Başlıklar
“HAD” (حدّ): Sulasi mücerred fiil kökünde “vazgeçirmek, -mesine engel olmak, alıkoymak” anlamında olan bu kelime Kur’an’da 25 kez geçer. Bu 25 kullanımın hepsine detaylıca bakıldığında, ilk bakışta çelişki gibi duran bir şey göze çarpar. Şöyle ki: 25 kez geçen bu kelimenin 15 tanesi حُدُودُ اللّٰهِ şeklinde Yüce Allah’a izafe edilir. Bu izafet Türkçeye “Allah’ın hududları / sınırları” şeklinde çevrilir ki meallerin ve tefsirlerin tamamı da zaten bu manayı vermiştir. Fakat verilen bu mana üzerinde biraz düşünüldüğünde zatında, fiillerinde ve sıfatlarında sınırsız, başlangıçsız ve sonsuz olan Yüce Allah’ın “sınır / hudud” sahibi olması çelişki gibi durmaktadır. Öte yandan حُدُودُ اللّٰهِ ifadelerine göre zaten sınır sahibi olan Yüce Allah’a sınır izafe etmek, başka ayetlerde kınanır (mesela bkz: 9/63 – 58/5). Bu durumda hem sınır sahibi olmak, hem de sınır izafe edilince kınamak tutarsız olmaktadır.
Bu çelişki daha çok حدّ – حُدُودُ (had – hudud) kelimelerine tercih edilen luğavi (sözlük) manalarından ve elbette ki Allah tasavvurundan kaynaklanmaktadır. Bu çelişkiyi gören kimi müfessir ve meal yazarları “had-hudud” kelimelerine “hüküm-hükümler” manalarını vererek çelişkiyi aşmayı denemişlerdir. Fakat bu davranış bir çelişkiden kurtarayım derken başka bir çelişkiyi beraberinde getirmiştir. Çünkü hem “had” hem de “hüküm” kelimesi Arapça kelimelerdir ve her iki kelime de Kur’an’da kullanılmaktadır. Kaldı ki iki kelime zaten hem kök olarak hem de mana olarak iki farklı kelimedir.
Kur’an’ı anlamak için, usullerini Kur’an’ın belirlemediği çeşitli bağımsız ilmi disiplinler icat eden ulema, muallimi evvel (ilk öğretmen) dedikleri Aristo’dan aldıkları “mantık”ı temel aldıktan sonra her alanda olduğu gibi bu alanda da Kur’an’dan bağımsız olarak “kavram” (ıstılah) üretmişlerdir. Ulema ıstılah üretirken zaman zaman Kur’an’ın kullandığı kavramları da kullanmışlardır. Fakat onların Kur’an’da kullanılan kavramları ıstılahlarına kazandırmaları, kelimenin Kur’an’ın kelimesi olmasından dolayı değil tamamen bir çakışmadan dolayıdır. Yani ulema kelime Kur’an’da geçtiği için değil, Arap dilinde geçtiği için almıştır. İşte “Had” kelimesi de böylesi kavramlardan biridir.
Mantığın kapısını Tümeller ile açan ulema, tümelleri Tasavvur’un mebadisi (öncüller / ilkeler) olarak almıştır. Bu tümeller zati ve arazi olarak ikiye ayrılır ve onlar şunlardır.
CİNS… (zati)
Tümellerin türleri ve listesi
NEV’İ …(zati)
FASL….(zati)
ARAZİ EAM…(arazi)
ARAZI HAS….(arazi)
Mantık denilen şeyi insanın akıl kullanırken / düşünürken / zihni bir eylem yaparken hatalardan korunmasını ve en sonunda YAKİN bilgiye ulaşmasını sağlayan “alet / vasıta” olarak tarif eden Aristonun öğrencileri, CİSİM diyerek başlattıkları zihnin ilk adımını tamamen “ötelerden” kopararak bir mantık inşasına başlarlar. Aslına bakılırsa ilk öğretmen dedikleri Aristo, ortaya koyduğu bu düşünme biçimini her şeyden bağımsız bir disiplin olarak değil, temelinde yarattıklarından habersiz bir ilk nedeni temel almış felsefesini oturtmak için zemin olsun diye ihdas etmiştir. Bu mantık kullanımı onun felsefesi olmadan kesinlikle işe yaramayan bir şeydir. Yani mantığını bu temel ile tanımlayanlar isteseler de istemeseler de eninde sonunda varlığa, manaya, anlama Aristo gibi bakacaklardır.
İşin eleştirel kısmını sonraya bırakarak konuya devam edecek olursak: Mantığı bu beş tümel ile başlatan ulema, bu beş tümelin bir sonraki adım için olduğunu, bunlarla başlamanın amacının kişiyi bir sonraki adım olan EL KAVLU’ş ŞARİH’e (tanımlayıcı söz / Tarif) ulaştırmak olduğunu söylerler. Yani beş tümel mebadi (öncül) el-kavlu’ş şarih ise maksattır /amaçtır. Beş tümelin maksadı olan “el-kavlü’ş şarih ise” HAD ve RESİM olmak üzere iki ana başlığa iki ana başlık da kendi arasında ikiye ayrılmaktadır
1. HAD
a) Tam
b) Nakıs
2. RESİM
a) Tam
b) Nakıs
Yunan felsefesi ve bağımsız düşünce
Ulemaya göre tümeller üzerinden ulaşılan bu aşamada asıl ve en değerli olan “HADDİN TAM OLANINA” ulaşmaktır. “Haddi Tam” ifadesinin türkçesi “TAM TANIM”dır.
İşte tam bu aşamada mantıkçılar ile Kur’an aynı kelimeyi kullanmış gibi gözükmektedir. Çünkü Kur’an da حدّ – حُدُودُ (had – hudud) demekte, bunlar da had hudud demektedir.
Fakat burada şöyle bir durum vardır: Mantıkçılar temelini Aristonun attığı bu mantık tarifini işsiz güçsüz kaldıkları veya boş vakitlerini faydalı işlerle uğraşarak faydalı hale getirmek için değil, İLİM / BİLGİ denilen şeyi anlamak için almışlardır. Onlara göre ilim, varlık bilgisidir, kişiyi bilinmezlikten bilinir olana ulaştırandır, eşyanın hakikatinin zihindeki karşılığıdır
Bu tarif ve tanımlamalara göre, inşa etmeye çalıştıkları bu mantığın uğraş alanı, Yüce Allah’ın yarattıkları ve Yüce Allah’ın gönderdikleridir.
Felsefe tarihini yazanlar, BAĞIMSIZ DÜŞÜNME BİÇİMİNİN YUNAN İLE VE HASSATEN SOKRATES, PLATON ve ARİSTO ile başladığını söylerler.
“Onlardan önce büyük medeniyetler kurmuş, Mısır, Fars, Sümer, Keldan, Hitit, Çin, Hindistan gibi yerlerde insan düşünmeyi bilmiyor muydu ki, siz düşünceyi Yunan ile başlatıyorsunuz?” şeklinde itiraz edenlere şu “güzel” cevabı verirler:
-” Evet insanlar Yunandan önce de düşünüyorlardı fakat Yunana kadar insanlık Tanrısız / yaratıcısız düşünemiyorlardı. Düşüncelerin merkezinde daima her şeye güç yetiren bir tanrı vardı. Bu da onların bağımsız düşünmesini engelliyordu. Fakat Yunanlılar tanrıdan tamamen bağımsız düşünme biçimi icat ettiler. Tanrı fikri veya tanrı inancı insanda bir peşin kabul , bir önyargı oluşturmaktadır. Oysa düşünmek denilen şeyin özgür, bağımsız ve özgün olabilmesi için , herşeyden soyutlanmış, ön yargılar ve peşin kabüllerden arındırılmış olması lazım. İşte bunu insanlığa öğreten Yunanlılardır bu yüzden bağımsız düşünme biçimi denilen Felsefenin tarihi Yunan ile başlar”
Allah’ı dışlayan mantık yaklaşımının eleştirisi
Bu akla göre, her şeye güç yetiren bir tanrıya inanmak insanda peşin kabuller oluşturduğu için, varlığı “doğru” anlamının yolu, varlığı herhangi bir üst değerle alakaya geçirmeden anlamaya çalışmaktır. Hatta böylesi bir alaka varsa bile bu alakanın yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru olması, yani bizzat insanın kendisinin bunu yapması lazımdır.
