Başlıklar
EL KESME
Hiç şüphesiz ki Kur’an çok yüksek seviyede belâgate sahip, veciz bir kitaptır. Fakat Kur’an’ın “geçmişte söylenmiş bir söz” olması günümüz insanının onun söz değerini tam olarak anlamamasına neden olmaktadır. Bir sözün, söylendiği ortamda beliğ olup olmaması o sözü söyleyene bağlı bir durum iken söz söylenip bittikten sonra o sözün beliğ olup olmadığını anlamak ise o sözü sonradan öğrenenlerin tespit etmesi gereken bir durumdur. Çünkü bir konuşmacının sözünü beliğ hâle getiren onu dinleyenler değil bizzat konuşmacının kendisidir. Bir konuşmacının sözünün beliğ olması onun şu durumları gözetmesi ile mümkündür.
- Uygun sözcük ve üslûp seçimi
Herhangi bir konuşmacı veya yazıcı tasarladığı anlamları başkalarına aktarmak istiyorsa seçeceği kelimeler aktarmak istediği anlamlarla birebir örtüşmelidir. Seçtiği sözcükler muhâtabını ikilemde bırakan, anlama zorluğu oluşturan veya sözde kapalılık meydana getiren sözcükler ise bu durumda söz sanatlarını çok yüksek seviyede kullansa bile sözün belâgat değeri olmaz.
Aynı şekilde seçtiği üslûbun da aktarmak istediği anlama uygun olması gerekmektedir. Bu üslûp, söz söylenirken sesin iniş çıkışlarından aktarılış biçimine kadar her şeye yansımalıdır. Söz gelimi, hikâye edilerek anlatılması gereken bir şeyi hitap üslûbu ile aktarmaya kalkışmak sanatsal değeri çok olsa bile sözün belâgat değeri düşecek veya tamamen yok olacaktır.
- Sözcüklerin doğru dizimi
Tasarladığı anlamı başkasına aktarmak isteyen kişi o anlama en uygun kelimeleri seçtikten sonra bu kelimeleri ve bu kelimelerle kuracağı cümleleri sözün etki derecesine uygun bir şekilde dizmek zorundadır. Bu diziliş kullandığı dilin gramer kurallarına uymakla beraber, cümlelerinde vurgulamak istediği anlamı gramer kurallarını yok etmeden uygun yerlere koymalıdır. Meselâ, bir cümlenin nesnesini vurgulamak istiyorsa nesneyi cümlenin başına koymak gibi. Bu dizim kalıplaşmış cümle kuruluşlarındaki öğeleri hep aynı yere koymak değildir. Meselâ, Arapça bir cümlenin öğeleri şu şekilde ifade edilir:
(Fiil cümlesi) “Fiil + fail + mef’ulü bih + mef’ulü bih gayri sarih + mef’ulü fih + mef’ulü li eclih + mef’ulü maah + mef’ulü mutlak…”
(İsim cümlesi) “Müpteda (özne) + Haber (yüklem)”
Bu şekilde tasvir edilen dizilim her öğenin illâ da o yerde olması anlamında değildir, belirtilen öğelerin “mutlaka olması” yönündedir. İşte mutlaka olması gereken bu öğelerin cümlenin neresinde duracağı, sözü söyleyen kişinin sözünde dikkat çekmek istediği hususlara göre bizzat kendisi tarafından belirlenir. Kişinin cümle kurarken uyması gerektiği kural; cümle yapısının kullanılan dilin gramer kurallarına aykırı olmamasıdır. Yoksa cümlelerinde hangi kelimeyi önce veya sonra ifade edeceği onun seçimidir. Zaten konuşmayı beliğ yapan da işte bu seçimin doğru yapılmış olmasıdır.
Bir konuşmacının yargı bildiren isim cümlesindeki öğelerin yerini değiştirmesi, karşıdaki muhâtabın anlamasını kolaylaştırmak üzere o sözde altını çizmek istediği hususlara göredir. Konuşmacının cümlenin öğelerini ilkesiz bir şekilde ve herhangi bir amaç gözetmeden değiştirmesi durumunda kurduğu cümle gramer kurallarına uygun olsa bile beliğ bir söz olmaz. Meselâ şu cümlelere bakalım:
Beliğ konuşmanın ölçütleri
Kur’an, rehberdir.
Rehber, Kur’an’dır.
Türkçede bile aynı kelimelerden oluşmuş bu iki kısa cümlenin vurgusu bambaşkadır. İşte bu şekildeki dizilim, konuşmacının aktarmak istediği hususla birebir örtüşen bir diziliş olmak zorundadır. Yani kelimelerin yer değiştirmesinin, cümlenin öğelerindeki takdim-tehirin mutlaka muhâtabın anlamasını kolaylaştırmak gibi bir hedefi olması lazımdır. Çünkü her söz, anlaşılsın diye söylenir.
- Sözün söylendiği ortam
Her söz mutlaka bir bağlamda söylenir. Bağlamı olmayan bir söz ne kadar güzel olursa olsun ayakları yere basmayan, boşa söylenmiş söz olmaktan kurtulamaz. Aynı şekilde, ortama uygun olmayan bir söz, sanatsal değeri çok yüksek olsa bile boş ve hatta bazı durumlarda hakaret bile olmaktan kendisini kurtaramaz. Meselâ, miras kaldı diye birinin ölümüne sevinilen bir ortamla miras bıraksa bile ölümüne sevinilmeyen bir ortamda söylenecek sözler aynı olmamalıdır. Konuşmacı bu iki durumu gözetmelidir. Yani konuşmacı hangi ortamda söz söylediğini bilmeli ve muktezâyı hâl neyi gerektiriyorsa o yönde söz söylemelidir.
- Muhâtaplarının durumunu gözetmek
Bir konuşmacı mutlaka muhâtabının durumunu gözetmek zorundadır. Şiirden hiç anlamayan birine şiir üslûbunu kullanarak yüksek sanatsal değeri olan beyitlerle hitap etmek asla beliğ olmayacaktır. İlim tahsil etmemiş ve ilmî terminolojiyi bilmeyen muhâtaba o terminolojileri kullanarak bir şeyler anlatmaya kalkışmak bırakın belâgati doğru bir söz bile olmayacaktır.
Bir sözün belâgat değerinin anlaşılması ile ilgili hususlar bizim saydıklarımızdan daha fazladır ama birazdan söyleyeceklerimizin doğru anlaşılması için bu kadarı yeterlidir. En başta demiştik ki: “Bir sözün, söylendiği ortamda beliğ olup olmaması o sözü söyleyene bağlı bir durum iken söz söylenip bittikten sonra o sözün beliğ olup olmadığını anlamak ise o sözü sonradan öğrenenlerin tespit etmesi gereken bir durumdur.”
Bu cümleyi daha anlaşılır bir şekilde ifade edecek olursak: Bir söz söylenirken onu dinleyenler sadece dinlerler. O sözün beliğ bir söz olup olmadığına o an orada karar verirler. “Konuşmacı doğru sözcük seçimi yapıyor mu? Üslûbunu, aktarmak istediği anlama göre doğru seçiyor mu? Aktarmak istediği anlama uygun bir şekilde seçtiği sözcükleri altını çizmek istediği hususlara göre doğru bir dizilime tabi tutuyor mu? Bulunduğu ortamı gözetiyor mu? Muhâtaplarının ilmî, psikolojik, sosyolojik, anlayış, kavrayış durumlarını dikkate alıyor mu?” gibi sorular konuşmacının konuşmasını dinleyen açısından o an orada cevap bulan sorulardır. Fakat aynı konuşmayı yıllar sonra bir yazıdan okuyan veya bir başka aktarıcıdan dinleyen kişinin konuşmanın beliğ olup olmadığını anlaması kendisine bağlıdır. Çünkü söz çoktan söylenip bitmiştir. Konuşmacıyı dinleyenlerin “o an orada” cevapladıkları sorular yıllar sonra o konuşmayı dinleyenlerin kendisinin cevaplaması gereken sorular olmaktadır.
Peki bu nasıl yapılacaktır?
Hiç şüphesiz ki “o an orada” bulunanların “o an orada” sordukları soruları sorarak.
Uygun sözcük ve üslûp seçilmiş mi? Sözcükler uygun bir şekilde dizilmiş mi? Sözün söylendiği ortam dikkate alınmış mı? Muhâtapların durumu gözetilmiş mi?
Bir söze çok sonraları ulaşanlar bu sorularını ancak ve ancak sözün bağlamını bilmeleri durumunda cevaplayabilirler. Yoksa tek başına sözün kendisini alıp bağlamına hiç dikkat etmemek ne o sözün söz değerini anlamaktır ne de beliğ bir söz olup olmadığını tespit etmektir. Tam tersi bu sözü tahrif etmek demektir. Meselâ, hiçbir bağlam oluşturmadan şöyle bir cümle kuralım:
“Allah’ın yarattığı meyvelerin tadını aktarmaya sözcükler kifâyet etmez.”
İlk bakışta güzel bir söz gibi durmaktadır. Fakat bu sözü kim söyleyebilir? Tabi ki meyvelerin tadını bilen biri söyleyebilir. Eğer bu sözü söyleyen kişi hiç meyve tatmamışsa bu söz yalan bir söz olur. Sözün kendisi doğrudur ama söyleyen yalancıdır demek olur. Tıpkı Kur’an’daki Münâfikûn sûresinin ilk âyetlerinde münafıkların “Sen Allah’ın resûlüsün.” demeleri gibi olur. Söz doğrudur ama sözü söyleyen inanmadığı bir şeyi söylemektedir. Meyvenin tadını bilmeden yukarıdaki cümleyi kuran kişi de doğru bir söz söylemiş ama yalancılık yapmıştır. Dolayısıyla bu sözün beliğ bir söz olduğuna değil, sözü söyleyenin yalancılığına hükmedilir.
Diyelim ki meyvelerin tadını bu şekilde öven kişi hakîkaten meyveleri tatmış ve hatta bizzat o meyveleri yetiştiren bir kişidir, bu durum o sözü beliğ yapar mı? Elbette ki yapmaz. Şimdi yukarıdaki sözü şöyle bir bağlamın içine koyalım.
“Mehmet Somali’deki bir göçmen kampında açlıktan kemikleri sayılan ve gözlerinin feri gitmiş bir çocuğa ‘Allah’ın yarattığı meyvelerin tadını aktarmaya sözcükler kifâyet etmez.’ dedi.”
Görüldüğü gibi söz doğru ve güzel bile olsa muhâtabın durumu gözetilmeyince beliğ değil hakaret içeren bir söze dönüşmektedir. Günlerdir boğazından kuru ekmek bile geçmemiş, belki de açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun durumunu gözetmeden bu cümleyi kurana “belâgat sahibi” denmez.
Peki bunca açıklamayı biz hangi bağlam için yaptık?
Efendim! Kur’an bizim için geçmişten gelen bir sözdür. Bu sözü canlı canlı dinleyen birileri olsaydık Kur’an’ın beliğ bir söz olup olmadığına “o an orada” karar verirdik. Ama durumumuz öyle değil. O halde biz Kur’an’ın beliğ bir söz olup olmadığını nasıl anlayacağız? Elbette ki sözün kendisinden anlayacağız. Fakat günümüzde Kur’an’ın söylediği sözün bağlamına hiç dikkat edilmediği için Kur’an’ın birçok önermesi, vaadi, tehdidi ve hükmü günümüz insanına yapılamaz, uygulanamaz ve hatta çok zalimce gibi gözükmektedir.
Meselâ, Kur’an’da geçen “kısasa kısas, hırsızın elinin kesilmesi” gibi hususlar modern(!) dünyada yaşayan biz gelişmiş(!) Müslümanlara korkunç bir uygulama olarak gözükmektedir. Hırsızın elini kesmek çok fazla tartışıldığı halde adam öldürene ölüm cezası vermek gibi uygulamalar başka gelişmiş(!) ülkelerde de uygulandığı için bu husus çok fazla tartışılan bir husus değildir. Bir kişiyi taammüden öldürenin öldürülmesi de Müslümanlar arasında tartışma konusudur ama hırsızın elini kesmek gibi çok tartışılmamaktadır.
Sözün bağlamının önemi
Bu uygulamayı çok ilkel bulan gelişmiş(!) Müslümanlar ilgili âyetteki kelimeleri de buna göre anlamlandırarak işin içinden çıktıklarından Kur’an’ın “hırsızın elini kesmek” gibi ilkel bir uygulamadan bahsetmediğini söylemektedirler. Böyle yapmalarının amacı, Kur’an’ın sadece geçmişteki ilkel kabile anlayışına göre hüküm getiren bir kitap olmadığını, dolayısıyla evrensel olduğunu ispat etmek. Bu durumda Mâide sûresinin 38. âyetinden yüzyıllar boyunca hırsızın elini kesme hükmü çıkaranlar hep yanlış yapmış olmakta yani Kur’an’dan yanlış hüküm çıkarmış olmaktadırlar.
Filhakîka tarih boyunca biriktirilen müktesebâtın âyetleri kendi ilkel anlayışlarına göre yorumladıklarına, Kur’an’ın âyetlerini kendi zihin kodlarına göre anladıklarına dâir yüzlerce örnek getirmek mümkündür. Fakat onların bu durumu hırsızların ellerinin kesilmesi hakkında âyetleri yanlış yorumladıklarına delil olmaz. “Nasıl olsa müktesebâtın bu konuda 99 günahı var, bir günah da biz yükleyelim, 100 günah olsun.” demek müminin yapacağı bir iş değildir. İsterse milyon günahı olsun, kişiye yapmadığı şey yüklenemez. Dolayısıyla müktesebâtın kötü uygulamaları Mâide 38. âyetinin de yanlış anlaşıldığı sonucuna çıkarmaz. Kaldı ki bir şeyin doğruluğu, başka bir şeyin yanlışlığı üzerinden hiç anlaşılmaz. O yanlışsa bu doğrudur, o kötüyse ben iyiyim gibi bir anlayış da müminin anlayışı değildir.
Modern dünyada hırsızlık yapana el kesme gibi bir cezanın verilmesinin birçok zulmü de beraberinde getireceği olgusunu ileri sürenler sorularını peş peşe sorarak Mâide 38. âyetinin hırsızın elinin kesilmesinden bahsetmediğini ispatlamaya kalkışmaktadırlar. Eli kesilen hırsız geçimini nasıl sağlayacak? Baklava çalan çocukların, ailesi aç olduğu için fırından ekmek çalan adamın elleri mi kesilecek? Hırsızın elini kesmek onu hırsızlıktan alıkoyacak mı?
Aslına bakılırsa sadece meseleyi boğma amacına yönelik bu soruların hükmün kendisi ile hiç ama hiç alâkası yoktur. Hüküm başka bir şeydir, hükmün doğurduğu/doğuracağı sonuçlara önlem almak başka bir şeydir. Yoksa “Eli kesilen hırsız geçimini nasıl sağlayacak?” sorusu saçma hem de çok saçma bir sorudur. Çünkü hırsız, geçimini hırsızlık yoluyla sağlayan meslek erbâbı olmadığı gibi hırsızlık da bir meslek değildir.
Yazının bir bölümünü sözün beliğ olup olmamasına işte bu yüzden ayırdık. Çünkü Kur’an’ın beliğ bir söz olduğu, hırsızlık suçuna el kesme cezası vermenin ilkellik olduğunu savunan bu kardeşlerimiz tarafından da kabul edilmektedir. Fakat baş taraftaki girişte de aktardığımız gibi bir söze sonradan ulaşan kişi o sözün beliğ olup olmadığını kendisi çaba sarf ederek anlayacaktır.
Hırsızlık suçuna el kesme cezası vermenin ilkellik olduğunu, dolayısıyla “evrensel” olan Kur’an’daki Mâide 38. âyetinin müktesebâtın iddia ettiği gibi “hırsızların ellerini kesin” gibi hüküm vermesinin imkânsız olduğunu söyleyen kardeşlerimiz bu âyetten hangi hükmün çıkacağına bakmadan önce beliğ olduğuna inandıkları âyette, beliğ olmasının en temel kurallarından biri olan “bağlama” dikkat etselerdi sanırım farklı düşünebilirlerdi. Şimdi âyetten hüküm çıkarmadan önce âyetin bağlamını tespit etmeye çalışalım.
Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini, yaptıklarına karşılık kesin. Bu ALLAH’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir. ALLAH Güçlüdür, Bilgedir*.
(Edip Yüksel meâli)
Kim yaptığı bu haksızlıktan sonra tevbe ederek düzelirse, ALLAH yönelişini kabul eder. ALLAH kuşkusuz Bağışlayandır, Rahimdir. (Edip Yüksel meâli)
Bu âyetin mealini Edip Yüksel meâlinden vermeyi tercih ediş nedenimiz; “bu âyetin bildiğimiz mânâda fizikî olarak hırsızlık suçuna el kesme cezası verildiğinden ‘bahsetmediği’” söylemini dillendirenlerden birçoğunun Edip Yüksel’e yakın olmalarından dolayıdır. Elbette ki Edip Yüksel de dâhil olmak üzere mutlak bir kategoriyle onlara mâl etmek haksızlıktır. Biz de “Mâide sûresinin 38. âyetinin fizikî mânâda el kesmekten bahsetmediği” söylemini tamamen onlara izâfe etmiyoruz. Sadece bunu dillendirenlerin çoğunlukla oradan olduğunu söylemeye çalışıyoruz. Nitekim Edip Yüksel yukarıdaki âyetin meâline bir yıldız (*) koyarak şu yönde bir dipnot düşmüştür:
Âyette “kesin” diye çevirdiğimiz kelimenin benzer formu olan QaTaA’ Kur’an’da 19 âyette geçer. 5:38 âyetinin dışındaki yerlerin hemen hepsinde “ilişkiyi kesme” veya “son verme” gibi fiziksel olmayan veya mecazi anlamlarda kullanılır (2:27; 3:127; 6:45; 7:72; 8:7; 9:121; 10:27; 11:81; 13:4; 15:65; 15:66; 13:25; 22:15; 27:32; 29:29; 56:33; 59:5; 69:46). Bunlardan sadece 13:4’teki kullanımı fiziksel anlamda olup 69:46 ise tartışmalıdır.
Söz konusu kelimenin bir başka formu olan QaTTaA’ ise Kur’an’da 17 kez geçer. Bu şeddeli form, hem fiziksel olarak kesip atmak (5:33; 7:124; 20:71; 26:49; 13:31) hem mecazen ilişkiyi kesmek (2:166; 6:94; 7:160; 7:167; 9:110; 47:15; 47:22; 21:93; 22:19; 23:53) ve hem de fiziksel olarak kesip yarma/çizme anlamında kullanılır (12:31; 12:50).
12:31 âyetinde Yusuf peygamberin yakışıklığına hayran kalarak heyecanlanan kadınların meyve bıçağıyla “ellerini kestiği” anlatılır. Kuşkusuz, kadınlar ellerini kesip koparmadılar. 5:38 âyeti ile 12:31 âyeti arasındaki anlam ilişkisi, matematiksel ilişkiyle de destekleniyor gibi. “El kesme” ifadesinin geçtiği her iki âyetin sûre ve âyet numaralarını topladığımızda her ikisinden de 43 rakamını elde ederiz. Bu matematiksel ilişki, 19 koduyla da desteklenir. 12:31 âyetinden tam 19 âyet sonra “el kesme” ifadesine bir kez daha rastlıyoruz. Bu matematiksel ilişkileri bir delil olarak değil, sadece ilginç bir gözlem olarak sunuyoruz.
Böylece, hırsızların ellerinin kesilmesini emreden âyeti, (1) ellerinin kesilip koparılması veya (2) ellerinin çizilerek ve yarılarak kesilmesi veya (3) mecazi anlamda yani hırsızlıkla ilişkilerini kesecek önlemlerin alınması gibi üç değişik biçimde anlamak mümkün. Bu seçeneklerden birini veya suçun ağırlık derecesine göre kombinasyonunu tercih etmek topluma kalmıştır. (Bak: 7:52).
Hırsızlık olayını sadece bireysel bir suç olarak kabul etmek doğru olmaz. Aile yapısı, toplum normları, sosyal kurum ve değerleri de bu suçun işlenmesinden sorumludur. Aile bağlarının güçlü, sosyal yardımlaşmanın yaygın, gösteriş ve savurganlığın az olduğu bir toplum hırsızlık olayını minimuma indirebilir. Kur’an’ın öngördüğü cezalar böyle bir toplumda caydırıcı olur.
(Edip Yüksel Meâli: Mâide 38. âyet meâl dipnotu)
Görüldüğü gibi Edip Yüksel “Böylece, hırsızların ellerinin kesilmesini emreden âyeti (1) ellerinin kesilip koparılması veya (2) ellerinin çizilerek ve yarılarak kesilmesi veya (3) mecazi anlamda yani hırsızlıkla ilişkilerini kesecek önlemlerin alınması gibi üç değişik biçimde anlamak mümkün. Bu seçeneklerden birini veya suçun ağırlık derecesine göre kombinasyonunu tercih etmek topluma kalmıştır. (Bak: 7:52)” diyerek âyetten 3 farklı hükmün çıkabileceğini söylemektedir. Fakat –belki de ifade eksikliğinden kaynaklanıyor– daha çok söylediği, üç seçenekten sadece “mecazi anlamda hırsızlıkla ilişkilerini kesecek önlemler” seçeneği dillendirilmektedir. Âyette geçen ‘faktau’ emrinin mecaz mı yoksa hakîkat mı olduğuna birazdan bakacağız ama biz bundan önce âyetin bağlamını tespit etmeye çalışmanın çok daha doğru bir yöntem olduğu kanaatindeyiz. Çünkü Kur’an beliğ bir söz ise -ki beliğ bir sözdür, beliğliğinin gereğini yerine getirerek “ortamı” dikkate alıp almadığını tespit etmemiz gerekmektedir.
Âyetin ortamı gözetip gözetmediğini anlamanın yolu ise “muhâtaplarını” tespit etmekle mümkün olacaktır. Âyete baktığımızda muhâtapların sadece ‘faktau’ emir fiilinin gizli öznesi olan “siz” zamiri olduğunu görmekteyiz. Bu, kendisine “siz” denilenler kimlerdir? Hatta âyette dikkat edilirse “siz” denilenlerin “mümin” olup olmadığı bile anlaşılmamaktadır.
Gramer kuralı gereği bir zamirin mercîsi o zamirden önce aranır. Dolayısıyla biz de zamirden öncesine bakarak “SİZ” denilerek kimlerin muhâtap alındığını tespit etmek zorundayız. Bu noktada geriye doğru giden âyetlerin meâllerini vermeyeceğiz. Çünkü şu an hedefimiz sadece âyette gizli özne olarak geçen “siz” zamirinin kimler olduğunu tespit etmek. Bu tespit bize kendisine seslenilenlerin özel bir grup mu yoksa genel bir grup mu olduğunu gösterecektir. Hatta tarihsel bir söylem mi yoksa evrensel bir söylem mi olduğunu da gösterecektir.
Mâide 5/36
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ اَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لِيَفْتَدُوا بِه۪ مِنْ عَذَابِ يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَا تُقُبِّلَ مِنْهُمْۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Mâide 5/38
وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُٓوا اَيْدِيَهُمَا جَزَٓاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Mâide 38. âyetten geriye doğru gittiğimizde âyette gizli özne olarak gelen “siz” zamirinin mercîsinin 35. âyette geçen يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû) ifadesi olduğunu görmekteyiz. Edip Yüksel, Mâide 35. âyette geçen bu ifadeye ve âyete şu meâli vermiştir:
İnananlar ALLAH’ı dinleyin, O’na ulaşmak için yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki başarasınız. (Edip Yüksel meâli)
Âyetin başında geçen ve 38. âyetteki ‘faktau’ emrinin gizli öznesi olan يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû) ifadesi Edip Yüksel meâline sadece “inananlar” olarak yansımıştır. Âyetin başında bir nidâ edatı vardır ve kullanılan üslûp “münâdâ” üslûbudur. Ne yazık ki Edip Yüksel, çevirisine bu üslûbu tam anlaşılacak şekilde yansıtmamıştır. Onun verdiği “inananlar” ifadesi de münâdâ üslûbunun olduğunu belli etmektedir ama oradaki edatı görmeden ifadeye mânâ vermek kanaatimizce doğru değildir. Nitekim âyetteki nidâ edatı (يَٓا) (ya) aslında hazf olunmuş bir fiilin yerine kullanılmaktadır. Lütfen bu konuda herhangi bir Nahiv kitabından “münâdâ” üslûbu bölümüne bakınız. Nidâ edatları aslında muhâtap tekil ise “sana söylüyorum” (unedeke), muhâtap çoğul ise “size söylüyorum” (unadikum) anlamına gelen fiilin yerine gelmektedir. Nidâ edatları bir yandan muhâtapların kim olduğunu belli ederken diğer yandan kimlerin muhâtap alınmadığını da belli etmektedir. Meselâ yukarıya aldığımız Mâide 35. âyete Edip Yüksel’in verdiği meâle bakalım:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ … İnananlar ALLAH’ı dinleyin.
Edip Yüksel’in cümlenin bu kısmına verdiği bu anlamdan aynı zamanda şu da çıkmaktadır. “Ben sözümü inananlara söylüyorum, inanmayanlara değil.” Fakat Edip Yüksel bu kısa cümlede hem âyetin başındaki nidâ edatını yok sayarak münâdâ üslûbuna dikkat etmemiş hem de ‘ittaku’ kelimesine ne sözlükte ne de ıstılah mânâları arasında olan “dinleyin” mânâsını vermiştir.
Edip Yüksel meâlini bir kenara bırakacak olursak 38. âyette kendilerine hırsızlara yönelik birtakım yaptırımlar uygulamaları emredilenlerin 35. âyette يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû) şeklinde bir terkip olarak geldiğini görmekteyiz. Aslına bakılırsa bu terkibi olduğu gibi alıp 39. âyetin başına koymamızda gramer açısından hiçbir sakınca yoktur hatta böyle anlamak gereklidir.
Tüm meâl ve tefsirlerde “Ey iman edenler” şeklinde karşılık bulan bu ifadeden ne anlayacağız? Bu sesleniş her zamanda, her mekânda ve durumu ne olursa olsun tüm müminleri mi kastetmektedir? Yoksa belli bir toplumsal yapısı olan müminleri mi kastetmektedir?
Bu soruların cevabı ise “emir veren ile emri alan” arasındaki ilişki üzerinden verilmek zorundadır. Çünkü her emir yerine getirilsin diye verilir. Muhâtabına yerine getiremeyeceği, gücünün yetmeyeceği bir emri vermek Yüce Allah’ın yapacağı bir iş değildir. Nitekim Kur’an’ın birçok yerinde Yüce Allah’ın kişinin güç yetiremeyeceği teklifler veya emirler vermediği ve hatta vermesinin de mümkün olmadığı belirtilmiştir (bkz: 2/233, 286 – 4/84 – 6/152 – 7/42 – 23/62).
Yemek ve hukuk bağlamında dilsel yorum
Yüce Allah’ın güç yetirilemeyen emirler vermeyeceği temeli üzerinden olaya baktığımızda Yüce Allah’ın “Ey iman edenler” diyerek verdiği emirlerin tamamının gücü yetenler için olacağı kendiliğinden anlaşılmış olmaktadır.
Peki günümüz toplumlarında yaşayan ve mümin olduğunu iddia edenlerin “hırsızlara karşı ister el kesme isterse bir şekilde onların hırsızlıkla ilişkisini kesme” şeklindeki emirleri uygulama imkânları var mı? Tabi ki yoktur. O halde şeytanî düzenler içinde yaşayan ve tüm hayatları o sistemlere göre düzenlenmiş müminlerin hırsızın elini kesmek veya hırsızlıkla ilişkilerini kesmek ile alâkalı tartışmalar yapmasının anlamı nedir? Bu sözümüzün fahval hitâbından “tartışmayı kesin” çıkmaması için bu soruları neden sorduğumuzu açıklayalım.
Günümüz sistemlerinde yaşayan müminler Kur’an’ın bir hükmü ile karşı karşıya kaldıklarında içinde yaşadıkları ortamı unutarak Kur’an’ın şu yaşadığımız şeytanî düzenlere kanunî önermeler yaptığını zannetmektedirler. Meselâ, Mâide 38. âyetinde “erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin” gibi bir ifade ile karşılaştıklarında hemen akıllarına içinde yaşadıkları toplum ve o yaşam biçiminin adeta zorlayarak ortaya çıkardığı hırsızlar gelmektedir. Hemen hayallerine çok küçük hırsızlıklar üzerine hapishaneleri doldurmuş binlerce insan gelmektedir. Sanki Kur’an’ın kanunî hükümleri, içinde yaşadığımız bu sistemlere önerme getirmektedir.
Hani en başta bir sözün beliğ olmasının şartlarından bir tanesinin de “ortamı gözetmek” olduğunu söylemiştik ya, işte sırf bu kurala bile dikkat edilseydi Mâide sûresinin 38. âyetinin zorda, darda, belâda veya başka bir durumda kaldığı için hırsızlık yapmak zorunda kalanların ellerini kesmek için ağızlarından salyalar akıtan bir topluma önerme getirmediği hemen anlaşılırdı.
Âyetin fiillerine yan gelip anlamlar yüklemek yerine âyetin zamirinin mercîsini tespit etmek için biraz çaba sarf etselerdi 35. âyette يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû) şeklinde bir ism-i mevsûl ile kavramsallaştırılan bu ifadenin güven, itimat, merhamet, acıma, bağışlama temeli üzerine kurulmuş bir toplumu ifade ettiğini hemen anlarlardı. Âyete biraz dikkat etselerdi -ve âyet el kesmekten, kafa kesmekten bahsetseydi bile- âyetin ve Kur’an’ın değil, şeytanî düzenler içinde Musa rolü kesen bizlerin ne kadar da ilkel bir hayat yaşadığımızı anlarlardı.
Kur’an ‘ya eyyühellezine amenu’ derken şeytanî düzenler içinde kaybolup gitmiş bizleri hiç muhâtap almamaktadır. Biz ki kapı komşusunu tanımayan, bölüşmeyi değil yığmayı temel alan, merhameti değil cezalandırmayı esas gören, tevbeyi değil kişiyi suçuna mahkûm eden bir dünyayı selamlayan, Yüce Allah’ın yok sayıldığı bir varlık anlayışını benimseyen, Yüce Allah’ın yok sayıldığı bir toplum düzeni içerisinde yakın, uzak ve daha da uzak geleceğimizi garanti altına almaya çalışanlarız. Biz Kur’an’ın ‘ya eyyühellezine amenu’ hitâbının kapsamı içinde bile değiliz.
Diyelim ki Mâide 38. âyet tam da o kardeşlerimizin iddia ettiği gibi fizikî bir el kesmeden değil MECÂZÎ bir el kesmeden bahsetmektedir. Bunu hangi toplum için söylüyorlar? Bizzat içinde yaşadıkları sistemleri göz önüne alarak söylüyorlar. Oysa iman temeli üzerine kurulmuş bir toplumda hırsızın hırsızlıkla zaten ilişiği kesiktir. Kişinin çalması için ne bir ortam ne de bir sebep vardır. Çünkü iman temeli üzerine oturmuş bir toplumun zorda kalana el birliğiyle yardım etmesi bir iman umdesidir. Dullara, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışa, borçluya, beceriksize, aklı ermeyene tüm varlığıyla yardıma koşmak iman umdesidir.
İmanı temel almış bir toplumda hırsızın hırsızlıkla ilişkisi hırsızlık olduktan sonra değil, olmadan kesilmiştir. İman temeline oturmuş bir toplumda insanın hırsızlık yapmasını gerektirecek geçerli bir durum yoktur ve olamaz da. Eğer bir toplum hem iman temelli olduğunu iddia ediyorsa hem de o toplumun açları, fakirleri, zavallıları yaşamak için hırsızlık yapmak zorunda kalıyorsa buradaki sorun hırsızın elini kesmek veya kesmemek değildir. Bilin ki o toplumun iman ile ilişkisi kesilmiştir.
İman temeli üzerine kurulmuş toplumlarda tüm kapılar muhtaçlar için sonuna kadar açıktır. Hiçbir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek için “çalmak” gibi insanî seviyeyi yerlere düşüren yöntemlere ihtiyacı yoktur. Yetimlerin babası da annesi de tüm toplumdur ve o toplum yetimlere çocuklarının yemediğini, giymediğini değil; en iyisini yedirir, en iyisini giydirir. İman temeli üzerine kurulmuş toplumlarda açlar, fakirler, miskinler, dullar, yetimler, borçlular birer sığıntı, birer baş belası değil; cennete götüren, insanın insanlık seviyesini yükselten harika sebeplerdir.
