Ebu Leheb Firavundur Tebbet Suresi

EBU LEHEB FİRAVUN’DUR (Tebbet Suresi)

KUR’AN’I ANLAMADA ELZEM OLAN İLKELER

“Yüce Allah her türlü eksiklik ve kusurdan münezzehtir.”

Her mü’minin inanmak zorunda olduğu ve istisnasız herkesin inandığını söylediği bu iman prensibi ne anlama gelmektedir?

Yüce Allah’ı tanımanın yegâne yolu Kur’an’dır. Yani o kendisini tanımayı insanın çabasına bırakmamış, bizzat kendisi yine kendisini tanıtmıştır.

Yüce Allah Kur’an’da kendisini bize tanıtırken, kendisi ile alakalı birtakım sıfatlar ve yaptıkları ile ilgili birtakım fiilleri kullanmıştır. Yüce Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh olduğuna iman etmek, işte bu sıfatlar ve fiillerin eksik ve kusurdan münezzeh olduğuna iman etmek demektir. Çünkü bu sıfatlar ve fiiller eksiği olmayan Yüce Allah’ı tanıtmaktadır. Kendisi eksik ve kusurdan münezzeh olanı tanımlayacak eksik ve kusurlu bir sıfat, kendisi eksik ve kusurdan münezzeh olandan eksik ve kusurlu bir fiilin sadır olması mümkün değildir. Zira sıfat ve fiillerinden herhangi bir tanesinin eksik ve kusurlu olması demek, bizzat sıfat ve fiillerin sahibinin eksik ve kusurlu olması demektir.

Mesela, birçok ayette Yüce Allah varlığı yoktan var edenin kendisi olduğunu söylemektedir. Kur’an’da Yüce Allah’ın eşsiz ve benzersiz, eksiksiz ve kusursuz yaratıcı olduğunu belirten kelime sıfat formunda gelen الْخَالِقُ el halik[1] ve  الْخَلَّاقُ el hallak[2] kelimeleridir. Bu iki kelime dipnotunu verdiğimiz ayetlerde Yüce Allah’ı tanımlar bir şekilde O’nun sıfatı olarak gelmektedir. Bu Yüce Allah’ın eşsiz ve benzersiz, eksiksiz ve kusursuz bir yaratıcı olduğunu tanımlamaktadır.

Aynı kelime birçok ayette fiil formunda da Yüce Allah’a atfedilmişdir.[3] Sıfat olarak kendisini الْخَالِقُ / eşsiz, benzersiz yaratıcı ve الْخَلَّاقُ / kusursuz, eksiksiz yaratıcı olarak tanıtan Yüce Allah; böylesi bir yaratıcıdan sadır olacak yaratma fiilinin de eşsiz, benzersiz ve eksiksiz, kusursuz olacağını söylemektedir.

Eşsiz, benzersiz ve eksiksiz, kusursuz bir yaratıcı olarak Allah; yarattığı şeylerin de eksiksiz, kusursuz ve eşsiz, benzersiz olduğunu ispat için, herkesin gözü önünde olan yarattığı şeylerde bir eksiklik ve gedik olduğunu söyleyenlere/söyleyeceklere, söylediklerini ispat etmeye ve yaratılanlarda eksik gedik bulmaya davet etmekte hatta meydan okumaktadır.

الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا ۖ مَا تَرَىٰ فِي خَلْقِ الرَّحْمَٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍ ۖ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَىٰ مِنْ فُطُورٍ
Mülk 67 / 3

Üst üste yedi kat göğü yaratan da O’dur. Rahman’ın yaratmasında bir uyumsuzluk göremezsin. Bakışlarını bir daha çevir; bir çatlak görebilir misin? 

ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ
Mülk 67 / 4

Sonra bakışlarını iki defa daha çevir de bak, gözün umutsuz halde bitkin düşecektir. 

Yaratılmış olanlarda bir eksik ve gediğin bulunması demek, bizzat onu yaratanın eksik ve gediği olduğu anlamına gelecektir… Yüce Allah’ın eksiklik ve kusurdan münezzeh olduğu, bizzat yarattığı şeyler üzerinde görülür. Varlık O’nun şanına yakışır bir şekilde eksiksizdir!..

Yüce Allah varlığı insanın gözlem alanına sermiş, hiçbir şeyi ondan gizlememiş, bu muhteşemliğe ulaşıp, onu yaratanın ne muhteşem bir yaratıcı olduğuna gözlem yoluyla da ulaşmasını dilemiştir. Varlık, adeta insanın önüne açılmış, okunması gereken bir kitaptır. Varlık kitabını isteyen müellifinin muhteşemliğini anlamak için isteyen de müellifinin bir eksiğini ve kusurunu bulmak için okur. Kimseye bir kısıtlama getirilmemiş bir ayrıcalık tanınmamıştır.

Yüce Allah yarattığı varlığın muhteşemliğini ispat için yine varlığın kendisini getirmektedir. Mülk suresindeki meydan okumaya dikkatle bakıldığında, göklerin bir eksiği gediği olmadığını ispat için yine göklere bakılması söylenmektedir. Yani Yüce Allah kendisinden eksik ve kusurlu bir şeyin sadır olmayacağı yönünde ortaya somut deliller koymaktadır. Burada göklerin eksikliği ve gediği olmadığına dair soyut bir iman değil, somut olarak ikna olunması istenmektedir. Zaten gözlerin gördüğü, kulakların duyduğu bir şeye iman edilmez, ikna olunur. İman edilmesi gereken husus,  göklerin eksiği gediği olmadığından yola çıkarak, bunu yapanın bir eksiği ve gediği olmadığını kavramaktır.

Yüce Allah’ın Kur’an’da kendisine nispet ettiği sıfatların tamamı işte bu varlık üzerinde tezahür etmiştir. Onun Er Rahman, El Aziz, El Bari, El Melik, Er Rab vd sıfatları, insanı bizzat varlığın gözlemlenmesi sonucunda ulaşılabilecek bilgilere yönlendirir. Yüce Allah bu varlığı var ederken Kur’an’da kendisine nispet ettiği sıfatlarla var etmiştir. Kâinat kitabı, gereği gibi okunduğunda bu sıfatlara ulaşılabileceği bir kural olarak belirlenmiştir. Çünkü her varlık bir ayettir varlığı var edeni gösteren bir işarettir. İnsanoğlu bu işaretlere bakacak ve işaretin işaret ettiğine ulaşacaktır. Basit bir benzetme yapacak olursak kâinat bir kitaptır, kainattaki her nesne bu kitabın harfleri, kelimeleridir ki bu kelimeleri yazarın karakterini yansıtırlar. Şu kâinat kitabına bakan biri, bu kâinat kitabını her türlü eksik ve kusurdan münezzeh olan bir yazarın yazdığı sonucuna ulaşır…

Kâinat kitabındaki ayetlerin birbiri arasındaki uyumu, bağları, ilişkileri Yüce Allah tarafından belirlenmiş olup asla başka birinin bunda bir katkısı yoktur. Kâinat kitabındaki hangi ayetin nerde duracağı, hangi ayetin diğer ayetlerle nasıl bir ilişki kuracağı, sadece ve sadece Yüce Allah tarafından belirlenmiştir. Meselâ, gözlem alanımızda olan güneş sistemindeki gezegen ve yıldızların yerleri, hepsinin güneş ve birbirleri arasındaki bağlarını belirleyen Yüce Allah’tır. Birinin bunların durduğu yerin en mükemmel yer olmadığı hakkında şüphesi olabilir! Bu durumda tek yapması gereken kendisinin daha doğru olacağını düşündüğü yer neresiyse onları oraya çekmesidir. Takdir edilir ki bu çok komiktir. Çünkü kimsenin buna gücü yetmeyeceği gibi kâinat kitabının yerlerinin en doğru yerler olduğu hakkında kimsenin bir şüphesi de yoktur. Yani kainattaki hiçbir ayet değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez bir şekilde yerleştirilmiştir.

Yüce Allah insanlığın kendisini tanıyıp bilmesi ve gereken saygıyı göstermesi için kâinat kitabı haricinde bir kitabı daha insanoğlunun gözlemine ve erişimine açmıştır.

KUR’AN…

Bu kitaptaki her kelime de Yüce Allah tarafından belirlenmiş, O’nun tarafından yerleştirilmiştir. Bu kitaptaki her kelime de tıpkı kâinat ayetindeki nesneler gibi onu gönderenin karakterini yansıtmak zorundadır. Nasıl ki kâinat ayetlerinde hiçbir şekilde eksik gedik yoksa ve bu durum onu yaratanın eksik ve kusurdan münezzeh olduğuna delil oluyorsa, Kur’an kelimeleri de Yüce Allah’ın eksik ve kusurdan münezzeh olduğuna dair ortaya konmuş somut bir delildir. Yüce Allah nasıl ki göklerin eksiği ve gediği olmadığına dair insana gökleri gözlemlemesini söylüyorsa, Kur’an kelimeleri hakkında da aynı şeyleri söylemiş, Kur’an’ın eksiği ve kusuru olmadığına dair yine Kur’an’ın gözlemlenmesini istemiştir.

أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ ۚ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا
Nisa 4 / 82

Kur’an’daki ilişkiler ağına bakmazlar mı? Eğer Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok sayıda çelişki bulurlardı. 

Kur’an’ın tanıtımı ve delil niteliği

Mülk süresinde gökleri yaratanın Yüce Allah olduğuna gökleri inceleyerek ve onun gediği olmadığını görerek ulaşılması istendiği gibi Kur’an’ı gönderenin de Yüce Allah olduğuna Kur’an üzerinde yapılacak çalışmalarla ulaşılabileceği söylenmektedir. Nasıl ki kâinat kitabındaki her ayet, kendisini var edenin eksik ve kusurdan münezzeh olduğuna dair bir işaret ise Kur’an’ın her ayeti de onu gönderenin eksik ve kusurdan münezzeh olduğunun işaretidir. Kur’an; kusur ve eksiklikten münezzeh olanın, kusur ve eksiklikten münezzeh sözleridir. Yüce Allah’tan kusur ve eksikliklerle dolu bir sözün sadır olması mümkün değildir!..

İnsan oğlunun kâinat kitabı üzerinde yapacağı tek çalışma onu incelemek ve keşfetmektir. Bir müdahale veya bir değişimde bulunması söz konusu bile değildir. Meselâ, insanlık güneşi inceler, keşfeder ve elde ettiği bilgiler oranında ondan yararlanır. Kur’an ayetleri de böyledir. İnsan inceler, keşfeder ve elde ettiği bilgiler oranında ondan yararlanır.

Kur’an kelimeleri en güzel hallerinde, en güzel konumlarındadırlar. Çünkü o en güzel olanın, en güzel sözleridir. Bu güzelliğe yapılacak her müdahale onları çirkinleştirmeye yönelik çabalar olmaktan kurtulamazlar. Elbette Allah’ın korumasıyla kimse Kur’an kelimelerini çirkinleştirmeye güç yetiremeyecektir ama en güzel olanın en güzel sözlerinden çirkin manalar elde edip en güzel manaları elde ettiklerini sananlar çıkabilecektir! Buna engel konulmamıştır.

Kâinattaki nesnelerin durdukları yerleri nasıl ki Allah belirlemişse, Kur’an kelimelerinin durdukları yerleri de Allah belirlemiştir. Yüce Allah kelimelerini Arap diline, harf, isim ve fiil olarak koymuştur. Kelimelere yüklenen anlamı kendisi belirlemiş ve bu anlamları Kur’an bütünlüğü ile korumuştur. Yüce Allah yaptığı her işi bir prensibe bir kurala göre yapmış ve bu kuralları da kullarına bildirmiştir. Kur’an kelimeleri de bir prensip ve kurala göre belirlenmiştir. Metin olarak Kur’an, herkesin bildiği Arap dilinde indirilmiş olmasına rağmen kimsenin bir benzerini yapamayacağı kadar muhteşem bir metindir. Arap dili tedavülden kalkmamış konuşulan bir dil olmasına rağmen, yüzyıllardır Yüce Allah’ın şu meydan okumasına cevap verilememiştir.

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَىٰ أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَٰذَا الْقُرْآنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
İsra 17 / 88

De ki “Bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler toplansalar benzerini getiremezler. Bütün güçlerini birleştirseler bile yapamazlar.” 

Cinler ve insanlar bir araya gelip yardımlaşsalar bile bir benzerini getirmeye güç yetiremeyecekleri bir kitabın kurallarına sadece teslim olunur. O’nu; insanların elinde şekil verilebilen, sanki kapalıymış gibi açıklanması gereken bir kitap haline indirgemek ya Yüce Allah’ı küçümsemek ya da açıkladığını zanneden insanları ilahlaştırmak demektir. Hele Kur’an kelimelerinin mazisini (geçmiş zaman) müzariye (gelecek zaman), müennesini (dişi siğasını) müzekkere, tekilini çoğula, ismi fiile ya da tersine çevirerek manalar vermek (haşa) Allah’ın yanlışını düzeltmek anlamına gelmektedir…

Yüce Allah kâinatı yaratmış ve her nesneyi bir yere koymuştur. Nesnelerin konulduğu bu yerler El Alim, El Latif, El Habir olanın sonsuz ilmi ve bilgisi dahilinde yapılmıştır. Onlar yerlerinden edilirse bu zulüm olur ve bu zulümden ne bu dünyada ne öteki dünyada mutluluk elde edilemez! Yapılan her haksız müdahale insanlığa hüsran olarak geri dönecektir. Nitekim içinde yaşadığımız güzelim dünyanın havasının, karasının, denizinin kirlenmesi, canlı varlık türlerinin (bitki – hayvan – insan) soylarının tükenmesi bunun apaçık göstergesidir.

Keza; Kur’an’a iman ettiğini söyleyen Müslüman ülkelerin içinde bulundukları fakirlik, savaş, kargaşa, geri kalmışlık, zulüm, sapık inançlar, şirkin yaygınlığı, şahsiyet yoksunluğu, münafıklık, katliamlar, düzensiz toplumlar da bu kuralın işlediğinin açık göstergesidir.

TEBBET SURESİ İLE İLGİLİ SORULAR

Kur’an kelimelerine müdahale edilerek, o kelimeleri Yüce Allah’ın koyduğu yerlerinden ederek elde edilen anlamlandırmalara Kur’an’dan verilebilecek en çarpıcı örneklerin başında hemen hemen herkesin bildiği Tebbet suresi gelir.

Tebbet suresi (111. Sure)

تَبَّتْ  يَدَٓا  اَب۪ي  لَهَبٍ  وَتَبَّۜ ﴿١﴾ مَٓا  اَغْنٰى  عَنْهُ  مَالُهُ  وَمَا  كَسَبَۜ ﴿٢﴾ سَيَصْلٰى  نَارًا  ذَاتَ  لَهَبٍۚ ﴿٣﴾ وَامْرَاَتُهُۜ  حَمَّالَةَ  الْحَطَبِۚ ﴿٤﴾ ف۪يج۪يدِهَا  حَبْلٌ  مِنْ  مَسَدٍ ﴿٥

Bu arapça metin, Yüce Allah’ın kulu Muhammed (a.s)’e insanlığa ulaştırması için indirdiği bir metindir. Aşağıdaki Türkçe metin ise, Yüce Allah’ın gönderdiği arapça metin daha iyi anlaşılsın diye çok iyi derecede Arapça bilenler tarafından elde edilmiş hepsi aynı olan manadır.

Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek) (TDV meali)

Hem Arapça hem de Türkçe olarak bu metin okunduğunda ister istemez insan zihninde bazı sorular belirmektedir. Soruların belirmesi son derece doğaldır. Zira anlamak, soru sormayla başlayan bir şeydir. Sorusu olmayanın anlaması da sınırlı olacaktır.

Nitekim Kur’an’ı açıklama adına ortaya çıkanlar da işe sorular sorarak başlamışlardır.

§  Ayetlerin bahsettiği Ebu Leheb kimdir?

§  İki eli nasıl kurumuştur?

§  Malı ve kazancı nedir?

§  Ebu Leheb’in karısı kimdir?

§  Cehenneme kocasıyla beraber gireceği söylenen bu kadın hangi odunu nereden taşıyacaktır?

§  Cehennemde boynuna asılmış ve hurma lifinden yapıldığı söylenen ip ne anlama gelmektedir?

Buraya kadar her şey doğal seyrinde akmaktadır. Yüce Allah bir metin göndermiştir ve bu metinden bu ve benzeri sorular çıkmıştır. Bu sorular, anlama adına ortaya çıkan sorular olduğu için kınanacak bir durum söz konusu edilemez! Asıl kınanacak durum sorularda değil sorulara verilen cevaplarla başlamaktadır.

Yukarıdaki ve benzeri soruların tamamı Yüce Allah’ın gönderdiği bir metin üzerinden neşet etmiştir. Doğal olan, bu soruları sormamıza kim sebep olmuşsa cevabı da onun vermesidir. Fakat öyle olmamış soruların cevapları rivayetler üzerinden, tefsir müellifleri tarafından verilmiştir.

