri ayetin arkasına alıntıladığımız yukarıdaki safsataları koymuş ve o safsatalar bağlamında fiil formunda geçen ‘buhita’ kelimesinin “şaşırıp kalmak” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Fakat böyle demelerine rağmen; bu kelimenin başka kıraatlerde بَهَتَ (behete), بَهَّتَ (behhete), بُهِتَ (buhite) şeklinde okunduğunu ve diğer okuyuşların “karşısındakini susturmak için sövüp saymak da dahil her yola başvurmak” anlamına geldiğini de söylemişlerdir. Bizim kanaatimize göre bu çalışmanın ana konusu olan ‘bühtan’ kelimesinin bu bağlamdaki (Bakara 258) anlamının tam da bu, yani “rakibini susturmak için her yola başvurmak” anlamında geçmektedir.
Rabbi Hakkında İbrahim’le Tartışan Kişi Kimdir?
“Kur’an’ı Kur’an ile anlama” metoduna sadık kalarak Kur’an’da İbrahim ile ve üstelik “İbrahim’e mülk verildi” diye onunla tartışan kim var şeklinde bir tarama yaptığımızda tekil şahsiyet olarak karşımıza sadece babası çıkmaktadır. Kur’an’da anlatılan İbrahim kıssalarına baktığımızda Meryem 41-50. ayetler arasında babası ile tartıştığını ve hatta o tartışmanın sonucunda babasının ona “eğer vazgeçmezsen seni recmederim” dediğini görmekteyiz. Yine aynı bağlamda İbrahim babasına “bana o ilimden sana verilmeyen verildi” demektedir. Yine En’âm 74-83. ayetleri arasında hem de babasının ismi verilerek bahsedilmektedir. Üstelik bu ayetler arasında geçen olayların da bir tartışma olduğu Bakara 258. ayette geçen حَٓاجّ (hacce) kelimesi üzerinden anlatılmaktadır (bkz. En’âm 80). Bakara 258. ayette İbrahim ile tartışanın bir kişi olduğu belirtilirken En’âm 74-83. ayetler arasında tartışanların “babası azer ve kavmi” olduğu belirtilmektedir (bkz. En’âm 74). En’âm suresindeki tartışmanın bir tek konusu vardır: “Rab kimdir?”
Bilindiği gibi En’âm suresinde İbrahim sırayla önce bir gezegene (kevkeb) sonra el-Kamer’e ve daha sonra da eş-şems’e “bu benim rabbim” demekte, ardından bunların hiçbirinin rab olamayacağını haykırmaktadır (konumuz bu olmadığı için detaylara girmiyoruz). İbrahim kıssalarında tartışma diyeceğimiz bir başka bölüm ise Sâffât 83-114. ayetler arasında geçmektedir. Bu kıssa bağlamında da kıssa “babasına ve kavmine dedi ki” şeklinde başlamaktadır. Yine Zuhruf 26. ayette de aynı cümle geçmekte ve orada da “babasına ve kavmine” denmektedir.
Aslına bakılırsa Kur’an’da anlatılan İbrahim kıssalarının tamamında İbrahim’in babası daima ön plandadır. Fakat ne yazık ki müfessirler eliyle babası adeta silik bir karaktere dönüştürülmüş, İbrahim ve babası arasındaki ilişkinin içeriğiyle alakalı akılda kalan tek şey “İbrahim’in müşrik babası için istiğfar etmesi meselesi” olmuştur.
İbrahim kıssasında tartışan kişi
Kur’an’da İbrahim’in tartışma içine girdiği kişiler için “babası ve kavmi” denmektedir. Bunun haricinde İbrahim’in tekil kişilik olarak biriyle tartıştığına dair hiçbir içerik yoktur. İşte biz de buna dayanarak Bakara 258. ayette kavram olarak “Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan” şeklinde tanıtılan kişinin “Nümruz”, “Nemrud” veya “Bahtunassar” değil bizzat babası olduğunu ileri sürüyoruz. Babasının statüsü hakkında söylenen “tapınak rahibi” şeklindeki söylemler aslı olmayan daha doğrusu Kur’an’da herhangi bir karşılığı olmayan şeylerdir. Babasının toplumda yüksek seviyede bir statüsü olduğu Kur’an’daki kıssalardan da anlaşılmaktadır. Kavmi ile yaptığı tartışmaların hepsinde “babası ve kavmi” dendiğine göre, babasının statüsünün “tapınak rahibi” olmanın çok daha ötesinde bir statü olduğu gayet açıktır. Mümkündür ki bizzat babası o toplumun lideri, yöneticisi veya kralıdır. İbrahim ve babası arasındaki ilişkinin Kur’an’da nasıl anlatıldığı, babasının statüsünün ne olduğu üzerine yapılacak bir çalışma bu çalışmanın konusu dışındadır. Bu çalışmanın ana konusu Kur’an’da 8 kez geçen ‘bühtan’ kelimesinin anlamları hakkındadır. Bu kelimenin Mushaf sıralamasında geçtiği ilk bağlam Bakara 258. ayettir. Mazi fiil formunda gelen kelimenin bu bağlamdaki anlamı “rakibini susturmak için her yola başvurmak” şeklindedir.
Mushaf sıralamasında ‘bühtan’ kelimesinin geçtiği ilk bağlam Bakara 258. ayettir. Bizim vardığımız sonuca göre ayette mazi fiil formunda geçen kelimenin bu bağlamdaki anlamı; “rakibini susturmak için her yola başvurmak” şeklindedir. |
- İKİNCİ BAĞLAM
(*) يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (Yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû): Ayet “ey iman edenler” anlamına gelen bir nidâ cümlesi ile başlamaktadır. Normal şartlarda Kur’an’da pek çok kereler kullanılan bu nidâ cümlesi, “kadın-erkek” tüm müminleri kapsayan bir ifadedir. Fakat ulema tarafından ilk cümleye verilen anlamı göz önüne aldığımızda, tüm müminleri kapsaması gereken bu ifade önce “erkek müminler” daha sonra da “ey öldüğünde miras bırakacak mala sahip kadınlarla evli olan erkek müminler” haline getirilerek kapsam alanı oldukça daraltılmıştır. Örnek olarak şu meale bakalım:
Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helal değildir…
(M. Okuyan meali)
Bu meale göre “ey iman edenler” cümlesi sadece “erkek müminleri”, cümlede geçen ‘nisâ’ kelimesi ise sadece “bir erkekle evli kadınları” kapsamaktadır. Her ne kadar ayette “eşlerinize” değil de “kadınlara” denmiş olsa da ortaya çıkan anlam eşlerinize şeklindedir. Bu durumda hem ayetteki “ey iman edenler” ifadesi tüm müminleri değil bazı erkek müminleri hem de “kadınlar” ifadesi tüm kadınları değil sadece evli kadınları kapsayan bir ifadeye dönüşmektedir.
Kur’an’daki miras hukukunda birinci dereceden akraba olan kadınların (anne, kız kardeş / abla, kız çocuk) geriye bıraktıklarına mirasçı olmak için herhangi bir zorlamaya gerek yoktur. Çünkü bunlar hakkındaki miras hukuku “akrabalık” üzerinden belirlenmektedir. Bu tür akrabalıklar göreceli değil kalıcı yani değişmez akrabalıklardır. Ama bir kadına koca olarak akraba olmak kalıcı değil görecelidir. İnsanlar boşandıkları zaman bu ilişki sona erer. İşte bu yüzden miras hukukunun zorlama veya başka bir yolla değişeceği tek kişi kadının kocasıdır.
(*) لَا يَحِلُّ ْ (lâ yahillu): Meal ve tefsirlerin hemen hepsinde “olumsuz-muzari fiil cümlesi” olan bu ifadeye isim cümlesi olarak “helal değildir” manası verilmiştir. Oysa “helal değildir” ifadesi ‘leyse helalun’ şeklindedir. Meal yazarlarının hemen hepsi bu fiil cümlesini isim cümlesine çevirerek bilmeden ittifak etmiş olsalar bile cümlenin devamı hususunda aynı ittifak yoktur. Bazı meal yazarları cümlenin “kadınlara mirasçı olmaktan” bahsettiği yönünde çeviri yaparken diğer bazıları “bizzat kadınların kendilerinin miras yoluyla alınmasından” bahsettiği yönünde çevirmişlerdir.
Ey inananlar, kadınları miras yoluyla zorla almanız size helal değildir… (S. Ateş meali).
Ey iman edenler! Kadınları zorla miras olarak almanız helâl olmaz… (S. Yıldırım meali).
Ey iman edenler! Kadınları zorla miras malı yapıp onları almanız size helal değildir… (B. Sağlam meali).
Diğer meallerde cümleye “kadınlara zorla mirasçı olmanız size helal değildir” şeklinde mana verilmiş olsa bile bu cümleden kastedilen şeyin “ölen kadınların mallarına mirasçı olmak” değil, “bizzat kadınların kendisini miras yoluyla almak” olduğu dipnotlar düşülerek belirtilmiştir.
Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir … (TDV meali).
Mesela, bu mealin sahipleri ayetin ilk cümlesine bu manayı vermiş ama kastedilen şeyin ne olduğuna dair şu dipnotu düşmüşlerdir:
İslam’dan önce Araplar arasında kişi, kocası ölen dul kadına mal gibi varis olurdu. Kadın, mal, eşya gibi rızasına bakılmaksızın alınıp satılırdı. Ayet bu haksız tasarrufu yasaklayıp kadına layık olduğu hakkı ve hürriyeti teslim etmiştir (DİB meali-Nisâ 19. ayet dipnotu).
(Not: Aynı dipnot TDV, Erhan Aktaş, Hayrat Neşriyat, İsmail H. İzmirli, Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu, Suat Yıldırım, Süleyman Ateş meallerinde de bulunmaktadır.)
Bu dipnotun daha uzun açıklaması Zemahşerî’de şu şekilde geçmektedir:
Cahiliye insanı kadınlara envâ-i çeşit eziyetler eder, türlü türlü haksızlıklar yaparlardı. İşte âyette bundan menedildiler. [Mesela] birinin babası, erkek kardeşi veya samimi dostu gibi bir yakını ölüp de geriye hanım bıraktığı zaman adam, o kadının üzerine elbisesini atar ve “Ben ona herkesten daha layığım!” derdi [ve kadınla evlenirdi]. Allah Teâlâ̂ bu sebeple “Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helal olmaz” buyurdu. Yani ölenden miras kalan mallara sahip olunduğu gibi -onlar bunu istemedikleri veya buna zorlandıkları halde- kadınları miras yoluyla almanız helal olmaz. Şöyle de denilmiştir: Adam, kadın ölünceye kadar ona el koyuyordu, âyette buyruldu ki kadınların rızası olmadığı halde, kendilerine mirasçı olabilmek için onlara el koymanız size helal olmaz. Yine, adam bir kadınla evlenip daha sonra onu gözden çıkardığında, “Yeter ki beni boşa!” diyerek kendini malıyla kocasından kurtarsın diye ona kötü muamele eder, baskı altında tutardı. İşbu sebeple “onlara verdiğiniz mehrin bir kısmını götürmek için onları sıkıştırmayın” buyruldu.
(Zemahşerî / El-Keşşaf)
Bu açıklamalara göre ayet cahiliye Arapların uygulamalarından bahsetmektedir. O uygulamalar tarihe karıştığına ve günümüzde miras yoluyla alınan hiçbir kadın olmadığına göre ayetin günümüz dünyasına seslenmediği gibi bir sonuç çıkmakta yani bu ayet de uygulama zeminini kaybetmiş tarihsel bir ayet haline getirilmektedir.
Diğer meallerin hepsinden farklı olarak SV mealinde cümleye şu mana verilip altına da şu dipnot düşülmüştür:
“Ey inanıp güvenenler! Kadınlarınızı zorla nikahınızda tutmanız size helal değildir”
Kadınlarınızı zorla nikahınızda tutmanız” şeklinde anlam verdiğimiz cümlenin hakiki anlamı “kadınlarınıza zorla mirasçı olmanız”dır. Kimin daha önce öleceği belli olmadığı için kimse kimseye zorla mirasçı olamayacağından “mirasçı olma” kelimesine, mecaz anlamı verme zorunluluğu doğar. Mecaz ile hakikat arasında bir ilgi bulunmalıdır. Bir erkek, ancak nikahında iken ölen kadına mirasçı olabileceği için buradaki ilgi, ölene kadar birlikte olma isteğidir. Bunun gerçekleşmesi için erkek, zor kullanarak eşinin boşanma isteğini engelleyebilir. Ayete yukarıdaki anlamın verilmesinin sebebi budur. Kadının da tek taraflı boşama hakkı vardır (Bakara 2/229, Nisâ 4/34-35, Mümtehine 60/10-11). Mezhepler kadının boşama hakkını elinden alıp yerine, son kararın erkekte olduğu ‘muhâlaa’yı koyduğundan ilgili bütün ayetler gibi bu ayete de yanlış anlam vermek zorunda kalmışlardır.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu meal ve dipnot diğer meallere göre çok daha çelişkisiz, çok daha kabul edilebilir ve üstelik Kur’an’ın anlattığı kadın-erkek ilişkilerine daha uygundur. Dahası bu meale göre ayet, uygulama zemini çoktan kaybolmuş hükümler içermekten çıkıp hiçbir zaman hükmü kaybolmayacak evrensel bir anlama sahip olmaktadır. Fakat bu mealde hem ayetin metnine bir sadakat yoktur hem de hakikat ve mecaz arasında kurulan ilgi doğal ilgi olmaktan daha çok zorla kurulmuş bir ilgi gibi durmaktadır. Meal yazarları ayetin altına ayetin mealini değil kendi çıkarımlarını yazmışlardır. Ayrıca bu meal yazarları da ayette fiil cümlesi olarak geçen لَا يَحِلُّ (lâ yahillu) ifadesine tıpkı diğerleri gibi isim cümlesi olarak “helal değildir” manası vermişlerdir.
Meal tefsir ulemasının ayete bu şekilde iki farklı anlama gelecek mana vermeleri ister istemez ayetin “kadına mirasçı olmaktan” mı veya “kadının kendisini miras almaktan” mı bahsettiği sorusunu beraberinde getirmektedir.
Bu durumun açığa çıkması için cümlede geçen kelimelere yoğunlaşmamız gerekecektir.
(*) لَا يَحِلُّ ْ (lâ yahillu): Sulasi mücerred kökünde bile aldığı mefule ve kendisinden sonra gelen harfi cer’e göre oldukça farklı anlamlara gelebilen bu kelime sözlüklerde şu şekilde geçmektedir. Sulasi mücerred olarak: (halle–hallen) “çözmek, çözümlemek, ayırmak, dağıtmak, açmak, bileşenleri ayırmak, tahlil etmek” (halle–hallen–hululen–mahallen) “inmek, konaklamak, konuk olmak, yerleşmek, ikamet etmek, eritmek, geçmek” (halle–hululen) “başlamak, gelmek, yaklaşmak, gerekmek, vacip olmak, inmek” (halle–hillen) “helal olmak, yapılması serbest olmak, ihramdan çıkmak, hazır hale gelmek” (Karslı).
Bu kelimenin kastettiği “helal olmak” manası bir şeyin yapılmasının serbest olması, açıklanmış olması, o konuda bir kısıtlama olmaması” anlamına gelmektedir. Yani “şu şey helaldir” denmesi durumunda “yapılması yasak değildir” denmektedir. Ayette kelimenin önünde bir olumsuzluk edatı olduğu için “helal” anlamı üzerinden anlam verilecekse fiil muzari olduğu için “serbest olmaz / serbest olmuyor / serbest olmayacak” şeklindeki anlamlarından birisi olmalıdır. Tekrar edelim ki meallerde لَا يَحِلُّ (lâ yahillu) ifadesine verilen “helal değildir” anlamı isim cümlesinin anlamıdır oysa kelime fiildir.
(*) تَرِثُوا (teriśû) … (verise–virsen–irsen–viresen) “varis olmak, mirasa konmak, mirasçı olmak” (evrese–irasen) “miras bırakmak, bağışlamak, bırakmak” (verrese–tevrisen) “mirasçı etmek, miras bırakmak” (tevarese–tevarusen) “birbirlerine mirasçı olmak, peş peşe devretmek” (isim olarak) tevarüsün…miras olarak kalma, tevarüs etme, kalıtım yoluyla geçme, mirasun…miras, miras olarak alınan şey – müverrisetun…gen (Karslı).
تَرِثُوا (teriśû): R. el-İsfahânî bu kelime hakkında şunları söylemiştir:
وِرَاثَة ve اِرْث Akit ve benzeri gibi bir işlem olmaksızın bir malın / servetin başkasından kişiye intikal etmesidir. Ölüden insana kalan mala da bu ad verilmiştir. Bu şekilde insana geçen mala مِيرَث ve اِرْث denmiştir.
…
Yorulmadan zahmetsiz olarak bir şey elde edene قَدْ وَرث كذا falan şeyi miras aldı denir.
Gerçek mirasçılık eziyet çekilmeden, hesap sorulmadan bir şeyler elde etmektir. Allah’ın iyi kulları, dünyadan gereği kadarını, gerekli zamanda, gerektiği gibi alırlar. Dünyadan bu şekilde istifade eden hesaba çekilmez, onun için cezaya uğratılmaz. Bilakis aldıkları ona bağışlanır ve kendisinden vazgeçilir.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
Kelimenin bu anlamlarını, kelimenin mefulünü direkt almasını, ayette “kadınların malı” şeklinde bir ifadenin olmamasını ve ayetin devam cümlelerini de dikkate aldığımızda, ayetin ilk cümlesine verilecek mananın şu şekilde olması gerekmektedir:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَرِثُوا النِّسَٓاءَ كَرْهًاۜ (Yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû lâ yahillu lekum en teriśû-nnisâe kerhâ(en)) … Ey iman edenler! “Kadınları akitsiz olarak zorla almanız size serbest (helal) olmaz.
Ayetin ikinci cümlesine geçmeden önce bu ayetin Nisâ 15. ayet ile başlayan bir pasaja dahil olan bir ayet olduğunu hatırlamak gerekmektedir. Bu ayetin daha önceki ayetlerle bağını kuran ifade ikinci cümlenin sonunda gelen اِلَّٓا اَنْ يَأْت۪ينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ (illâ en ye/tîne bifâhişetin) işte bu cümledeki ‘fahişat’ kelimesidir. Meal ve tefsir yazarları ikinci cümleye genelde şu manayı vermişlerdir.
وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَٓا اٰتَيْتُمُوهُنَّ اِلَّٓا اَنْ يَأْت۪ينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍۚ (velâ ta’dulûhunne liteżhebû biba’di mâ âteytumûhunne illâ en ye/tîne bifâhişetin mubeyyine(tin))
Apaçık olan ‘çirkin bir hayasızlık’ yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmını gidermeniz (almanız) için onlara baskı yapmanız da (helal değildir.) … (A. Bulaç meali).
Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayınız … (B. Bayraklı meali).
Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın … (TDV meali).
Apaçık bir çirkinlik yapmaları hariç, onlara verdiğinizin (mehrinizin) bir kısmını gidermeniz (geri almanız) için de onları sıkıştırmayın! … (M. Okuyan meali)
Diğer meallerin hepsi de bunların tıpkısının aynısı olduğu için onları da buraya alıp hacmi çoğaltmanın gereği yoktur. Bunlar ve diğer meallerin hepsinde cümlede geçen وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ ((velâ ta’dulûhunne) ifadesi muzari fiil olduğu halde yukarıda da görüldüğü gibi “nehyi hazır” yani emir fiil olarak alınmış ve hepsi de kelimeye “onları sıkıştırmayın” manası vermişlerdir. Bunun yanında cümlenin başındaki atıf edatı yok sayılmış ve bu cümle önceki cümleden bağımsız olarak anlamlandırılmıştır. Yukarıdaki meallerin içinde bir tek A. Bulaç meali hem cümledeki fiile emir fiil manası vermemiş hem cümleye mastar manası vermiş ve hem de parantez içi de olsa bu cümle ile önceki cümleyi birbirine bağlamıştır.
Aslına bakılırsa önceki cümlede geçen لَا يَحِلُّ (lâ yahillu) ifadesi sadece önündeki cümlede değil ikinci cümlede de hükmünü devam ettirmek zorundadır. Çünkü hem birinci cümle hem de ikinci cümle emir (inşa–talep) cümlesi değil haber cümlesidir. Her iki cümlenin yapısı “şu ve şu helal/serbest olmaz” temeli üzerinedir. A. Bulaç diğerlerine göre cümlenin gramatik yapısına daha yakın bir meal vermesine rağmen, onun verdiği mealde de ortaya çıkan bir durum hem anlam açısından açık değildir hem de ortaya çıkan anlamın Kur’an’da bir karşılığı yoktur. O husus şudur:
Yukarıya aldığımız meallerde, erkeklerin kadınlara verdiklerini geri almamaları söylenmektedir ama “apaçık bir ‘fahişat’ yapmaları hariç” denilerek bir istisna yapılmaktadır. Buna göre, “erkekler, ‘fahişat’ işleyen kadınlarından, verdiklerinden bir kısmını alabilirler” gibi bir anlam çıkmaktadır. İşte bu durum Kur’an’da ‘fahişat’ işleyen kadınlardan ne kadarının geri alınacağına dair bir ölçünün olmasını zorunlu kılmaktadır ama Kur’an’da buna dair yani eşleri ‘fahişat’ işleyen erkekler kadınlarına verdiklerinden ne kadarını geri alacaklarına dair bir düzenleme yoktur, daha doğrusu böyle bir düzenleme olduğunu biz bilmiyoruz. Burada şuna dikkat edilmelidir. Kur’an’da ‘fahişat’ işleyen kadın ve erkeğe uygulanacak had cezaları ve diğer önlemler vardır. Olmayan şey eşleri ‘fahişat’ yapan erkeklerin kadınlara verdiklerinden ne kadarını geri alacaklarıdır.
Kur’an’da böyle bir düzenleme yoktur (ya da en azından biz bilmiyoruz) ama müfessirler o düzenlemeleri bulmuş ve tefsirlerine şu şekilde yazmışlardır:
Apaçık, fahiş̧ bir suç̧ işlemedikçe” ifadesindeki fahişten maksat nüşûz [eşini aşıp başkasına bakmak], dik kafalılık ve kocasına ve ailesine hakaret ederek, sövüp sayarak eziyet etmektir. Yani kötü muamele kadın tarafından gelirse o zaman, hulu ‘[anlaşmalı boşanma] talep etmekte mazur olursunuz. Übeyy’in [v. 33/654] illâ en yefhaşne ‘aleykum (size fahiş̧ söz söylerlerse başka) kıraatı da buna [yani fahişten maksadın zina değil, yukarıda saydığımız hususlar olduğuna] delâlet etmektedir. Hasan-ı Basrî Rahimehu’llāh’dan [v. 110/728] fâhişten maksadın zina olduğuna dair rivayet gelmiştir, kadın böyle bir şey yaparsa eşi ondan hulu‘ isteyebilir. Söylendiğine göre Cahiliye döneminde kadın zina ettiğinde adam ona akıttığı malı geri alıp [evinden] çıkartırdı. Ebû Kılâbe [v. 104/722] ve İbn Sîrîn [v. 110/729], adam kadının karnı üzerinde yakalanmadıkça hulu helal olmaz demişlerdir. Rivayete göre Katâde [v. 117/735] de şöyle demiştir: “Kadın malıyla kendini kurtarsın diye erkeğin ona zarar vermek için kadını hapsetmesi helal olmaz” yani velev ki zina etmiş̧ olsun!..
Bunun had cezalarıyla nesh edildiği de söylenmiştir …
(Zemahşerî / El-Keşşaf)
Zemahşerî’nin kısa tuttuğu bu husus Kurtubî tarafından çok daha detaylıca ele alınmıştır.
Ayet-i kerimede hitap velileredir. Burada hitabın onun mirasına tamah ederek, kötü bir şekilde onlarla geçinerek, onları alıkoyan yahut mehirlerinin bir bölümünü fidye olarak verip vazgeçirinceye kadar onları alıkoyan kadınların kocalarına olduğu da söylenmiştir. Bu görüş daha sahihtir. Bunu İbn Atiyye tercih ederek şöyle demiştir: Bunun delili ise Yüce Allah’ın “onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe…” buyruğudur. Eğer bir hayasızlık yapacak olurlarsa, artık velinin o kadının malını almak kastıyla alıkoyması, ümmetin icması ile (velinin) hakkı değildir. Böyle bir hak, bundan sonraki meselede açıklanacağı üzere kocaya aittir.
Hayasızlık Yapan Kadına Karşı Takınılacak Tavır:
Yüce Allah’ın “onları sıkıştırmayın” buyruğu ile ilgili açıklamalar daha önce geçmiş ve bunun “engellemek” anlamına geldiğine dair açıklamalar el-Bakara suresinde (2/232. ayet, 3.başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
“Onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe” buyruğunda yer alan “hayasızlık” (fahişat)’ın anlamı hakkında insanların farklı görüşleri vardır. el-Hasen bunun zina demek olduğunu söylemektedir. Ona göre bakire zina ettiği takdirde ona yüz sopa vurulur ve bir sene sürgüne gönderilir. Kocasından almış olduğu mehri de kocasına iade eder.
Ebu Kilabe der ki: Kişinin karısı zina ettiği takdirde, kendisine fidye verinceye kadar karısını sıkıştırmasında, ona zarar verecek uygulamalarda bulunup zorluk çıkarmasında bir mahzur yoktur.
Es-Süddi de der ki: Kadınlar böyle yapacak olurlarsa, o takdirde mehirlerini geri alamazlar. İbn Sirin ve Ebu Kilabe der ki: onun karnı üzerinde bulmadığı sürece ondan fidye alması helal değildir. Çünkü Yüce Allah “apaçık bir hayasızlık işlemedikçe” diye buyurmaktadır.
İbn Mesud, İbn Abbas, ed-Dahhak ve Katade der ki: Ayet-i kerimede yer alan “apaçık hayasızlık” nefret etmeleri ve serkeşlik etmeleridir. Devamla derler ki: Kadın serkeşlik ettiği takdirde kocasının, karısının malını almaş helal olur. Malik’in görüşü de budur.
(Kurtubî / el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân)
Putperestlik ve akıl tartışmaları
Kurtubî daha birçok kişinin görüşünü aktararak bu meseleye oldukça detay kazandırmıştır ama ne kadar detaylandırırsa detaylandırsın onlarla ilgili tek bir Kur’an ayetini delil getirmemekte, “şu şöyle dedi, bu bunu ekledi, ötekisi daha başka şey söyledi” demekten başka bir şey yapmamaktadır. Kaldı ki bunların hiçbirinden sabit bir ölçü de çıkmamaktadır. Hal böyle olunca açık ‘fahişat’ işlemiş kadınlardan neyin alınacağı kişinin tercihine kalmış olmaktadır.
Biz bunu bir tarafa bırakarak Kurtubî’nin ayetin irabı ile ilgili söylediği bir şeyi aktarmak istiyoruz.
Kadınları Sıkıştırma Yasağı’nın Atfedildiği Cümle ve Bir Kıraat:
(وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ): “Onları sıkıştırmayın” buyruğunun nehiy olması dolayısıyla cezm olması da mümkündür. O takdirde bunun başında yer alan “vav” harfinin birinci cümle ile ilişkisi bulunmayan bir atıf olması söz konusudur. Bununla beraber bunun mansub olmak üzere (اَنْ تَرِثُوا): “Zorla mirasçı olmanız buyruğuna atfedilmiş olması da caizdir. O takdirde “vav” harfi bir fiili diğer fiile atfeden bir edat olur. İbn Mesud ise buradaki ibareyi (وَلَا اَنْ تَعْضُلُوهُنَّ): “ve onları sıkıştırmanız da” şeklinde okumuştur. Bu okuyuş ise; mansub olma ihtimalini kuvvetlendirdiği gibi, sıkıştırmanın nass ile caiz olmayan bir davranış olması ihtimalini de kuvvetlendirmektedir.
(Kurtubî / el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân)
İşte bu paragraftaki son cümle bizim de doğru olduğuna kanaat getirdiğimiz bir görüştür. Yani ikinci cümle bir önceki cümlede geçen ‘en’ edatına atfen “mahallen mansuptur” ve cümle mastar anlamlı bir cümledir. Bu durumda cümlede iki tane fiil değil iki tane kavram olacak ve لَا يَحِلُّ (lâ yahillu) fiilinin hükmü her iki cümle için geçerli olacaktır. Böylelikle cümlenin ifade ettiği anlam çok daha güçlü olacaktır.
Bu okuyuşa katılmamıza rağmen, cümlenin sonunda gelen اِلَّٓا اَنْ يَأْت۪ينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍۚ (illâ en ye/tîne bifâhişetin mubeyyine(tin)) bu cümleye istisna cümlesi olarak “açık bir ‘fahişat’ getirmeleri dışında” meal verilmesine kesinlikle katılmıyoruz. Çünkü bizim kanaatimize göre bu cümle bir istisna cümlesi değil bir “KASR” cümlesidir. Bu ayetin Nisâ 15. ayetle başlayan pasaja ait bir ayet olduğunu ve bu ayetin de o pasajla birlikte anlaşılması gerektiğine biraz önce dikkat çekmiştik. Bu ayet daha önceki ayetlerde ‘fahişat’ işlemiş olduğu dört şahit ile tespit edilmiş kadınlarla ilgili getirilen düzenlemelerin devamı olan bir ayettir. ‘Fahişat’ ise kesinlikle “zina” değildir. Nisâ 15. ayetle ilgili Kutsanmış Dayak adlı kitabımızda detaylı açıklamalar bulunmaktadır. Bu çalışmanın konusu bir sonraki ayette geçen ‘bühtan’ kelimesi olduğu için bu bağlamda o detaylara girmeyeceğiz.
Birinci cümle ile ikinci cümle arasında bulunan ‘vav’ edatını atıf edatı olarak aldığımızda cümle olduğu gibi mahallen mansub olacak ve لَا يَحِلُّ (lâ yahillu) ifadesinin ikinci mefulü olacaktır. Aynı zamanda iki tane لَا (lâ) edatı olması cümleye “ne şu ne de bu” anlamı verdirecektir. Bu açıklamalara göre siyak ve sibakına, Kur’an bütünlüğüne daha uygun olduğuna kanaat getirdiğimiz meal şu şekilde olmalıdır:
Ey iman edenler! Kadınları, açık bir fahişat işlediler diye ne hiçbir akit olmadan devredilen miras malına çevirmeniz ne de verdiklerinizin bir kısmını götüresiniz diye onları zor durumda bırakmanız sizin için meşru bir davranış (helal) olmaz. Onlara el-marufa (size bildirilene) göre iyi muamelede bulunun. Fakat buna rağmen eğer onlardan nefret edecek olursanız (şunu bilin ki) Allah’ın sizin nefret etmenizi içinde birçok hayr bulunan bir şeye çevirmesi mümkündür.
Ey iman edenler! Kadınları, sırf bildirilen fahişatın herhangi birini işlediler diye ne (yaptıkları fahişatın hesabını sormadan) mecburi olarak intikal eden miras (malın)’a çevirmeniz ne de onlarla yaptığınızın bir kısım izlerini silesiniz diye onları sıkıştırmamanız sizin için meşru bir davranış olmaz. Onlara el-marufa (size bildirilene) göre iyi muamelede bulunun. Fakat buna rağmen eğer onlardan nefret edecek olursanız (şunu bilin ki) Allah’ın, nefret etmenizi içinde birçok hayr bulunan bir şeye çevirmesi mümkündür.
Çalışmalarımızdan elde ettiğimiz sonuca göre bu ayet, Nisâ 15. ayette başlayan, ‘fahişat’ işlediği dört şahit ile tespit edilmiş kadınlara uygulanacak hukukun bir başka yönünü belirten bir ayettir. Nisâ 15. ayette “eğer kadınlarınız bir fahişat işlerlerse onların üzerine dört şahit edinin. Eğer şahitlik ederlerse onları evlerde tutun…” şeklinde bir emir verilmişti. Müfessirlerin tamamı Nisâ 15. ayette geçen ‘el-fahişat’ kelimesine “zina” demişlerdir. Oysa hem “zina” kavramı Kur’an’da ayrıca kullanılmaktadır hem de ‘el-fahişat’ kelimesi Kur’an’da “zina” haricindeki şeyler için de kullanılmıştır. ‘Fahişat’, zinayı da içine alan kapsamlı bir anlama sahiptir. Buna göre her “zina” bir ‘fahişat’tır ama her ‘fahişat’ bir “zina” değildir.
Mesela, aralarında evlilik hukuku bulunmayan erkek ve kadının cinsel birliktelikle sonuçlanmamış sevişmeleri, öpüşmeleri, elle veya başka şekilde oynaşmaları kesinlikle “zina” sınıfına girmez ve böyle yaptıkları dört şahit ile tespit edilirse bunlara kesinlikle Nur suresinde belirtilen zina hukuku uygulanmaz. İşte Nisâ 15. ayette hakkında dört şahit getirilmesi gerekenler zina suçunu işleyen kadınlar değil zina haricindeki şeyleri yapan kadınlardır.
Nisâ 15. ayette ‘el-fahişat’ işledikleri dört şahit ile tespit edilenler için belirlenen hukuk “Allah onlar lehinde bir yol açıncaya ya da ölüm onları alıncaya kadar evlerde tutun” şeklindeydi.
(Not: Nisâ 15. ayette geçen ve tüm meal ve tefsir ulemasının “ölüm onları alıp götürünceye kadar” anlamını verdikleri حَتّٰى يَتَوَفّٰيهُنَّ الْمَوْتُ (hattâ yeteveffâhunne-lmevtu) bu cümle “kadınların ölene kadar evlerde hapsedilmesi”nden değil, “‘fahişat’ yapmış ama ‘zina’ yaptığından emin olunmayan kadınların ay hali görmeleri yani hamile olmadıklarının anlaşılmasına kadar” anlamına gelmektedir. Bu konuda Kutsanmış Dayak isimli çalışmamızda çok daha detaylı bilgiler bulunmaktadır. Bağlamı başka olan bu çalışmada onları buraya almamız teknik olarak mümkün değildir.)
‘Fahişat’ yaptığı dört şahitle tespit edilmiş kadınların sevişirken, oynaşırken veya başka bir kabahat işlerken yakalandığı kişi ile sırf bu duruma bakarak “zina” yaptığını söylemek mümkün değildir ama işi bu raddeye vardırmış kişilerin daha öncesinde zina yapmamış olduklarını söylemek de mümkün değildir. İşte bu kabahatleri işlemiş evli bekar fark etmeksizin ev hapsine alınmaları istenmişti. Onların ev hapsine alınmalarının sebebi daha öncesinde eğer yapmışlarsa o zinayı tespit etmek için değil onların hamile olup olmadıklarını anlamak içindir. Kendisini bu duruma düşürmüş kadınların beyanına da artık güven olmayacağı için böyle bir yöntem önerilmiştir.
Fakat işte tam da bu ev hapsi başka bir suiistimalin kapasını aralamaktadır. Ev hapsine alınan kadının zina sonucu hamile kaldığının anlaşılması durumunda o kadının veya kızın zina sonucu hamile kaldığının gizlenmesi ve zina yaptığı kişi ile mecburi olarak evlendirilmesi de mümkündür. İşte bizim kanaatimize göre ayetin ilk cümlesi (اَنْ تَرِثُوا النِّسَٓاءَ كَرْهًا) (en teriśû-nnisâe kerhâ(en)) böyle bir davranışın meşru bir davranış olmadığını, bu davranışın müminler için bir seçenek olmadığını belirtmektedir. Çünkü zina yapmış olsalar bile bir kadın ve erkeğin mecburi olarak evlendirilmesi, temeli olmayan bir bina kurmak gibidir. Zina yapmaları sevgiden, merhametten, saygıdan, kapsamlı düşünceden kaynaklanan bir şey değildir. Tam tersi zina yapmak demek tüm bunlardan uzaklaşıp sadece güdüler ile sadece şehvet ile sadece tutku ile hareket etmek demektir. Akılsızca günah işleyen iki kişiyi evlendirmek onları bu günahlarına mahkûm etmek demektir.
‘Fahişat’ yaptıkları dört şahit ile tespit edilmiş, hamile olup olmadıkları anlaşılsın diye ev hapsine alınmış kadınların bu süreçte hamile olmasalar bile zor durumda bırakılıp hiç istemedikleri seçeneklere zorlanması mümkündür. Bunların içine, evli iseler evlilik bağından, evli değillerse akrabalık bağlarından doğan haklarından mahrum bırakmak da dahildir. Hamile olduklarının anlaşılması durumunda ise henüz hiç kimse duymadan zorla düşük yaptırılmaları gibi durumlarla karşılaşmaları da mümkündür. Nitekim ayette geçen تَعْضُلُوهُنَّ (ta’dulûhunne) bu kelimenin “bir kişiye yapmak istemediği bir işi zorla yaptırmak, seçmek istemediği bir seçeneği seçmesi için onu zorlamak” şeklinde anlamları da vardır.
Fakat bu kelimenin anlamının olumsuz olduğunu (وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ) (velâ ta’dulûhunne) göz önüne aldığımızda bu kelimeden anlaşılması gereken durumun şöyle olması da mümkündür. Onları istemedikleri seçeneklere mecbur bırakmamak için, o seçeneklerin sebebini ortadan kaldırmak. Bu ne demektir? Ev hapsine alınmış ama hamile olmadığı anlaşılmış bir kadın için uygulanacak hukuk Nisâ 34. ayette uzun uzun açıklanmıştır (bkz. Kutsanmış Dayak). Fakat ev hapsi sürecinde hamile olduğu anlaşılmış kadına uygulanacak hukuk bambaşkadır. Çünkü ortada artık çocuk vardır ve bu durumda ilk sıraya konması gereken zina yapan kadın ve erkek değil çocuktur. Her şeyden önce kadına zina haddi uygulanmasa bile artık zina yaptığı kişi basitçe bir seks partneri olmaktan çıkmakta ve kadının karnındaki bebeğin babası haline dönüşmektedir. Öte yandan hamile kalan kadının akrabaları da isteseler de istemeseler de artık o çocukla birinci dereceden akraba olmaktadırlar. Kur’an’da bu durumun hukuku tüm tafsilatlarıyla birlikte uzun uzun anlatılmaktadır. Zina yoluyla olsa bile doğan hiçbir çocuk akrabalık hakkından miras hakkına kadar hiçbir hakkından mahrum bırakılamaz. Buna ne akrabalarından herhangi birinin ne de toplumun hakkı vardır. Doğan hiçbir çocuk anne ve babasının günahına mahkûm edilemez.
Fakat şu bir gerçektir ki zina yoluyla elde edilmiş bir çocuk istenen ve iç rahatlığıyla kolayca kabul edilebilen bir şey değildir. Böylesi bir çocuğu sahiplenip ona her türlü hakkını vermek mümin de olsalar kişilerin seçip beğendiği bir seçenek değil Yüce Allah’ın müminlere seçme hakkı tanımadığı bir seçenektir. Yani istemeden, zorla yaptırılan bir seçenektir. Kaldı ki ayetin sonunda zaten bu duruma değinilmektedir. İşte (وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ) (velâ ta’dulûhunne) fiilinin olumsuzluğu “bu durumlara düşmemek için kadını ve ailesini zor duruma düşürecek bu durumun izlerini silmek” anlamına da gelmektedir.
Kadını ve ailesini hiç istemedikleri bu seçeneğe mecbur bırakacak şey kadının hamile kalmasıdır. Ev hapsinde kalan kadının kendilerini bu duruma düşürecek şeylerin izini silmesi demek o çocuğu düşük yapması demektir. Nitekim ayette geçen لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ (liteżhebû biba’di) bu fiilin mefulünü ‘bi’ harf-i cer’i ile alması ‘zehebe’ kelimesine “gidermek, izlerini silmek, yok etmek” anlamlarını verdirmektedir.
Sonuç olarak şunu diyoruz: Bu ayet ne cahiliye Araplarının kadınları mal gibi miras almalarından ne onların malına haksızca mirasçı olunmasından ne de onları evli kalmaya zorlamaktan bahsetmektedir. Bu ayet ‘fahişat’ işlediği dört şahitle tespit edilmiş ve bu yüzden ev hapsine alınmış kadınlara bu süreçte nasıl davranılması gerektiğinden ve onların hukukundan bahsetmektedir. Ayetteki emir ve haberlerin hiçbiri tarihin bir dönemine hapsedilecek küçüklükte lokal uygulamalar değil, insan türü var oldukça her zaman ve her mekânda müminlerin değişmez şiarlarından olacak evrensel uygulamalardır.
Eğer (fahişat işlemiş) bir eşin yerini başka bir eşle değiştirmek isterseniz, onların (fahişat işlemiş kadınların) her birine servet vermiş olsanız bile ondan (o servetten) hiçbir şeyi alıkoymayın. Yapmadıkları ile niteleyerek ve beyan edilmiş yasakları çiğneyerek mi onu alacaksınız?
Bu ayetle ilgili şöyle bir durum vardır. Müfessir ve meal yazarları bu ayetin “bir eşi boşayıp onun yerine başka bir eş almaktan ve boşanılan eşlerden herhangi birine mehir olarak büyük bir servet verilmiş olunsa bile o verilenden hiçbir şeyin geri alınmamasından” bahsettiğini söylemiş, meal ve tefsirlerini buna göre yapmışlardır. Fakat ayetteki zamirlerin mercisini takip ettiğimizde bu ayetin ondan değil de bir önceki ayette bahsedilen konuyla alâkalı şeylerden bahsettiği anlaşılmaktadır. Şöyle ki:
Ayette bir tane “o kadınlar” anlamına gelen cemi-müennes هُنَّ (hunne) zamiri bulunmaktadır. Ayette bu zamire merci olacak cemi müennes bir kelime yoktur. Bu zamirden önce iki defa geçen زَوْجٍ (zevcin) kelimesinin her ikisi de müfred (tekil)’dir. Bu yüzden ‘hunne’ zamirinin mercisinin زَوْجٍ (zevcin) kelimesinin olması söz konusu değildir. O halde bu zamirin mercisinin kendisinden önceki ayette aranması gerekmektedir. Bir önceki ayette ise bu zamire merci olacak kelime sadece النِّسَٓاءَ (en-Nisâe) kelimesidir. Bu kelime tek başına “kadınlar” anlamına gelmektedir. Fakat kelime önceki ayette tek başına gelmemiş, ona dönen bir hal cümlesi ile birlikte gelmiştir. İşte bu hal cümlesi “kadınlar” anlamına gelen kelimenin kapsama alanını daraltarak “açık bir ‘fahişat’ işlemiş kadınlar” haline getirmiştir. İşte Nisâ 20. ayetteki هُنَّ (hunne) zamiri de “açık bir ‘fahişat’ işlemiş kadınlar” ifadesine dönmektedir.
Bir önceki ayette “açık ‘fahişat’ işlemiş kadınlar” denmiş ama bahse konu olan kadınların eş mi kardeş mi anne mi yoksa başka bir akraba mı olduğuna değinilmemişti. Nisâ 20. ayette ise şart cümlesinin زَوْجٍ (zevcin) temeli üzerine bina edilmiş olmasından dolayı konunun ‘fahişat’ işlemiş evli kadınlarla alâkalı olduğu anlaşılmaktadır. Yani bir önceki ayet ayrım yapmadan ‘fahişat’ işlemiş kadınlara nasıl davranılacağından, Nisâ 20. ayet ise ‘fahişat’ işlemiş evli kadınların kocalarının onlara nasıl davranması gerektiğinden bahsetmektedir. Konu genelden özele doğru daraltılmaktadır.
Peki konu neden genelden özele daraltılmaktadır?
Anne, kız evlat, kız kardeş, abla, hala, teyze gibi birinci dereceden akraba olan kadınlar hangi ‘fahişat’ı yapmış olurlarsa olsunlar hatta zina yapmış ve zina sonucu hamile kalmış bile olsalar bunlarla olan akrabalık bağlarının koparılması veya onların yerine başkalarının konulması mümkün değildir. Bu akrabalık bağlarını ne onların günah işlemeleri ne de başka bir şey değiştirir. Çünkü bunlar kalıcı akrabalık bağlarıdır. Ama hem kadın hem de erkek için eşler öyle değildir. Eşlerle olan akrabalık bağları değiştirilemez, koparılamaz veya bitirilemez akrabalık bağları değildir. Boşanma durumunda her iki eş açısından hiçbir akrabalık bağı kalmamış demektir. Boşananların çocukları olması durumunda bile devam eden akrabalık bağı, sadece çocuklarla olan akrabalık bağlarıdır. Yani “eş” olma durumları “anne, kız evlat, kız kardeş, hala, teyze” durumları gibi kalıcı ve değiştirilmesi mümkün olmayan bir durum değildir. İşte Nisâ 20. ayet tam da bu durum için yani eşi (karısı) ‘fahişat’ işlemiş kişiler için bir düzenleme getirmektedir. Annesi, kızı, kız kardeşi, halası, teyzesi ‘fahişat’ işlemiş bir erkek, bunlardan uzaklaşsa bile hayatı boyunca bunlarla hiç konuşmasa bile aradaki akrabalık bağını değiştirmez, onların yerine başkasını koyamaz. Ama eşi ‘fahişat’ işlemiş bir erkek bu duruma katlanmak veya böyle bir kadınla ilişkisini sürdürmek zorunda değildir. İşte Nisâ 20. ayet bu durumda olan erkeklerden bahsetmektedir. Ayetin bu temel üzerine anlaşılmaması ve önceki ayet ve içinde geçtiği pasajla alakasının koparılması durumunda ortaya anlaşılması mümkün olmayan bir durum çıkmaktadır. Şöyle ki:
Bir eşin yerine (başka) bir eş değiştirmek (yeni bir eş almak) isterseniz … … (M. Okuyan meali).
Bu ve diğer meal yazarlarının cümleye verdikleri buna benzer meallere göre bir eşin yerine başka bir eş almanın gerekçesi sadece “istemek” olmaktadır. Bu ayeti öncesinden kopararak anlamaya çalıştığımızda bir eşin yerine başka eş almanın erkeğin istemesinden başka bir gerekçesi kalmamaktadır. Bir kadını boşayıp yerine başka bir kadın almanın gerekçesini sadece erkeğin istemesine bağlayan bu meallerin ortaya çıkardığı durumu kabul etmek ve sadece “istiyorum” diyerek eşini boşayan ve yerine başka bir eş alan erkeğe “neden” sorusunu bile sordurmayan bir hukuku içselleştirip inanmak nasıl mümkün olacaktır?
İşte bu durumu oluşturan şey; Nisâ 20. ayette cemi-müennes olarak geçen هُنَّ (hunne) zamirinin mercisinin bu ayette tekil olarak geçen زَوْجٍ (zevcin) kelimesine karşılık olarak görülmesidir. Oysa ayette iki defa geçen زَوْجٍ (zevcin) kelimelerinin durumu اِحْدٰيهُنَّ (ihdâhunne) kelimesinin karşılığı olmaya hiç uygun değildir. Ayette iki defa geçen زَوْجٍ (zevcin) kelimelerinin anlamsal karşılığı şudur:
وَاِنْ اَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍۙ وَاٰتَيْتُمْ اِحْدٰيهُنَّ (Ve-in eradtumu-stibdâle zevcin mekâne zevcin veâteytum ihdâhunne)
Birinci زَوْجٍ (zevcin) kelimesi cümlenin birinci mef’ulüdür ve son harekesi mecrurdur. Cümlenin irabını yapan ulema birinci زَوْجٍ (zevcin) kelimesinin de tıpkı ikincisi gibi muzafun ileyh olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda ortaya iki değişik eş çıkmaktadır. Bunlardan birincisi “değiştirilmek istenen zevce” ikincisi ise “gidecek olanın yerine getirilmek istenen zevce” olacaktır. İki tane eş vardır ve ikisi de tekildir. Birinden boşanılacak diğeri onun yerine getirilecektir. Fakat devam eden cümledeki اِحْدٰيهُنَّ (ihdâhunne) (onların biri / onların her biri) bu ifadedeki zamir çoğuldur. Bu durumda اِحْدٰيهُنَّ (ihdâhunne) (onların biri / onların her biri) ifadesinden yola çıkarak şu soruyu soralım. Hangilerinin biri / hangilerinin her biri?
Bu soruyu sorma gereği bile duymadan zamiri tekil olan ‘zevcin’ kelimesine döndüren müfessirler iki ifadeyi birleştirerek “boşamak isteğiniz eşlerinizin birine” şeklinde mana vermişlerdir. Oysa böylesi bir manaya ulaşmak için öncesinde iki defa tekil olarak geçen زَوْجٍ (zevcin) kelimelerinden en azından bir tanesinin çoğul olarak اَزْواج (ezvacin) şeklinde gelmesi gerekirdi. Ama böyle gelmemiş, her iki زَوْجٍ (zevcin) kelimesi de tekil olarak gelmiştir. İşte bu sebeplerden dolayı اِحْدٰيهُنَّ (onların biri / onların her biri) anlamına gelen bu ifadedeki هُنَّ (hunne) zamirinin mercisinin kesinlikle bir önceki ayette bir hal cümlesi ile sıfatlanıp ayrıştırılan “açık bir fahişat işlemiş kadınlar” olması gerekmektedir. İşte bu bağlantı, bir eşi bırakıp yerine başka bir eş almanın tek gerekçesinin erkeğin istemesi olmadığını, asıl sebebin erkeğin eşinin ‘fahişat’ işlemiş olması olduğunu göstermektedir.
Tanrı delili ve doğa işaretleri
Müfessirlerin bir önceki ayet bağlamında ‘fahişat’ işlemiş eşlerin birçok haklarından mahrum bırakılmasının veya onlara verilenlerin geri alınmasının önünde hiçbir engel olmadığını söylediklerini aktarmıştık. Yine müfessirler, Nisâ 34. ayet bağlamında sadece ‘fahişat’ işlemiş kadınların değil, ‘nüşuz’ yapmış kadınların bile annelikleri de dahil olmak üzere birçok şeylerin ellerinden alınması gerektiğinden ve hatta kafalarında sopa kırıncaya kadar dövülmesinden bahsetmişlerdir.
Allah önce kadına nasihat etmeyi, sonra yatakları ayırmayı, sonra da bunlar kadına kâr etmezse dövmeyi emretmektedir …
Alimler “Bu dayağın kadını yaralamaması, iz bırakmaması, bir yerini kırmaması gerekir; yüze vurmaktan da sakınılmalıdır” demişlerdir. Peygamber (s.a.)’in de “Kamçını aile efradının göreceği yere as [caydırıcı olur]!” buyurduğu rivayet edilmiştir. Esmâ binti Ebû Bekr (r. anhâ)’nın da şöyle dediği nakledilmiştir: Ben Zübeyir b. Avvâm’ın [v. 73/692] dört karısının dördüncüsü idim. Herhangi birimize kızıp öfkelendiğinde [süpürge benzeri, lifli bir] askı sopasıyla sopayı kadının üzerinde parçalayana kadar vururdu. Bu konuda Zübeyir’den rivayet edilen bazı beyitler vardır [Örneği]:
Oğulları olmasaydı şunun, etrafında; yere yıkar [bir güzel pataklar]dım onu!
Her fırsatta Allah resulü Muhammed’in “âlemlere rahmet” olarak gönderildiğini söyleyen müfessirlerin, onun tertemiz ağzına “kamçını aile efradının göreceği yere as, caydırıcı olur” gibi zalimce bir ifadeyi yakıştırmaları ne kadar esef vericidir. Bu söyleme göre “âlemlere rahmet” olan Muhammed, âlemlere gösterdiği bu rahmeti (hâşâ) kendi kadınlarından esirgemiş olmaktadır. Kurtubî, Razi ve diğerleri Nisâ 34. ayette geçen ‘nüşuz’ kelimesinin anlamının “kadının kocasına güler yüz göstermemesi, yatağına gelmemesi, çağırdığında ‘buyur efendim’ dememesi” gibi şeyler olduğunu söylemişlerdir. Müfessirlerin en dirayetlilerinden biri olarak görülen Zemahşerî gibi biri bile Nisâ 34. ayet bağlamında şu cümleyi kurabilmiştir: Allah önce kadına nasihat etmeyi, sonra yatakları ayırmayı, sonra da bunlar kadına kâr etmezse dövmeyi emretmektedir.
Peki ya dövmek de kâr etmezse ne yapılacaktır?
İşte bu durumda fakih, müfessir, muhaddis artık her ne sıfatla sıfatlanıyorsa ulemanın tamamı, kadının kolundan tutulduğu gibi kapı dışarı edilmesi ve annelik hakları da dahil olmak üzere her şeylerinden mahrum bırakılması gerektiğinden bahsetmişlerdir. Tekrar edelim ki müfessirlerin getirdiği bu düzenlemeler açık bir ‘fahişat’ işlediği dört şahitle tespit edilmiş ve bundan dolayı ev hapsine alınmış kadınlar için değil, çağırdığında koşa koşa yanına gidip kocasına “buyur efendim” dememiş kadınlar içindir. Kocasına “buyur efendim” demeyen kadınlara kafasında sopa kırmayı bile revâ gören müfessirlerin, ‘fahişat’ yaptığı dört şahitle tespit edilip ev hapsine alınmış kadınlara neleri revâ gördüklerini tahmin etmek hiç de zor değildir. İnsanlığın en şereflileri ve en merhametlileri olan resulleri, “evinin duvarına kamçı as” diyecek kadar ev halkına gaddar davranılmasını tavsiye eden bir zalime çevirmekten çekinmeyen ve utanmayan müfessirler hakkında söylenecek çok şey vardır ama şimdilik bunları ahirete saklıyoruz. Tekrar konumuza dönüyoruz.
Az önce de belirttiğimiz gibi Nisâ 20. ayette cemi-müennes هُنَّ (hunne) zamirinin mercisi Nisâ 19. ayette bir hal cümlesi ile sıfatlanmış “açık bir ‘fahişat’ işlemiş kadınlar” ifadesidir. Bu zamirin mercisinin bir önceki ayette olması, Nisâ 20. ayetin de yine o kadınlarla alâkalı düzenlemeler getirdiğinin delilidir.
Eğer (fahişat işlemiş) bir eşin yerini başka bir eşle değiştirmek isterseniz, onların (fahişat işlemiş kadınların) her birine servet vermiş olsanız bile ondan (o servetten) hiçbir şeyi alıkoymayın. Yapmadıkları ile niteleyerek ve beyan edilmiş yasakları çiğneyerek mi onu alacaksınız?
Bu çalışmanın ana konusu olan ‘bühtan’ (بُهْتَانًا) kelimesi, bu ayette bir mastar olarak ve “yapmadığı bir şey ile nitelemek” anlamında geçmektedir. Kelimenin bu anlamının geçtiği ayet bağlamında neyi ifade ettiği bir sonraki ayette detaylandırılmıştır. |
Olması gerektiği gibi bazılarınız bazıları ile çoğalmışken ve onlar da sizden ağır bir misak almışken; onu ne diye alıkoyacaksınız ki?
(*) قَدْ (kad): Bu edat tekid ve tahkik edatı olarak kullanılan bir edattır. Tahkik edatı olarak kullanılması durumunda bir işin beklendiği veya olması gerektiği gibi gerçekleştiğini bildirmektedir.
(*) اَفْضٰى (efdâ): Kur’an’da sadece bu ayette geçen bu kelimenin sözlük manası şu şekildedir: (feda–fedae) “genişlemek, geniş olmak, boşalmak, boş olmak” (efda–ifdae) “boş olmak, boşalmak, genişlemek” (ila ile) “bitmek, sona ermek, ulaşmak, götürmek, varmak, bildirmek” (Karslı).
فَضَاء: Geniş yer. Şu söz de bu anlamdan gelmektedir: أَفْضَى بِيَدِه إِلَى كَذَا : Elini falan şeye uzattı. أَفْضَى إِلَى اِمْرَأَتِهِ : Hanımına vardı, sözü, خَلاَ بِهَا : Hanımıyla baş başa kaldı, sözünden, kinâye konusunda daha mübalâğalı ve açık söze daha yakındır. Allah buyurur ki: وَقَدْ أَفْضَى بَعْضُكُمْ إِلَى بَعْضٍ : Sizler birbirinizle içli-dışlı olmuştunuz(4/Nisâ 21). Şair şöyle der:
طَعامُهُمُ فَوْضَى فَضًا فِي رِحَالِهمْ -353
353- Konaklarında yiyecekleri müşterektir.
Yani onların yemekleri helaldir; sanki bir alana bırakılmış da kim ne isterse yapabilir.
(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)
el-Mîsâku’l-ğalîz (ağır söz) birlikte yaşam sürme ve bir yastığa baş koymanın hakkıdır. Sanki “O hak sebebiyle sizden ağır bir söz almışlardır” denilmektedir, yani birlikte yaşamak, hemhal olmak, bir yastığa baş koymak sûretiyle… Ahdin, ğalîz (ağır)olarak nitelenmesi kuvvetinden ve büyüklüğünden dolayıdır. Denilmiştir ki yirmi günlük arkadaşlık bile akrabalık sayılırken, karı koca arasındaki birlik ve kaynaşmanın dercesini varın siz kıyaslayın. Yine, denilmiştir ki [bu ağır söz, kadının] velisinin nikâh kıyarken, “[Bu kadını] Allah’ın kitabındaki [Bakara 2/229] ‘ya iyilikle tutma ya da güzellikle salıverme’ ilkesine göre sana nikâhlıyorum.” demesidir. Peygamber (s.a.)’in de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kadınlara iyi davranmanızı vasiyet ediyorum; buna dikkat edin. Onlar size muhtaçtırlar, onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız ve kendileriyle birleşme hakkını da Allah’ın hükmüyle kazandınız.” [İbn Mâce, “Nikâh”, 3. Benzer lafızlarla.]
(Zemahşerî / El-Keşşaf)
Bir önceki ayet şu cümle ile bitmişti:
اَتَأْخُذُونَهُ بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُب۪ينًا (ete/ḣużûnehu buhtânen ve-iśmen mubînâ(n)) … Yapmadıkları ile niteleyerek ve beyan edilmiş yasakları çiğneyerek mi onu alacaksınız?
Genelde “günah” anlamı verilen bu cümledeki وَاِثْمًا (ismen) kelimesinin sözlük manası “yasaklanmış olanı yapmak” anlamındadır. Zaten günah olması da yasaklanmış olan şeylerin yapılmasından dolayıdır. Cümledeki بُهْتَانًا (bühtan) kelimesine gelince: “yapmadığı şeyle nitelemek” anlamına gelen bu kelimenin bu bağlamdaki anlamı evli olan çiftlerin çocukları ile alâkalı olsa gerektir. Çünkü, evli bir kadının başkasından hamile kalarak, karnındaki çocuğu hamile kaldığı kişiye değil de habersizce kocasına nispet etmesi, sanki kocasının çocuğuymuş gibi göstermesi de yine بُهْتَانًا (bühtan) kelimesi ile ifade edilmektedir (bkz. Tahrim 66/12). Fakat ayette kadınların değil de kocaların ‘bühtan’ etmesinden bahsedilmektedir. Nisâ 15. ayetten itibaren anlatılan konuyu göz önüne aldığımızda bahse konu olan kadınlar zaten ‘fahişat’ işledikleri dört şahit ile tespit edilmiş kadınlardır. Dolayısıyla bu konuda kocanın ‘bühtan’ etmesi zaten mümkün değildir. Öte yandan bahse konu olan ‘bühtan’ın, kadınlara verilenin alıkonulması ile sonuçlanan bir ‘bühtan’ olduğu hatta kocaların sırf bunun için ‘bühtan’ ettikleri söylenmektedir.
Bu durumda ‘bühtan’ kelimesi iki farklı yansıması olan bir kelime olmaktadır:
- Kadının, kocasından olmayan çocuğu sanki onun çocuğuymuş gibi ona nispet etmesi.
- Kocanın, eşinden olduğu halde sırf eşi ‘fahişat’ işledi diye, buna yaslanarak daha önce olmuş çocuklarını kendisinden değil de başkasından yapmış olduğunu iddia etmesi.
Bu her iki durum hem boşanma esnasında mal bölüşümünü hem de miras hukukunu tamamen değiştiren iki durumdur.
Bir çocuğun kime nispet edileceği tamamen kadının beyanı ile olmaktadır. Bir kadın bir regl döneminde birçok erkekle cinsel temasta bulunsa bile hamile kalması sadece bir tanesinden olmaktadır. Yani bir kadını birden fazla erkeğin hamile bırakması mümkün değildir. Bir regl döneminde birden fazla erkekle cinsel temasta bulunmuş ve hamile kalmış bir kadının kimden hamile kaldığı sadece ve sadece onun beyanı üzerinden belirlenmektedir. Bir regl döneminde zina yapmış bir kadının zinası tespit edilmişse zaten onunla ilgili prosedür ayrıca belirtilmiştir. Ama tespit edilmemişse ve hamile kalmışsa işte bu durumda kadın, karnındaki çocuğu pekâlâ hamile kaldığı kişiye değil de kocasına nispet edebilir. İşte bu durum ‘bühtan’ olarak adlandırılmaktadır.
Bunun tersi olarak, bir kocanın eşinin ‘fahişat’ suçundan dolayı ev hapsine alınmış eşinin durumunu daha ileri boyutlara taşıyarak geçmişte birlikte yaptıkları çocukların kendisinden olmadığını iddia etmesi de ‘bühtan’ olmaktadır.
Şöyle bir örnek vererek meseleyi biraz daha anlaşılır kılmaya çalışalım. Bir erkek ve bir kadın evlenmektedirler. Bu evlilik sürecinde çiftin çocukları da olmuştur. Fakat bu çocuklardan sonra kadın, ‘fahişat’ (zina değil) işlemiştir ve bu da dört şahit ile tespit edilmiş sonuçta kadın ev hapsine alınmıştır. Ev hapsine alınma sebebi şahit olunmasa bile hamile olup olmadığının anlaşılması içindir. İşte karısı bu durumda olan bir kocanın, karısının hamile olması da hamile olmaması da şu soruyu beraberinde getirecektir. Acaba daha önceki çocuklar benden mi? Çünkü karısı ‘fahişat’ işlemiştir ve koca bu ‘fahişat’ın daha öncesinde de yapılıp yapılmadığını bilmemektedir. ‘Fahişat’ işlediği bir kadına “zina” suçu nispet edilemeyeceğini daha önce belirtmiştik. Evet zina suçu nispet edilemez ve zina hukuku uygulanamaz ama bu durum kadının zina yapmadığı anlamına da gelmez. Zina suçunu tespit edememek başka bir şeydir, hakikaten zina yapmamış olmak başka bir şeydir. Ev hapsi sürecinde kadının hamile kaldığının anlaşılması hukuken sadece o çocukla ilgili nispet problemini ortaya çıkaracaktır. Fakat bu kadının daha önceki çocukları da zina yolu ile elde edip kocasına nispet etmediği anlamına da gelmez ve doğal olarak böyle bir şüphe doğacaktır.
İşte tam burada şunu tekrar hatırlamak gerekmektedir. Bahse konu edilen kadınlar zina değil ‘fahişat’ işleyen kadınlardır. Yani cinsel ilişki ile sonuçlanmamış bir ‘fahişat’tır. Ev hapsi sürecinde hamile kaldığı anlaşılmış bir kadının kimden hamile kaldığı tamamen kadının beyanı ile bilinecek bir durumdur. Kadının ‘fahişat’ işlemiş olması kendisini hamile bırakanın kocası değil de başkası olduğu anlamına asla gelmez. Çünkü hamile kalan bir kadın da hamile kaldığını anında, hemen, o an değil ancak ve ancak regl dönemlerinin geçmesinden veya hamileliğin etkilerini hissetmesinden sonra anlar. Bu durumda ‘fahişat’ işleyen bir kadının ‘fahişat’ işlediğinde zaten kocasından hamile kalmış olması ve bundan kendisinin bile haberinin olmaması da mümkündür. Öyleyse sırf ‘fahişat’ işledi diye kocanın, karısının hamile kalmasının kendisinden değil de başkasından olduğunu iddia etmesi de ‘bühtan’ olacaktır.
Meselenin daha da iyi anlaşılması için utanarak da olsa şu örneği vermemiz ve örnek verirken de dolambaçlı değil de direkt konuşmamız elzem hâle gelmiştir.
Evli ve daha önce de eşine çocuk doğurmuş ve o çocuklarla ilgili dürüst davranmış bir kadın eşinden bir daha hamile kalmıştır ama bundan henüz kendisinin de haberi yoktur. Bu arada başka bir erkek ile flört etmekte ve onunla cinsel ilişki (zina) haricinde (öpüşmek, sevişmek, oynaşmak, elleşmek gibi) bazı şeyler yapmaktadır. Cinsel ilişki olmadığı sürece buna ‘fahişat’ denmektedir. İşte böylesi bir kaçamak sırasında kadının suçu dört şahit ile tespit edilmiş ve ev hapsine alınmıştır. Sonuçta ev hapsi sürecinde kadının hamile olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda koca ne yapacaktır? Kadın “zina” yapmamıştır ama ‘fahişat’ işlediği için artık beyanının güvenirliliğine çok ciddi gölge düşmüştür. Bu yüzden “zina yapmadım” demesi de inandırıcı olmayacaktır.
İşte “bir eşin yerine başka eş almak isteyen” erkekler, karısı bu durumda olan erkeklerdir. Bu durum boşanma esnasındaki mal bölüşümünü de miras hukukunu da tamamen bambaşka bir hâle sokmaktadır. Karısının karnındaki çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmesi durumunda hem anne bu hamilelikten dolayı ilâve haklara sahip olacaktır hem de karnındaki çocuk doğal vârisler arasına girecektir. Karısının karnındaki çocuğun kendisinden olmadığını kabul etmesi durumunda ise hem karısı boşanma durumunda, alması gereken ama kocası çocuğun kendisinden olmadığını kabul ettiği içi bazı haklardan mahrum kalacaktır hem de çocuk doğal varis olmayacaktır. Öte yandan koca, işi bir adım daha ileri götürerek daha önceki çocukların da kendisinden olmadığını iddia edebilir. Bu durum hem boşanma sırasındaki hakları hem çocuklar üzerinden annenin elde edeceği hakları hem de çocukların haklarını bambaşka hâle getirecektir. İşte Nisâ 21. ayet bu duruma çözüm sunan bir ayettir.
Olması gerektiği gibi bazılarınız bazıları ile çoğalmışken ve onlar da sizden ağır bir misak almışken; onu ne diye alıkoyacaksınız ki?
- Kadın ‘fahişat’ suçu işlemiştir zina suçu değil. Kocanın böylesi bir kadını boşama hakkı vardır ama boşanırken sırf mal bölüşümü hukuku kendi lehinde işlesin diye karısına zina suçu isnat edemez.
- Karısının daha öncesinde doğurduğu çocuklar hakkında yine hukuk kendisinden yana işlesin diye karısının bunları da zina yoluyla elde ettiğini iddia edemez, böyle bir suçu ispat olmadan karısına niteleyemez.
- ‘Fahişat’ suçu dört şahitle ispat edilmiş, ev hapsine alınmış ve sonrasında hamile olduğu anlaşılmış bir kadının, karnındaki çocuğu zina yoluyla elde ettiğini ileri süremez, sırf hukuk kendisinden yana işlesin diye karısını bununla niteleyemez.
- Bu hususların hepsinde delilsiz, ispatsız, mesnetsiz nitelemelerde bulunması boşanma ve miras hukukunu değiştiren şeylerdir, aslı ve ispatı olmadığı için kesinlikle ‘bühtan’ olacaktır.
İşte bir önceki ayet, eşi ‘fahişat’ işledi diye ondan boşanmak isteyenlerin –ki bu onun en doğal hakkıdır– bu durumu kendi lehlerine kullanmak için bühtana çevirmemeleri gerektiğini, bu ayet ise اَفْضٰى بَعْضُكُمْ اِلٰى بَعْضٍ (efdâ ba’dukum ilâ ba’din) bu cümle ile işi önceki çocuklara vardırmamayı bildirmektedir.
‘Fahişat’ işleyen bir eşten illâ da boşanılacak diye bir kural ve bir emir yoktur. Fakat bu durumdaki eşini boşamak isteyenlerin önünde bir engel de yoktur. Nisâ 15. ayette başlayan “‘fahişat’ işlemiş kadınlar” meselesi her yönüyle ele alınmış, onlarla boşanmayıp devam etmenin de devam etmeyip boşanmanın da hangi çerçevede olması gerektiği detaylandırılmıştır.
Aslında bu konu Nisâ 1. ayetten başlayan ve surenin sonuna kadar devam eden “kadın-erkek” ilişkilerinin temelinde ele alınmış devasa bir konunun bir parçasıdır. Bu çalışmanın konusu sadece ‘bühtan’ kelimesini, geçtiği bağlamlarla birlikte anlama ile sınırlı olduğu için bunlara girmiyoruz.
- ÜÇÜNCÜ BAĞLAM
Biz bu kitabı sana, en-Nas arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye, o hak ile indirdik. Sakın hainlere sakın taviz veren biri olma.
Allah’tan bağışlanma dile çünkü Allah ğafur’dur, rahimdir.
Kendi kişiliklerine ihanet etmiş kişilere arka çıkma. Çünkü Allah, yasak olanları yapmayı karakter haline getirerek hainliği karakter haline getirmişleri asla sevmez.
O kavil’den O’nun razı olmayacağı şeyleri komplo haline çevirirken O onlarla beraber olduğu halde en-Nas’tan gizlenmeye çalışırlar da Allah’tan gizlenme gereği duymazlar. Oysa Allah, yapageldiklerini çepeçevre kuşatmıştır.
Hadi şimdi siz dünya hayatında onlara arka çıktınız (diyelim) peki ya kıyametin gününde onların yerine Allah ile kim mücadele edecek? Ya da onların namına kim vekillik yapacak?
Nisâ 4/110
وَمَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَح۪يمًا
Kim bir kötülük yapar veya kendi nefsine zulmeder de ardından Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ın ğafur ve rahim olduğunu görecektir.
Kim bir günah kazanırsa sadece kendi aleyhine kazanır. Allah alim’dir, hakim’dir.
Kim bir hata veya günah kazandıktan sonra onu masum birine isnat ederse, açık bir günahla birlikte bir bühtan da yüklenmiş demektir.
Bu çalışmanın ana konusu olan ‘bühtan’ kelimesi bu ayette “birine yapmadığı hatta başkasının yaptığı bir şeyi isnat etmek” anlamında kullanılmıştır. |
Eğer üzerinde Allah’ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir taife kesinlikle seni saptırmaya karar verirdi. Ama kendi nefislerinden başkasını saptıramaz ve sana da herhangi bir şeyden dolayı zarar veremezlerdi. Allah sana bu kitabı ve bu hikmeti indirdi ve bilmediklerini öğretti. Allah’ın senin üzerindeki fadlı çok büyük olmuştur.
- DÖRDÜNCÜ BAĞLAM
Allah’a ve onlardan hiçbirini diğerinden ayırmadan O’nun resullerine inanıp güvenenler, işte bunlar, yakında ücretleri kendilerine verilecek olanlardır. Allah ğafurdur, rahimdir.
Allah’a ve onlardan hiçbirini diğerinden ayırmadan O’nun resullerine inanıp güvenenler, yakında ücretleri kendilerine verilecek olanlardır.
(*) اُو۬لٰٓئِكَ (ulâ-ike): İkinci mealde bu zamir fasıl zamir olarak alınmıştır.
Bu kitabın uzmanları, es-sema’dan kendilerine de bir kitap indirmeni istiyorlar. Şu da var ki “Allah’ı bize açıkça göster” diyerek Musa’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de bunun sonucunda ilkesizliklerine karşılık onları o yıldırım yakalamıştı. Sonra beyyinatların onlara gelmesinin ardından o icli edinmişlerdi. Musa’ya açık bir yetki vererek buna da cevap vermiştik.
Biz onlara “bu bölüme emre amade olarak başlayın” diyerek, onları misaklarına göre üstlendikleri bir üst aşamaya terfi ettirmiştik. Ardından onlara sebt konusunda aşırı davranmayın” diye de uyarmıştık. Üstüne onlardan ağır bir misak daha almıştık.
Bütün bunlardan sonra; misaklarını bozmalarından, Allah’ın ayetlerini görmezden gelmelerinden, nebileri haksız yere itibarsızlaştırmalarından ve kalplerimiz perdelidir demelerinden dolayı –ki aksine Allah küfürlerinden dolayı mühürlemiştir– artık birazı hariç iman etmezler.
Meryem hakkında korkunç bir bühtan olan söylemleri de küfürlerinden dolayıdır.
Bu çalışmanın ana konusu olan ‘bühtan’ kelimesi bu ayette “iftira” anlamında geçmektedir. Fakat kök harfleri ‘fry’ olan ‘iftira’ kelimesi ile bu kelimenin taşıdığı “iftira” anlamı arasında şöylesi bir fark vardır. Kök harfleri ‘fry’ olan ‘iftira’ kelimesi daha çok “olmayan bir şeyi, kurgulayıp tasarlayarak birine mal etmeye kalkışmak” anlamındayken bu kelimenin taşıdığı “iftira” anlamı “bir kişinin durumundan yola çıkarak, yapmadığı bir şeyi yaptı diyerek veya yaptığı bir şeyi yapmadı diyerek ona isnatta bulunmak”tır. Türkçede ‘ifk’, ‘kazf’, ‘iftira’, ‘zur’ ve ‘bühtan’ kelimelerine sadece “iftira” dendiği için aradaki nüans anlaşılmamaktadır. Meryem’e atılan ‘bühtan’, babasız çocuk doğurmasını temel alarak onun bu çocuğu zina yoluyla elde etmiş olduğu söylemidir. Meryem hakikaten de bir çocuk doğurmuştur. Ama onlar hiç şahitleri olmadığı halde Meryem’in hamile kalmasını zinaya bağlamışlardır. İşte ‘bühtan’ da bu olmaktadır. Bu konuyu ‘ifk’ çalışmasında detaylıca izah etmiştik. |
- BEŞİNCİ BAĞLAM
Senden önce hiçbir beşeri kalıcı kılmadık. Eğer sen ölürsen onlar kalıcı mı olacak?
Her nefs ölümün tadıcısıdır. Biz sizi el-hayr ve eş-şer ile sınamaya tâbi tutuyoruz. Dönüşünüz bizedir.
Her nefs ölümün tadıcısıdır. Biz sizi el-hayr ve eş-şer ile bir kere sınamaya tabi tutuyoruz. Dönüşünüz bizedir.
(*) وَنَبْلُوكُمْ – فِتْنَةًۜ (fitneten – nebluvekum): Bu iki kelimenin manaları birbirine çok yakındır. Bu yüzden cümlenin sonunda mansub olarak gelen فِتْنَةً (fitneten) kelimesinin, وَنَبْلُوكُمْ (nebluvekum) fiilini tekit eden “mastarı binai merre” olarak mefulü mutlak olması mümkündür.
Masdar-ı binâ-i merre: Bir olayın bir kere yapıldığını gösteren masdardır. Sülasi fiilden (فَعْلَةٌ) vezninde gelir. Sülasi fiilin dışındaki bablarda ise masdarın sonuna yuvarlak “te” (ة) getirilerek masdar-ı binâ-i merre elde edilir. Bu masdar çeşidi, genellikle mef’ulü mutlak olarak kullanılır. Mesela:
“Oturdu” manasındaki جَلَسَ fiilinin masdar-ı binâ-i merresi جَلْسَةٌ şeklindedir ve “bir kere oturmak” manasına gelir. Gördüğünüz gibi, masdar-ı binâ-i merre (فَعْلَةٌ) vezninde gelmiştir.
“Temizledi” manasındaki نَظَّفَ fiilinin masdar-ı binâ-i merresi تَنْظِيفَةٌ şeklindedir. “Bir kere temizlemek” manasına gelir. Gördüğünüz gibi, masdar-ı binâ-i merre için fiilin masdarının sonuna yuvarlak “te” eklenmiştir.
Daha önceki ayeti de göz önüne aldığımızda, mastar-ı bina-i merre’nin verdiği “bir kere” anlamı, “dünya hayatının bir kere oluşu”nu kastediyor olmalıdır.
(*) بِالشَّرِّ وَالْخَيْر (bi-şşerri velḣayri): Anlam olarak birbirine zıt iki kavram olan bu iki kelimenin kastettiği manalar şu şekildedir:
‘Şer’: Başa gelmesi istenmeyen şey.
‘Hayr’: Elde edilmek istenen şey’dir.
Her iki kelimenin marife olması bu kelimelerin neleri kastettiğinin Kur’an’da anlatılmış olmasından dolayıdır. Kişinin ‘hayr’ ile imtihanı Kur’an’da ‘hayr’ olarak tanıtılan şeyleri elde etmek için çabalaması; ‘şer’ ile imtihanı ise ‘şer’ olarak tanıtılan şeylerden kaçınması ile olmalıdır.
O kafirler seni görünce “otoritelerinize nasihat çeken bu mu” diyerek seni hafife alırlar. Çünkü onlar er-Rahman’ın zikrini bile bile görmezden gelenlerin ta kendileridir.
Bu ayete meal vermeden önce tarih boyunca bu ayet etrafında örülen müktesebat ağını bilmek gerekmektedir. Çünkü bu ayete verilen mealler ve yapılan tefsirler, ayetten ortaya çıkan anlamın anlaşılmasına değil çok daha anlamsız hâle gelmesine sebep olmuştur. Başvurulan onca rivayet, kendisine yaslanılan onca ulema açıklaması, ağızları açık bırakacak şekilde yapılan onca yorum sadra şifa olmamış tam tersi anlaşılmaz durumu kopkoyu bir karanlığa çevirmiştir. Her yolu deneyip bir çıkış bulamayan ulema sonuçta “mücmel” ayet “müteşabih” ayet diyerek bu ayeti de müminlerin hayatında işlevsiz hale getirmiştir. Durumun anlaşılması için önce bu ayete verilen birkaç meali buraya almamız gerekecektir.
Abdulbaki Gölpınarlı Meali
İnsan, pek aceleci yaratılmıştır; delillerimi yakında göstereceğim size, acele etmeyin.
Ali Bulaç Meali
İnsan aceleden (aceleci olarak) yaratıldı. Size ayetlerimi yakında göstereceğim. Şimdi hemen acele etmeyin.
Bayraktar Bayraklı Meali
İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Âyetlerimi yakında size göstereceğim, artık onların çabuk gelmesini istemeyiniz.
Diyanet Vakfı Meali
İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim; benden acele istemeyin.
Edip Yüksel Meali
İnsanlar aceleci olarak yaratılmıştır. Size ayetlerimi (işaretlerimi) göstereceğim; acele etmeyin.
Elmalılı Meali (Orijinal)
İnsan aceleden yaratıldı, yarın ben onlara âyetlerimi göstereceğim şimdi siz acele etmeyin.
Hasan Basri Çantay Meali
İnsan (lar sanki) aceleden yaratılmış. Size âyetlerimi göstereceğim. Benden onu acele istemeyin!
Mehmet Okuyan Meali
İnsan aceleci (olarak) yaratılmıştır. Size delillerimi ileride göstereceğim; (azabı) benden acele istemeyin!
Mustafa İslamoğlu Meali
İNSANOĞLU aceleci bir yaratılışa sahiptir; zamanı gelince size mesajlarımın (gerçek olduğunu) göstereceğim; dolayısıyla, acele etmenize hiç gerek yok.
Süleyman Ateş Meali
(İnsanın tabiatinde acelecilik vardır. Öyle acelecidir ki, sanki) İnsan aceleden yaratılmıştır. (Durun,) Size ayetlerimi göstereceğim, benden acele istemeyin.
Süleymaniye Vakfı Meali
İnsan aceleci bir yapıda yaratılmıştır. Siz acele etmeyin; size âyetlerimi göstereceğim.
Sabır ve vaaz örnekleri
Bu meallere göre ayet, insan türünün yaratılışından bahsetmektedir. Bu meallerin bazısına göre ayetten “insan türü aceleci bir tabiatta yaratılmıştır” gibi bir anlam çıkarken diğer bazısına göre ise “insan aceleden yaratılmıştır” gibi bir anlam çıkmıştır. Kimi meal yazarları ise ayeti kendi çıkarımına göre süsleyip güya daha kabul edilebilir bir anlam ortaya koymuştur (mesela bkz. M. İslamoğlu meali).
Hemen belirtelim ki ayetin cümle yapısı şuna benzer meallerin verilmesine asla müsait değildir.
- “İnsan aceleci bir yaratılışa sahiptir…”
- “(İnsanın tabiatında acelecilik vardır. Öyle acelecidir ki, sanki) İnsan aceleden yaratılmıştır” veya “insan aceleci bir yapıda yaratılmıştır…”
- “İnsan aceleci (olarak) yaratılmıştır…”
- “İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır…”
Ayete bu şekilde meal verenler ayetin cümle yapısına da ayetteki kelimelerin manalarına da sadık kalmamışlardır. Bu mealler içinde az da olsa ayetin cümle yapısına uyan mealler ise cümleye şu manayı vermişlerdir.
- “İnsan (lar sanki) aceleden yaratılmış…” (H. B. Çantay).
- “İnsan aceleden yaratıldı…” (Elmalılı (orijinal)
Bu iki mealden cümleye parantez içinde (-lar sanki) şeklinde ekleme yapan H. B. Çantay, ayette söylenenleri hakikatten mecaza çevirerek işi “faraza öyledir”e çevirmiştir. Yukarıya aldığımız ve almadığımız mealler içerisinde kelimelere ve cümlenin yapısına sadık kalarak çeviriyi yapan bir tek Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’dır.
Fakat Elmalılı cümleye sadık kalsa da ortaya çıkan manaya tasavvurlarda yer bulabilmek mümkün değildir. “İnsan aceleden yaratıldı” demek, “acele” diye bir şey var ve insan ondan yaratıldı demektir. Oysa “acele” bir varlığın adı değil bir fiilin adıdır. İşte yukarıdaki meallerin cümleye sadık kalmamasının sebebi de budur. Bu yüzden kimisi “insan aceleci yaratılmıştır” demiş kimisi de “insanın tabiatında acelecilik vardır” demiştir. Zemahşerî bu ayetin tefsirini şu şekilde yapmıştır:
Müşrikler, Allah’ın azabının çarçabuk gelmesini ve gerçeği öğrenip ikrara [insanı] mecbur bırakan mucizelerinin hemen gösterilmesini istiyorlar ve “(alaylı bir tavırla) “Ne zamanmış̧ bu vaat?” diyorlardı.” Bu ayetle Allah, onları böyle acele etmekten nehyetmekte ve sakındırmaktadır. Öncelikle insanı fıtratı gereği son derece aceleci olması yüzünden yermekte, sonra da onları böyle davranmaktan nehyedip sakındırmaktadır. Sanki şöyle demiş̧ olmaktadır: Acele etmeniz sizden beklenmedik bir durum değildir. Çünkü̈ siz böyle bir özellikte yaratıldınız, bu sizin tabiatınız ve seciyenizdir.
İbn Abbas’ın (r.a.) şöyle dediği nakledilir: “İnsan ile Âdem (a.s.) murat edilmiştir. Üflenen ruh onun sadrına ulaşınca henüz tüm vücuduna tam yerleşmeden ayağa kalkmak istedi.”
Yine rivayete göre ruh Adem’in gözüne ulaşınca hemen cennetin meyvelerine bakmaya başlamış̧. Karnına ulaşınca yemek istemiş̧.
Yine denildi ki: Allah Adem’i Cuma günü̈ günün sonunda Güneş̧ batmadan önce yaratmıştı, Güneş̧ batmadan bu işi bitireyim diye de acele etmişti.
İbn Abbas (r.a.)’dan diğer bir nakle göre bu kişi Nadir b. el-Hâris’tir. Açık olan, bundan insan cinsinin kastedilmiş̧ olmasıdır.
‘Acel kelimesinin Hımyer dilinde çamur anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu manada onlardan bir şair şöyle demiştir:
Hurma su ile çamurun arasından biter.
Ama doğruluğunu Allah bilir.
Şayet “Allah, “İnsan aceleci yaratılmıştır” (Enbiya 21/37) ve “Çok acelecidir insanoğlu!’ [İsra 17/11] beyanlarına rağmen niçin onları acele davranmaktan nehyetti? Bu, güç̧ yetirilemeyecek bir şeyin teklif edilmesi kabilinden değil midir?” dersen şöyle derim: Bu durum, Allah’ın insana şehvet yükleyip onu kontrolü̈ altında tutmasını emretmesi gibidir. Çünkü̈ Allah insana şehvetini engelleyebilecek ve aceleciliği terk edebilecek bir kudret vermiştir. Ayetteki خُلِقَ الْاِنْسَانُ (İnsan yaratılmıştır.) ifadesi haleka’l-insâne (İnsanı yaratmıştır.) şeklinde de okunmuştur.
(Zemahşerî / El-Keşşaf)
Kâfirlerin akıbeti ve uyarı
Ayetin anlamları hakkında geniş bir yelpaze açan Zemahşerî, ayetin ne kastettiği ile alâkalı olarak birçok seçenek arz etmiştir ama sunduğu seçenekler ne Kur’an’a ne hakikate ne de insafa sığacak seçeneklerdir. Hele onun “Allah Adem’i Cuma günü günün sonunda Güneş batmadan önce yaratmıştı, Güneş batmadan bu işi bitireyim diye de acele etmişti” söylemi tamamen Allah’a iftiradır. Haşa Yüce Allah’ı mesai saatlerini gözeten bir zatmış gibi resmeden bu söylemi dillendirmekten çekinmeyip tefsir diye ayetin altına yazması, onun Kur’an’a tefsir yazarken bile Kur’an’ı gönderen Allah’ı dikkate almadığını göstermekten başka bir işe yaramamıştır. Yüce Allah acele etmekten münezzehtir. Rabbimizi Zemahşerî ve onun gibilerin bu söylemlerinden tenzih ederiz.
Hangi şekilde mana verilirse verilsin hangi açıklama getirilirse getirilsin “insan aceleden yaratıldı” sözünü Asım b. Behdele kıraatine sadık kalarak tevil edip akla mantığa uygun hâle getirmenin bir yolu yoktur. Nitekim hiçbir meal ve tefsir yazarı metne sadık kalmamış, ayete ayette olmayan kelimeler eklemekten tutun da kelimelere ve edatlara bambaşka manalar vermişlerdir. Bu yüzden bu kıraate göre verilen mealler veya tefsirler ile fazla zaman kaybetmenin gereği yoktur.
(*) خُلِقَ (khaleqa): Bizim kanaatimize göre meçhul olarak değil, malum olarak harekelenmesi gereken bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir: (khaleqa–khalqan) “ölçmek, oranlamak, takdir etmek, tahmin etmek, yokken var etmek, şekil vermek, örneği olmaksızın bir şeyi var etmek, şekillendirmek, eskimek, yıpranmak, uydurmak” (Karslı).
(*) عَجَلٍ (acelen): Bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir: (acile–acelen–aceleten) “acele etmek, hızlanmak, hemen olmasını istemek” (ea’cele–ia’calen) “acele ettirmek, zorlamak, sıkıştırmak, …nın önüne geçmek, hızlandırmak, çabuklaştırmak” (accele–tea’cilen) “acele etmek, çabuk yapmak, hızlandırmak, zamanından önce yapmak, peşin yapmak” (âcele–muaceleten) “hızlı yapmak, çabuk yapmak, geciktirmeden yapmak, acilen yapmak, hemen yapmak, ihmal etmeden yapmak” (teaccele–teacculen) “ acele etmek, acele davranmak, ara vermeksizin yapmak, peşin almak, vaktinden önce almak” (istea’cele–istia’calen) “acele etmek, acele ettirmek, hızlandırmak, acele olarak, süratle”.
Acilen ……………………………tez, erkenden, acil olarak.
Hayru’l birri acilehu………………iyiliğin hayırlısı peşin olandır.
İn acilen ev ecelin…………………eninde sonunda
Seyehdusu acilen ev ecelin……….er ya da geç olacak.
Fi karbi’l acili …………………….yakın gelecekte
el-Aciletun ………………………..dünya, yakın, peşin.
İclun……………………………….dana, buzağı.
Acelun …………………………….acele, acelecilik.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
İnsan, peşin istekler yüzünden yalan uydurdu. Ayetlerimi zaten size göstereceğim, beni acele ettirmeyin / benden peşin isteklerde bulunmayın.
(Not: Ayetin en sonunda istifal babından bir fiil olarak geçen فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ (testea’ciluni) kelimesi, Asım b. Behdele kıraatinde mecrur olarak harekelenmiştir. Bunun sebebi kelimede zamir olan bir ي (ya) harfinin hazfedilmiş olduğu varsayımıdır. O kelimede herhangi bir hazif olmadığını kabul ettiğimizde, bunun ayete yansıması şu şekilde olacaktır.
İnsan, geçici olan şey yüzünden yalan uydurdu. Nasıl olsa ayetlerimi size göstereceğim, bu yüzden geçici olana heveslenmeyin.
Verdiğimiz bu mealin gerekçelerinin başında, ‘acelun’ kelimesinin başka ayetlerde şu şekilde geçmiş olması gelmektedir:
Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız (TDV meali).
İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir! (TDV meali).
Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız (TDV meali).
Enbiyâ 37. ayetin de içinde bulunduğu pasajda sadece iki ayet önce akıllı varlıkların ‘el-hayr’ ve ‘eş-şer’ ile imtihan edildiği bildirilmişti. Bu ayetteki ‘acelun’ kelimesinin de o ayetle bağlantılı olarak anlaşılması gerekmektedir. Bunun yanında İsrâ 18. ayette insanın çabuk geçene istek duyduğu belirtilmektedir. Yine Yûnus 11. ayette insanın hayrın çarçabuk gerçekleşmesini istediğinden bahsedilmektedir. İşte bu gerekçeler yüzünden ayetteki ‘khaleqa’ fiiline meçhul değil malum mana verilmiştir. Kanaatimize göre Asım b. Behdele kelimenin harekelenmesinde çok acele etmiştir.
Diğer bir gerekçe de şu şekildedir: (عَجَلٍ) ‘acele’ kelimesinin Kur’an’daki diğer geçtiği yerleri göz önüne aldığımızda bu kelimenin “dünya hayatı” anlamına gelmesi de mümkündür. Bu durumda ilk cümlenin anlamı “insan, çarçabuk geçen (dünya hayatı) yüzünden yalan uydurdu” şeklinde olacaktır. Nitekim yine birkaç ayet önce “senden önce hiçbir beşeri kalıcı yapmadık, sen ölünce onlar kalıcı mı olacak?” şeklinde bir cümle de geçmişti.
Bu saydığımız gerekçeler veya daha derin araştırmalar sonucunda ulaşılacak başka hangi gerekçeler olursa olsun her halükârda ayetin ilk cümlesini خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍ (Ḣulika-l-insânu min ‘acel(in)) bu şekilde harekeleyip “insan aceleden yaratıldı” şeklinde bir anlama ulaşmak ve bu anlama da (hâşâ) “Allah Âdem’in yaratılışını güneş batmadan tamamlamak için acele etti” gibi sefil bir tefsir yapmak asla doğru değildir.
Öte yandan kelimenin anlamının illâ da “yaratmak” olduğu ve bizim iddia ettiğimiz gibi malum değil de Asım b. Behdele kıraatinde olduğu gibi meçhul olduğu iddia edilmesi durumunda şöyle bir yolun izlenmesi zorunludur.
“İnsan aceleden yaratıldı” gibi bir anlam her halükârda karşılığı olmayan bir anlamdır. Çünkü bu anlamın kabul edilmesi durumunda “acele” diye bir hammadde olması ve insanın da ondan yaratılmış olması gerekmektedir. Oysa ‘acele’ kelimesi bir fiili tanımlayan sıfatî bir kelimedir. Bu durumda yine (hâşâ) “Allah insanı yaratırken acele etti” gibi bir sonuca çıkılacaktır ki bu kesinlikle Yüce Allah’a iftira olacaktır. Çünkü Yüce Allah hiçbir fiilinde ne acele eder ne de geç kalır. O yaptığı her şeyi tam zamanında, tam yerinde, tam kararında yapar. Bu yüzden ‘khaleqa’ kelimesine asla yaratılma manası verilemez. Fiil meçhul kabul edilirse bu durumda ‘khuliqa’ kelimesinin sözlük manaları içinde “bir şeyi orantılamak, bir şeyi biçimlendirmek” gibi anlamlar ön plana çıkmaktadır. Buna göre cümledeki fiili meçhul olarak alırsak; “İnsan çabuk geçen (dünya hayatına)’e göre biçimlendirildi, orantılandırıldı” şeklinde bir mana ortaya çıkacaktır ki bu manayı anlamak ve böylesi bir mananın Kur’an’da karşılığını bulmak mümkündür.
Mesele bir başka açıdan daha bakmak gerekmektedir. Mevcut kıraate göre cümleye anlam veren meal ve tefsir uleması ayete şöyle mana vermişlerdir.
Ali Bulaç Meali
İnsan aceleden (aceleci olarak) yaratıldı. Size ayetlerimi yakında göstereceğim. Şimdi hemen acele etmeyin.
Ali Fikri Yavuz Meali
İnsanda acelecilik yaratıldı. Yakında size (azaba dair) alâmetlerimi göstereceğim. Şimdi siz acele etmeyin.
Bayraktar Bayraklı Meali
İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Âyetlerimi yakında size göstereceğim, artık onların çabuk gelmesini istemeyiniz.
Diyanet Vakfı Meali
İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim; benden acele istemeyin.
Edip Yüksel Meali
İnsanlar aceleci olarak yaratılmıştır. Size ayetlerimi (işaretlerimi) göstereceğim; acele etmeyin.
Elmalılı Meali (Orijinal)
İnsan aceleden yaratıldı, yarın ben onlara âyetlerimi göstereceğim şimdi siz acele etmeyin
Hasan Basri Çantay Meali
İnsan (lar sanki) aceleden yaratılmış. Size âyetlerimi göstereceğim. Benden onu acele istemeyin!
Mehmet Okuyan Meali
İnsan aceleci (olarak) yaratılmıştır. Size delillerimi ileride göstereceğim; (azabı) benden acele istemeyin!
Mustafa İslamoğlu Meali
İNSANOĞLU aceleci bir yaratılışa sahiptir; zamanı gelince size mesajlarımın (gerçek olduğunu) göstereceğim; dolayısıyla, acele etmenize hiç gerek yok.
Süleyman Ateş Meali
(İnsanın tabiatinde acelecilik vardır. Öye acelecidir ki, sanki) İnsan aceleden yaratılmıştır. (Durun,) Size ayetlerimi göstereceğim, benden acele istemeyin.
Süleymaniye Vakfı Meali
İnsan aceleci bir yapıda yaratılmıştır. Siz acele etmeyin; size âyetlerimi göstereceğim.
Bu meallere dikkat edilirse ayette geçen فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ (fela testea’ciluni) ifadesine iki farklı mana verildiği görülecektir. Kimi meallerde cümleye;
فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ … “benden acele istemeyin” (S. Ateş – M. Okuyan – TDV – H. B. Çantay mealleri) şeklinde, kimisinde ise;
فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ … “acele etmeyin / acele etmenize hiç gerek yok / artık onları çabuk gelmesini istemeyin” şeklinde mana verilmiştir.
Müjde ve sonu özetleyen çağrı
Bu iki meal çeşidi arasındaki fark, bir kısmında “benden” zamiri varken diğerlerinde bu yoktur. Kelimenin sözlük manalarını ve son harekesinin mecrur olmasını göz önüne aldığımızda “benden” zamirini meallerine yansıtmayanlar zaten hatalıdır ama kelimenin mecrur olduğunu görüp zamiri meallerine “benden acele istemeyin” diye ekleyenler de doğru yapmamışlardır. Çünkü kelimeye verilmesi gereken mana “beni acele ettirmeyin” şeklinde olması gerekmektedir. İfadeye “benden” manası eklemek için hem önceki cümlenin ve hatta önceki ayetlerin buna uygun olması gerekmektedir hem de cümlede bir ‘min’ harf-i cer’inin olması ve ‘fela testea’cilune minni’ şeklinde gelmesi gerekirdi. İstif’al babına mansub-muttasıl bir zamirin birleşmesi durumunda kelimede “-den, -dan” anlamı veren bir yapının olduğu doğrudur ve Kur’an’da istif’al babının bu şekilde kullanıldığına dair kullanımlar vardır (mesela; vestağfiruni–nestağfiruke kelimeleri gibi). Fakat böylesi bir anlama ulaşmak için bu kelimeden önce geçen cümlelerin bu anlamı çıkaramaya müsaade etmesi gerekmektedir. Yapısı şu şekilde olan bir cümleden;
“İnsan aceleden yaratılmıştır … … benden acele istemeyin”
Müfessir ve meal yazarlarının iddia ettiği gibi “-den, -dan” anlamı verdirecek bir şey yoktur. Öte yandan “benden acele istemeyin” ifadesi aslında hiçbir şey demeyen bir anlama sahiptir. Ne acele istenmemelidir? Acele istenmemesi gereken şey nedir? Yüce Allah’ın vergisi hakkında bir şeyin acele mi tam zamanı mı olduğuna kim nasıl karar verecektir? Dahası hem insanın aceleden yaratılması hem de ona “benden acele istemeyin” denmesi tam bir çelişki olmayacak mıdır? Bu çelişkiyi Zemahşerî gibi, “insanın dizginlemesi gereken bir tarafı” olarak açıklamaya kalkışmak tam bir safsata olmayacak mıdır? Bu ifadenin meal ve tefsirlerde olduğu gibi alınması durumunda “insan acıkan bir varlık olarak yaratıldı, benden yemek istemeyin” – “insan su ile yaşamını devam ettiren bir varlık olarak yaratıldı, benden su istemeyin” demekten hiçbir farkı kalmayacaktır.
Kaldı ki ifadenin meal ve tefsirlerde geçtiği gibi anlaşılması durumunda sanki Yüce Allah’ın vergisi hususunda insan türünün acele istemesinin bir etkisi varmış gibi bir durum da ortaya çıkmaktadır. Oysa insan türü ister acele istesin, isterse hiç istemesin Yüce Allah neyi–ne zaman–nerede–ne şekilde–ne miktarda göndereceğine sadece kendisi karar vermektedir ve onun kararlarını etkileyecek hiçbir kimse olmamıştır, olmamaktadır, olmayacaktır, olması da mümkün değildir.
“İnsan aceleden yaratılmıştır … … benden acele istemeyin”
Cümlenin bu yapıda olduğunun kabul edilmesi durumunda ifadenin bir tehdit mi, adab-ı muaşeret mi yoksa başka bir şey için mi söylendiği de anlaşılmamaktadır. Ne demek istenmektedir?
“Bakın, benden acele istemeyin sonra ben de acele veririm pişman olursunuz” mu?
“Benden acele istemeyin zamanı gelince ben zaten vereceğim” mi?
“Benden isteyin ama isteklerinizde acele etmeyin zamanını bekleyin? mi demek istenmektedir yoksa bunların dışında başka bir şey mi?
Bu sorulara ayetteki سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي (se urikum ayati) ifadesine yaslanarak “acele edilmemesi istenen şey Yüce Allah’ın ayetleridir” şeklinde bir cevap verilmesi mümkündür. Fakat bu soru doğal olarak “Yüce Allah’ın ayetlerini çabuk istemenin nesi kötüdür ki bundan vazgeçilmesi istenmektedir?” gibi karşı bir soru ile cevaplanması da mümkündür.
İşte tüm bu sebeplerden ve ayetin içinde geçtiği pasajı da göz önüne alarak biz, cümledeki ‘khaleqa’ ifadesinin malum bir fiil olduğunu, ayetin sonundaki فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ (fela testea’ciluni) ifadesinin son harekesinin mecrur değil mansub olduğunu yani orada hazfedilmiş bir ‘ya’ zamirinin olmadığını belirtiyoruz. Ayete verilmesi gereken anlamında şu şekilde olması gerektiğini söylüyoruz.
İnsan, geçici olan (dünya hayatın)’a göre şekillendirildi. Yakında size ayetlerimi göstereceğim, bu yüzden geçici olan (dünya hayatın)’ı arzulamayın.
(Not: Bu meal ayetin başındaki fiilin meçhul (خُلِقَ) olarak harekelendirilmesine ve en son kelimede hazf edilmiş bir zamir olmadığına göredir.)
Enbiyâ 21/37)
خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ
İnsan, geçici olan (dünya hayatı) yüzünden yalan uydurdu. Ayetlerimi zaten size göstereceğim bu yüzden geçici olan (dünya hayatın)’a heveslenmeyin.
(Not: Bu meal en baştaki fiilin malum (خَلَقَ) olarak harekelendirilmesine ve en son kelimede hazf edilmiş zamir olmadığına göredir. Ayetin başındaki (خَلَقَ) kelimesinin tef’il babından (خَلَّقَ) bir fiil olarak harekelendirilmesi de mümkündür. Bu durumda anlam “durmadan uydurdu / uydurmalara saplandı” şeklinde olacaktır.)
(İnsanlar) “Eğer sözünüzün eriyeseniz (söyleyin bakalım) bu vaad (tehdit) ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar.
(*) İşte bu ayet de göstermektedir ki pasajdaki konu geçici olan dünya hayatı ile alâkalıdır. Sonraki ayetlerde konunun geçici olan dünya hayatı ile kalıcı olan ahiret hayatı bağlamında olduğu daha sarih bir şekilde ortaya konmaktadır.
Böylesi kafirlik edenler, o en-nar’ı ne yüzlerinden ve ne sırtlarından defedemeyecekleri ve ne de hiç yardım görmeyecekleri zamanı keşke anlasalardı.
Oysa o (vaad – tehdit) onlara, tahmin edemeyecekleri kadar dehşete düşürerek ansızın gelecek ve sonuçta ne onu reddetmeye güçleri yetecek ne de onlara zaman tanınacak.
Bu çalışmanın ana konusu olan ‘bühtan’ kelimesi bu bağlamda “müfred-müennes-muzari bir fiil olarak geçmektedir. Çalışmanın en başında verdiğimiz sözlük manaları içerisinde “dehşete düşürmek, afallatmak, şaşkına çevirmek” şeklinde manalar vardı. Bu kelimenin şaşırtma, dehşete düşürme veya afallatma” manası “beklenmeyen bir kişi veya şeyden, beklenmeyen bir zamanda, beklenmeyen bir şeyin sadır olması” arka planına sahiptir. Kelimeye verdiğimiz “tahmin edemeyecekleri (beklemeyecekleri) kadar dehşete düşürerek” anlamı işte bu arka plan göz önüne alınarak verilmiştir. Zira; o inanmadıkları şeyin bir gün geleceği onlara haber verilmiştir. Onun dehşetli bir gün olacağı da onlara söylenmiştir. Yani ondan haberleri vardır ama o dehşetli günün dehşetini onların ölçmesi, tahmin etmesi mümkün değildir. |
Hep olduğu gibi senden önceki resuller de hafife alınmıştı da onların (kafirlerin) zorbalık yapanları yüzünden hafife alıp durdukları şey gerçekleşmişti.
Hep olduğu gibi senden önceki resuller de hafife alınmıştı da onlardan (kafirlerden) olan zorbalar yüzünden hafife alıp durdukları şey gerçekleşmişti.
Hep olduğu gibi senden önceki resuller de hafife alınmıştı da o (kafir ola)’nların (kendilerini alay etmeye mecbur bırakarak) zorbalık yapanları yüzünden hafife alıp durdukları şey gerçekleşmişti.
- ALTINCI BAĞLAM
Onu duyduğunuz vakit, hiç olmazsa “bizim için böylesi bir şeyi söylemek olmaz, seni tenzih ederiz, bu dehşet verici bir bühtandır” deseydiniz ya!
Bu çalışmanın ana konusu olan ‘bühtan’ kelimesi bu bağlamda mastar olarak geçmektedir. Kelime bu bağlamda “kişiyi dehşete düşürecek şekilde hiç beklemediği korkunç bir iftira” anlamında geçmektedir. Kelimenin bu bağlamdaki kullanımı ile ilgili ‘ifk’ kelimesi üzerine yaptığımız çalışmada detaylıca durulmuştu. Daha geniş bilgi için oraya müracaat edilebilir. |
- YEDİNCİ BAĞLAM
Mü’min erkek ve mü’min kadınları yaptıklarının haricindekilerle etrafa tanıtanlar, bühtana ve günaha açıkça hamallık ediyorlar demektir.
Bu çalışmanın ana konusu olan ‘bühtan’ kelimesi bu bağlamda mastar olarak “dehşete düşüren iftira” anlamında geçmektedir. |
- SEKİZİNCİ BAĞLAM
Ey Nebi! İman eden kadınlar,“Allah’a hiçbir şeyi ortak etmemek, hırsızlık yapmamak, zina işlememek, evlatlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir bühtan kurgulayıp tasarlamamak ve maruf olanda sana isyan etmemek için sana itaat etmeye söz vermek üzere gelince, sen de onların lehinde Allah’a istiğfar ederek onlarla sözleş. Çünkü Allah ğafur’dur, Rahim’dir.
Bu çalışmanın ana konusu olan ‘bühtan’ kelimesi Mushaf sıralamasında son olarak bu ayette geçmektedir. Kelime bu bağlamda uzun bir cümleyi kendisine sıfat olarak almıştır.
Buna göre kelime: “elleri ve ayakları arasında kurgulayıp tasarladıkları ‘bühtan’” anlamına gelmektedir. Ayetin tamamını göz önüne aldığımızda burada kastedilen ‘bühtan’ın evli kadınların başkalarından hamile kalıp da çocuğu hamile kaldıklarına değil de kocalarına nispet etmeleri anlamına gelmektedir. |