Başlıklar
FELSEFE HAKKINDA FELSEFE YAPMAK
Arapçaya “feylesuf” oradan da Türkçeye “felsefe” olarak geçmiş, aslı eski Yunanca olan ‘philosophia’ kelimesinin anlamının “bilgelik sevgisi” veya “bilgi sevgisi” olduğu söylenir. Bu kelimeyi ilk kullanan kişinin ise M.Ö. 570-495 yıllarında yaşamış İyonyalı filozof Pythagoras (Pisagor) olduğu ileri sürülür. Bu kökten türemiş “filozof” (Yunancası “philosophus”) kelimesinin anlamının da “bilgeliği / bilgiyi seven” olduğu söylenir. Resmi felsefe tarihine göre de ilk filozofun M.Ö. 624-546 yılları arasında yaşamış “Miletli (Milaslı) Thales” olduğu genel kabul görmüş durumdadır.
Filozofların tamamı kelimenin etimolojik kökeni hakkında herhangi bir ihtilaf yaşamamış olsa da kelimenin tam olarak neyi ifade ettiği yani tanımları hususunda oldukça farklı açılımlar getirmişlerdir. Kelimenin çok farklı şekillerde tanım bulmasının kelimenin sahip olduğu “bilgelik / bilgi sevgisi” anlamına uygun olarak zaten olması gerekenin de bu olduğu ifade edilmiştir. Filozoflara göre oldukça doğal olan birbirini tutmaz farklı tanımların arka planında şu sebepler yatmaktadır:
- Metafizik, ahlak felsefesi, bilgi felsefesi, din felsefesi gibi farklı disiplinlerin olması.
- Pragmatizm, idealizm, rasyonalizm, realizm gibi değişik felsefi yaklaşımların her birisinin ayrı bir kuramı, öğretisi ve bilgiye ulaşma metotlarının olması.
- Tarihsel süreçte gelişen felsefi akımların öğretilerinin birbirleriyle olan karşıtlığı ve çalışma alanlarının karmaşık olması.
Felsefenin konusu ve amacı
Temel konusu “evren” ve “yaşam” olan felsefe, varlıklar ve olaylar hakkında tam ve doğru bir bilginin ortaya çıkmasını ve insanın böyle bir bilgiyi yüklenecek olgunluğa erişmesini irdeler. Etrafımızda bulunan varlıkların tutarlı ve çelişkisiz bir anlamının olmasını hedefler. Görünenin bilgisinden yola çıkarak, görünmeyen ama görünene de çelişkisiz bir anlam yükleyen bilgiye ulaşmaya çalışır.
Bu noktada felsefe;
Sokrates’e göre: kendini bilmek ve neleri bil-me-diğini bilmektir.
Aristotales’e göre: ilkeler ya da ilk nedenler bilimi, mutlu bir yaşam sürmek için tasarlanmış eyleme dönük bir sistemdir.
Platon’a göre: doğruyu bulma yönünde düşünsel bir çalışmadır. Gerçeklere ve doğrulara aklederek, düşünerek varmaktır.
Augustinus’a göre: gerçek felsefe ile din özdeş olduğu için felsefe tanrıyı bilmektir.
Filozofların felsefe tanımları
Tertullianus göre: dogmayı açıklamaktır.
Anselmus’a göre: inanılanı açıklamaktır.
Abelardus’a göre: inanılanın inanmaya değer olup olmadığını anlamaya çalışmaktır.
Hegel’e göre: dinin hayal olarak sunduğu şeyi kavramsal olarak yakalamak, evreni açıklamaktır.
Epikuros’a göre: her şeyin doğal bir nedeni olduğunu bilmek, doğru bilgi edinip doğru eylemde bulunmak ve insana huzursuzluk veren, boş yere insanı mutsuz eden, hayal, masal, doğal olmayan düşüncelerden kaçınarak doğal bir dünya görüşü edinmektir.