Ebu Leheb kimdir? sorusuna, bu kişi Allah resulünün amcası Abduluzza’dır cevabı verilmiştir. Bu cevabın verilmesi işleri çözmemiş daha da karıştırmıştır. Çünkü “Ebu Leheb’in iki eli kurusun. Kurudu da!” diye anlamlandırılan ayetler Allah resulünün resullüğe başladığı ilk yıllarda inmiştir. Amcasının elleri kurumamıştır. Hatta amcası Abduluzza bu ayetler indikten sonra yaklaşık 12 yıl daha yaşamış ve ölürken de elleri kurumamıştır.

Üstelik ayette geçen تَبَّتْ kelimesi mazi (geçmiş zaman bildiren) bir fiildir ve anlamı “kurusun” değil “kurudu” olmak durumundadır. Geçmiş zaman bildiren bir fiilin, emir kalıbında gelecek zamana çevrilmesi şöyle bir durumu da ortaya çıkarmaktadır…

Tefsir müellifleri ilk ayetin manasının “Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da” şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu kelimeleri sarf eden Yüce Allah aciz midir ki yarattıklarından bir yaratık olan Ebu Leheb hakkında elleri kurusun diye beddua etmektedir. Yüce Allah’ın onun ellerini kurutmaya kendisinin gücü yetmemekte midir ki, kime söylendiği ve kim tarafından yapılmasını istediği belli olmayan cümleler kurarak “elleri kurusun” demektedir. Yüce Allah’ın gönderdiği Arapça metinden yukarıdaki TDV mealinde olduğu gibi manalar elde etmek, ardından işte bunun gibi cevaplanması mümkün olmayan sorular ve Yüce Allah’a acziyet yükleyen başka durumlar ortaya çıkarmaktadır.

Ebu Leheb’in karısından bahseden ayetlerde durum daha karmaşık bir hal almaktadır. Meallerimize göre o ayetler şunu demektedir. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek). Ebu Leheb’in karısının cehennemde odun taşıyacağından bahsedilmektedir. Haliyle böyle bir tasvir bu kadının odunu nereden ve niçin taşıyacağı sorusunu beraberinde getirmektedir.

Kur’an’da bir çok ayette cehennemde odunların değil insanlar ve taşların yanacağı söylenmektedir.[4]

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنْفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
Tahrim 66 / 6

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır. (TDV meali)

Cehennem alttan odunla beslenen bir fırın değildir ki oraya odun taşınsın. Üstelik tüm Kur’an’da Yüce Allah’ın cehennemlik olanlara ateşi harlasın diye odun taşıma cezası verdiğine dair tek bir işaret bile yokken, Ebu Leheb’in karısının odun taşıyacağını söylemek nasıl bir şeydir! Bunun bir açıklaması olabilir mi? Dahası “odun” diye çevrilen kelimenin başında harfi tarif (ال) olması kelimeye “o bir odun” şeklinde anlam verilmesini zorunlu kılmaktadır. Şu halde ayette geçen kelimelere illa da “odun” ve “hamal” anlamları verilecekse bunun “o odunun hamalı olarak” şeklinde verilmesi gerekmektedir. Metne sadık kalınacaksa bir tane, evet tek bir tane odunun (o odun şeklinde) ifade edilmesi zorunludur. Bir önceki ayette Ebu Leheb’in yanacağı ateşin tarifi نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ nar’en zateleheb şeklinde yapılmıştı. Bu ibare mealler tarafından “alevli ateş” şeklinde çevrilmişti. Dolayısıyla, zaten alevli olan bir ateşe bir tek odunun taşınmasının ne anlama geldiğinin bir açıklaması elbette yoktur…

Tebbet suresinin açıklaması sadedinde aktarılan rivayetleri eleştirmenin de hiçbir anlamı yoktur… Çünkü Kur’an ayetlerinden çıkan “Ebu Leheb kimdir” sorusunun cevabını verebilecek bir tek mercinin yine Kur’an olması zorunludur. Allah resulü Muhammed (a.s)’in, ismi Abduluzza olan ve kim tarafından ne zaman takıldığı belli olmayan Ebu Leheb lakaplı amcası; Kur’an’ın değil tarih ilminin konusudur. Kur’an ayetlerinde bir Ebu Leheb’ten bahsediliyorsa ve bu bahis insanın aklına Ebu Leheb kimdir? sorusunu getiriyorsa bunun cevabı Kur’an’ın içinde aranmalıdır. Bunu yapmanın tek yolu; Kur’an kelimelerine bin bir yorumla yüklenen ve kelimelerin konulduğu yerleri kaydırarak elde edilen manaları terk edip, kelimelere Yüce Allah’ın yüklediği manaları keşfetmektir.

تَبَّتْ Tebbet kelimesi Arap diline mazi (geçmiş zaman), müfred (tekil), müennes (dişi) bir kelime olarak konulmuştur.

Bu kelime تبب kök harflerinden türemiştir. Kelime Kur’an’da ikisi bu surede olmak kaydıyla 4 defa kullanılmıştır. تَبّ Teb ve تَبَاب tebab kelimeleri hüsranda sürekliliği ifade eder.[5] Ayrıca تبب kökünden; çalışması boşa çıkmak, hüsrana uğramak, kahrolmak, yaşlanmak, helak etmek, kuvvetini kırmak, başarısızlığa uğratmak, ümidini ve çabasını boşa çıkarmak, zayıflatmak, açık ve belli olmak, yaşlılık, güçsüzlük, perişanlık, hayal kırıklığı [6] anlamlarına gelen kelimeler türetilmiştir.

وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَٰكِنْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ ۖ فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ لَمَّا جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ ۖ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ
Hud 11 / 101

Onlara biz zulmetmedik; fakat, onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin (azap)  emri geldiğinde, Allah’ı bırakıp da taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı. (TDV meali)

Yukarıdaki TDV mealinde isim formatında geçen تَتْبِيبٍ tetbib kelimesine verilen anlam “ziyanlarını” şeklindedir. Bu kelimeye meallerin verdiği anlam şu çeşitliliktedir. Ziyan,[7] çaresizlik,[8] silinip yok olma ve zarar,[9] helak ve hüsran,[10] helak ve kayıp,[11] helak ve yıkım,[12] hasar,[13] zarar,[14] yıkım,[15] belaya uğramak,[16] yok olup gitmek,[17] çöküş,[18] hasar ve hüsran.[19]

Mealler tarafından verilen bu manalar hakkında hemen şunu belirtelim, hasar ve hüsran, helak ve hüsran, helak ve kayıp, helak ve yıkım, silinip yok olma ve zarar şeklinde verilen manaların hepsi bir kelimeye birden fazla anlam vermektir ki bu zaten doğru bir yaklaşım değildir. Çöküş, zarar, ziyan, yıkım, bela, silinip yok olmak gibi manalar ise kelimenin anlam yelpazesi içinde zaten yoktur.

Kelimenin doğru manası elbette ki ayetin içinden tespit edilecektir. Ayette فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ  “İlahları onların ihtiyaçlarını karşılamadığı halde (onlar) hâla herhangi bir şeyde Allah’tan önce (ilahlardan) yardım istiyorlar” buyrulmaktadır.

Yüce Kur’an’a bakıldığında, insanların Allah ile aralarına koydukları ilahlara şunlardan dolayı taptıkları görülecektir:

1. Dost, şefaatçi ve yardımcı olmaları ümidiyle (Bakara 2/107; Nisa4/117, 119, 123; 6/51; 7/3, 30; Enam 6/51,70; Tevbe 9/116; Araf 7/197; Hud 11/20, 113; Rad 13/11; Kehf 18/102; Şuara 26/93; Ankebut 29/41; Secde 32/4; Yasin 36/23,74; Zümer 39/43).

2. Onları da Allah gibi sevmek umuduyla (Bakara 2/165; Ankebut 29/25).

3. Zararları ve faydaları olabileceğini umut ederek (Maide 5/76; Enam 6/71; Yunus 10/18, 106; Rad 13/16; Hacc 22/12; Furkan 25/55)

4. Allah’a daha çok yaklaşacakları umuduyla (Tevbe 9/31; Zümer 39/3)

5. İstek ve dualarına karşılık verebilecekleri umuduyla (Rad 13/14)

6. Allah’ın astındaki ilahların da bir şeyleri yoktan var edebileceklerini ümit ederek (Nahl 16/20; Lokman31/11)

7. Allah’ın astında başka ilahlar olmasının, Allah’ın isteği olduğunu umarak (Nahl 16/35)

8. Rızık verebilecekleri umuduyla (Nahl 16/35; Lokman 29/17)

9. Vekil olacakları umuduyla (İsra 17/2)

10. Sıkıntılarını çözüp uzaklaştıracakları umuduyla (İsra 17/56)

11. Göklerin ve yerin hükümranlığında onların da bir payı olduğunu umut ederek (Kehf 18/27; Sebe 34/22; Fatır 35/13)

12. Kuvvet ve itibar kazanacaklarını umut ederek (Meryem 19/81)

13. Onların kendilerini müdafa edeceklerini umut ederek (Enbiya 21/43)

14. Onların gerçek olduklarını umut ederek (Hacc 22/62; Lokman 31/30)

Elbette ki Allah’ın astında birtakım ilahların olduğunu umut ederek onlardan yardım dilenmenin sebepleri daha çoktur ama bu kadar örnek meselenin anlaşılması için yeterli sayılmalıdır!..

Allah’ın astında, berisinde birtakım ilahları yardıma çağırmanın yegâne sebebi umut etmektir. Aslında onların ne fayda vermeye ne de zararı gidermeye güçleri vardır fakat insanlar onların bunlara güçleri yetebileceğini vehm eder ve bu vehimler üzerinden umut ederler. Onların gerçekliği ile ilgili ne bir delilleri ne bir belgeleri vardır. Yüce Allah’ı kendilerinden uzakta, kendilerinde güç olduğunu vehmettikleri sahte ilahlarını ise daha yakında görmektedirler. Allah’tan önce onlara yalvarır, onlardan yardım isterler ve hep onların kendilerine yardımcı olacaklarını umut ederler. Aslında bu ilahların onlara cevap vermediğini, ihtiyaçlarını karşılamadıklarını görürler. İçlerinde ilahlarının sahte olduğuna dair kuşku halinde bir umutsuzluk hep vardır.

لَمَّا جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ ۖ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ “Rabbinin emri geldiğinde ise artan tek şey umutsuzlukları olmuştur.” Yüce Allah’ın emri; tutundukları tüm bahaneleri, hayal ettikleri tüm vehimleri, var sandıkları tüm şeyleri yok etmiş ve onları derin bir ümitsizliğe gömmüştür. Çünkü onların Allah’ın astında kabul gördüğünü zannettikleri şeyler onların vehmederek umdukları şeylerdi. Delilsiz, belgesiz sadece öyle olduğunu ummuşlardı. Oysa üstüne basa basa Allah, onların bu inançlarının temelsiz yani batıl olduğunu, yardım dilendikleri ilahlarının ise gerçek olmadıklarını söyler.

ذَٰلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ هُوَ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ
Hac 22 / 62

Bu böyledir çünkü Allah gerçeğin ta kendisidir. O’nun astında yardım istedikleri ise batılın ta kendisidir. Çünkü El Aliyyu-l Kebir olan O Allah’tır.

İnsanların şeyhlerine, devlet büyüklerine, veli olduğunu düşündüklerine, din adamlarına, Allah’ın astında onların da gücü varmış gibi yönelmelerinin temelinde, kesinlikle onların kendilerine yardımcı olacakları umudu vardır. Yüce Allah’ın ayetleri gelip tüm gerçekleri ortaya koyduğunda, bu durum Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıranların ümitsizliğini artırır.

Hud suresi 11/101 ayette geçen cümlenin لَمَّا جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ ۖ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ “Rabbinin emri geldiğinde artan tek şey onların umutsuzlukları olmuştur” şeklinde olması Kur’an bütünlüğüne daha uygun düşmektedir. Bu durumda ayette geçen تَتْبِيب kelimesinin anlamının “umutsuzluk, hüsran, hayal kırıklığı” şeklinde olması daha doğru gözükmektedir.

Kelimemizin isim formunda geçtiği ikinci ayet Mü’min suresi 40/37 ayettir.

وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَا هَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَعَلِّي أَبْلُغُ الْأَسْبَابَ
أَسْبَابَ السَّمَاوَاتِ فَأَطَّلِعَ إِلَىٰ إِلَٰهِ مُوسَىٰ وَإِنِّي لَأَظُنُّهُ كَاذِبًا ۚ وَكَذَٰلِكَ زُيِّنَ لِفِرْعَوْنَ سُوءُ عَمَلِهِ وَصُدَّ عَنِ السَّبِيلِ ۚ وَمَا كَيْدُ فِرْعَوْنَ إِلَّا فِي تَبَابٍ
Mümin 40 / 37

Firavun: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısı’nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı. (TDV meali)

Bu ayetin sonunda gelen تَبَاب tebab kelimesi isim formunda olmasına rağmen meallerin neredeyse tamamı yukarıya aldığımız TDV meali gibi kelimeyi “boşa çıktı” şeklinde fiil olarak çevirmişlerdir. Ayette geçen كَيْد “keyd” kelimesi “birini istenilen yere çekmek veya bir şeye ulaşmak için kullanılan yöntem, strateji” anlamındadır. Zaten ayetin tamamına bakıldığında Firavunun bir şeye ulaşmak istediği görülecektir. Bu durumda ayetin sonunda gelen وَمَا كَيْدُ فِرْعَوْنَ إِلَّا فِي تَبَابٍ bu cümlenin manasının “Firavunun (Musa’nın rabbine ulaşmak için kule yapma) yöntemi başka değil sadece umutsuzluk içinde (olduğundandır).” Firavunun yardımcısı Haman’a “bana kule yap Musa’nın rabbine ulaşırım” demesi içine düştüğü derin ümitsizliğin bir sonucu olmalıdır. Onun kule yapmakla; Musa’nın rabbine, göklerin ve yerin esbabına ulaşmasının mümkün olmadığını bilmiyor olmasının imkânı yoktur. Uydurulmuş bir dinle insanları kendisine kul köle etmiş ama Allah’ın ayetleri gelince yapıp ettiklerinin tamamı boşa çıkmıştır. İşte bu ümitsizlik onu böyle bir yönteme itmiştir.

Bu ayette de incelediğimiz تَبَاب kelimesinin doğru anlamı “umutsuzluk” olmalıdır. Her iki ayette de dikkat çeken şey, kelimelerin Firavun kıssaları içinde gelmesidir. Ele aldığımız Tebbet suresinde geçen Ebu Leheb’in Allah resulünün amcası Abduluzza olmasının imkânı yoktur. Ebu Leheb’in kim olduğunun Kur’an’ın içinde aranması gerektiğini daha önce belirtmiştik.

 

EBU LEHEB FİRAVUN’DUR

Tebbet suresine adını veren تَبَّتْ tebbet kelimesinin Kur’an’daki diğer kullanımlarının Firavun kıssaları bağlamında geçmesi, Ebu Leheb denilen kişinin Firavun’u işaret ettiğini düşündürmektedir. Bunun tam olarak böyle olduğunun anlaşılması için diğer kelimelere de yakından bakmak gerekmektedir.

Tebbet suresinde geçen يَدَا yeda kelimesi يدي kök harflerinden türemiştir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 120 kelime bulunmaktadır. Sözlüklerde bu kökten; eline vurmak, şikâyet etmek, yardım etmek, destek olmak, maharet sahibi olmak, uğraşmak, kılıcın tutma yeri, dağıtmak, hibe etmek, uğraş, iş, güç, el, dövmek, birlik olmak, birlik, emek sarf etmek, emek, sayesinde, tasarruf etmek, tasarruf, tasallut olmak, tasallut, ittifak etmek, ittifak, hakimiyet altına almak, hakimiyet, destek olmak, destek gibi kelimeler bulunmaktadır.[20]

Rivayet eleştirisi ve metin soruları

Bu kelime Kur’an’da el,[21] elinde, kontrolünde bulundurmak,[22] güç, kudret,[23] cömertlik,[24] cimrilik,[25] onay, rıza,[26] önünde,[27] güçlü, sağlam,[28] gibi anlamlarda kullanılmıştır.

Tebbet suresinde geçen “Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.” şeklinde gelen ayetin kast ettiklerinin tamamının mecaz olduğu surenin devamında anlatılanlardan çıkmaktadır. Sure bir kişinin biriktirip kazandıklarının kendisine faydasının olmadığından bahsetmektedir. Kişinin ellerinin kuruması onun hem maddi hem manevi olarak bir şeyler kazanmasına ya da yapmasına engel değildir. İki eli veya organları olmayan kişilerin iman ya da şirk içinde olmaları pekâlâ mümkündür. Yani ellerin kuruması Ebu Leheb denilen kişinin kötülük içinde olmasına engel olmayacaktır. Bu yüzden يَدَا yeda kelimesinin maddi olarak ellerin kurumasından değil daha başka bir şeyden bahsediyor olması gerekmektedir.

