Dilin Tanimi Ve Aksanla Iliskisine Giris

DİLİN TANIMI ve AKSANLA İLİŞKİSİ’ne GİRİŞ

Hayat böyle bir şey işte. Akıl başka bir amaçla söylenmiş bir söz veya başka bir amaçla yapılmış bir harekete şahit olur, hızı ve karmaşıklığı insanı aciz bırakacak şekilde şahit olduğu konudan bambaşka konulara zapt edilemez bir incelikle bağ kurarak geçiş yapar, sonunda küçücük bir olay ya onda devasa düşüncelerin oluşmasına neden olur ya da öncesinde hafızada var olan şeylerin yeniden kurgulanmasına yol açar. Gün içerisinde izlediğim bir kısa video da bende böylesi bir şeye sebep oldu. O videoda, Arap olan bir imam namazda Kur’an’ı, Halef’in Hamza’dan rivayet ettiği Hafs kıraatine göre okuyordu. Okuduğu kıraatin diğer kıraatlerden farklılığı dilbilgisel bir farklılık değil tamamen AKSAN farklılığıdır. Aksan farklılıkları sadece bu Kur’an kıraatine has bir durum değildir tam tersi yeryüzündeki tüm dillerde bulunan bir durumdur fakat dillerdeki aksan farklılığı ile Kur’an’ı farklı aksanlarla okumak, kökenleri ve kuralları açısından tamamen iki farklı yapıdadır yani bir dili bir aksana göre konuşmak ile Kur’an’ı bir aksana göre okumak asla iki aynı şey değildir fakat Kur’an’ı bir yöreye ait aksana göre okumak ile bir dili bir yöreye ait aksana göre konuşmak arasındaki farkın anlaşılır bir şekilde ortaya konulabilmesi için meseleye çok daha geniş bir perspektiften bakmak gerekmektedir.

“Dil nedir?”

Dil ve aksan tartışmalarına genel bakış

“Dilin kökeni nedir?”

“Aksan, diller açısından ne ifade eder?” gibi sorular bahsettiğimiz perspektife dair cevaplanması gereken sorularıdır.

“DİL NEDİR?”

Aslında bu soru çok basit bir sorudur ve cevabı da en az soru kadar basittir fakat bu, soruyu kendi aklınıza göre cevapladığınızda böyledir eğer bu soruyu dil konusunda yetkin, otoritesi herkes tarafından kabul edilmiş büyük filologlara, dil bilimcilere müracaat edip aklınıza onları şahit tutmaya kalkıştığınızda bu basit soru içinden çıkılması imkânsız bir karmaşaya sebep olmaktadır.

Neden mi? Çünkü bilinen filologların, dil bilimcilerin hepsi bu basit soruyu ya sahip olduğu felsefi düşünceye ya mezhebine ya meşrebine ya da akidesine göre cevaplamaktadır ve işte bu cevaplar karmaşayı başlatan ilk kıvılcımlar olmaktadır.

Mesela, el-İsnevi (ö. 772/1370) gibi müteahhir dönem ve Eş’ari olan birine “DİL NEDİR?” diye sorarsanız “Dil çeşitli manalar için vazedilmiş lafızlardan ibarettir.” cevabını alırsınız. (Cevaptaki ‘vaz’ kelimesini lütfen aklınızda tutun.)

Meseleyi biraz daha eskilere götürüp el-İsnevi’nin ilham aldığı daha önceki insanlara, mesela İbn Hacib’e (ö. 646/1248) soracak olursanız şu cevabı alırsınız: “Dil bir mana için vazedilmiş her lafızdır.”

Bununla yetinmeyip daha eskilere, “dilbilim” denen disiplinin kurucu babalarına yani MÜTEKADDİMÎN olanlara, mesela İbn Cinni’ye (ö. 392/1001) soracak olursanız şu cevabı alırsınız: “Dil her milletin dilek ve arzularını, maksat ve gayelerini, düşüncelerini ifade ettikleri seslerden meydana gelmiş bir konuşma düzenidir.”

Bu dilbilimcilerin tanımlarında ilk bakışta görülmeyen ama işin temelini oluşturan eksiklikler ve fazlalıklar vardır. Dikkat edilirse zaman geçtikçe tanımlar kısalmış, fazlalıklar törpülenmiş, dil daha kısa bir tanıma kavuşturulmuştur.

Bu durum sonraki dilcilerin dil hususunda çok gelişmiş olduklarından mı kaynaklanmaktadır? Tabi ki hayır. Bu, dilcilerin itikadi duruşlarındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Mütekaddimîn uleması olan el-Cinni bir Mutezile’dir, sonrakiler ise Eş’ari. İşte fark bundan kaynaklanmaktadır.

Dikkat edilirse el-İsnevi ve İbn Hacib sonraki dönem uleması olmalarına rağmen ısrarla ‘VAZ’ kelimesini kullanmış, buna mukabil önceki dönemin dilbilimi kurucularından olan el-Cinni ise ‘vaz’ kelimesini hiç kullanmamıştır.

Eş’arilere göre dilleri Allah vazetmiştir; Cinni ise dillerin insanlar tarafından ve bir uzlaşı ile ortaya çıktığını söylemektedir.

Erken dönem tanımları ve dil farklılıkları

Eğer el-Cinni ‘vaz’ kelimesini kullansaydı, doğal olarak “Kim vazetti?” sorusu gündeme gelecek ve bu da bitmeyen bir tartışmayı getirip tanımın göbeğine koyacaktı.

Peki, meseleye Eş’arilik ve Mutezile’den bağımsız olarak yaklaşıp her üç tanıma tarafsız bir gözle bakarsak bu tanımlar “Dil nedir?” olgusuna cevap olabilecek nitelikte midir? Hayır değildir çünkü İsnevi ve Hacibi’nin tanımları “dil” denilen olguyu sadece “lafızların vazedilmesine” bağlamıştır oysa lafızları işe yarar bir vaz haline getiren şey lafızları bir manaya hasretmek değil, bunun arka planında dili dil yapan kurallardır yani dillerin sabitesi “kelimeler” değil, kurallardır.

El-Cinni’nin tanımı ise “dil” denilen olguya değer veren şeyin insanların anlaşmaları olduğu temelindedir. Bu da dillerin insanları değil insanların dilleri inşa ettiği sonucuna götürür. Eğer temel değer insanların anlaşmaları olursa dillerin zaman içindeki değişimi önemini yitirir. “Dil ne kadar değişirse değişsin önemli değil, değişmiş olsa bile insanlar anlaşıyor mu, işte asıl olan budur.” sonucu çıkar.

Şimdi biz kalkıp içinde “Diller vasıtadır.” ifadesi olan bir cümle kurarak tanımı açmaya kalkışırsak hemen ifadedeki ‘vasıta’ kelimesinden Aristo’nun ‘Mantık’ ifadesine getirdiği tanımla bağ kurulacaktır çünkü Aristo’nun ‘Mantık’ dediği şey aslında “dilbilim”dir, nitekim pek çok dilbilimci ‘Aristo Mantığı’na “Yunan Grameri” demiştir zaten.

Daha başındayız ama gördüğünüz gibi “Dil nedir?” sorusu daha şimdiden pek çok konu başlığı açmış ve açılan konu başlıklarının tamamı da sonu gelmez tartışma alanlarıdır.

Vaz meselesi ve itikadi etkilerin analizi

“Dil nedir?” sorusu sadece cevapları açısından değil entelektüel kümülatif ağırlığı ve kapsamlılığı açısından da çok önemlidir; aslına bakılırsa her türlü meselenin en başında bu soru ve bu soruya verilen cevap yer almak zorundadır çünkü ne yaparsak yapalım, hangi görüşte olursak olalım nihayetinde bunların hepsini ‘DİL’ kullanarak ifade ediyoruz; “Öyleyse kendisinden faydalandığımız bu şeyin bizzat kendisi nedir?” sorusu her şeyi belirleyen bir soru olmaktadır.

Tanımlar arasında gezinmeden son sözü öne alarak konuşacak olursak; asıl mesele dili anlarken insandan dile doğru bir yol mu izleyeceğiz yoksa dilden insana doğru mu? İşte tanımlardaki farklılıkları belirleyecek olan yol ayrımı burasıdır.

“Ludwig Wittgenstein (1889-1951)’in ‘Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.’ cümlesine bakacak olursak izlenecek yolun ‘dilden insana’ şeklinde olması gerekir.” diyeceğiz ama ne yazık ki bu cümle ile Wittgenstein’in diğer fikirleri yani bu cümlenin açılımı tezat oluşturmaktadır çünkü ona göre dil “yapay ve mantıksal”dır.

Eğer Wittgenstein “yapay” derken yapanın ‘Tanrı’ olduğunu söyleseydi nispeten bu tezat çözülürdü fakat gelin görün ki o da yapay derken Cinni gibi insanları kastetmektedir.

Buradan sonrasında güzel ve önemli şeyler de söylemektedir ama bunların tamamı “dillerin insanlar tarafından yapay bir şekilde geliştirildiği” zemininde anlam kazanmaktadır. Eh, bu da kadim tartışmanın devamı niteliğindedir.

Türk Dil bilgisi hakkında kitap yazmış Muharrem Ergin’in güzel bir benzetmesi vardır. O benzetme “Dil nedir?” sorusuna cevap ararken insandan dile mi yoksa dilden insana mı geleceğiz açmazına hiç de yabana atılmayacak bir açılım getirmektedir. Biz onun benzetmesini konumuza uyarlayarak vereceğiz.

“Dil nedir?” sorusuna insandan dile doğru giderek cevap arayanlar açısından dil, insan yapımı bir otomobil gibidir. “Dil nedir?” sorusuna dilden insana doğru gelerek cevap arayanlar açısından ise dil, bir at gibidir. Dikkat edilirse her ikisi de bir “vasıtadır” fakat bu iki vasıtanın karakteristik özellikleri taban tabana birbirine zıttır.

Buradan sonrasında sözü Muharrem Ergin’e devredelim çünkü onun güzel benzetmesine hürmet etmek istiyoruz:

“Dil; insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıtadır. İnsanlar duygularını, düşüncelerini, fikirlerini, hükümlerini birbirlerine nakletmek, meramlarını birbirlerine anlatmak için “dil” denilen ‘vasıtaya’ başvururlar. Fakat dil insanların kullandığı herhangi bir vasıtaya benzemez. Onun vasıtalığı sadece anlaşmayı temin etmesi bakımındandır.

Fertler ve nesiller arasında anlaşma vasıtası olarak iş görür fakat bu işi görürken daima “müstakil bir hüviyete” sahiptir. İnsanlar ona istedikleri gibi hükmedemezler. Onu olduğu gibi kabul etmeye, onu bir vasıta olarak kullanırken, onun hususiyetlerine dikkat etmeye, onun tabiatına uymaya mecburdurlar çünkü dil suni bir vasıta, maddi bir vasıta, bir ALET DEĞİLDİR, o tabii bir vasıtadır. Vasıta vazifesi görür fakat tabii bir varlığa sahiptir.

Dil, bu bakımdan canlı bir vasıtaya benzer. Mesela at da bir vasıtadır otomobil de bir vasıtadır fakat insan otomobile istediği şekilde hükmedebilir, at karşısında ise ancak onun tabiatına uygun hareket etmek zorundadır. Otomobile istediği şekli verir, onun biçimini istediği şekle sokar, onu istediği gibi kullanır, isterse uçuruma sevk edebilir fakat atın biçimini değiştiremez, onu istediği gibi kullanamaz, istediği yere sevk edemez. Başını kesseniz, ata korktuğu yerde bir adım attıramazsınız. İşte, dilin vasıtalığı böyle bir vasıtalıktır, atın vasıtalığı gibidir. Anlaşmayı sağlamak bakımından vasıta gibi iş görür, fakat tabii bir varlığa sahiptir.”

(Muharrem Ergin / Türk Dil Bilgisi 1962.s.3)

Aristo veya onun izinden gidenlerin dediği gibi dil bir alettir ama insanın istediği şekilde kullanabileceği, her yana çekebileceği, gerekirse uçuruma bile yuvarlayabileceği bir alet değildir.

(Biraz yol katettik ama Kur’an’ın farklı aksanlara göre okunması ve “dil ile aksanın ilişkisi” meselesine daha çok var.)

Kavramlar: