Başlıklar
ÇELİŞKİ ve ANAYASA
Kuantum fiziğinin temeli ‘çelişki’ üzerine kuruludur çünkü kuantum fiziğine göre bir madde aynı anda farklı yerlerde bulunabildiği gibi aynı konumda hem geçmişte hem şimdide hem de gelecekte bulunabilir. Karl Marx gibi diyalektik mantığı kullananlar da çelişki doğuran karşıt durumların aynı anda bir arada olduğunu, bunların arasındaki gerilimin değişime hatta dönüşüme yol açtığını, toplum içinde ekonomik şartların yarattığı burjuva ve işçi sınıfı gibi karşıt sınıfların aynı anda bir arada bulunabildiklerini ve bu sınıflar arasında hem bir gerilim ve hem de bir mücadele olduğunu ve bu karşıtların birbirini değiştirme ve dönüştürmesinde önemli bir rol oynadığını söylemişlerdir. Mao Zedong binlerce yıllık Çin kültüründeki Yin ve Yang etkisiyle yazdığı Çelişkiler Üzerine adlı eserinde “Tüm varlıklar çelişkilerin sonucu ürerler.” demiştir.
Kuantum fiziğini bir kenara bırakıp diyalektik mantığı kullananların ‘çelişki’ hakkında söylediklerine odaklanacak olursak; Karl Marx ve Mao Zedong’un dediği gibi çelişkiler her zaman çelişen tarafların lehine sonuçlanmazlar. Bazen çelişki, tarafların hepsinin aleyhine de sonuçlanabilir. Nitekim 1917 Bolşevik devriminde taraflardan birinin lehine sonuçlanan çelişki 1989 yılında Sovyetler Birliğinin yıkılması ile o sınıfın da aleyhine bir sonuç doğurmuştur. Bu durum sadece Bolşevikler için böyle değildir. Hatta insanlık tarihine göz gezdirdiğimizde çelişki içinde bulunan toplumların, başka bir güç tarafından, her iki tarafın veya tarafların aleyhine olacak sonuçlarla karşı karşıya bırakıldıklarını daha çok görmekteyiz.
Çelişkinin doğası ve içsel ölçüsü
Şu bir gerçektir ki çelişkilerin en yamanı karşıtların çelişkisi değil, aynı şeyde karar kılmışların çelişkisidir. Aslına bakılırsa karşıtlar zaten çelişki değildir. ‘Çelişki’ dediğimiz şey kendisini farklı zeminlere konuşlandırmış şeyler arasında olan bir şey değildir. ‘Çelişki’, aynı zeminde bulunan şeyler arasında olur. Karl Marx veya Mao Zedong’un söylediklerinin aksine zenginlik ve fakirlik çelişki değil iki farklı durumdur. Fakat “komünizm” gibi tek bir dünya görüşünden “Sovyet tipi komünizm, Çin tipi komünizm, Küba tipi komünizm” çıkarmak, eğer komünizmin asıllarını değiştirecek derecede farklılık oluşturuyorsa işte bu çelişkidir.
Bir dine veya bir felsefi görüşe inanarak toplum oluşturmuş insanların çelişmemesi için herkesin her konuda tıpatıp aynı şeyi düşünmesi gerekmemektedir. Zaten kendi içinde farklı düşünmeye müsaade etmeyen bir felsefe ve inanç olamaz. Fakat farklı düşünceler, kabul edilen değerin olmazsa olmazları hakkındaysa işte bu çelişkidir. Mesela, Mutezile ile nakilciler (bunlara ‘ehli sünnet’ de deniliyor) arasındaki tartışmalar aynı değere inanmış kişilerin farklı düşünmeleri sonucunda çıkan tartışmalar değildir, tam tersi tartışma, inanılan değerin birinin diğeriyle uyuşmayacak şekilde olmasından dolayıdır. Nakilciler; küfür, sapıklık, haramları çiğnemek, zulüm gibi fiiller de dahil olmak kaydıyla her türlü fiilin Allah tarafından insana yaptırtıldığını savunmaktayken Mutezile buna karşı çıkarak insanın tüm fiillerinin kendi tercihi sonucunda olduğunu savunmaktadır. Bu söylemler kişilerde başlayıp kişilerde bitseydi bunlara farklı düşünceler denilebilirdi fakat her tarafta kendilerine bunları söyleten şeyin Kur’an olduğunu söylediklerinde işte bu çelişki olmaktadır. Elbette ki bu çelişkinin Kur’an’dan mı yoksa Kur’an’dan bunları çıkaranların kendi anlayışlarından mı kaynaklandığı sorgulanmalıdır fakat en nihayetinde eğer anlama metotları aynı ise -ki aynı, aynı metodu kullanarak aynı kaynağa yönelenlerin birbiriyle uyuşması imkânsız sonuçlara ulaşmaları bir çelişkidir.
Uzun süre bir arada yaşayan Ehli sünnet ve Mutezile çelişkisi, diyalektik mantığı kullananların iddia ettiği gibi iki taraftan birinin diğerini değiştirmesi ile değil, başka bir tarafın gelip her ikisini de hükümsüz kılması ile sonuçlanmıştır. Osmanlı Devleti zamanında İslam’a iman ettiğini iddia eden cemaatler, tarikatlar, mezhepler tek bir zemini çelişerek paylaşıyorlardı. Bu çelişkiler, hiçbir zaman bir tarafın lehine gelişmedi. Tam tersi çelişkili taraflar birbirleriyle uğraşırlarken zayıf düştüler ve hiç beklenmedik bir şekilde kendilerinden olmayan başka bir şey gelip hepsinin üzerinde durduğu zemini onlardan aldı ve onları çelişkilerin en yamanının içine soktu: Laiklik ve Demokrasi.
Aslına bakılırsa ‘laiklik’ ve ‘demokrasi’ denilen şeyler de tamamen çelişik tanımlara sahiptir çünkü her iki kavramın hem tanımı hem de uygulaması birbiriyle uyuşmayacak şekilde çelişiktir. Tıpkı komünizm gibi demokrasi ve laiklik denen şeylerin de “Türk tipi demokrasi, Fransız tipi demokrasi, İngiliz tipi demokrasi, vb.” şeklinde birbiriyle uyuşmayacak şekilde çelişkili tanımları vardır fakat bu çelişkili tanımların en çelişkili olanı, ‘demokrasi’ denen şeyin çelişikleri bir arada tutabilecek kapasitesi olduğuna olan inançtır. Demokrasi tariflerine göre, inanç dünyasını Budizm, Brahmanizm, Maniheizm, Müslümanlık (İslam değil), Yahudilik, Hıristiyanlık, Ateizm gibi farklı (çelişkili değil) şeylerin oluşturduğu büyük insan kitleleri biri diğerine kenetlenmiş toplum olabilirler, aynı ülkü, aynı amaç ve aynı çıkarlar üzerinde birleşip mutlu mesut bir topluluk olabilirler. Bu inançların hiçbiri çelişik inançlar değillerdir çünkü beslendikleri ana kaynaklar her birinde farklıdır fakat buna rağmen saydığımız ve saymadığımız inanç sistemlerine bağlı olanların aynı zeminde buluşmaları ya ‘demokrasi’ denen şeyin hepsinin üstünde birleştirici ve reddedilemez delillere sahip olması ya da bu inanç sistemlerine mensup olanların her birinin diğeriyle buluşmasını sağlayacak inanç değerlerine sahip olması gerekmektedir.
İnanç dünyasında kendisinin Tanrı’nın seçilmiş halkı, diğerlerinin de kendisi için yaratılmış hizmetçiler olduğuna inanan bir Yahudi ile diğerlerini aynı amaç, aynı ülkü ve aynı çıkarlarda birleştirip diğeriyle kaynaştırmak için ya demokrasinin bunu yapacak gücü ya Yahudi’nin inancının buna müsaade etmesi ya da Yahudi’nin bu amentüsünden vazgeçmesi gerekmektedir. Bu durum sadece Yahudi için değil, diğerleri için de böyledir.
İnsan türünün demokrasi tecrübesine bakıldığında çelişkili demokrasi tariflerinden oluşturulan sistemlerin kendi toplumlarını inandıkları gibi yaşamaya değil, yaşadıkları gibi inanmaya mecbur bıraktığı görülmektedir. Üstelik bunu da farklı olanların farklılıklarını muhafaza etmeleri temeline oturtmuştur. Şöyle ki; demokrasilerin tamamı, mesela bir Yahudi’nin yine o toplumun bir parçası olan bir Müslüman, bir Hıristiyan veya bir Budist karşısında sonuna kadar Yahudi kalmasına imkân vermektedir fakat ne Yahudi’nin ne Müslüman’ın ne Hristiyan’ın ne de başka bir inanca mensup olanların kendisi karşısında Yahudi, Müslüman, Hıristiyan kalmasına asla imkân vermemektedir. Tabiri caizse demokratik sistemlerin tamamı bir kumarda daima kazanan gazino gibidirler. Bu durum demokrasilerin beslendiği kaynağın tam da çelişkiler olduğu anlamına gelmektedir. Bir kumarda kaybetmek ve kazanmak, ikisi aynı anda olmayacak çelişik bir durumdur. Gazinoda kumar oynayan ya kazanacaktır ya da kaybedecektir. Fakat bizzat gazinonun kendisi kumar oynayanlar kazansa da kaybetse de kazanmaktadır.
Laiklik ve demokrasi arasındaki gerilim
Günümüz dünya siyasetinin temelinde de bu vardır. Gazino sahibi konumunda olan büyük sömürgeci güçler, ülkelerdeki karşıt tarafları çelişkiye düşürmekte ve onların birbirleriyle kazanmak-kaybetmek üzere kumar oynamalarını sağlamaktadır. Tarafların her ikisine de zemin hazırlayan sömürgeci güçler hangi taraf kazanırsa kazansın veya hangi taraf kaybederse kaybetsin her halükârda en karlı çıkan onlar olmaktadır.
Kendileri de ‘demokrasi’ denen inanç sistemine yaslanan sömürgeci ülkelerin demokrasileri ile demokrasi sattıkları ülkelerin demokrasileri temel bir ayrılığa sahne olmaktadır. Bu ayrılık kavramların tanımlanması ile alâkalıdır. Sömürgeci ülkeler kendi sistemlerini üzerinde muğlaklık oluşmayan kavramlarla tanımlarlar. Bu da onları diğerlerine göre nispeten daha öngörülebilir hâle getirmektedir. Bunun yanında sömürgeci güçlerin tamamı kendi toplumsal yapılarını oluşturan değerlerini hiçbir yere refere etmezler fakat sömürdükleri ülkelere demokrasi satarlarken o ülkelerdeki toplumları oluşturacak değerleri belli bir kayda ve belli bir merkeze bağlarlar ki bu kayıtlar ve merkezler tüm toplumun hatta akıllı olan hiç kimsenin üzerinde uzlaşamayacağı şeyler olmaktadır. Mesela, Amerikan toplumunun temel referans değerlerini oluşturan anayasa metninin asıl değerine bakalım:
Biz, Birleşik Devletler Halkı, daha mükemmel bir Birlik yaratmak, adaleti sağlamak, ülke içinde huzuru güvence altına almak, ortak savunmayı gerçekleştirmek, genel refahı artırmak ve özgürlüğün nimetlerini kendimize ve gelecek kuşaklara sağlamak için bu Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nı takdir ve tesis ediyoruz.
(NOT: Halen yürürlükte olan Amerikan anayasası A.B.D Senato Üyesi Daniel Webster tarafından kaleme alınan, 1837 yılında halk oylaması ile kabul edilen ve en üstünde “Tek Ülke, Tek anayasa, Tek yazgı” yazan metindir.)
İşte bu küçük paragraf Amerikan Anayasasının referans paragrafıdır. Görüldüğü gibi paragrafta kabul edeni bir merkeze bağlayıcı ve ön şartı olan herhangi bir şey yoktur. Her ne kadar bu metinde geçen “birlik, özgürlük, adalet, huzur, güven, refah” gibi kavramlar tanımlanmamış olsa bile paragrafın kabul edilmeyecek bir tarafı yoktur. Çünkü zaten hem bu kavramların tanımlanması anayasal bir metnin içinde olamayacak kadar geniş hem de bu kavramlar kişiden kişiye değişen göreceli tanımlardır. Buna benzer şekilde biraz uzun olmakla birlikte 1946 Fransız anayasasının referans paragrafı şu şekildedir:
FRANSIZ ANAYASASI (1946)
BAŞLANGIÇ:
Hür milletlerin beşer kişiliğini kendilerine ram etmeye ve itibardan düşürmeye kalkışmış̧ olan rejimlere karşı kazandıkları Zafer ertesinde Fransız Milleti her insanın Irk, din ve inanç̧ farkı gözetilmeksizin devri kabil olmayan ve kutsal haklara sahip olduğunu yeniden ilân eder. 1789 tarihli haklar demecinde yazılı insan ve vatandaş̧ hak ve hürriyetleri ile Cumhuriyet kanunlarınca tanınmış̧ bulunan ana prensipleri resmen teyit eder.
Bundan başka, aşağıdaki siyasal ve ekonomik ve sosyal prensiplerin devrimiz için bilhassa lüzumlu olduklarını da ilân eder.
Kanun, tekmil sahalarda, kadına erkeğinkilere eşit haklar sağlar.
Hürriyet lehinde hareketinden ötürü zor gören herkes Cumhuriyet arazisi üzerinde sığınma hakkına sahiptir.
Herkes çalışmak ödevinde olup bir işe yerleştirilmek hakkına sahiptir. Hiç̧ kimse, menşei, fikirleri veya inanışları yüzünden çalışmasında veya işinde zararandırılamaz.
Her kişi, haklarını ve menfaatlerini sendika faaliyetiyle savunabilir ve dilediği sendikaya katılabilir.
Grev hakkı, onu düzenleyen kanunlar çerçevesinde içinde kullanılır. Her işçi temsilcileri marifetiyle iş şartlarının toplulukla tespitine ve teşebbüslerin yönetimine iştirak eder.
İşletilmesi bir milli kamu hizmeti veya bir fiili tekel vasıflarına sahip olan veya bu vasıfları kazanan her mülk, her teşebbüs topluluğun mülkiyetine girmek lazımdır.
Millet ferde ve aileye gelişmek için lüzumlu şartlar temin eder.
Herkese ve bilhassa çocuğa, anneye ve yaşlı işçilere sağlık korumayı maddi güvenliği, dinlenme ve eğlenceleri temin eder. Yaşı, beden veya akıl hali, ekonomik durumu sebebiyle çalışamayacak halde bulunan her insan, topluluktan münasip yaşama imkanları elde etme hakkında sahiptir.
Millet, milli musibetlerden husule gelen külfetler karşısında tekmil Fransızların dayanışmasını ve eşitliğini ilan eder.
Millet, öğrenimden, mesleki yetişmeden ve eğitimden çocuğun ve büyüğün eşit olarak faydalanmalarını temin eder. Kamu öğretiminin her derecede bedava ve layık olarak teşkilatlandırılması bir devlet ödevidir.
Geleneklere sadık olan Fransız Cumhuriyeti, devletlerarası hukuk kaidelerine uyar. Fetih maksadıyla hiçbir harbe girişmeyecek ve kuvvetlerini hiçbir zaman herhangi bir milletin hürriyetine karşı kullanmayacaktır.
Karşılıklılık şartı ile Fransa barışın kurulması ve korunması için gerekli egemenlik tahditlerine razıdır.
…
(Not: Metnin tercümesi Bülent Nuri Esen tarafından yapılmıştır.)
Hemen her anayasanın en üstünde bulunan bu tür paragraflar, altında bulunan sonraki tüm yasaların referans değeridir. Bu hiçbir yasal düzenlenmenin bu paragraf ile çelişmeyeceği anlamına gelmektedir. İtalya anayasasında olduğu gibi bazen anayasalarda bu üst paragraf maddeler halinde ama yine en üst değer olarak belirtilir. Anayasalarda bu paragraflar genelde “Başlangıç” başlığı altında bulunurlar fakat mesela Macaristan gibi bazı ülkelerde “başlangıç” ifadesi yerine “ulusal beyan” şeklinde ifadeler bulunmaktadır. Fakat her halükârda “başlangıç” veya “ulusal beyan” olarak adlandırılan bu paragraflarda ne bir kişi ismi ne ülkenin milli veya dini bir kahramanına atıf ne de bir yönlendirme bulunmaktadır. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası yeryüzündeki tüm anayasalardan farklı olarak “başlangıç” metninde anayasanın referansını bir kişiye bağlamış tek anayasadır.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
Kanun No.: 2709 Kabul Tarihi: 7.11.1982
BAŞLANGIÇ
(Değişik: 23/7/1995-4121/1 md.)
Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedi varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;
(Değişik: 3/10/2001-4709/1 md.) Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;
Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;
Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;
FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,
TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.
İşte Anayasadaki bu başlangıç metnindeki ilk paragrafta geçen “Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda” bu cümle bu anayasayı kabul etmiş tüm toplumun referans cümlesidir ve ne toplumsal ne bireysel hayatın ne hayata konulan yasaların ne de yasaları tanımlayan kavramların bu cümleyle çelişmemesi gerekmektedir. Cümledeki “onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda” ifadeleri bir atıf cümlesidir ve yasa yapılmadan önce “onun ilke ve inkılaplarının” bilinmesi ve temel alınması şarttır yani bu cümleye göre insanların kendilerinin üzerinde uzlaştığı milliyetçilik anlayışı değil, insanlar uzlaşsın veya uzlaşmasın onun belirlediği milliyetçilik anlayışı; insanların üzerinde uzlaştığı demokrasi veya laiklik değil, insanlar uzlaşsın veya uzlaşmasın onun tarif ettiği demokrasi ve laiklik, insanların üzerinde uzlaştığı devletçilik değil, insanlar uzlaşsın veya uzlaşmasın onun belirlediği devletçilik geçerli olacaktır.
Anayasalar, “tüm toplumun üzerinde uzlaştığı temel değerler” anlamına gelmektedir. Anayasalar gücünü ve meşruiyetini toplumun onu kabul etmesinden alırlar. Bu yüzden bilirkişiler tarafından düzenlenen ve parlamentoda oya sunulan anayasalar, parlamentodan geçtikten sonra halk oylamasına yani referanduma sunulurlar. Türkiye’de yaşayan halkların yazılı bir yasa ile tanışmalarının iki asırdan biraz daha uzun bir geçmişi vardır. Türkiye’nin anayasal serüveni şu şekildedir:
- Sened-i İttifak (1808): Bu belge tarafları Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, Rumeli ve Anadolu’da bağımsız idareler kurmuş Âyanlar, devletin ileri gelenleri, Şeyhülislam, vezirler olan genel bir toplantıda (meşveret-i amme) alınan kararlardır. Daha sonra bu belge Padişah II. Mahmud’a sunulmuş ve o da belgeye imza atarak meşruiyet kazanmasını sağlamıştır. Yani belge halk oylamasına sunulmamıştır.
- Tanzimat Fermanı (1839): Bu belge Sultan Abdülmecid döneminde Hariciye Nazırı Koca Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane parkında okunmasından dolayı “Gülhane Hatt-ı Şerifi” (Padişah yazısı) olarak da bilinmektedir. Bu belge, devletin işleyişi hakkında devlet sisteminde batılılaşma yönünde alınan yine sultanın aldığı kararlardır. Yani bu belge de halk oylamasına sunulmamıştır.
- Islahat Fermanı (1856): Bu belge özellikle dış baskılar sonucu Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlere tanınmak zorunda kalınan yeni haklarla alâkalı bir belgedir. Nitelik olarak sadece azınlıkların haklarını düzenleyen yasalardır. Yine Sultan Abdülmecid zamanında yürürlüğe girmiştir. Halk oylaması yoktur.
- Kanun-i Esasi: Birinci Meşrutiyet (1876): II. Abdulhamid zamanında ilan edilen bu belge, devletin işleyişi hakkında düzenlenmiş bir belgedir. Bu belgeyle devletin işleyişine yeni bir kurum dahil edilmiştir: Meclis-i Umumi. Bu değişiklik Türkiye’nin demokratikleşme yönündeki ilk adımıdır. Halk oylaması yoktur.
- Kanun-i Esasi Değişiklikleri: İkinci Meşrutiyet (1909): Yaklaşık 30 yıl önce çıkarılan Kanun-i Esasi üzerinde değişiklikler yapılmıştır. Buna göre siyasi partiler sistemine yani parlamenter demokrasiye geçilmiştir. Bu sisteme geçildikten sonra yapılan seçimlere İttihat ve Terakki Fırkası ile Ahrar Fırkası girmiş ve seçimi İttihat ve Terakki Fırkası kazanmıştır. Birtakım olaylardan sonra 8 Ağustos 1909’da Kanun-i Esasi üzerinde yapılan bir dizi radikal değişiklikle padişahın yetkileri “sembolik” bir düzeye indirildi. Artık vekiller heyeti (bakanlar kurulu) meclise karşı sorumluydu. Meclisten güvenoyu alamayan vekillerin ve hükûmetin görevi sona eriyordu. Meclis başkanını padişah değil, meclis kendi seçiyordu. Padişaha meclisi kapatma yetkisi tanınmakla birlikte, bu yetki koşullara bağlanmış ve üç ay içinde yeni seçimlerin yapılması zorunlu hâle getirilmişti. Bu değişikliklerle ilk defa parlamenter sistem uygulanmaya başlanmıştır. Ayrıca toplantı özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerden bazıları anayasaya eklendi. Ancak gerek Meşrutiyeti sahiplenen halk kitleleri ve gerekse ordu içindeki subaylar tarafından Abdülhamid tahttan indirilmiştir. Bundan sonraki süreçte Osmanlı Devleti’nde padişahlık sadece sembolik düzeyde kalmıştır. Halk oylaması yoktur.
- Teşkilat-ı Esasiye Kanunu: İlk anayasa (1921): Cumhuriyet tarihinin ilk anayasası diyebileceğimiz bu belge kendisinden önceki “Kanun-i Esasi”yi tamamen yürürlükten kaldırmıştır. Anayasanın kendisini referans aldığı bir “başlangıç” metni yoktur ve bu belge de halk oylamasına sunulmamıştır.
Anayasa başlangıç metinlerinin işlevi
Bundan sonraki satırlarda söyleyeceklerimize temel olması için 1921 anayasasının giriş metnini ve o metindeki değişikleri vermemiz yerinde olacaktır. Maddelerde parantez içinde yazılan (Özgün hali) ifadesi, kanun maddelerinin ilk vazediliş hâlini, hemen altında yine parantez içinde gösterilen (Değişik… … …) ifadeleri ise kanunda yapılan değişikliği anlatmaktadır. Parantez içindeki tarihler kanunun değiştirilme tarihidir.
1921 Anayasası
TEŞKİLÂTI ESASİYE KANUNU
Kanun Numarası: 85
Kabul Tarihi: 20/1/1337 (1921)
Madde 1.- (Özgün hali) Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 1.- (Değişik: 29.10.1339 (1923) – 364 S. Kanun) Hâkimiyet, bilâ kaydü şart Milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir.
Madde 2.- (Özgün hali) İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
Madde 2.- (Değişik: 29.10.1339 (1923) – 364 S. Kanun) Türkiye Devletinin dini, Dini İslam’dır. Resmi lisanı Türkçedir.
Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” unvanını taşır.
Madde 4.- (Özgün hali) Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap âzadan mürekkeptir.
Madde 4.- (Değişik: 29.10.1339 (1923) – 364 S. Kanun) Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, Hükümetin inkısam ettiği şuabatı idareyi İcra Vekilleri vasıtasiyle idare eder.
Madde 5.- Büyük Millet Meclisinin intihabı iki senede bir kere icra olunur. İntihap olunan âzanın âzalık müddeti iki seneden ibaret olup fakat tekrar intihap olunmak caizdir. Sabık heyet lâhik heyetin içtimaına kadar vazifeye devam eder. Yeni intihabat icrasına imkân görülmediği takdirde içtima devresinin yalnız bir sene temdidi caizdir. Büyük Millet Meclisi âzasının her biri kendini intihap eden vilâyetin ayrıca vekili olmayıp umum milletin vekilidir.
Madde 6.- Büyük Millet Meclisinin heyeti umumiyesi teşrinisani iptidasında davetsiz içtima eder.
Madde 7.- Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelâtı nâsa erfak ve ihtiyacatı zamana evfak ahkâmı Fıkhiye ve hukukiye ile âdap ve muamelât esas ittihaz kılınır. Heyeti Vekilenin vazife ve mesuliyeti kanunu mahsus ile tâyin edilir.
Madde 8.- Büyük Millet Meclisi Hükümetinin inkisam eylediği devairi kanunu mahsus mucibince intihap kerdesi olan vekiller vasıtasiyle idare eder. Meclisi icraî hususat için vekillere veche tâyin ve ledelhace bunları tebdil eyler.
Madde 9.- Büyük Millet Meclisi Heyeti Umumiyesi tarafından intihap olunan reis bir intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi Reisidir. Bu sıfatla Meclis namına imza vazına ve Heyeti Vekile mukarreratını tasdika salâhiyettardır. İcra Vekilleri Heyeti içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi Reisi Vekiller Heyetinin de reisi tabiisidir.
Bu şekilde başlayan 1921 anayasasının devamında “İdare, Vilayet, Kaza, Nahiye, Umumi müfettişlik, Madde-i Münferide” hakkında hükümler bulunmaktadır. Detaylandırmalardan yoksun olan bu anayasa da halk oylamasına sunulmamıştır.
- Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1924): Bu anayasa bir önceki anayasayı köklü bir şekilde değiştirmiş ve 1961 anayasasına kadar varlığını sürdürmüştür. Bir öncekinde olduğu gibi “başlangıç” metnine sahip değildir ve zaman içinde maddeleri pek çok kere değiştirilmiştir. Bu da öncekiler gibi halk oylamasına sunulmamıştır. Bu yüzden bu anayasanın toplumsal bir ittifak sonucunda meşruiyet kazandığını söylememiz çok zordur. Bu anayasanın giriş kısmı şu şekildedir:
1924 Anayasası
TEŞKİLÂTI ESASİYE KANUNU
Kanun Numarası: 491
Kabul Tarihi: 20/4/1340 (1924)
BİRİNCİ FASIL
Ahkâmı esasiye
Madde 1.- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Madde 2.- (Özgün hali) Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır; resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.
Madde 2.- (İlk Değişiklik: 10/4/1928 – 1222 S. Kanun/md. 1)
Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.
Madde 2.- (Son Değişiklik: 5/2/1937 – 3115 S. Kanun/md. 1)
Türkiye Devleti, Cümhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.
Madde 3.- Hâkimiyet bilâ kaydü şart Milletindir.
Madde 4.- Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessili olup Millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder.
Madde 5.- Teşri salâhiyeti ve icra kudreti Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
Madde 6.- Meclis, teşri salâhiyetini bizzat istimal eder.
Madde 7.- Meclis, icra salâhiyetini, kendi tarafından müntahap Reisicumhur ve onun tâyin edeceği bir İcra Vekilleri Heyeti marifetiyle istimal eder.
Meclis, Hükümeti her vakıt murakabe ve iskat edebilir.
Madde 8.- Hakkı kaza, Millet namına, usulü ve kanunu dairesinde müstakil mahakim tarafından istimal olunur.
- Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1961): İlk defa anayasa olarak adlandırılan bu metin kendinden önceki tüm anayasaları ilga etmiştir. Bilindiği üzere bu anayasa 29 Mayıs 1960 yılında darbeyle iş başına gelen askeri cuntanın hazırladığı bir anayasadır. Fakat bu anayasa halk oylamasına yani referanduma sunulmuştur. Bu halk oylamasında anayasa %61,7 “evet”, %38,3 “hayır” oyu almış ve oy çokluğu ile kabul edilerek yürürlüğe girip meşruiyet kazanmıştır.
- Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1982): Yine bir askeri darbe sonucunda yönetimi ele geçiren askeri cuntanın hazırladığı bu anayasa da halk oylamasına sunulmuş ve rekor sayılacak bir oranla (%91,37) evet oyu alarak meşruiyet kazanmıştır.
Biraz önce anayasaların toplumsal bir sözleşme olduğunu, bu toplumsal sözleşmelerin meşruiyetinin de halkın onu kabul etmesiyle gerçekleştiğini, halkın kabulünün veya reddinin anlaşılmasının da halk oylaması yani referandum yoluyla gerçekleştiğini ifade etmiştik. Fakat her halk oylamasında halk sadece kendisine sunulanı oylamamaktadır, aynı zamanda kendilerine bir şeye “evet” veya “hayır” deme seçeneği sunan makamı da oylamış olmaktadır. Hem 1961 hem de 1982 anayasaları askeri cuntalar tarafından halk oylamasına sunulmuştur. Oysa askeri cuntaların darbe yoluyla hükümeti ele geçirmeleri, ele geçirdikten sonra anayasa hazırlamaları, hazırladıkları anayasayı halk oylamasına sunmaları anayasal bir suçtur. Halka sundukları anayasa ister kabul ister ret oyu alsın halkın böyle bir referandumu kabul etmesi bile askeri cuntayı daima kazanan yani meşru duruma getirmektedir.
Türkiye anayasasında başlangıç metninin sonuçları
Şimdi geldiğimiz noktada ister kabul edelim isterse de etmeyelim Türkiye’de yaşayan herkes hak ve sorumluluklarını bu anayasaya göre tanımlamak zorundadır çünkü ülkenin tüm kurumları, toplumsal ve bireysel hayatla ilgili tüm düzenlemeler bu anayasadaki tanımlara göre meşruiyet kazanmaktadır.
İşte bu durum meşru ve legal olanla halk arasında derin bir çelişki doğurmaktadır ve bu çelişki sadece bir tarafı yıpratmamaktadır. Çelişkinin kaç tarafı olursa olsun herkes bundan zarar görmektedir. Bu çelişkinin temelini de her iki anayasada bulunan ve tüm yasal düzenlemelere referans değer teşkil eden “başlangıç” paragrafıdır. Her anayasadaki başlangıç metinleri o anayasanın hükmüyle kendisine hükmedilecek tüm toplumun ortak değeri, ortak tanımı ve ortak zeminidir. Oysa 1961 ve 1982 anayasalarına konulan başlangıç metninin Türkiye’de yaşayan tüm halkın üzerinde uzlaşmasının mümkün olmadığı, seçime ve tercihe kapalı bir dayatma olduğu açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır.
1961 ANAYASASI BAŞLANGIÇ PARAGRAFI
Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan;
Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti;
Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak milli birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve;
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinin, Millî Mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak; İnsan hak ve hürriyetlerini, millî dayanışmayı, sosyal adâleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuki ve sosyal temelleriyle kurmak için;
Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabûl ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.
Mesela, bu başlangıç metni halk oylaması ile seçilen hükümeti gayri meşru ilan edecek şekilde 27 Mayıs 1960 askeri darbesini tüm halka mal ederek şu cümleyi referans haline getirmektedir: “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…”
Oysa bu askeri darbe hem bir devrim değildir hem darbeyi yapan halk değildir hem de devirdikleri hükümetin Anayasa ve hukuk dışı davranışlarla meşruluğunu yitirdiği yargısı da halka veya mahkemelere ait bir yargı değildir. Bu referans cümlelerin tamamı sadece askeri cuntaya ait bir yargıdır. Oysa anayasal olarak gayri meşru ilan ettikleri hükümet genel seçimlerde %58,4 oy almıştır ki bu oran neredeyse 1961 anayasa referandumunda “evet” çıkan oylar kadardır. Yani askeri bir cunta tarafından hem de tüm anayasal teamülleri yok sayarak neyi oyladığının farkına bile varmamış halka teklif edilen bir anayasa %61,7 “evet” oyu alarak meşru hâle gelmektedir ama anayasal düzlemde karşılığı olan genel bir seçimle halktan %58,4 evet oyu almış bir hükümet gayri meşru olmaktadır. Bunu bir kenara bıraksak bile başlangıç paragrafında tarif ve tanımı yapılmamış olsa bile “cumhuriyet, demokrasi, laiklik, hürriyet vb.” kavramlar temel alınmıştır. Bu kavramlar yüzyıllardır insanların bildiği, tartıştığı, konuştuğu, geliştirdiği ve geliştirmeye devam ettiği kavramlardır. Bu kavramları icat eden “Atatürk” olmadığı halde paragrafa “Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak” şeklinde bir cümle koymak, o kavramların tamamını yok etmek anlamına gelmektedir. O paragrafta böyle bir cümle olduğu müddetçe anayasanın hükmünün geçtiği bu toprak parçasında doğan her insan bir putperest olarak doğuyor anlamına gelmektedir çünkü bir yandan paragrafta geçen “cumhuriyet, hürriyet, demokrasi, laiklik vb.” gibi kavramaları evrensel değerler olarak tanımlamak diğer yandan bu kavramlardaki anlam derinliğini zamana ve mekâna mukayyet, üstelik yıllar önce ölmüş birine ipotek ettirmek putperestliktir.
Aslına bakılırsa anayasalara konulan başlangıç metinlerinin hukuki bir karşılığı yoktur yani o paragraf bir yasa değildir. Zaten o paragraflar yasa olsun diye değil, oluşturulmaya başlanan yasalara referans değer olsun diye konulur. Anayasaya başlangıç paragrafı koyma geleneği 1787 tarihli “Biz Birleşik Devletler halkı” cümlesi ile başlayan ABD anayasası ile başlamıştır. Daha sonra 1791’de Polonya ve Fransa, 1853 tarihinde Arjantin, 1867 tarihinde Kanada, 1886 tarihinde Kolombiya, 1919 tarihinde Finlandiya ve Almanya, 1937 tarihinde İrlanda anayasalarına da başlangıç paragrafı eklenmiştir. Nitekim 1924 Türkiye anayasasında başlangıç paragrafı bulunmamaktadır. II. Dünya savaşından sonra yaygınlaşan anayasaya başlangıç paragrafı koyma geleneği en fazla ihtilal, darbe veya devrim sonucunda siyasi rejimin değiştiği ülkeler tarafından sürdürülmüştür. Fakat dünya üzerindeki ülkelerin anayasalarındaki başlangıç paragraflarının hiçbirinde herhangi bir şahsa yapılan atıf yoktur. Örnek olsun diye birkaç ülkenin anayasalarındaki başlangıç paragraflarını alıntılıyoruz. (Kaynak: TBMM Araştırma Hizmetleri Başkanlığı: Karşılaştırmalı Dünya Anayasaları)
Brezilya
Başlangıç kısmında, kurucu iktidarın, “Brezilya Halkının temsilcileri olarak”, “demokratik bir devlet tesis etmek için”, “Tanrının koruması ve himayesi altında” Anayasayı yasalaştırmak üzere Ulusal Kurucu Mecliste toplandığı belirtilmiştir. “Bireysel ve kolektif haklar”, “özgürlük”, “güvenlik”, “refah”, “kalkınma ve gelişme”, “eşitlik ve adalet” gibi kavramların yer aldığı başlangıç kısmında “toplumsal uyum”, “çoğulcu ve önyargısız toplum” ve “uyuşmazlıkların ve ihtilafların barışçı yollarla çözümlenmesi” gibi ifadelere de yer verilmiştir.
Bulgaristan
“Biz, Yedinci Büyük Millet Meclisi üyeleri, Bulgaristan halkının iradesini ifade etme arzusu ile” ifadesiyle başlayan başlangıç kısmında “evrensel insani değerler” olarak nitelendirilen “özgürlük”, “barış”, “hümanizm”, “eşitlik” ile “adalet ve hoşgörü”ye bağlılık taahhüt edilmiştir. “Bireyin güvenliği, onuru ve hakları”, “devletin bütünlüğü”, “demokratik, sosyal ve hukuk devleti” gibi kavramlar öne çıkmaktadır.
Çek Cumhuriyeti
“Biz, Bohemya, Moravya ve Silezya’daki Çek Cumhuriyeti vatandaşları” ifadesiyle başlayan başlangıç kısmında, Çek Cumhuriyeti, “birbirlerine karşı sorumluluklarının ve görevlerinin bilincinde olan, özgür ve eşit vatandaşların yurdu”, “insan haklarına saygılı ve sivil toplum prensiplerine dayalı, demokratik ve özgür bir devlet”, “dünya ve Avrupa demokrasileri ailesinin bir parçası” olarak nitelendirilmiştir. Hukuk devletinin tüm ilkelerine uymaya kararlı oldukları ifade edilerek, Anayasanın “özgürce seçilen temsilciler aracılığıyla” kabul edildiği belirtilmiştir.
Estonya
Estonya’nın bağımsızlığını ilan ettiği 24 Şubat 1918 tarihine, 1938 Anayasasının yürürlülük tarihi ile mevcut Anayasanın referanduma sunulduğu 28 Haziran 1992 tarihine başlangıç kısmında yer verilmiştir. “Devleti güçlendirmek ve geliştirmek”, “self determinasyon”, “özgürlük”, “adalet”, “hukuk devleti”, “barış”, “sosyal refah ve kalkınma” gibi kavramların yer aldığı başlangıç kısmında “Estonya halkını, dilini ve kültürünü korumayı taahhüt eden” Anayasanın “Estonya halkı” tarafından referandumda kabul edildiği belirtilmiştir.
Güney Afrika
“Biz Güney Afrika halkı olarak” ifadesiyle başlayan ve geçmişteki adaletsizliklerin farkındalığı ile adalet ve özgürlük için acı çekenleri saygı ile anıldığı belirtilen başlangıç kısmında, “demokratik değerlere”, “sosyal adalete” ve “temel insan haklarına” dayalı; “her yurttaşın yasalar önünde eşit şekilde korunduğu” “demokratik” bir toplumu inşa etmek; “yurttaşların yaşam kalitesini yükseltmek” ve “her bireyin potansiyelinin önünü açmak” amacıyla “özgürce seçilmiş temsilciler aracılığı ile” Anayasanın kabul edildiği belirtilmiş ve başlangıç kısmı “Tanrı insanlarımızı ve Güney Afrika’yı korusun.” ifadesi ile son bulmuştur.
Güney Kore
“Bizler Kore halkı olarak” ifadesiyle başlayan ve “görkemli tarih ve gelenekleri” ile gurur duyulduğu belirtilen başlangıç kısmında, 1919 Mart’ında gerçekleşen Bağımsızlık Hareketine ve 19 Nisan 1960 tarihinde gerçekleşen 19 Nisan Devrimi’ne değinilerek sonrasında benimsenen demokratik ideallerin savunulduğu ifade edilmiştir. “Adalet”, “millî birlik”, “sosyal adalet”, “dünya barışı”, “refah”, “özgürlük”, “güvenlik”, “toplumsal uyum” ve “halkın mutluluğu” gibi kavramlara yer verilmiştir.
İrlanda
“Biz, İrlanda halkı” ifadesiyle başlayan başlangıç metninde, anayasayı hazırlayan ve kanunlaştıran gücün İrlanda halkı olduğu vurgusu yapılmıştır. “Her kudretin kaynağı ve en sonunda gideceğimiz, insanların ve devletlerin tüm fiillerinin dayanağını bulduğu, En Kutsal Üçlü Adına” ve “İlahi sahibimiz, İsa Mesih” gibi dinî ifadelerin yer aldığı başlangıç metninde bağımsızlık mücadelesi hatırlatılmış; “adalet”, “birey onur ve özgürlüğü”, “sosyal düzene erişilmesi”, “ülkenin birliği”, “barış” ve “kamu yararı” kavramlarına yer verilmiştir.
İspanya
İspanya Anayasasının başlangıç kısmında , “adaleti, özgürlük ve güvenliği sağlamak ve bütün üyelerinin refahını artırmak isteyen İspanyol milleti”nin, egemenliğinin kullanılmasında iradesi açıklanırken, “refah”, “adil bir ekonomik ve sosyal düzen”, “kültürel ve ekonomik gelişme”, “ileri bir demokratik toplum”, “dünyanın bütün halkları ile barışçı ilişkiler”, “insan hakları” ve “iş birliği” gibi kavramlara atıf yapılmış ve “anayasa ve yasalar çerçevesinde….demokratik bir şekilde yaşamayı güvence altına alma” amacı belirtilmiştir. Başlangıç kısmında ayrıca, İspanyolların ve İspanya halklarının kendi kültür, gelenek, dil ve kurumlarını kullanmada himaye edilmesi çağrısında bulunularak, dilsel ve etnik çoğulculuk güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Anayasayı onaylayan gücün İspanya Parlamentosu ve İspanyol halkı olduğu belirtilmiştir.
Litvanya
Başlangıç kısmında “bağımsızlık ve özgürlüğünü savunan”, “ana dilini, yazılı eserlerini ve geleneklerini koruyan”, “Litvanya topraklarında ulusal birliği teşvik eden” ve “dürüstlük, adalet, uyumlu bir toplum ve hukuk devletinin kurulması için çabalayan” Litvanya milletinin anayasayı onayladığı ve ilan ettiği belirtilmiştir.
Polonya
Anayasanın başlangıç metninde, 1989 siyasi rejim değişikliğinin Polonya milletinin kendi kaderini demokratik bir şekilde tayin hakkına imkân sağladığı belirtildikten sonra, “Biz Polonya milleti” hitabıyla bağımsızlık mücadelesi ve atalarına duydukları minnettarlık ayrıca dile getirilmiştir. “Hristiyanlık mirası” gibi dinî kavramların yanı sıra “temel özgürlükler”, “insan hakları”, “adalet”, “toplumsal diyalog” ve “kamu kuruluşlarında verimli çalışma” gibi kavramlara da yer verilmiştir.
Anayasal değişimlerin toplumsal gerekçeleri
Portekiz
1974 askerî darbesinin, faşist rejimi sona erdirdiğini anlatan başlangıç bölümünde, devrimin “Portekiz halkına temel hak ve özgürlüklerini geri verdiği” ifade edilmiştir. “Portekiz halkının iradesine saygı duyarak ve daha özgür, daha adil ve daha kardeşçe bir ülke inşa etmek amacıyla, ulusal bağımsızlığı savunma, temel yurttaş haklarını güvence altına alma, demokrasinin temel ilkelerini yerleştirme, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir Devletin önceliğini hüküm altına alma ve sosyalist bir topluma doğru bir yol açma kararını” Kurucu Meclisin onayladığı belirtilmiştir. Başlangıç bölümünün son paragrafında “Kurucu Meclis 2 Nisan 1976 tarihindeki genel kurul toplantısında, aşağıdaki Portekiz Cumhuriyeti Anayasasını kabul eder ve karara bağlar.” ifadesiyle Kurucu Meclise vurgu yapılmıştır.
Rusya
“Biz, kendi toprakları üzerinde ortak bir kaderde birleşmiş Rusya Federasyonu’nun çok uluslu halkı” ifadesiyle başlayan Rusya Anayasasının başlangıç kısmında, “insan hak ve özgürlükleri”, “toplumsal barış”, “halkların eşitliği”, “self determinasyon”, “vatan sevgisi”, “adalet”, “Rusya’nın refahı ve gelişmesi” ve “vatana karşı sorumluluk” gibi kavramlara yer verilmiştir.
Slovakya
“Biz Slovak milleti” ifadesiyle başlayan Slovakya Anayasasının başlangıç kısmında, Slovakların atalarından kalan siyasi ve kültürel mirasın bilincinde oldukları ve Büyük Moravya İmparatorluğu’nun tarihi mirasını önemsedikleri ifade edilmiş; Slovakya Cumhuriyeti’nde yaşayan etnik grup ve azınlıkların birlikteliğine, “demokratik ülkelerle kalıcı ve barışçıl iş birliğine”, “ekonomik refaha”, “özgürlüklere”, “demokratik yönetim biçimine” ve “self determinasyon”a vurgu yapılmıştır. “Biz Slovakya Cumhuriyeti vatandaşları, bu anayasayı temsilcilerimiz aracılığı ile kabul ederiz.” diye son bulan başlangıç kısmında, anayasa yapma yetkisinin temsilciler aracılığı ile kullanıldığına işaret edilmiştir.
Slovenya
Slovenya Anayasasının başlangıç kısmında, “Sloven milletinin self determinasyon hakkı”, “temel hak ve özgürlükler” gibi kavramlara vurgu yapılarak; ulusal kurtuluş için yüzyıllardır süren mücadele sonrası Slovenlerin ulusal kimliğini oluşturdukları ifade edilmiştir. Ayrıca Slovenya Cumhuriyeti Parlamentosunun anayasayı kabul ettiği belirtilmiştir.
Hangi kurum tarafından yapılmış olursa olsun her yeni anayasa eskiyi kaldırıp yeni bir düzen kurmak için yapılır çünkü anayasalar toplumun koordinatları gibidirler. Eğer önceki koordinatlarda bir sorun olmasaydı veya eski düzende bir sorun yoksa yeni anayasa yapmanın da akli ve hukuki bir zemini yok demektir fakat “eski” derken nelerin eski görüldüğünün de bilinmesi gerekmektedir. Anayasal değişikliklerin temelini, eski anayasanın toplumun ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalması oluşturur. Bu yetersizlik siyasi, iktisadi veya sosyal alanlarla alâkalıdır. Her anayasa, o anayasa hazırlandığında var olan zaman ve mekân gözetilerek yazılır fakat aynı zamanda her anayasa yeni oluşan veya oluşturulan düzeni sürdürülebilir hâle getirmeyi gözetir. Anayasaların yeterliliğini uzun süre sürdürebilmesi sürekli değişen toplumsal yapıya yetmesine, kuşatmasına bağlıdır. Bu yüzden anayasalar zamana ve mekâna mukayyet olmayacak şekilde düzenlenirler. Anayasaların zamana ve mekâna mukayyet olmaması ise; anayasal değerlerin geçerliliğini daima koruyan, zamanın ve mekânın değişmesi ile değişmeyen evrensel değerler olması gerekmektedir. Bu yüzden ülkelerin anayasalarındaki referans paragraflar geçmişteki herhangi bir zamanı aşılamaz bariyer olarak koymazlar fakat Türkiye’de durum tersine işlemiştir. 1961 anayasasında sadece şu “Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak” cümlesi ile toplumu geçmişe mukayyet hâle getiren bu değer, yine bir askeri cunta tarafından hazırlanıp halka sunulan ve %91 “evet” oyu alan 1982 anayasasında daha ileri boyutlara taşınarak geçmişe mukayyet olmak adeta tabu haline getirilmiştir:
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
Kanun No.: 2709 Kabul Tarihi: 7.11.1982
BAŞLANGIÇ
(Değişik: 23/7/1995-4121/1 md.)
Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedi varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;
(Değişik: 3/10/2001-4709/1 md.) Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;
Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;
Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;
FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,
TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.
Bu başlangıç paragrafı, Atatürk’ü ülkenin kurucu değeri olarak almayla başlar. Her şeyden önce böyle bir cümle, ülkenin kurulmasına halkın dahil olmadığı anlamına gelir. Tuhaf olan şudur ki 1921 ve 1924 anayasalarında böyle bir cümle yoktur ve iktidarda kaldığı 15 yıl boyunca bizzat Atatürk’ün kendisi bile anayasaya böyle bir cümle koyma ihtiyacı duymamıştır. Onun ülkenin kurucu değeri olduğu savı sonradan edinilen bir savdır. Değilse bu cümleyi anayasaya koyan 1980 darbesini yapmış askeri cuntadan önce yaşamış milyonlarca insan, onların gördüğü bu gerçeği görememiş ahmaklar durumuna düşmektedir. Askeri cunta bununla da yetinmemiş bir de her zaman mezarına gittikleri kişiye ölümsüzlük payesi vermişlerdir.
Uzun söze hacet yoktur, bir toplumun tüm hayatını düzenleyecek anayasal metnin en tepesine sonraki yasalara referans değer olacak böylesi bir başlangıç koymak kelimenin tam anlamıyla putperestliktir. Buraya kadar söylediklerimizin birçoğu siyasi düzlemde tartışmaya açık meselelerdir. Fakat manevi dünyasını yani soyut değerlerini İslam’ın şekillendirmesi gereken bir Müslüman halkın böylesi referanslarla oluşturulmuş bir anayasaya göre yaşaması tek bir şey getirecektir: ÇELİŞKİ.
Bu çelişki öyle bir çelişkidir ki hem o değerlere inananları hem de inanmayanları yıpratacak bir çelişkidir ki nitekim bir asırlık döneme bakıldığında Türkiye’de yaşayan halkların, enerjilerini birbirlerinin önünü kesmekten başka bir şeye harcamadıkları kolaylıkla görülecektir. Bu referans değerler hem bireyi kendisiyle hem de insanları birbirleriyle sonu gelmez kavgaların içine sokacak referans değerlerdir.
Manevi değerlerle pratik hayatın çelişkisi
Türkiye’de yaşayan ve İslam’ı vazgeçilmez, taviz verilmez, azaltılmaz, başkalaştırılmaz tek değer olarak kabul eden Müslümanların, yaşadıkları açmazların ve fikir kavgalarının temelinde işte bu referans değerin olduğunu bilmeleri gerekmektedir. Geri kalmışlığın, dışlanmışlığın, horlanmışlığın bedel ödeyicisinin İslam olmadığını bilmeleri gerekmektedir. Bu yüzden her fırsatta yarım yamalak da olsa İslam’a yapışmaya çalışan sıradan insanlara saldırmayı terk etmeleri gerekmektedir. Sahih bir din anlayışına sahip olsa bile hiç kimsenin dinini hakkıyla yaşayamayacağı bir ortamda din anlayışlarının sahihliğini tartışmak, gazinoda kumar oynamak gibidir çünkü eninde sonunda hangi taraf üstün gelirse gelsin bu tartışmaların tarafları olanlar kaybedecek ve bu kumarı halka dayatan gazino daima kazacaktır.
Anayasada “ölümsüz önderin(!)” kabul etmediği, onun ortaya koyduğu fikirlerle çelişen bir dindarlığa müsaade edilmeyeceği gayet açık bir şekilde yazmaktadır. Bu anayasa ülkede yaşayan sığırcık kuşlarının hayatını düzenleyen bir anayasa değildir. Bu anayasa Allah’a ve ahiret gününe iman ettiğini söyleyenlerin iktisadi, siyasi, sosyal ve bireysel hayatlarını düzenleyen bir anayasadır ve bu düzenlemeler sadece çelişki doğurmaktadır.
Karl Marx’ın dediği gibi, çelişki, taraflar arasındaki gerilimi ve mücadeleyi artırarak iki taraftan birinin yenilmesini veya dönüşmesi sağlar. Bizdeki ‘çelişki’, pratik hayatımızla manevi değerlerimizin çelişkisidir. Nihayetinde “ya inandığımız gibi yaşayacağımız bir hayata ya da yaşadığımız gibi inanacağımız bir inanca doğru gidiyoruz.
Böylesi muğlak bir ortamda insanların inandıkları gibi yaşayacakları bir yöne doğru gitmelerinin tek bir şartı vardır. İnanılan değerlerin, tüm zamanları ve tüm mekanları kuşatan, asla değişmeyen, ulaşılması ve tekrarlanması kolay bir içeriğe sahip olması: İnsan türünün bildiği tüm değerler içinde, bu özelliklere sahip bir tane değer vardır: KUR’AN.