Giordano Bruno’ya göre: doğayı bilmektir.
Felsefeyi eylem olarak görmek
Francis Bacon’a göre: deney ve gözleme dayanan bilimsel veriler üzerine düşünmektir.
Auguste Comte’a göre: bütün bilimleri birleştiren bir bilimler bilimidir.
Feuerbach’a göre: her türlü gelişmenin genel yasalarını saptayan bilimdir.
Günümüz dünyasında her ne kadar “felsefe” bir varlık gibi anlaşılıyor olsa da yukarıdaki tarif ve tanımların hepsinde “felsefe” denilen şeyin aslında bir davranış kalıbı, bir hareket, bir eylem olduğu anlaşılmaktadır. Yani varlığın içinde adı “felsefe” olan bir varlık veya varlık türü yoktur. Bu yönüyle felsefe aslında “ismi” olan ama karşılığında herhangi bir varlık yani bu isimle isimlenen bir müsemma belirtilmesi mümkün olmayan ve her filozofun kendisine göre anlam yüklediği, hakiki varlık değeri bulunmayan soyut bir kavramdan ibaret olmaktadır. Filozofların “felsefe” kelimesine yükledikleri farklı ve birbirini tutmaz tanımların arka planında da bu durum yani “felsefenin” hakiki bir varlık olmaması bulunuyor olsa gerektir. Nihayetinde kelimenin anlamı “bilgelik sevgisidir” ve varlık içinde adı bilgelik sevgisi olan herhangi bir varlık bulunmamaktadır.
İşte bu sebepten dolayı felsefe kelimesine her ne anlam yüklenirse yüklensin sonuçta getirilen tüm tanımların bir varlığın tanımı olmadığı, tanımlanan şeyin bir yaklaşım biçimi, bir anlayış, bir düşünce yöntemi olduğunun bilinmesi gerekmektedir.
Genel kabul gören “felsefe tarihine” göre ilk filozofun yani ilk bilgelik seven kişinin M.Ö. 624-546 yılları arasında yaşadığı söylenen Miletli (Milaslı) Thales olduğu tartışmasız bir şekilde genel kabul görmüş bir bilgidir. Öte yandan Thales’ten önce olan ve hatta Thales’in ve başka filozofların da kendisinden etkilendiği Mısır felsefesi, Pers felsefesi, Hint felsefesi, Çin felsefesi kategorik olarak ayrılmıştır. Onların felsefeye dahil edilmemesi veya dahil edilse bile başka bir kategori olarak tasnif edilmesi felsefe kelimesinin içeriğinin daha çok “batılı” bir kimliğe bürünmesine neden olmuştur.
Mısır, Hint, Pers, Çin felsefelerinin görece olarak çok daha eskilere dayanmış olmasına rağmen felsefe binasının farklı odalarına veya kapı eşiğine konulmasının arka planında o felsefeleri oluşturan içerikle Thales’le başlayan süreçte oluşan felsefenin temelde bir ayrılığa sahip olmaları yatmaktadır. Mısır, Hint, Pers, Çin felsefelerini felsefenin dışında tutanlar o felsefelerin temel yapılarının özgür düşünceden daha çok totaliter bir yapıya sahip olmalarını sebep gösterirler. Yani onlara göre Mısır, Hint, Pers, Çin felsefeleri Tanrı veya Tanrı-kralların gölgesinde gelişmiş, onlardaki “bilgelik sevgisi” Tanrı veya Tanrı-kralların sunduğu bilginin üzerinden şekillenmiştir.
Batı dışı düşüncelerin marjinalizasyonu
Bu yaklaşım biçimine göre Mısır, Hint, Çin, Pers felsefelerinde de tıpkı Yunan felsefesinde olduğu gibi “Madde nedir, hayat nasıl başladı, akıl nedir, bilgi nedir, insan nedir, kötülüğün kaynağı nedir, mutluluk nedir?” vb. birçok soru sorulmuştur ama bu soruların cevabı hep DİNSEL bir rehberin eşliğinde veya dinin çizdiği çerçevede aranmıştır. Fakat Yunan felsefesinde düşüncenin gelişiminde Tanrı da dahil “aklın” dışında herhangi bir sınırlayıcı ve din gibi herhangi bir çerçeve belirleyici olmaması temel rol oynamıştır. Bu durumu daha sade olarak şu şekilde ifade edebiliriz.
Mısır, Hint, Çin, Pers felsefeleri her zaman ilâhi bir kılavuzun peşinden giderek bilgiye veya bilgeliğe sevgi duyarken, Yunan felsefesi ilâhi kılavuzların tamamının dışlandığı bir bilgeliğe sevgi duymaktadır.
Getirdiğimiz bu sade tanımdan Yunan felsefesinin “kılavuzluğu” tamamen dışladığı anlamı çıkmamalıdır çünkü bizzat Yunan felsefesinin kendisi kılavuzluk iddiasındadır. Onun karşı çıktığı şey kılavuzluğun ilâhi olmasıdır. Yunan felsefesi aşkın bir varlıktan gelen ilâhi kılavuzluğun insan aklını ve özgür düşünceyi yok eden “totaliterlik” olarak ifade etmektedir. Ona göre “mutlak güç, ezeli ve ebedi” olan bir tanrı varsa bile o tanrı insana ulaşmamalı tam tersi kendi hür düşüncesi ve aklıyla insan ona ulaşmalıdır. Yunan felsefesi Tanrı olgusunu tamamen dışlayıp “ateist” bir düşünceye savrulmaz ama Tanrı tanımını da kendisi yapmak, Tanrı’nın ne olduğunu veya ne olmadığını, nerede durduğunu veya nerede durması gerektiğini kendisi belirlemek ister. Yani Yunan felsefesine göre Tanrı, ulaşılması gereken bir bilgidir ve O’na ulaşmak için insanın aklı ve imkânları yeterlidir.
Aklı mutlaklaştıran bu yaklaşımın karşısına Augustinus gibi Hıristiyan filozofların aklı küçümseyen ve hatta aklı yok sayan dini söylemler koymaları da “din felsefesi” adı altında tasnif edilmiştir çünkü Augustinus her ne kadar söylemlerinde dini aklın kavrayamayacağı olağanüstülükler bütünü olarak temellendirmişse de bunu yaparken de “akli ölçüler” kullanmıştır. Çünkü o ve benzerlerinin getirdiği dini söylemlerin hiçbiri bizzat savundukları dinin kaynağından değil onların dinin kaynaklarından yola çıkarak uyguladıkları akıl yürütmelerinden elde ettikleri söylemlerdir. Yani önünde sonunda “felsefedir.”
Felsefenin kullandığı tek ölçü akıldır. Aklın dışında kalan şeyler bir ölçü olmaktan ziyade “enstrüman” mesabesinde kalmaktadır. Felsefenin aklı kullanması son derece doğaldır ve hatta olması gerekendir. Çünkü bilgi her insanda bulunmaz ama “akıl” her insanda bulunur. Bu yönüyle o, yeryüzündeki yaygın bir şekilde herkeste bulunan ve en kolay ulaşılabilir bir şeyi ölçü almıştır diyebiliriz. Akla konu ettiği şeylerin evren ve yaşam olduğunu da göz önüne aldığımızda felsefe yani “bilgelik sevgisi” hemen her insanın yapabileceği bir şey haline gelmektedir.
Fakat böyle olmasına rağmen felsefe denilen şey “homojen” tek tip bir yapıda olmamış, tam tersi biri diğerini yanlış hatta yalan sayan akli disiplinlerden oluşmuştur. Bu kaotik duruma da “bilginin peşine düşmenin doğal süreci” tanımını getiren felsefe, farklı akıl yürütmelerin ve farklı felsefi disiplinlerin varlığını da “doğallık” olarak nitelemiştir.