İşte ulamanın yere göğe sığdıramadığı, muallimi evvel dedikleri Aristo mantığının temelinde bir yaratıcı fikrinin veya inancının peşin kabül, ön yargı olması kabulü vardır. Bu temelle adım adım insanı inşa etmeye çalışan mantıkçılar, “el-kavlu’ş şarihe” geldiklerinde de aynı kabulü devam ettirek “tanım” anlamını verdikleri “had” kavramına buna göre mana yüklemektedirler. Bu işin felsefi dille anlatımı epey karışık, zahmetli ve sıkıcıdır. Bu meseleyi “sokak dili” ile ifade edecek olursak nazikçe şunu demektedirler.
Mantık ilminin konusu varlık alemini anlamlandırmak, varlık hakkında doğru tanımlamalar getirerek doğru cümleler kurmak, cümleler arasında doğru ilişkiler oluşturmak ve en sonunda da doğru tanım getirilmiş tümellerden, doğru tanımlamalar, doğru tanımlamalardan doğru cümlelelere / önermeler, doğru önermelerden de YAKİN bilgiye ulaşmaktır. FAKAT tüm bunları yaparken süreçlerden herhangi birinin herhangi bir yerinde bu ASILLARA tanrıyın karıştırmamak aşılmaması gereken temel çerçevedir. Buna göre, Yüce Allah’ın yarattığı varlıklara teker teker bakarken Allah’ı görmeyecek ve dikkate almayacaksın. Allahsız anlamlı hale getirilen varlığı sonuna nokta konulabilen cümleler içinde kullanıp HAD (tanım / tarif) getirirken, Allah’ın yarattıklarına Allahsız tanım getireceksin. Allahsız anladığın tanımlar arasında ilişki kurup bağlantılar oluştururken Allahı görmeyeceksin, en sonunda ALLAH İLE ALAKASI OLMAYAN YAKİN BİLGİYE ULAŞACAKSIN
Peki tüm bu süreçleri Allah’ı görerek aşsak ne olur?
Olmaz, bu mantık çalışmaz ve akılsızlık, mantıksızlık, peşin kabül, ön yargı olur
Evet mantıkçılar “el-kavlu’ş şarih”e geldiklerinde Kur’an’ın da kullandığı حد (had) kavramını kullanırlar ama kelimenin içine doldurulan kavramsal (ıstılahi) mana başka başkadır.
Bir mümin herşeyden önce şunu çok iyi bilmeli ve iman etmelidir: Hiç bir varlık, hiç bir lafız, hiç bir mana, hiçbir maksat Yüce Allah dikkate alınmadan ne anlamlı olur ne meşru ne de açık olur
Allah’ın yarattıklarına Allah’ı dikkate almadan HAD çizmek (tanım ve tarif getirmek) küfrün ta kendisidir. Böyle yapanlar ömürleri boyunca alınlarını secdeden kaldırmasalar bile asla mümin olmazlar, olamazlar
Allah inancı veye Allah bilgisi (doğru olduktan sonra) hiç bir zaman ön kabul, peşin fikir veya şartlanmışlık olmaz, olamaz
Allah bilgisinin en asgarisi Onun yaratıcı, onun dışındaki herşeyin yaratılan oldupğu bilgisi ve inancıdır ki sadece bu inanca yapışan biri bile, inancına ihanet etmediği müddetçe asla tarifsiz ve tanımsız kalmaz, asla mantıksız olmaz