İfk Kelimesi

İFK KELİMESİ ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA

Bu çalışma Kur’an’da 30 kez geçen ‘ifk’ kelimesi üzerinedir.

اَفَكَ الرّجلُ – اَفْكًا – اِفْكًا …Yalan söylemek, yalan uydurmak, yalan konuşmak.

اَفَكَ فلانًا عنْ…Vazgeçirmek, caydırmak, saptırmak. Görüşünden vazgeçirmek, zihnini çelmek.

اَفَكَ فُلاَن عَقْلَ فلانٍ…Beynini yıkamak. Zihnini çelmek, kandırmak, aldatmak.

اَفِكَ الرّجلُ – اَفَكًا…Yalan atmak, yalan uydurmak, yalancı olmak.

اُفِكَ الرّجلُ…Akılsız olmak, aklı az olup saçmalamak.

اَفَكَ فُلانٌ فلانًا -اِيفَاكًا…Yalan söyletmek, yalana zorlamak (ifal babı)

اَفَّك الرّجلُ – تآفيكًا…Çok yalan söylemek, yalancılığı meslek edinmek.

اَفَّكَ عقْلَ صاحبهِ…Arkadaşının beynini yıkadı. O halde getirdi ki eskinden inandığının tam tersine inanmaya başladı.

تَآفَّكَ عَقْلُه – تَآفُّكًا…Beyni yıkanmak, önceden inandığının zıddına inanır olmak.

اِءْتَفَكَ – اِءْتِفَاكًا…Altı üstüne olmak, yerle bir olmak

آفِكَةٌ (ج) اَوَافِكُ…Kıtlık, yokluk, felaket.

اَفَّاكٌ – اَفَّاكُونَ…Yalan uyduran, yalancı, beyin yıkayıp insanları saptıran.

اِفْكٌ (ج) اَفَاءِكُ…İftira, yalan, günah, uydurulmuş şey.

اَفُوكٌ – اُفُكٌ…İftiracı, yalancı.

اَفِيكٌ (ج) اَفَاءِكُ…İftiracı, yalancı.

اَفِيكَةٌ – اَفَاءِكُ…Uydurulan yalan, iftira.

مَآْفَوكٌ…Beyni yıkanmış, zihni karıştırılmış, zihni çelinmiş, sapıtmış, sapık, aklı zayıf, hayırsız kimse.

مُءَفِّك…Yalancı, beyin yıkayan kimse.

مُؤفَّكٌ…Beyni yıkanmış, kandırılmış.

(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)

إِفْك kelimesi, olması gereken şekilden başka bir şekle giren, yüzünü değiştiren her şeydir. Onun için estiği yönü değiştiren ve yönünden sapan rüzgârlara مُؤْتَفِكَة denir. Ayette:

 وَالْمُؤْتَفِكَاتُ بِالْخَاطِئَةِ …Altüst olmuş beldeler de hep o günahı işlediler (69/Hâkka 9) denmektedir. 

وَالْمُؤْتَفِكَةَ أَهْوَى Altüst olmuş şehirleri de o böyle yaptı (52/Tûr 53).

قَاتَلَهُمُ اللّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ  Allah onları kahretsin! Nasılda çevriliyorlar (9/Tevbe 30); yani: İnançta haktan batıla çevriliyorlar. Sözde doğruluktan yalancılığa, fiilde güzelden çirkine dönüyorlar demektir. Yüce Allah’ın şu sözleri de bu anlamdadır:

 يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ أُفِكَ Ondan (Kur’ân veya imandan) dönen döndürülür (engellenmez) (51/Zâriyât 9).

فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ  O hâlde (haktan) nasıl dönersiniz! (6/En’âm 95).

اَجِئْتَنَا لِتَأْفِكَنَا عَنْ اٰلِهَتِنَاۚ Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin (46/Ahkâf 22). 

Böyle diyenler إِفْك kelimesini, onun, haktan batıla dönmek olduğuna inandıkları için kullanmışlardır. Bu, aynı sebepten, yalan için de kullanılmaktadır.

إِنَّ الَّذِينَ جَاؤُوا بِاْلإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ (Peygamberin eşine bu ağır) iftirayı atanlar, şüphesiz sizin içinizden bir topluluktur (24/Nûr 11);

لِكُلِّ أَفَّاكٍأَثِيمٍ  Vay hâline, her yalancı ve günahkâr kişinin (45/Câsiye 7).

 أَئِفْكاً آلِهَةً دُونَ اللَّهِ تُرِيدُونَ  Siz Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz (37/Sâffât 86).

Bu âyette şöyle denmiş olabilir: Siz yalandan ilâhlar mı istiyorsunuz?

Aynı şekilde buradaki أَئِفْكاً kelimesi تُرِيدُونَ fiilinin mef’ûlü da kabul edilebilir. O zaman ilâhlar kelimesi, ifk’in bedeli olur ki, bu ilâhlar ifk diye adlandırmış olur. Bu durumda siz ona bir iftira mı atmak istiyorsunuz? denmiş olur ki, bu durumda, Allah dışında ilâhlar edinmek bu iftiranın kendisi olur. Onun için Haktan batıla dönen adama رَجُلٌ مَأْفُوكٌ denmektedir. Şair şöyle der: 

20- فَإنْ تَكُ عَنْ أَحْسَنِ الْمرُوءَةِ فَأُفُو 

كًا فَفِي آخَرِينَ قَدْ أَفَكُوا

20- Eğer sen yiğitliğin en güzelinden sapmışsan; 

Onlar da başkalarından sapmışlardır. 

أُفِكَ يُؤْفَكُ demek aklın sapması anlamına gelir. Onun için aklı iyi çalışmayan veya tutulan adama رَجُلٌ مَأْفُوكُ اْلعَقْلِ denmektedir.

(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)

Anlamaya çalıştığımız bu kelimenin yukarıya aldığımız sözlük anlamlarına bakılırsa kelimenin kastettiği “yalan, iftira” manasının “kesip biçmek, kurgulayıp tasarlamak” manasına gelen افْتَرٰى kelimesinden şöyle bir farkı olmalıdır. ‘İftira’ (افْتَرٰى) kelimesi “kişide olan ya da olmayan (daha çok olmayan) bir şeyi kurgulayıp tasarlayarak bir şekilde ona yamamaya çalışmak” manasına gelmektedir. Yani kişinin kendisinde olmayan bir şeyi ona mal etmek. ‘Efeke’ (اَفَكَ) kelimesinin “bir şeyi olması gereken halden ya da olduğu halde başka bir hâle sokmak, ters yüz etmek” manasını göz önüne aldığımızda bu kelimenin kastettiği “iftira” manasının “kişide olan şeyleri ters yüz ederek, kişiyi olduğundan başka göstermek” şeklinde olması gerekmektedir. Yani bu kelime “kişide olmayan şeyleri kişiye yamamak” değil, “kişide olan şeyleri olduğundan başka şekle sokarak kişiyi kötü göstermek şeklinde bir iftira”dan bahsetmektedir. “Kişinin zihnini çelmek, düşüncesini tam zıddına çevirmek” gibi manaları da bu anlamı desteklemektedir. ‘İftira’ kelimesi, “olmayan bir şeyi yamamak” şeklindeyken, ‘ifk’ “olan şeyi ters yüz ederek kişiyi nitelemek” manasındadır.

Kelime tüm Kur’an’da çeşitli kalıplarda fiil olarak 16, isim olarak ise 14 kez yani toplamda 30 kez geçmektedir. Şimdi içinde ‘İfk’ kelimesinin geçtiği ayetlere bağlamlarıyla birlikte bakalım.

  1. BİRİNCİ BAĞLAM:
لَقَدْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ رُسُلًاۜ كُلَّمَا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُهُمْۙ فَر۪يقًا كَذَّبُوا وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ
Mâide 5 / 70

Olması gerektiği gibi İsrail’in oğullarının misakına riayet etmiş ve onlara resuller göndermiştik. Her ne zaman bir resul onlara kişiliklerinin istemediği bir şeyle gelmişse, bir kısmını yalancı saymışlar ve bir kısmını da öldürüyorlar.

Olması gerektiği gibi İsrail’in oğullarının misakına riayet etmiş ve onlara resuller göndermiştik. Her ne zaman bir resul onlara kişiliklerinin hoş karşılamadığı bir şeyle gelse, bir kısmını yalancı saymışlar ve bir kısmını da engelliyorlar.

(*) م۪يثَاقَ: (Misak) kelimesi “yeminle ve söz verme ile pekiştirilmiş anlaşma” demektir. (el-Müfredat). Bir anlaşmanın iki tarafı olur ve taraflar anlaşmanın konusu ve maddeleri hususunda anlaştıktan sonra sağlam sözler vererek bu anlaşmaya uyacaklarına dair yemin ederler. Bu ayette İsrail oğullarından tek taraflı söz alınmasından değil, İsrail oğulları ile anlaşma yapan ikinci tarafın kendi üzerlerine düşeni yaptıklarından bahsedilmektedir. Nitekim hemen ilk cümlenin devamında “onlara resuller gönderdik” denmektedir. Yani “biz sözleşmenin bizim üzerimize düşen şartlarına uyduk, onları yerine getirdik” denmek istenmektedir.

(*) لَقَدْ: (Kad) Bu ifadedeki ‘kad’ edatı, tekit edatı olmasının dışında tahkik (beklenti) edatı olarak da kullanılır. Bir işin olması gerektiği gibi yani beklendiği gibi sonuçlanmış olduğunu bildirir. Bir anlaşma yapılmıştır ve anlaşmanın taraflarından biri anlaşmaya gerektiği gibi yani beklenildiği gibi uyduğundan bahsetmektedir. Mealdeki “olması gerektiği gibi” ifadesinin gerekçesi ‘kad’ edatıdır.

(*) لَقَدْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ: (Lekad eḣażnâ mîśâka benî isrâ-île) Meal ve tefsirlerin hemen hepsinde bu cümleye “Andolsun ki biz İsrail oğullarından sağlam söz aldık” şeklinde meal verilmiş. Fakat “İsrail oğulların +dan” şeklinde bir mana verebilmek için بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ (beni İsrail) kelimesinden önce bir مِنْ (min) harf-i cer’i olmalıdır ama ayette yoktur. Cümlenin yapısına bakıldığında her halükârda ‘beni İsrail’in misakın gerekliliklerini yerine getirmedikleri zaten anlaşılmaktadır. Fakat cümleye “İsrail oğullarından söz aldık” dendikten sonra “onlara resuller gönderdik” denmesi İsrail oğullarının uymadığı anlaşmadan değil, anlaşmanın diğer tarafının uyduğu anlaşmadan bahsettiğini göstermektedir. Yani o resuller rastgele gelmemiş, yapılan anlaşma gereği gelmiştir. Kur’an’ın birçok yerinde tarafların yükümlülüklerini belirten maddeleri (buna ‘ahd’ denmiştir) hem de bu maddelerin yerine getirilmesi durumunda elde edilecekleri şeyler (ki buna da ‘vaad’ denmiştir) uzun uzun anlatılmıştır. Bir sözleşme varsa tarafların birbirlerine koştukları şartlar ve bu şartların yerine getirilmesi durumunda tahakkuk edecek haklar da olmak zorundadır. Mesela şu ayete bakalım:

يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَوْفُوا بِعَهْد۪ٓي اُو۫فِ بِعَهْدِكُمْ وَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ
Bakara 2 / 40

Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vâdettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun (TDV meali)

Bu ayette “siz benim ahdimi tam yerine getirin ki ben de sizin ahdinizi tam yerine getireyim” denmektedir. Bu cümleden anlaşılan odur ki bir anlaşma vardır ve bu anlaşmada tarafların karşılıklı olarak birbirlerine ahdi vardır. Tefsir ve meal yazarları, Kur’an’da geçen ‘misak’, ‘ahd’ ve ‘vaad’ kelimelerinin üçüne de “anlaşma, söz” manası verdikleri için bu üç kelimenin birbiriyle olan bağı kopmuştur. Oysa bu üçü bir anlaşmanın olmazsa olmaz kısımlarıdır. Bu bağlamda konumuz bu olmadığı için sadece buna dikkat çekmiş olmakla kifayet ediyoruz.

(*) يَقْتُلُونَ: (yaktulûn) Düz bir çeviri ile bu kelime “öldürüyorlar” manasına gelmektedir. Bu kelimenin içinde geçtiği cümlede şöyle bir durum vardır. فَر۪يقًا كَذَّبُوا وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ (ferîkan keżżebû veferîkan yaktulûn(e)) Bu cümledeki iki fiilden biri mazi (كَذَّبُوا) (keżżebû), diğeri ise muzaridir (يَقْتُلُونَ) (yaktulûn). Bu kelime muzari olmasına rağmen ulaşabildiğimiz bütün meal ve tefsirlerin biri hariç hemen hepsinde her iki kelimeye mazi olarak “kimini yalanlamışlardı (yalanladılar) kimini de öldürmüşlerdi (öldürdüler)” şeklinde her iki fiile de geçmiş zaman anlamı üzerinden meal verilmiştir. Farklı olan meal ise şu şekildedir:

Mehmet Okuyan Meali

Şüphesiz ki İsrailoğulları’ndan sağlam bir söz almış ve onlara elçiler göndermiştik. Ne zaman elçi onlara [nefis]lerinin arzu etmediğini (hükümler) getirse (onların) bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürüyorlar(dı).

Her ne kadar bu meal yazarı muzari anlam verdiği kelimenin sonuna parantez içinde (-dı) ekini koyarak verdiği muzari manayı bozmaya kalkışmışsa da sonuçta kelimenin muzari oluşunu meale yansıtmıştır. Fakat bu meal bu sefer sanki her iki fiilin zamanı aynıymış gibi mazi geçen (كَذَّبُوا) (keżżebû) fiiline “yalanlıyor” şeklinde mana vererek ve hatta fiilin sonuna koyması gereken (-lar) ekini de koymadan onun da muzari gibi anlaşılmasına yol açmıştır. Zamanları farklı olan iki fiilin bir cümlede ifade edilmesi mümkündür ama fiillerin zamanlarının muhafaza edilmesi de şarttır. Bu meal yazarının fiillerin zamanlarına sadık kalarak ve muzari fiilin sonuna eklediği (-dı) eki olmadan mana vermesi durumunda, son cümle şu şekilde olacaktı: Bir kısmını yalanlamışlar, bir kısmını da öldürüyorlar.

Bununla beraber bu fiilin de içinde geçtiği cümle bir şart-cevap cümlesidir. Cümlenin başındaki كُلَّمَا (küllema) edatı, كُلَّ (külle) ve مَا (ma) edatlarının birleşmesinden meydana gelen, cezmetmeyen şart edatları gurubundandır. Edat kendisinden sonraki fiillerin tekrarlandığını ifade eder. Fakat bu edatın hem şart hem de cevap fiilinin mazi olması gerekmektedir.

(H. