Başlıklar
CAZİBESİ OLAN BİR HAYAT
Bazen bir meseleye tersinden bakmak anlaşılması istenen konunun daha iyi anlaşılmasına neden olmaktadır. Günümüz dünyasında, yeryüzündeki tüm inançlar ve ideolojiler arasında ‘temsiliyet’ sorunu yaşayan tek insan topluluğu kesinlikle Müslümanlardır. Bu temsiliyet sorunu hem beslenilen kaynak hem hakimiyet hem de hukuk açısındandır. Mesela, genel kabul görmüş anlayışa göre Müslümanların akidevî, hukuki, siyasi ve toplumsal açıdan yetkili yani temsili mercii “Kur’an + sünnet + kıyas + icma” şeklindeki formüldür. Fakat bu formülde bulunan öğelerin kendi içinde farklılık arz etmesi hiçbir ögenin temsil etme kabiliyetine erişememesine neden olmaktadır.
Şöyle ki; “Kur’an” dendiğinde ortaya tek bir tane metin çıkmamaktadır. Fiziki haliyle en az 20 değişik kıraati olan ve açıklanmasında yüzlerce kola ayrılan bir metin karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada hangi kıraatin temsili yetkiyi elinde bulunduracağı sorusu cevapsız bir soru olarak kalacaktır. Ya da bu soru “keyfim hangisini isterse” cevabıyla cevaplanacaktır. Aslına bakılırsa pratik uygulama tam da “keyfim hangisini isterse” cevabına göre tezahür etmiştir.
‘Sünnet’ denilince de akla tek bir tane temsili makam çıkmamaktadır karşımıza. ‘Sünnet’ denilen olguyu kim temsil edecektir? Buhari mi Müslim mi yoksa diğerleri mi? Ulema bu soruya kurnazca “hepsi” şeklinde cevap vermiştir ama bu çok sahtekarca bir cevaptır. Çünkü bizzat Buhari’nin kendisi Müslim ile yan yana gelmeyi kabul etmezken, öğrencisi Müslim’i sünneti temsil makamında görmezken onlardan sonra onların her ikisini de bu makama getirmek aslında kendilerini temsil makamına koymaktır.
Böyle olması durumunda ‘sünnet’ denilen olguyu oluşturan Kütüb-i Sitte (veya seb’a)’deki hiçbir öğe sünneti temsil etme makamını elde edememektedir.
İcma ve kıyas da bundan farklı değildir. “Kimin icması, kimin kıyası esastır?” sorusunu sorduğumuzda karşımıza bu soruda diğerlerinin temsil makamında göreceği hiçbir unsur çıkmamaktadır. En sonda gelip de dört mezhebi aynı sofraya oturtmak onlardan beslenmek değil onları beslemek olacaktır.
İslam’da temsiliyet sorunu
Böylesi bir geçmişe ve geleneğe sahip Müslümanlar günümüzde bu geçmişe göre oluşmuş ‘TEMSİLSİZLİK’ sorunu ile çok acı bir şekilde karşı karşıya kalmışlardır.
Geçmiş iktidarların kendilerini “İslam’ın kılıcı” ya da “Allah’ın gölgesi” olarak görmeleri ise günümüz siyasi partilerin iddiası gibi boş bir iddiadan öte bir şey değildir. Çünkü ‘TEMSİLİYET’ denen şey kişilerin kendilerini kabulü üzerine değil tam tersi diğerlerinin onu kabulü üzerine kuruludur.
Şu bir gerçek ki TEMSİLİYET sorunu sadece günümüzde değil geçmişte de yaşanmıştır hatta farklı İSLAMİ İKTİDARLARIN olmasının, tek bir çatı altında olunmamasının tek sebebi budur.
‘TEMSİLİYET’ ifadesi kendi içinde bir ‘MEŞRUİYET’ anlamı da taşımaktadır. Burada hemen belirtelim ki her iki kelimede de asıl olan şey kesinlikle “hak, adalet, hakikat, gerçek” gibi içerikler değildir. Zulüm de olsa adaletsizlik de olsa TEMSİLİYET geçerlidir. Çünkü ‘temsiliyet’ dediğimiz şey sadece KABUL üzerine kuruludur.
Firavun zalimdir ama ülkesinin kabul görmüş temsilcisidir ve Musa onu muhatap almıştır.
Resmi kurumlar açısından ‘temsiliyet’ denen şeyi o kurumları işleten elde eder. Mesela, İslam’da zekat vermek farzdır fakat ‘zekat toplama’ denen faaliyeti ancak temsili organlar yapar ve bu sadece kabul iledir.
‘Temsil’ meselesini daha iyi anlamak için tersten bakarak “KÜFRÜN temsilcisi kimdir?” şeklinde bir soru sorduğumuzda karşımıza bu temsili üstlenecek belli bir kurum veya kişi çıkmamaktadır. Fakat böyle olmasına rağmen en çabuk yayılan ve en fazla taraftarı olan daima ‘küfür’ olmuştur.
Küfrü bu kadar cazip hâle getiren şey nedir? İnsanları böylesi bir hayat yaşamaya ne ikna eder?
Bu sorunun tek bir cevabı vardır: ‘CAZİBE’
Batı kendi hayat biçimini yaymak için herhangi bir misyonerlik faaliyeti yürütmemiştir. ‘Demokrasi’ denen şeytani sistemin herhangi bir davetçisi veya resmi kurumu yoktur.
Batının ‘Hristiyanlık’ adına yaptığı misyonerlik faaliyeti bile bunun önüne geçememiştir.
Çünkü kendini bilen hiçbir Hristiyan, Batı’nın şu an yaşadığı hayat biçiminden memnun değildir.
‘Batı tarzı yaşam biçimi’ni insanlara cazip hale getiren şey o yaşam biçiminin insanlar tarafından herhangi bir zorlama ve dayatma olmadan YAŞANIYOR olması yani TEMSİL ediliyor olmasıdır. O yaşam biçiminin güçlü bir şekilde yaşanıyor olması insanların ölüm pahasına oraya doğru koşmasına neden olmaktadır.
‘Batı tarzı yaşam biçimi’ hakkında DÜŞÜNSEL bir ikna çabası yoktur. Zaten bu yaşam biçiminin arka planında bir düşünce de yoktur.
Batı yaşamının cazibesi
Geleneğin hâkim olduğu İslam anlayışında İslami yaşam biçimini CAZİP hâle getiren hiçbir şey kalmamıştır.
İnsanları İslami yaşam biçimine ikna etmek için gösterilen düşünsel çabaların hepsi hedef olarak kendilerini ‘TEMSİLİYET makamı’nın ADAYI olarak görmektedirler.
Doğal CAZİBESİNİ kaybeden her düşünce önünde sonunda DESPOTLUĞA dönüşecektir.
Çünkü ‘yaşam’ denen şeyin akışkanlığı göstermelik temsiliyetler üzerine kurulmaz, kurulamaz.
Kur’an’da ‘gayri İslami yaşam biçimleri’ için “evini uçurum kenarına kuranlar” benzetmesi yapılır. Yine başka bir yerde “ateş çukurunun kenarında” benzetmesi yapılır. Fakat bu benzetmeler bile kendi bağlamından koparıldığı için ne benzetmeler anlaşılmış ne de herhangi bir önlem geliştirilmiştir.
Bu benzetmeler hep şöyle anlaşılmış: “Uçurum” derken bu dünyadaki uçurumdan değil ahiretteki uçurumdan, “ateş çukuru” derken bu dünyadaki ateş çukurlarından değil ahiretteki ateş çukurlarından bahsedildiği zannedilmiştir yani dünya hayatına dair yapılan benzetmeler bağlamından koparılıp ahirete taalluk ettirilmiştir.
Oysa “uçurum kenarına ev kurmak” demek, “düşme korkusuyla bir yaşam sürmek” demektir.
Oysa “ateş çukurunun kenarında olmak” demek, “yanma korkusuyla bir hayat biçimi sürmek” demektir.
İnsanın bu dünyada her an düşeceği bir uçurum veya her an yanacağı bir ateş çukuru korkusuyla yaşam sürmesi mümkün değildir, mümkün olsa bile bu asla İSLAM değildir.
İslam’ın üzerine bina edildiği esas temel İMAN’dır.
İman ise SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR GÜVEN ORTAMI İLE ELDE EDİLEBİLECEK BİR ŞEYDİR.
Her an düşülebilecek bir uçurumu ve ateş çukurları olan insanların GÜVEN içinde olmaları mümkün değildir.
Böylesi yaşam biçimleri sadece İKİ YÜZLÜ bir anlayışı doğal hâle getirirler.
Kendilerini ‘TEMSİLİYET’ makamında görenlerin tamamı, CAZİBESİNİ çoktan kaybetmiş bir yaşam biçimini UÇURUM veya ATEŞ ÇUKURU korkusuyla sürdürülebilir hâle getirmeye çalışmaktadır.
Oysa İslami yaşam biçiminin İKNASI su içmeye ikna etmek gibidir. Kimse kimseyi su içmeye ikna etmek için uzun uzun dil dökmez.
‘TEBLİĞ’ denen olgunun anlaşılmaması ne yazık ki ‘İSLAM’ denilen şeyin bir hayatın kendi doğal CAZİBESİ olduğunun anlaşılmamasına neden olmuştur.
Tebliğin özünde yaşamak
Geçmişte de günümüzde de ‘TEBLİĞ’ denen olgunun TEMSİLİYET makamı RESULLERDEN BAŞKASI DEĞİLDİR.
Tek yetkili yani tek TEMSİLCİ onlardır ve resuller bu tebliği hakkıyla yerine getirmiştir.
Onlardan sonraki insanların, inandıkları yaşam biçiminin yaygınlaşması için yapmaları gereken tek şey vardır: SADECE YAŞAMAK.
İslam’ın yaşayan canlı bir cazibe haline gelmemesi İslam’ın çok yüksek seviyedeki enerjisinin daima SÖMÜRÜLMESİNDEN DOLAYIDIR.
Kimse ‘İSLAM’ denen ürünün temsilcisi, şubesi, distribütörü, yetkili satıcısı veya ÜRETİCİSİ değildir.
Her yaratılmışın İSLAM karşısındaki pozisyonu sadece ve sadece bu ürünü alıp kendi hayatında onu yaşamasıdır. İşte CAZİBE denen şey de bu yaşamla gerçekleşir.
Yaşayan, canlı, dinamik cazibesi olmayan bir hayatın DÜŞÜNSEL boyutta MÜKEMMEL olmasının hiçbir cazibesi yoktur.
İslam’ın sahibi Allah’tır, TEMSİLCİSİ resullerdir, ürünü KUR’AN’DIR.
Bunları insanların çabalarına muhtaç PAZARLAMACILAR konumuna düşürüp mübelliğliğe yani TEMSİLİYET makamına talip olmak ALLAH’I, RESULÜ VE KUR’AN’I muhtaç hâle düşürmek anlamına gelecektir.
Bir mümin şunu kafasının içine bir daha hiç çıkmamak üzere kazımalıdır: Ne Allah ne Allah resulleri ne de Kur’an; bunlar hiçbir konuda insanlara muhtaç değildir. Ama insanların tamamı toprağın suya muhtaç olması gibi onlara muhtaçtır.
Bir mümin şunu kafasının içine bir daha hiç çıkarmamak üzere kazımalıdır: Bu dinin her şeye güç yetiren ve herkesin de kendisine muhtaç olduğu bir sahibi vardır.
Kişinin “mümin” olması o kişinin İSLAM’a bir katkısı değildir, tam tersi İSLAM’ın o kişiye katkısıdır. Bu yüzden mümin daima Allah’a minnet borcunun olduğunu asla unutmamalıdır ve bu dinin kendisine olan katkısını daima hatırlamalıdır.
İnsanların hiçbiri bu dinin TEMSİLCİSİ değildir. Bunu bilen insanın diğerlerini kendi inancına çağırması sadece ve sadece HAYATININ CAZİBESİ ile olmak zorundadır.
Kendi hayatları kendilerine cazip gelmeyen MÜSLÜMANLARIN insanlığı kendilerine cazip gelmeyen hayatlarına ikna etmeleri asla mümkün değildir. Ellerine kılıç da alsalar, bomba da alsalar, herkese tonlarca altın da dağıtsalar, yeryüzünün hâkimi de olsalar ASLA MÜMKÜN DEĞİLDİR.
KENDİ HAYATINA RAZI OLMUŞ BİR MÜMİN İSE ASLA UÇURUM KENARINDA VEYA ATEŞ ÇUKURUNUN KENARINDA DEĞİLDİR.
Daima bir ateş çukurunun kenarında olduğu varsayımı üzerine yaşam süren birinin MÜNAFIK olmaktan başka şansı yoktur.
Mümin, YÜCE ALLAH’IN BELİRTTİĞİ YAŞAM BİÇİMİNİ YAŞAMASI DURUMUNDA CENNETE GİDECEĞİNE, ATEŞ ÇUKURUNA DÜŞMEYECEĞİNE, UÇURUMDAN YUVARLANMAYACAĞINA ŞEKSİZ ŞÜPHESİZ İNANAN İNSANDIR.
Cennete gideceğinden emin olarak yaşamayan her mümin asla mümin değildir. Burada karamsarlık veya kararsızlık gösteren ise kendi müminliğine kendisi inanmıyor demektir.
Kendi müminliğine kendisi inanmamış insanlar başkalarını her an düşecekleri uçurum kenarına çağırıyor demektir.
Böylesi güvensiz bir yaşam biçiminin asla bir CAZİBESİ yoktur.
Bu yüzden günümüzde ve geçmişte küfrün taşlı yolları Müslümanların uçurum kenarındaki evlerinden daha cazip gelmiş ve gelmektedir.
Küfrün herhangi bir temsilcisi olmadığı ve hatta kitabı olmadığı halde işte bu yüzden CAZİP gelmektedir.
İmanın güven ve çekiciliği
Çünkü küfür, yalan da olsa insanlara GÜVEN vadetmektedir.
Çünkü Müslümanlar hakikat de olsa insanlara GÜVENSİZLİK vadetmektedir.
Bu yüzden şeytanın açlık korkusu Müslümanların vadettiği uçurum kenarındaki hayatın korkusundan daha çekilebilir, daha tercih edilebilir gelmektedir.
Bizlere “CENNETE gideceğine emin olmayan resule inanmamız” söylendi. Allah aşkına kendisi bile gideceği yerden emin olmayan bir resulün peşinden kim gider?
Sonsuz merhameti olan bir Allah’a inananların ateş çukuru kenarında bir hayat sahibi olduklarını sanmaları ne yaman çelişkidir.
Şu kadar yıllık Kur’an çalışmalarımdan öğrendiklerimi unutsam bile BU DİNİN GÜVENSİZ, KARARSIZ, KENDİSİNDEN EMİN OLMAYAN ADAMA “ADAM” DEMEDİĞİNİ UNUTMAM MÜMKÜN DEĞİL.
İnnemâ-lmu/minûne-lleżîne âmenû bi(A)llâhi ve rasûlihi śümme lem yertâbû ve câhedû bi-emvâlihim ve enfusihim fî sebîli(A)llâh(i) ulâ-ike humu-ssâdikûn(e)
MÜMİNLER; SADECE ALLAH’A, ELÇİSİNE İMAN EDENLER, SONRA ŞÜPHE DUYMAYANLAR, MALLARI VE CANLARIYLA ALLAH’IN METODU İÇİN MÜCADELE EDENLERDİR… İŞTE BUNLAR, EVET BUNLAR SADECE SADIKLARDIR.
Âlim ve sanatkârlardan ‘bir’ini ‘bin’ine denk kılacak derecede arayı açan ve mertebe farkına sebep olan, yarış̧ ve mücadelelere konu olan esas husus ise; ilim ve sanatlardaki güzel nükteler, dakik manalar, derin sırlardır ve perdeler ardındaki gizli noktalardır. Ve bunlar, ancak dikkatli ve ince bir düşünme ile ortaya çıkarılabilir; seçkin âlimlerin çok ender bulunan en seçkinlerinden, önde gelenlerinden ve parmakla gösterilenlerinden başkası tarafından tespit edilemez; âlimlerin geneli bunları idrak etmekten uzak birer ‘kör’; kafasındaki taklit zincirlerini kıramamış̧ birer ‘esir’dir.
Ayrıca, ilimler içerisinde çok zor elde edilebilecek olağanüstü nükteleri ve esrarengiz yönleri ile insan zihnini en ziyade kuşatan, bilgi dağarcığını en çok dolduran ilim Tefsir olup, her ilim sahibi bu ilmin hakkını veremez. Ebû Amr Osman b. Bahr el-Câhız’ın Nazmu’l-Kur’ân adlı eserinde ifade ettiği gibi; bir fakih ahkâm ve fetva ilimlerinde akranları arasında öne çıksa da, kelamcı söz sanatında bütün dünyadakilerin fevkin- de olsa da, kıssa ve rivayetleri ezberleyen biri, İbnü’l-Kırriyye’den daha iyi ezberlemiş̧ olsa da, vaiz Hasan-ı Basri’den daha etkili vaazlar yapsa da, nahivci Nahv’i Sîbeveyhi’den daha iyi bilse de, dilci bütün dillerde bülbül gibi şakısa da, bu uzmanlardan hiçbiri; Kur’an’a özgü Ma’ânî ve Beyan ilimlerinde iyice uzmanlaşmadıkça, bu iki ilme uzunca zaman ayırıp onları didik didik etmek için tüm gayretini sarf etmedikçe, Allah kanıtının inceliklerini öğrenme gayreti ile işe koyulup bu iki zaruri ilmi elde etmek için elinden geleni yapmadıkça, Allah Resul’ünün mucizesini iyiden iyiye anlamaya gayret etmedikçe bu yola giremez; söz konusu hakikatlerden en ufak bir şekilde nasiplenemez.
Ancak bu kişinin önce diğer tüm ilimlerde bir behresi olmalı; gerekli malumatı hıfz ettiği gibi, bunları araştırmacı bir metotla ele almalı, meseleleri çokça mütalaa edip gözden geçirmeli, sık sık ehil âlimlere başvurup neticede kendisine başvurulan bir âlim olmalı; i’râb ilminde mahir olmalı, Allah kelâmını yüklenenlerin önünde gelmelidir. Yanı sıra, yaradılış̧ itibariyle kolay anlamalı, çok hızlı ve net kavramalı; uyanık ve dikkatli olmalı; anlaşılması en zor meseleleri bile ilk bakışta algılayabilmeli, çok gizli sembolleri dahi fark edebilmeli; anlayışsız, idraksiz ve kalın kafalı olmamalıdır; nazım ve nesir üsluplarına hâkim olmalı, öncül fikirleri aşılayıp bunlardan ‘meyve’ elde etme hususunda çırak değil usta olmalı; ne kadar ayağını kaydıracak zor ve çetrefil ibare ile karşılaşırsa karşılaşsın, kelâmın nasıl tertip, telif, tanzim ve tahkim edildiğini, yani ‘söz’lerin nasıl birbiriyle uyumlu biçimde sıralanıp dizilerek sağlam bir biçimde söylendiğini bilmelidir.
(ZEMAHŞERİ / EL KEŞŞAF S.60)