İşte tam da bu durum insan aklını ve hayatını çok yakından ilgilendiren “doğru, yanlış, iyi, kötü” gibi kavramların aslında tanımsız bir hâle bürünmesine hatta her akıl sahibinin kendisine göre anlam yüklediği bir yapıya bürünmesine sebep olmuştur. Çünkü aklın kılavuza ihtiyaç duymayan, bizzat kendisi kılavuz olan tek ölçü kabul edilmesi durumunda her akli disiplin kendi doğrularını ve eğrilerini tespit edecektir ve bunların eğriliği ve doğruluğu hususunda diğerlerinin söz söyleme hakkı olmayacaktır.
Akıl, otorite ve sınırlılıkları
Kategorik olarak ilâhi kılavuzluğu “totaliterlik” olarak niteleyen felsefe aslında bir tek otorite yerine her aklı totaliter bir otoriteye çevirmiş olmaktadır. Elbette ki akıl yabana atılacak, yok sayılacak veya küçümsenecek bir şey değildir ama kusurlardan, yanlış ve hatalardan beri her şeyin tek ölçüsü bir ilâh olacak kadar da yüce değildir. İnsanlığın geride bıraktığı binlerce yıllık kan, gözyaşı, adaletsizlik ve zulümle dolu geçmişi ve günümüzdeki dünyanın ve insanlığın acınası hâli akılsız varlıkların ürünü değil tam tersi akıllı varlıkların ürünüdür. Bu kadar acı tecrübe insan aklının sanıldığı gibi mutlak olmadığını anlamaya yeterlidir sanırız.
Aklın kendinden daha üstün bir kılavuza ihtiyaç duymadığını kabul ederek tüm ölçüleri, değerleri onun belirlemesini talep etmek, yeni doğmuş bir bebeğin kendi başına her şeyin farkına varacağını ve farkına vardıklarının hangisinin doğru ve yanlış olduğunu kendi başına belirleyebileceğini iddia etmekten daha absürt bir düşüncedir.
Felsefenin, aklın kendinden daha üstün bir kılavuza ihtiyaç duyması fikrinden ürkmesinin arka planında kesinlikle insan gibi kıskanç, aldatan, yalan söyleyen, kendi aralarında kavgaya tutuşan, üzülen, sevinen, seven, âşık olan, nefret eden yani tamamen insani özellikler taşıyan Yunan tanrıları ve bu tanrılar adına üretilen din yatmaktadır. “Tanrı” kavramına yüklenen anlam işte bu dinin belirlediği anlamdır. Aslına bakılırsa Yunan tanrılarını ortaya çıkaran şey de yine başka bir aklın ürünüdür. Çünkü esasen o tanrıların ve dinin sahih bir kaynağı ve dayanağı yoktur. Yani o din, insan aklı tarafından tasarlanmış ve gerçekliği olmadığı halde Yunan aklının varsaydığı bir dünya görüşünün dinidir. İnsan biçimli tanrıları da felsefeyi de ortaya çıkaran Yunan aklıdır. O halde aynı topluma ve aynı düzleme sahip iki akıldan birinin diğerine göre üstünlüğünün olduğunu söylemek için felsefecilerin elinde çok daha kuvvetli delillerinin olması gerekmektedir.
Bu durumda felsefenin tarafgir davrandığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Fakat bunlar işin aslı ile alâkalı şeyler değildir. Öyle de olsa böyle de olsa hatta filozoflar tarafgir davranmış da olsalar, bunlar felsefe denilen şeyin doğru ya da yanlış istikamette olduğunu söylemek için yeterli değillerdir. Nihayetinde “ilâhi bir kılavuzu” olan dinlerdeki tüm önermeler, yasaklar, cezalar, mükâfatlar, davranış kalıplarının tamamı “akıllı ve iradeli” varlığa yapılmaktadır. O kılavuzun kılavuz olduğuna karar verip inanacak olan yine insan aklıdır. Zaten insan aklının zor kullanarak istemediği halde ilâhi kılavuzun peşine takılmasını sağlamak ne dinlerin ne ideolojilerin ne de herhangi bir akıllı varlığın içselleştirebileceği bir şey değildir ve zoraki temeller üzerine kurulmuş her ilişki biçimi sürdürülebilir değildir.
Hangi zaman ve mekânda olursa olsun akıllı ve iradeli olan hiç kimse herhangi bir insanın aklını ve iradesini kullanarak hakiki bilginin peşine düşmesini, keşfetmesini, anlamasını, içselleştirdikten sonra onun üzerinden inanç ve davranış kalıpları geliştirmesini kınayamaz. Bu son derece olağan, son derece doğal ve son derece insani bir şeydir. Hatta kınanması gereken şey bunu yapmamaktır. Bu yüzden tarihin bir döneminde yaşamış Thales’in ve onunla başlayan süreçte diğerlerinin, akıllarını kullanarak hakiki bilginin peşine düşmelerini kimsenin kınamaya ve hakir görmeye hakkı yoktur. Fakat aynı şekilde gerçeğe, hakikate ulaşmak için onların kullandığı yöntemlerin kesin doğru yöntemler olduğunu söylemeye de kimsenin hakkı yoktur. Esasında felsefeciler bu konuda tutarlı davranarak kesin bilgiye ulaşmanın tek yolunun kendi yöntemleri olduğunu iddia edip dayatmamışlardır. Hepsi de fikirlerini ortaya koymuş, kendilerini diğerlerinden ayıran noktaları belirtmiş, başkalarına yaptıkları itirazları delillendirmeye çalışmış ve en sonunda çıkan şeyi insanlığın gündemine sunmuşlardır. Sunulan şeye ikna olup onu bir dünya görüşü olarak benimsemek veya ikna olmayıp benimsememek her insanın kendisine kalmıştır.
Fakat böyle olmasına rağmen hem felsefenin hem dinlerin hem de ideolojilerin binlerce yıldır aşamadıkları bir çıkmazı vardır. Geçmişteki ve günümüzdeki din veya felsefe sunumlarının tamamına baktığımızda insan türünün tamamının sahip olduğu ortalama akıl ile sunumlar arasında dehşet bir seviye ve bilgi farkı… Thales’in, Sokrates’in, Platon’un, Aristotales’in önerdiği varlık anlayışını ve bu varlık anlayışının disipline ettiği dünya görüşünü benimsemek, dahası benimsenen bu inanca(!) uygun davranış kalıpları geliştirmek için her şeyi en az onlar kadar bilmek gerekmektedir. Kaldı ki hepsinin düşüncelerinin yön kazanmasında ve farklı yöntemler geliştirmesinde içinde bulundukları ortam ve yaşayış biçimleri son derece etkili olmuştur. Annesi ebe olan Sokrates’in yöntemi “doğurtmacı” bir yöntemken, ailesi aristokrat olan Platon’un yöntemi “elitist” bir yöntemdir. Yani onlar bile içinde bulundukları hayattan etkilenip ona göre yöntem geliştirmişlerse deniz kenarında tembel tembel oturup yıldızları seyreden Thales ile her akşam eve yorgun argın gelip ölü gibi kendisini yatağa atan sıradan bir zeytin çiftçisinin isteseler bile aynı düzlemde olamayacakları gayet açıktır.
Belki de bu yüzden felsefe öğrenmenin ve felsefe yapmanın gereksinimlerinden birinin de “boş zamana sahip olmak” olduğu söylenmiştir. Belki de sırf bu yüzden felsefenin “tembellerin” işi olduğu söylenmiştir… (yazı devam ediyor)