Buna rağmen hırsızlık yapılmışsa, Yüce Allah’ın Kur’an’ı “ağzınızdan salyalar akıtarak onların elini kesin” dememektedir. Ne yazık ki 38. âyeti okuyanlar 39. âyeti okuma zahmetine bile katlanmamaktadırlar. Oysa 38. âyette verilen hüküm sadece hükmün yarısıdır. O hüküm 39. âyetle birlikte tamamlanmaktadır. Edip Yüksel’in 39. âyete verdiği meâle bakalım:
Kim yaptığı bu haksızlıktan sonra tevbe ederek düzelirse, ALLAH yönelişini kabul eder. ALLAH kuşkusuz Bağışlayandır, Rahimdir. (Edip Yüksel meâli)
Bu âyet hırsızlık yapana, kendi günahına kendisini mahkûm etmeden dönebileceği imkânı vermektedir. Yoksa bu âyet “önce hırsızın elini kesin, sonra tevbe edip dönerse kendi bilir” anlamına gelmemektedir. Âyette geçen ‘tevbe’ kelimesi “geri dönmek” anlamına gelen bir kelimedir. Kelimenin kastettiği anlamlar içinde, “bizzat yapan kişinin kendi yaptığı işi beğenmeyerek pişmanlık duymasından dolayı geri dönmesi” anlamı vardır. Yaptığından pişmanlık duyarak geri dönmek, ancak yapılan şeyi tamir etmekle mümkündür. Yoksa sırf duygusal bağlamda içten içe pişmanlık duymak bu kelimenin kastettiği anlam değildir. Hırsızlık yapan bir kişinin hırsızlığından dönüp bir daha yapmaması ise çaldıklarını geri vermesi yahut mağdur kişilerle bir şekilde anlaşmasıdır. İşte tam burada iman temeli üzerine oturmuş bir toplumun ne kadar hoşgörülü olması gerektiği de ortaya çıkmaktadır. Hırsıza hırsızlığından dönme imkânı vermek, insanî seviyesi gelişmiş bir toplumda olabilecek bir şeydir. İçinde yaşadığımız toplumlarda hırsızlık yapıp yakalanmamış birinin pişman olsa bile hırsızlığından dönmesi mümkün değildir. Çünkü içinde yaşadığımız toplumda hırsızlık yapıp yakalanmayan biri gelip hırsızlığını itiraf etse bile toplum artık onu hırsız olarak damgalayacak ve bu durum onun için ömür boyu süren bir mahkûmiyet olacaktır. İçinde yaşadığımız toplum düzeninde tevbe mekanizması yoktur. Oysa iman temeli üzerine kurulmuş bir toplumda kişi hangi suçu işlemiş olursa olsun tevbe ettikten sonra kimse artık onu geçmişte yaptıkları üzerinden yargılamaz, sorgulamaz ve ona göre davranmaz. “Müminim” diyorsa ve onun gerekliliklerini yerine getiriyorsa onunla kurulacak tek ilişki biçimi vardır: Kardeşlik!
Biraz önce de belirttiğimiz gibi Kur’an’ın ‘ya eyyühellezine amenu’ diyerek muhâtap aldığı toplum yapısında hırsızlık yapmak için bir sebep yoktur. Bütün bunlara rağmen kişinin hırsızlık yapması durumunda artık korunması, hakkında endişe edilmesi gereken şey hırsızın eli değil, kapısını her zaman açık tutan toplum olmalıdır ve Kur’an da bunu yapmıştır.
Mâide 38. âyetteki ‘faktau’ emrinin gizli nesnesi olan ‘kum’ zamirinin karşılığı mercîsi olarak tespit ettiğimiz يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (ya eyyühellezine amenu) ifadesi, bir yargıyı kavrama dönüştüren ism-i mevsûl (الَّذ۪ينَ) (ellezine) ile gelmiştir. İsm-i mevsûller tek başlarına anlamı olmayan, kendi anlamını kendisinden sonra gelen ve adına sıla cümlesi denen cümlelerden alan kelimelerdir. Bu kelimelerin işlevi, öncesi ile sonrasını birbirine bağlayan kelimelerdir. İsm-i mevsûller kesinlikle daha önce bahsi geçmiş, dinleyiciye ya da okuyucuya açıklanmış, tanıtılmış kişi, olay veya nesnelerden bahseden kelimelerdir. Bu noktada 35. âyette geçen يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (ya eyyühellezine amenu) ifadesinin kastettiği kişiler Kur’an’da bize açıklanmış ve tanıtılmış demektir. İşte bu küçük ibâre bizi Kur’an’ın tamamında tanıttığı iman edenlerin oluşturduğu toplum yapıları ile ilgili açıklamalara bağlamaktadır.
Bu ibâre bizi, Allah’ı yok sayma temeline göre sistemini kurmuş toplumlarda yaşayan ve kendisini mümin sayan toplumlara bağlamamaktadır. Kur’an’ın getirdiği toplumsal önermelerin hiçbiri temeli iman olmayan toplumlarda işlemez. Kur’an’ın hükümlerini işlevsel hâle getiren şey iman ve bu iman temeli üzerine kurulmuş toplumlardır. Meselâ, Yüce Allah’ın kitabından faizsiz bankacılık çıkarıp onu şeytanî sistemler içinde işler hâle getirmek mümkün değildir. İşler hâle getirilse bile bunun imanla, Kur’an’la hiçbir alâkası yoktur. Meselâ, içinde yaşadığımız sistem bir insanı haksız yere öldürene kısas cezasını parlamentosunda kabul etse, bu demek değildir ki onlar Kur’an’ın hükmünü uygulamaktadırlar. Eğer böyle düşünecek olursak ABD’nin birçok eyaletinde uygulanan idam cezasının “Amerikalılar İslâm’ın emrini uyguluyor” şeklinde algılanması gerekirdi.
Kur’an bir bütünün adıdır. Bu bütünün içinden parçaların çıkarılıp başka yere monte edilmesi, monte edilen yeri İslâmî yapmaz. Kur’an parçalanamaz bir bütündür. Onun önerdiği toplum yapısı ile o topluma getirdiği hükümler birbirinden ayrılarak işlevlik kazanmaz. Bunu yapan da İslâm olmaz. Toplumsal planda Kur’an’ın ‘ya eyyühellezine amenu’ diyerek muhâtap aldığı toplumlar, oluşumunu Kur’an’ın bütünselliğine göre yapmış toplumlardır.
İsm-i mevsûllerden sonra gelen cümlelerin sıla cümlesi olduğunu belirtmiştik. O cümleler asıl cümle içinde bir öğe değillerdir. Sıla cümlesi kendisinden önce gelen ism-i mevsûlün sıfatı konumundadır. Türkçe tâbirler asıl cümle içinde tırnak içi veya parantez içi cümle gibidirler. Âyette geçen الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (ellezine amenu) ifadesindeki اٰمَنُوا (amenu) kelimesi if’âl bâbı’ndan gelen bir fiildir. Bu kelimenin verdiği anlam “güven veren” ve “güven duyan” şeklindedir. İşte bu tanım üzerine nitelenmiş bir toplumda kendisi de bunlardan biri olan bir kişinin “hırsızlık” yapması her ne sebep olursa olsun mümkün değildir. Böyle bir toplumda hırsızlık yapmak sadece ve sadece duyulan güveni sûiistîmal etmek, kötüye kullanmak demektir.
Mâide 38. âyetteki ‘faktau’ (kesin, koparın) ifadesinin mecaz mı yoksa hakîkî mânâ mı olduğu meselesine gelince; hiçbir kelime içinde bulunduğu cümleden bağımsız olarak anlaşılamaz. Âyette geçen فَاقْطَعُٓوا (faktau) kelimesinin de mecaz mı yoksa hakîkat mı olduğu cümledeki diğer kelimelerden anlaşılır. Mesela âyetin devamında geçen نَكَالًا مِنَ اللّٰهِۜ (nekâlen mina(A)llâh) cümlesine Edip Yüksel’in ne mânâ verdiğine bakalım. Kastettiğimiz cümlenin tam anlaşılması için verilen meâlin tamamını alacağız.
Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini, yaptıklarına karşılık kesin. Bu ALLAH’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir. ALLAH Güçlüdür, Bilgedir * (Edip Yüksel meâli)
Verilen meâle dikkat edilirse “Bu, Allah’ın öngördüğü caydırma yöntemidir.” cümlesinde geçen “bu” kelimesi veya “caydırma yöntemi” kendisinden önceki cümlede ceza olarak tanımlanan “ellerini kesin” ifadesini tanımladığı görülecektir. Edip Yüksel âyette geçen ‘faktau’ kelimesi ile ilgili şu açıklamayı getirmişti:
“Böylece, hırsızların ellerinin kesilmesini emreden âyeti, (1) ellerinin kesilip koparılması veya (2) ellerinin çizilerek ve yarılarak kesilmesi veya (3) mecazi anlamda yani hırsızlıkla ilişkilerini kesecek önlemlerin alınması gibi üç değişik biçimde anlamak mümkün. Bu seçeneklerden birini veya suçun ağırlık derecesine göre kombinasyonunu tercih etmek topluma kalmıştır. (Bak: 7:52)
(Edip Yüksel Meâli: Mâide 38. âyet meâl dipnotu)
İman temelli toplum ve uygulama sorunları
Bu açıklamaya göre Edip Yüksel ilgili âyette geçen ‘faktau’ kelimesine “kesip koparmak, hafifçe çizmek, ilişiğini kesmek” mânâlarının verilebileceğini söylemektedir. Önce Edip Yüksel’in ikinci maddede saydığı “ellerin çizilerek, yarılarak kesilmesi” mânâsı üzerinde duralım. Çünkü kelimenin sözlük mânâları içinde Edip Yüksel’in belirttiği “çizmek, yarmak” mânâları bulunmamaktadır. Peki, Edip Yüksel bu mânâyı neye dayanarak söylemektedir? İlgili âyetin dipnotunda kelimenin “yaralamak” mânâsını nerden aldığını şu şekilde açıklamaktadır:
12:31 âyetinde Yusuf peygamberin yakışıklığına hayran kalarak heyecanlanan kadınların meyve bıçağıyla “ellerini kestiği” anlatılır. Kuşkusuz, kadınlar ellerini kesip koparmadılar. 5:38 âyeti ile 12:31 âyeti arasındaki anlam ilişkisi, matematiksel ilişkiyle de destekleniyor gibi. “El kesme” ifadesinin geçtiği her iki âyetin sûre ve âyet numaralarını topladığımızda her ikisinden de 43 rakamını elde ederiz. Bu matematiksel ilişki, 19 koduyla da desteklenir. 12:31 âyetinden tam 19 âyet sonra “el kesme” ifadesine bir kez daha rastlıyoruz. Bu matematiksel ilişkileri bir delil olarak değil, sadece ilginç bir gözlem olarak sunuyoruz.
(Edip Yüksel Meâli: Mâide 38. âyet meâl dipnotu)
Edip Yüksel’in kelimeye yüklediği “elleri yaralamak” mânâsına geçmeden önce, dipnotta 19 sayısı ile ilgili söyledikleri hakkında kısa bir açıklama yapalım. Her şeyden önce Kur’an’ın cümlelere bölünüp bölünen cümlelere de numara verilmesinin Kur’an’ın inişinden çok sonraları olduğunu herkes bilir. Kaldı ki âyet bölünmeleri ile ilgili kıraatler arasında oldukça büyük farklar olduğu gibi tüm bu kıraatlerden bu bölünmelerin gramer değil de ses uyumu öncelenerek yapıldığına dâir yüzlerce örnek getirmek mümkündür. Edip’in matematiksel ilişki dediği şeyler birine mâl edilecekse Kur’an’a değil temel aldığı kıraat neyse o kıraati yapan kişiye mâl edilmelidir. Edip Yüksel de zaten bunu bir delil olarak ileri sürmediğini belirttiği için bu kısım üzerinde fazla durmadan ‘faktau’ kelimesinin anlamı ile ilgili söylediklerine geçelim.
Mâide 38. âyette geçen ‘faktau’ kelimesinin mecaz anlama da gelebileceğini söyleyen Edip Yüksel, Yusuf 31. âyette geçen وَقَطَّعْنَ اَيْدِيَهُنَّ (vekatta’ne eydiyehunne) ifadesinin de mecaz anlama gelebileceği hakkında hiçbir şey söylemeyip hakîkî mânâda alması ve bu ifadeye “müktesebâtın” yüklediği “meyve soydukları bıçakla parmaklarını hafifçe yaraladılar” mânâsını tercih etmesi “rivâyetler” hususunda gösterdiği tavizsiz söylem ile taban tabana zıttır. Çünkü hiçbir şekilde ‘kattaa’ kelimesinin hafifçe yaralamak mânâsı ve ‘eyd’ kelimesinin de “parmak” mânâsı yoktur. Bunun da ötesinde ister parmaklarını hafifçe yaralamış olsunlar ister ellerini kesmiş olsunlar kelimenin hakîkî mânâda kullanıldığına dâir tek bir delil yokken tam tersi mecazi mânâda kullanıldığına dâir pek çok delil vardır.
- Yusuf’un el kestirip farkına vardıramayacak kadar güzel olduğuna dâir bir delil yoktur.
- Kadınların el veya parmak kesmelerinden dolayı acı çektiklerine dâir bir delil yoktur.
- Kadınlarla aynı ortamda bulunan birçok kadının kendisi yüzünden aynı anda ellerini kesmiş olmalarına rağmen Yusuf’un bu olaya tepki verdiğine dâir bir delil yoktur.
- Kadınları davet eden kadının, gözleri önünde birçok kadın misafirinin aynı anda ellerini kesmiş olmalarına rağmen bu yönde tepki verdiğine dâir bir delil yoktur.
- ‘Eyd’ kelimesinin parmak mânâsı yoktur.
- ‘Kattaa’ kelimesinin yaralamak, hafifçe çizmek mânâsı yoktur.
Diyelim ki Edip Yüksel’in de kendisine örnek aldığı gibi Yusuf, kadınlara el kestirip farkına vardıramayacak, acıyı hissettirmeyecek kadar güzeldir. O halde yıllardır Mısır’da yaşayan Yusuf’u gören Mısırlı kadınların hemen hepsinin böyle bir durumu yaşaması lazımdı. Bu durumda Yusuf ve kadın hakkında söylenti yayan kadınların Yusuf’un güzelliği hakkında bilgi sahibi olmaları gerekirdi. Değilse çocukluğundan beri Mısır’da olan Yusuf’u Azizin karısından başka kimse görmediği gibi bir sonuç çıkacaktır ki bu aklen muhaldir. Dolayısıyla Edip Yüksel’in tamamen müktesebâta yaslanarak bulduğu ve Mâide 38. âyetin dipnotuna koyduğu “hafifçe yaralamak” gibi bir mânânın asla temeli yoktur.
Gelelim “kesmek, koparmak” ve “ilişiğini kesmek” şeklindeki mânâya. Edip Yüksel’in Mâide 38. âyetteki ‘faktau’ kelimesine olabilir dediği “ilişiğini kesmek” mânâsını verdiği meâle yansıtalım.
Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini, yaptıklarına karşılık kesin. Bu ALLAH’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir. ALLAH Güçlüdür, Bilgedir * (Edip Yüksel meâli)
(Mecaz mânâ) Erkek hırsızın ve kadın hırsızın güçlerini yaptıklarına karşılık ilişiğini kesin. Bu Allah’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir. Allah Güçlüdür, bilgedir.
Âyette geçen ‘faktau’ kelimesine mecaz mânâ tercih edilmesi durumunda ‘eyd’ kelimesine de mecaz mânâ verme zorunluluğu vardır. ‘Eyd’ kelimesinin “güç, kuvvet, destek” gibi mecaz mânâları bulunmaktadır. Şimdi âyette geçen ‘faktau’ ve ‘eyd’ kelimelerine mecaz mânâ verilmesi durumunda:
- Hırsızın gücü, kuvveti, desteği nedir?
- Bu ilişki kimden ve nasıl kesilecektir?
- Bu ilişki kesilmesi nasıl olacak da “Allah’tan bir caydırma” olacaktır?
Diyelim ki bu âyet hırsızlık yapanın “rehabilite” edilmesinden bahsetmektedir. Peki rehabilite etmek “Allah’tan gelen caydırıcı bir yöntem midir?” veya hırsızın yaptıklarının karşılığında aldığı bir ceza mıdır?
Âyette geçen ‘nekel’ (نَكَالًا) kelimesi: “başkaları caysın diye verilenin üstünde görülen ceza” anlamına gelmektedir. Rehabilite edilen bir hırsızın durumunda nasıl bir caydırıcılık vardır? Yoksa tam tersi bir özendirme mi vardır?
Âyette geçen ‘faktau’ kelimesine mecaz anlam yükleyerek “hırsızın hırsızlıkla ilişiğini kesin” anlamı vermenin de imkânı yoktur. Çünkü kesilmesi emredilen şey “hırsızlıkla ilişki” değil, ‘eyd’ kelimesidir.
Öte yandan âyette geçen ‘faktau’ kelimesinin mecaz anlamda kullanıldığı da bir gerçektir. Fakat dediğimiz gibi kelimenin mecaz ya da hakîkî bir mânâya mı sahip olduğu keyfî yorumlar veya modernitenin baskısı üzerinden değil, cümlenin diğer kelimeleri üzerinden anlaşılmak zorundadır. Kelimenin mecaz anlamda kullanıldığı yerler için bir örnek verelim:
Zulmeden topluluğun ardı böyle kesilir. Övgü, evrenlerin Rabbi ALLAH’a yaraşır. (Edip Yüksel meali)
Meselâ, bu âyette geçen ‘kutia’ kelimesine “hakîkî” mânâ verilmesi durumunda hemen bu kelimeden sonra gelen ‘dabir’ kelimesine de hakîkî mânâ verilmesi zorunludur. ‘Dabir’ kelimesi bildiğimiz mânâda kişinin “kaba etleri” –özür dileyerek, yani poposu– anlamına gelmektedir. Bu noktada diyelim ki âyet hakîkî mânâda bu kişilerin kaba etlerinin kesip koparılmasından bahsetmektedir. Peki bununla ne hedeflenmektedir? Âyetin devamındaki cümleden bununla “zulmün” kesilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Bu kişilerin kaba etlerinin kesilmesi ile zulmün kesilmesi arasında en ufak bir bağ yoktur. Dolayısıyla isteseniz bile bu tür kullanımlara hakîkî mânâ yüklemek imkansızdır.
Gelelim Mâide 38. âyette kelimeye mecaz anlam yüklemenin arka planında yatan insancıl sorulara.
Eli kesilen hırsız geçimini nasıl temin edecek?
Çok tuhaf ve bir o kadar da absürd olan bu soru ne yazık ki güya insancıl duygular maskesi altında sorulmaktadır. Bir kere en başta uzun uzun anlattığımız gibi âyetin muhâtapları iman temelli bir toplumdur. Hırsızlık bir geçim kaynağı değildir ve hırsızlık da bir meslek değildir. İman temeline oturmuş bir toplumda ister iki elini makinaya kaptırdığı için isterse hırsızlık yaptığı için olsun bir kişinin elsiz kalması onun geçim derdine düşmesi anlamına asla gelmeyecektir. Çünkü müminler ne veya kim olduğuna bakmadan muhtaç olana kol kanat germeyi imanlarının bir gereği olarak görürler. Bırakın hırsızlık yaptığından eli kesilmiş kendi içlerinden birine sahip çıkmayı, kafirlerden bile olsa muhtaç olana kol kanat germektir müminlik. Hırsızlık suçuna el kesme cezasının uygun görülmesi, her türlü meşrû yol varken bu yollara başvurmayıp kişilerin güvenlerini sûiistîmal edenler için getirilen bir cezadır.
Herkesin kapısının açık olduğu, bir lokma ekmek bile olsa başkasının gözetildiği bir toplumda hırsızlık olduğunda ne yapılmalıdır? Herkese kapılarını kapatmaları mı söylenmelidir? Hırsız, güven temelli bir toplumun açık kapılarının kapanmasına sebep olacağı için ‘nekel’ olacak şekilde cezalandırılmalıdır. Çünkü amaç açık olan kapıların hırsız korkusundan dolayı kapanmamasıdır.
İçinde yaşadığımız şeytanî düzenleri temel alarak “hırsıza” bir tanım getirip, daha sonra sanki Kur’an bu toplumlardaki hırsız tanımını temel alıyormuş gibi, “hırsızın elini kesmek ilkelliktir” gibi bir yaklaşım sergilemek ilkelliğin ta kendisidir. Komşunun komşudan, babanın oğuldan, kadının kocadan, öğretmenin öğrenciden, devletin vatandaştan, vatandaşın devletten emin olmadığı bir toplumun içinde yaşayarak Kur’an’ı sırf cezalandıran bir kitap olarak görüp onun hükümlerini böylesi toplumlara monte etmeye kalkışmak ilkelliktir. Mâide 38. âyet şeytanî düzenler içinde hırsızlık yapan her kişinin tez elden kesilmesini değil, bu toplumlar içinde yaşayan müminlerin tez elden kapıların açık olduğu, kimsenin aç ve açıkta olmadığı, insanların geçim derdinden dolayı, çaresiz kaldığından dolayı seviyelerini düşürmediği bir toplumu behemehal oluşturmalarını söylemektedir. Çünkü hırsızın hırsızlıkla ilişiğini hırsızlık yaptıktan sonra değil, hırsızlık yapma gerekçelerini ortadan kaldırarak kesen tek din İslâm’dır.