Bazı tefsirler يَدَا yeda kelimesinin iki güç anlamına geldiğini ve bu iki gücün de toplumsal nüfuz ve maddi servet olduğunu söylemişlerdir. Fakat bunun doğru olması da mümkün değildir zira zaten devam eden ayetlerde مَالُهُ وَمَا كَسَب denilerek bu sayılanlardan açıkça bahsedilmiştir. Kaldı ki bunların yok olmasının da kişiyi kötülük etmekten alıkoymayacağı aşikardır. Ayetin sonunda gelen وَتَبَّ fiilinin bizzat Ebu Leheb’i yani bir kişiyi kast etmesi başta gelen وَتَبَّ fiilinin de kişileri kast ediyor olması anlamına gelmektedir. Yani يَدَا yeda kelimesini “iki destekçi, iki müttefik” şeklinde almak hem kelimelerin kast ettiği manalara hem de sure de anlatılanlara daha uygun düşmektedir.

Surede Ebu Leheb’ten, onun iki destekçisinden, malından ve kazandıklarından ve karısından bahsedilmektedir. يَدَا Yeda kelimesine “iki destekçi, iki müttefik” anlamı vermemiz, haklı olarak en başta sorduğumuz “Ebu Leheb kimdir?” sorusunun yanına “iki destekçi, iki müttefik kimlerdir?” sorusunun eklenmesine neden olacaktır. Bu şekilde anlam sure hakkındaki bilinmezleri çoğaltıyor izlenimini verse de aslında tam tersi olarak “Ebu Leheb ve iki destekçisi” olarak müşahhaslaşan bu kişileri Kur’an’da bulmamızı kolaylaştıracaktır.

Kur’an bütünlüğüne baktığımızda, Allah’ın ayetlerine karşı küfrü tercih eden, Allah’ın resullerine karşı inadı tercih eden tek üçlünün Firavun ve onu iki destekçisi Haman ve Karun olduğunu görürüz. يَدَا Yeda kelimesi bir liderliği değil, lider olana desteği ifade etmektedir. Musa daha elçiliğe seçilirken karşısında duracak olanların ele başları olarak bu üçlü gösterilmiştir.

وَقَارُونَ وَفِرْعَوْنَ وَهَامَانَ ۖ وَلَقَدْ جَاءَهُمْ مُوسَىٰ بِالْبَيِّنَاتِ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ وَمَا كَانُوا سَابِقِينَ
Ankebut 29 / 39

Karun, Firavun ve Haman… Önderler olduklarından Musa onlara beyyinelerle gelmişti de onlar o yerde istikbarlaşmışlardı (kibirlenmişlerdi).

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَىٰ بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ
Mümin 40 / 23

Andolsun ki apaçık bir yetki ve ayetlerimizle Musa’yı gönderen bizdik.

إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَقَارُونَ فَقَالُوا سَاحِرٌ كَذَّابٌ
Mümin 40 / 24

Firavun’a, Haman’a ve Karun’a. Onlar hemen “ o, yalanı gerçek gibi gösteren biri (sihirbaz)’dir dediler.”

Kur’an’da bu üçü haricinde tanıtılarak anlatılan bir başka üçlü yoktur. Tebbet suresinde bahsedilen Ebu Leheb Firavun, يَدَا yeda kelimesiyle ifade edilen “iki destekçisi, iki müttefiki” de Haman ve Karun’dur.

Elbette ki bu Kur’an’dan çıkarımımızdır ve bağlayıcı değildir. Ancak; bir rivayeti getirip ayetlerin üstüne koyup, ardından Yüce Allah’ın kelimelerini değiştirerek Kur’an’ı rivayete uygun hale getirmektense bu çıkarım Kur’an’a daha uygun ve mutabıktır kanaatindeyiz. Kur’an’dan neşet eden bir soruya rivayet üzerinden cevap bulmaktansa, ayetleri ayetlerle anlamak ve rivayetin değil de ayetlerin işaret ettiği Ebi Leheb’i tercih etmek Allah’ın kelimelerine teslim olmaya daha uygundur. Bugün istisnasız herkesin Tebbet suresini rivayet üzerinden anlamlandırması, ileri derecede Tarihselcilik’den başka bir şey değildir! Allah’ın kelimelerini teslim alarak yanılmaktansa, Allah’ın kelimelerine teslim olup yanılmak daha Müslimce bir davranış olmalıdır. (Yazarın notu)

Ebi Leheb’in Firavun olduğuna gelince, أَبِي لَهَبٍ Ebi Leheb tamlamasındaki أَبِي ebi kelimesi ابو kökünden türemiştir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 117 kelime bulunmaktadır.  Kelime, baba demektir. Bir şeyin, icat, ıslah ve zuhuruna sebep olan herkese baba adı verilir. اَبُو الاَضْيَاف Misafirlerin babası, اَبُو الْحَرْب savaşın babası gibi. Amca ile baba beraber ve anne ile baba beraber اَبَوَيْن (iki baba) diye adlandırılır. Aynı şekilde dede ile baba beraber “ebeveyn” sayılır. Mesela Bakara 2/133 ayetinde Yakup’un çocukları, İsmail onların babalarından biri olmadığı halde onu “ebu” baba olarak nitelemişlerdir. Bu mana gözetilerek insanın öğretmenine de baba denmiştir.[29]

Kur’an’da أَبِي ebi kelimesinin atalar, önderler, önden gidenler, bir yolu belirleyenler anlamına geldiği birçok ayet vardır.[30]

لَهَبٍ Leheb kelimesi ise aynı kökten türemiş bir kelimedir ve Kur’an’da bu kökten türemiş sadece 3 kelime vardır. Bu 3 kelimenin ikisi Tebbet suresinde bir tanesi de Mürselat 77/31 ayette geçmektedir.

لَهَبٍ Leheb kelimesi, ateşin tutuşması, alev alev olmuş halidir. Aynı şekilde duman ve toza da لَهَب denmiştir. Yüce Allah’ın تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ sözüne gelince; Burada Yüce Allah, Ebu Leheb’in künyesini kast etmiş olmamalıdır. Aksine onun ateşe atılacağını, cehennemlik olduğunu bildirmiştir. Ona bu şekilde isim verilmesi, savaşı kızıştıran bizzat onun içinde olana اَبُو الْحَرْب “savaşın babası” denmesi gibi bir tür isimlendirmedir.[31]

Ragıb El İsfahani “ebu leheb” kelimesinin ateşin içinde olmak, içinde olduğu o ateşe insanları sürüklemek manasına geldiğini söylemektedir. Nitekim Kur’an’da Firavun’un ahiretteki konumunu anlatan aşağıdaki ayette, onun kavmini peşine takıp ateşe götüreceği resmedilmektedir.

يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ ۖ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ
Hud 11 / 98

Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir!

Bu ayette geçen فَأَوْرَدَهُمُ kelimesi anlam olarak bir çobanın peşine taktığı hayvan sürüsünü sulamak için su başına götürmesi demektir. Firavun, dünyadayken kendi peşinden gidenleri ahirette de peşine takarak ateşe götürecektir. İşte bu durum onu “Ebu Leheb” yapmaktadır.

TEBBET SURESİNİN ANLAMI

Tüm bu açıklamalardan sonra Tebbet suresinin ilk ayetinin anlamının aşağıdaki gibi olmasının daha isabetli olacağı anlaşılmaktadır.

تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ
Tebbet 111 / 1

Başarısız oldu ebu leheb’in iki destekçisi ve o da başarısız oldu.

Bu ayete böyle mana vermek yine beraberinde Ebu Leheb ve iki destekçisinin başaramadıkları neydi? sorusunu getirecektir. Elbette ki bu sorunun cevabı da Kur’an’dan bulunmak zorundadır. Fakat bu sorunun cevabının ne olduğunu aramadan önce suredeki diğer ayetlerde bulunan kelimelere de bakılmalıdır.

مَا أَغْنَىٰ عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ
Tebbet 111 / 2

Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı. (TDV meali)

Bu ayet de neredeyse tüm mealler tarafından buna benzer şekilde çevrilmiştir. Fakat bu çevirilerde de ayetin sonunda mazi (geçmiş zaman) fiil formunda gelen كَسَبَ kelimesi isme dönüştürülmüştür. Bu durumda kelimeye TDV mealinde olduğu gibi “kazandığı” manası vermek doğru olamaz! Kelimeye kazanmak üzerinden bir mana verilecekse bunun “kazanmıştı veya kazandı” şeklinde olması gerekmektedir. Kelimeye “kazandığı” şeklinde mana verilmesi anlamın fiilden çok, fiil sonunda elde edilenlere kaymasına neden olmaktadır. Mealde olmasa da “kazandığı” şeklinde bir anlam, okuyana “kazandığı şey” anlamı vermektedir. Bu zaruri açıklamadan sonra ayette geçen diğer kelimelere bakalım.

أَغْنَى Kelimesi غ ن ي kök harflerinden türemiştir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 73 kelime bulunmaktadır. غِنَي Kelimesi değişik anlamlara gelmektedir.

§  İhtiyaçların olmaması. Bu sadece Yüce Allah için söz konusudur (Hacc 22/64; Fatır 35/15)

§  İhtiyaçların az olması. (Duha 93/8)

§  İnsan türlerine göre kazanç yollarının çok olması (Nisa 4/6; Tevbe 9/93; Ali İmran 3/181; Bakara 2/245).[32]

Zengin olmak, mal mülk sahibi olmak, muhtaç olmamak, yerleşmek, ikamet etmek, zengin kılmak, zenginleştirmek, faydası olmak, şarkı söylemek, sesli bir şekilde övmek, güzelliğine güvenerek süslenmeyen kadın, zengin, zenginlik, servet[33] anlamlarına gelen kelimeler de aynı kökten türemiştir.

Bu kelimenin Kur’an kullanımları şu şekildedir. Mevcut olmak,[34] zenginleştirmek, ihtiyacı olmayacak hale getirmek,[35] zengin,[36] yarar sağlamak,[37] yerini tutmak,[38] muhtaç olmamak, yeterli olmak,[39] meşgul etmek,[40] gidermek,[41] anlamlarındadır.[42]

Ayette ele alacağımız ikinci kelime mazi fiil formunda geçen كَسَبَ kesebe kelimesidir. Aynı kök harflerinden türeyen bu kelimeden Kur’an’da hepsi de fiil formunda 67 kelime bulunmaktadır. Bu kelime isim formunda hiç geçmemektedir.

كَسَبَ kelimesi mal, para, dava, dostluk, bilgi vb şeyleri kazanmak, كِسْب kazanç ve kâr anlamına gelen insanın mal kazanmak gibi, bir pay alacağını düşündüğü şeyleri elde etmesi anlamına gelmektedir. كِسْب kelimesi, insanın hem kendi kazancı için hem de başkası için kazandıkları için kullanılır. Kavram Kur’an’da hem güzel işler[43] hem de çirkin işler[44] için kullanılmıştır.[45]

Bu kelime kazanma gerektiren her şey için kullanılmıştır. Mesela, kendi elleriyle yazdıklarına bu Allah katındandır diyerek maddi – manevi kazanç elde etmek,[46] kötülük kazanmak,[47] hayatı kazanmak,[48] iyi işler sonucu ödül kazanmak,[49] duygu kazanmak,[50] mal, mülk, para, servet kazanmak,[51] yapılan ya da yapılmayan ameller sonucunda elde edilen her şey[52] gibi. Bu kelime sadece yapılarak elde edilen şeyler için olduğu gibi aynı zamanda yapılmayarak elde edilen şeyler için de kullanılmaktadır.

Tebbet suresinin ikinci ayetinde iki defa مَا edatı ve bir defa da عَنْ edatı kullanılmıştır. İkinci ayete “ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı” şeklinde manalar verilmesi مَا edatının taaccüb şekline dönüşmesine neden olmuştur. Eğer مَا edatı taaccüb anlamında kullanılırsa ayetin tamamında olumsuz bir mana değil olumlu mana olmak zorundadır. Bu durumda ayetin anlamının “ne acayip fayda verdi malı, ne acayip kazandı” şekline dönüşmesi demektir ki bu anlamsız bir çeviri olmaktadır. Eğer bu edata “ne” şeklinde anlam verilecekse o zaman ayetin anlamı “malının verdiği fayda nedir?” şeklinde bir soruya dönüşmesi gerekmektedir. Oysa her iki مَا edatı da “harfi nefyi” yani olumsuzluk bildiren bir edattır.

Bu durumda ayette geçen iki fiilin başında geçen مَا edatı kelimelere مَا أَغْنَىٰ  “fayda vermedi” ve وَمَا كَسَب  “kazanamadı” şeklinde manalar kazandırmaktadır.

Bu açıklamalardan sonra Tebbet suresine aşağıdaki mealin verilmesi daha isabetli bir meal olmalıdır.

مَا أَغْنَىٰ عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ
Tebbet 111 / 2

 Malı ona faydalı olmadı ve kazanamadı.

Firavun için ne benim mülküm dediği Mısır[53] ona faydalı oldu, ne de “ben sizin en büyük rabbinizim[54] demesi… Yani kendine paye kıldığı ilahlık da[55] ilahlığını icra ettiği Mısır da onu muhtaç duruma düşmekten kurtaramadı.[56]

Bir sonraki ayet onun dünyadaki hüsranının, başarısızlığının üstüne ahiretteki durumundan bahsetmektedir.

سَيَصْلَىٰ نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ
Tebbet 111 / 3

O, bir alevli ateşe girecektir. (DİB meali)

Ayetin başında geçen سَيَصْلَىٰ  kelimesi صلي kök harflerinden türemiştir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 99 kelime bulunmaktadır.

صِلَي Kelimesinin asıl anlamı ateş ile tutuşturmaktır.[57] Ayrıca bu kökten fiil olarak tuzak kurmak, ateşte kızartmak, ateş yakmak, tutuşturmak, yanmak, ısınmak, ateşin içine girmek, işkence yapmak anlamlarına gelen kelimeler türemiştir.

Kelime ayette سَيَصْلَىٰ şeklinde geçmektedir. Kelimenin başındaki س harfi gelecek bildiren ve kelimeye “yakında” şeklinde anlam katkısında bulunan bir harftir. Kelime fiili muzari, müfred, müzekker, gâib olduğu için bu fiilin faili birinci ayetten itibaren bahsedilen Ebu Leheb olmak durumundadır.

Bu durumda 111/3 ayetin daha isabetli manası da şöyle olmalıdır.

سَيَصْلَىٰ نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ
Tebbet 111 / 3

O, alevi bizzat kendisi olan bir ateşi tutuşturacak.

İşte bu durum onu ateşin babası yapacaktır. Çünkü kendisine tabi olanları peşine takıp getirdiği ateşin tutuşturucusu da kendisi (Firavun) olacaktır.

Tebbet suresi ile ilgili en tuhaf durum Ebu Leheb’in karısını anlatan ayetlerde ortaya çıkmaktadır. Genelde Ebu Leheb olarak Allah resulünün amcası Abduluzza yakıştırması yapıldığı için onun karısı da Ebu Süfyan’ın kız kardeşi Ümmü Cemil olarak kabul edilmiştir. Meallerin ayete verdiği manaya ve tefsirlerin yaptığı açıklamalara göre bu kadın cehennemde boynunda hurma lifinden yapılmış bir ip olduğu halde odun hamalı olacaktır. İşte bu açıklama çok tuhaf bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü cehennemde yakıt olarak odun değil, insanlar ve taşlar yanacaktır.[58] Yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşe odun taşımak oldukça anlamsız kalmakta ve böyle bir tasvir Kur’an’ın birçok yerinde anlatılan cehennem ortamıyla oldukça çelişkili bir durum ortaya çıkarmaktadır.

Bazı tefsirler bu çelişkiyi görmüş ve Ebu Leheb’in karısı hakkında anlatılanların bir aşağılama olduğunu, gerçekte böyle bir şeyin olmayacağını bile söylemişlerdir. Ayette geçen ve tüm meallerin “odun” diye çevirdiği الْحَطَبِ el hatab kelimesinin başına harfi tarif ال olmasının üzerinde ise hiç durulmamıştır. Oysa bir kelimenin başına harfi tarif’in ال gelmesinin o kelimeyi marife yani bilinen yaptığı Arapçanın en basit kurallarından biridir. Bu durumda الْحَطَبِ el hatab kelimesi “o bir odun” olmak zorundadır. Tam da bu durum tuhaf bir resmin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Elbette ki bu varılan sonuç ayetlerin rivayetlere kurban edilmesinin bir neticesidir. Ayetin kast ettiği manayı anlamak için Yüce Allah’ın kelimelerine tutunmaktan başka bir yol yoktur.

وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ
فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
Tebbet 111 / 4

Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek). (TDV meali)

Genelde bu şekilde çevrilen, ayette geçen حَمَّالَةَ hammalet kelimesi ح م ل kök harflerinden türemiştir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 64 kelime bulunmaktadır. Bu kökten taşımak, kaldırmak, bir şeye sürüklemek teşvik etmek, kışkırtmak, gebe kalmak, hücum etmek, nakletmek, iletmek, birini diğerine katmak, anlam yüklemek, yorumlamak, yetki ve sorumluluk almak, kefil olmak, garanti vermek, dayanmak, sabretmek, götürmek, yük, hamal, hamile, hamle, yüklenme ve taşıma aracı gibi anlamlara gelen kelimeler türetilmiştir.[59]

Bu kelime Kur’an’da hem maddi anlamda[60] bir şeyi taşımak, iletmek manasında hem de manevi[61] olarak bir şeyi yüklenmek, iletmek manasında kullanılmıştır.

Ayette geçen الْحَطَبِ el hatab kelimesine gelince, aynı kök harflerinden türeyen bu kelime Kur’an’da biri Cin suresi 15. ayette diğeri burada olmak kaydıyla sadece 2 defa geçmiştir.

Bu kökten odun toplamak, desteklemek, şikâyet etmek, jurnallemek, konuşmak, biriktirmek, kışkırtmak, cılız olmak, odunculuk yapmak, oduncu anlamlarına gelen kelimeler türetilmiştir.

Bu kelimenin ayette ال takısı alarak الْحَطَبِ şeklinde gelmesi bahsettiği şeyin bilinen bir şey olması anlamına gelmektedir. Bu kelimeye verilen odun anlamının doğru olmadığını göstermektedir.

İlk üç ayette Ebu Leheb denilen kişinin Firavun olduğunu ortaya konulmuştu… Fakat Kur’an’da Firavunun karısı iyi olarak anılmaktadır. Hatta o kadın mü’minlere misal olarak getirilmektedir. Bu durum rivayet kültürünün yerleştirdiği genel algı ile tezat teşkil etmektedir.

وَضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا لِلَّذِينَ آمَنُوا امْرَأَتَ فِرْعَوْنَ إِذْ قَالَتْ رَبِّ ابْنِ لِي عِنْدَكَ بَيْتًا فِي الْجَنَّةِ وَنَجِّنِي مِنْ فِرْعَوْنَ وَعَمَلِهِ وَنَجِّنِي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Tahrim 66 / 11

Allah, inananlara da Firavun’un karısını misal gösterdi. O: Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar! Demişti. (TDV meali)

Bu ayet dışında Firavun’un karısından bahseden tek ayet Kasas suresinin 28/9 ayetidir.

وَقَالَتِ امْرَأَتُ فِرْعَوْنَ قُرَّتُ عَيْنٍ لِي وَلَكَ ۖ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَىٰ أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Kasas 28 / 9

Firavun’un karısı (sepetin içinden erkek çocuk çıkınca kocasına:) Benim ve senin için göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz, dedi. Halbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı (TDV meali).

Bu iki ayet dışından Kur’an’da Firavunun karısını konu alan başka bir ayet yoktur. Her iki ayette de firavunun karısı iyi olarak tanıtılmaktadır. Fakat dikkat edilirse Tahrim suresinin 11. ayetinde Firavunun karısının bir şikâyet içinde olduğu da görülmektedir. İşte Tebbet suresinde geçen الْحَطَبِ kelimesinin bahsettiği “o şikayet” bu şikayettir!..

Bu durumda Tebbet suresinden bahsedilen ve geleneğin cehenneme mahkum ettiği kadının, tam tersi cennetlik bir kadın olduğu Yüce Allah tarafından bildirilen ve inananlara örnek gösterilen Firavunun karısı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Son ayette geçen حَبْلٌ habl kelimesi aynı kök harflerinden türemiş bir kelimedir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 7 kelime bulunmaktadır. İp manasına da gelen bu kelime Ali İmran suresinin 3/112 ayetinde iki defa teminat anlamında kullanılmıştır. Bu kelime Tebbet suresinde de teminat anlamına kullanılmış olması daha yerinde bir anlamdır.

مَسَدٍ Mesed kelimesi ise Kur’an’da sadece bir kere bu surede geçmektedir. Genelde hurma lifi manası verilen bu kelime düz ve yumuşak olmak, ipi iyice bükmek, masaj yapmak, yumuşatmak, liften sağlamca örülmüş ip anlamlarında kullanılmıştır.[62]

Ayette isim formunda gelen جِيدِهَا cidiha kelimesine gelince; kelime ج ي د kök harflerinden türemiş olup bu kelime de Kur’an’da sadece Tebbet suresinde bir kez geçmektedir. Cömert davranmak, cömert olmak, bolca vermek, can çekişmek, asil at, uykuya dalmak, susamak, perişan olma aşamasına varmak, en iyi şekilde yapmak, en iyisini seçmek, tecvid, aşırı derecede cömert, kolay kavramak, iyi, kaliteli[63] anlamlarında kelimeler türetilmiştir.

Kelimeler hakkında verdiğimiz bu bilgilerden sonra Tebbet suresinin 4 ve 5. ayetlerinin anlamlarının şöyle olması daha uygun düşmektedir.

وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ
فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
Tebbet 111 / 4

Ve karısı sağlam bir teminatın cömertliği içinde o şikayetinin ileticisidir.

SONUÇ

Ebu Leheb’in yorumu ve kelime analizi

Ayetlere verdiğimiz bu anlamlara birçok itirazın geleceği aşikardır. İtiraz edecek olanların ilk önce; en başta sorduğumuz soruları cevaplandırıp, sonra itirazlarını izhar etmelerinin daha ilkeli bir yaklaşım olacağını düşünüyoruz. Aksi halde Ebu Leheb’i Allah resulünün amcası Abduluzza, karısını ise Ebu Sufyan’ın kız kardeşi Ümmü Cemil olarak görmek ve ayetlere bu yönde verilen manaları savunmak, kesinlikle Kur’an kelimelerini çarpıtmanın gariz bir örneğini oluşturacaktır.

Yüce Allah’ın kendi gönderdiği kitabında bahsettiği bir ismin kim olduğunun açıklamasını rivayetlerin insafına terk etmesini beklemek savunulabilecek bir şey olamaz! O kitabında bir kapalılık bırakmamıştır ki açıklamasını başkasına terk etsin!..

Herhangi bir karakterin kim olduğunun yine o kitap içinden bulunması gereği sadece Allah’ın kitabı için değil tüm kitaplar için geçerlidir. Mesela, Victor Hugo’nun sefiller kitabının baş kahramanı Jan Valjan’dır. Victor Hugo’nun hayalinde yarattığı bu kahramanın kim olduğu, ne yaptığı ancak o kitabın içinden bulunacak bir şeydir. O kitabın karakterlerini başkasının açıklaması kitabın müellifine yapılan bir hakarettir. İnsanlar bile kendi yazdıkları kitabın içinde geçen karakterlerin kim olduklarını başkalarının cevaplandırmasına tahammül edemezken, Yüce Allah’ın her türlü kapalılıktan uzak, açık ve açıklayan kitabında geçen bir karakterin rivayetler üzerinden tespit edilmesi kabul edilebilir bir şey değildir.

Sadece Ebu Leheb ve karısı değil, Yüce Kur’an’ın bahsettiği tüm karakterlerin deşifresi yine Kur’an ile yapılmak zorundadır…

Kur’an kelimelerine yapılan müdahaleler de elbette kabul edilebilir bir şey değildir. Yüce Allah’ın Kur’an’a koyduğu her kelime O’nun asla kuşatılamaz bilgisinin eseridir. Bu kelimelerin dokunulmazlığı vardır. Kelimelere anlam verilirken bunun asla ihlal edilemez bir ilke olarak benimsenmesi gerekir. Fiil olanı isim, isim olanı fiil, mazi olanı muzari, muzari olanı mazi, müennes olanı müzekker, müzekker olanı müennes yapmadan, kelimelerin Allah tarafından konulduğu yerlerine sadık kalınarak yapılan her çalışma da verilen yanlış bir mana sadece yanlıştır. Ancak kelimeleri Allah’ın koyduğu şeklin dışına çıkarıp isimden fiile, fiilden isime, maziden müzariye, müennesten müzekkere (ya da tersi) çevirerek yapılacak her anlamlandırma basitçe bir yanlış olmanın ötesinde, Allah’ın kelimelerini tahrif etmek olacaktır.

Yüce Allah’ın, Kur’an’ına koyduğu ve insanların da uymasını istediği kurallara ters ayetler indirmiş olmasını düşünmek de büyük bir bühtandır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسَىٰ أَنْ يَكُونُوا خَيْرًا مِنْهُمْ وَلَا نِسَاءٌ مِنْ نِسَاءٍ عَسَىٰ أَنْ يَكُنَّ خَيْرًا مِنْهُنَّ ۖ وَلَا تَلْمِزُوا أَنْفُسَكُمْ وَلَا تَنَابَزُوا بِالْأَلْقَابِ ۖ بِئْسَ الِاسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ الْإِيمَانِ ۚ وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَأُولَٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Hucurat 49 / 11

Ey inanıp güvenenler! Bir topluluk diğer topluluğu hafife almasın; hafife alınanlar daha iyi olabilirler. Kadınlar da başka kadınları hafife almasınlar; onlar daha iyi olabilirler. Birbirinizin kusurunu aramayın. Birbirinize kötü lakap takmayın. İnanmış bir kişiyi sapıklıkla nitelemek ne kötüdür! Tevbe etmeyenler yanlış yapmış olurlar.

Yukarıdaki ayette Allah (cc) açık açık insanlara lakap takmayı yasaklamıştır. Buna rağmen Yüce Allah’ın bir insana lakap takması nasıl açıklanabilir? Belli ki sure indikten sonra, toplum tarafından sevilmeyen Resulullah’ın amcası Abduluzza’ya Ebu Leheb lakabı yakıştırılmış, sonrasında da rivayetlerle bu lakap surenin inzal sebebine dönüştürülmüştür…

Geleneğin anladığı şekilde aktarılan Tebbet Suresi’nin Kur’an’ın hiçbir yeriyle irtibatının olmaması da ayrı bir muammadır. Oysa Kur’an biri diğeriyle sıkı ilişkileri olan canlı bir yapıdır. Rivayetler olmaksızın Kur’an’ın anlaşılamaması; tam bir tarihselcilik örneği olması bir yana, sureleri yalnızlaştırarak bütünden koparan ve Kur’an’ı parça parça eden sonu hazin bir yaklaşımdır.[64]

Yüce Allah’ın kelimeleri, kurduğu cümleler, cümleler arası bağlantılar, cümlelerin dizilimi, kelimelerin konulduğu yerler yine Yüce Allah’ın bir tercihidir. Onun gramer hatası yapması, yanlış bir cümle kurması, gereksiz boş kelimeler sarf etmesi, gereğinden fazla kelime kullanması asla mümkün olamayacağı gibi, kapalı, anlaşılmaz, karanlıkta kalmış, açıklanmamış, boşlukları olan şeyler anlatması da mümkün değildir.

İşte bu çalışma küçücük de olsa bunu göstermeyi amaçlamaktadır. Çalışmamız da varılan tüm sonuçlar sadece bizim Kur’an’dan elde ettiklerimizdir. Elbette Kur’an’ın kendisi değildir. Yüce Allah kendi uğrunda doğru kriterler ile çaba sarf edenleri yollarına ulaştıracağını, onların işlerini kolaylaştıracağını vaat etmiştir. Sığınılacak yegâne merci, doğruya kılavuzluk eden yegane hidayet kaynağı Yüce Allah’tır.

Kur’an gibi mübarek bir kitabı kullarına gönderdiği için El hamdu lillahi rabbil alemin.

TEBBET SURESİ 111/1-5

تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ

(1) Başarısız oldu ebu leheb’in iki destekçisi ve o da başarısız oldu.

مَا أَغْنَىٰ عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ

(2) Malı ona faydalı olmadı ve kazanamadı da.

سَيَصْلَىٰ نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ

(3) O, alevi bizzat kendisi olan bir ateşi tutuşturacak.

وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ

فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ

(4-5) Ve karısı sağlam bir teminatın cömertliği içinde o şikayetinin ileticisidir.

[1] Bkz. Enam 6/102; Rad 13/16; Zümer 39/62; Mümin 40/62; Hicr 15/28; 38/71; Fatır 35/13; Haşr 59/24

[2] Bkz. Yasin 36/81; Hicr 15/86

[3] Bkz. Rad 13/16; Furkan 25/54; 71/14; Ali İmran 3/59; Bakara 2/29; Nisa 4/1; Maide 5/18; Enam 6/1, 73, 101; Araf 7/54, 185; Tevbe 9/36; Yunus 10/3, 5, 6; Hud 11/7; İbrahim 14/19, 32; Nahl 16/3, 4, 48, 81; İsra 17/99; TaHa 20/4;Enbiya 21/33; Nur 24/45; Furkan 25/54, 59; Neml 27/60; Ankebut 29/44, 61; Rum 30/8, 21

[4] Cehennemde insanlar ve taşların yanacağına dair diğer ayetler; Bakar 2/24; Ali İmran 3/10

[5] R. El İsfahani; El Müfredat T-B-B md.

[6] Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı; Yeni Sözlük TBB md.s.280

[7] Abdulbaki Gölpınarlı, Bayraktar Bayraklı, DİB (yeni), TDV, Edip Yüksel, Hasan Basri Çantay mealleri.

[8] Abdulaziz Bayındır meali.

[9] Abdullah Parlıyan meali.

[10] Ahmet Tekin meali.

[11] Ali Bulaç meali.

[12] Bahaeddin Sağlam meali.

[13] Elmalılı meali.

[14] Hayrat Neşriyat meali.

[15] Kadri Çelik meali.

[16] Mehmet Türk meali.

[17] Muhammed Esed meali.

[18] Mustafa İslamoğlu meali.

[19] Yaşar Nuri Öztürk meali.

[20] Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı; Yeni Sözlük YDY md.s.2169

[21] Bkz. Maide 5/6, 11, 28, 33, 38, 64, 94; Bakara 2/79, 95, 195, 249; Araf 7/108; 20/22; Nisa 4/43, 62, 73, 91; 62/7; 60/2, 12

[22] Bkz. Bakara 2/237

Kur’an kelimelerine müdahale eleştirisi

[23] Bkz. Ali İmran 3/26; 23/88; Yasin 36/71, 83; 57/29; 67/1; 38/75

[24] Bkz. Maide 5/64

[25] Bkz. 17/29

[26] Bkz. 48/10

[27] Bkz. Araf 7/57; Bakara 2/66, 97; Ali İmran 3/3, 50; Maide 5/46, 48; Enam 6/92; Yunus 10/37 ; Yusuf 12/111; 46/21, 30; 49/1

[28] Bkz. 51/47

[29] R. El İsfahani; El Müfredat EBV md.

[30] Bkz. Bakara 2/133, 200; Maide 5/104; Enam 6/91, 148; Araf 7/28, 70, 71, 95, 173; Yunus 10/78; Hud 11/62, 87, 109; Yusuf 12/38, 40; İbrahim 14/10; Nahl 16/35

[31] R. El İsfahani; El Müfredat LHB md.

[32] R. El İsfahani; El Müfredat ĞNY md.

[33] Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı; Yeni Sözlük ĞNY md.s.1694

[34] Bkz. Yunus 10/24; Araf7/92; Hud11/68, 95

[35] Bkz. 53/48; Duha 93/8 ; Nisa 4/130; 24/32, 33; Tevbe 9/28

[36] Bkz. 47/38; Bakara 2/263, 267; Ali İmran 3/97; Nisa 4/6, 131, 135; Enam 6/133; Yunus 10/68; İbrahim 14/8; Hacc 22/64; Haşr 59/7

[37] Bkz. Araf 7/48; Hakka 69/28; Hicr 15/84; Şuara 26/207; Zümer 39/50; Hud 11/101; Casiye 45/10; Gaşiye 88/7

[38] Bkz. Yunus 10/36; Necm 53/28

[39] Bkz. Tegabun 64/6; Abese 80/5; Leyl 92/8; Alak 96/7

[40] Bkz. Abese 80/37

[41] Bkz. Casiye 45/19; Yusuf 12/67, 68; Meryem 19/42; Tahrim 66/10; İbrahim 14/21

[42] Mehmet Okuyan; Kur’an Sözlüğü ĞNY md.s.622

[43] Bkz. Enam 6/58; Bakara 2/201, 202

[44] Bkz. Enam 6/70, 164; Bakara 2/79; Tevbe 9/82; Fatır 35/45

[45] R. El İsfahani; El Müfredat KSB md.

[46] Bkz. Bakara 2/79

[47] Bkz. Bakara 2/81

[48] Bkz. Bakara 2/134, 141

[49] Bkz. Bakara 2/202

[50] Bkz. Bakara 2/225

[51] Bkz. Bakara 2/267

[52] Bkz. Bakara 2/281

[53] Bkz. Zuhruf 43/51

[54] Bkz. Naziat 79/24

[55] Bkz. Şuara 26/29; Kasas 28/38

[56] Bkz. Yunus 10/75, 95

[57] R. El İsfahani; El Müfredat SLY md.

[58] Bkz. Bakara 2/24; Ali İmran 3/10; Tahrim 66/6

[59] Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı, Yeni Sözlük HTB md.s.580

[60] Bkz. 6/142, 146; Tevbe 9/92; Hud 11/40; Yusuf 12/36, 72; Rad 13/8, 17; Nahl 16/7; İsra 17/3, 70; Meryem 19/27, 58; Müminun 23/22

[61] Bkz. Bakara 2/248, 286; Nisa 4/112; Enam 6/31; Nahl 16/25; Ta-Ha 20/87, Adiyat 100, 101, 111; Nur 24/54; Ankebut 29/12, 13, 60; Ahzab 33/58, 72

[62] Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı, Yeni Sözlük MSD md.s.1951

[63] Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı, Yeni Sözlük CYD md.s.462

[64] Bkz. Hicr 15/91-95

Kavramlar: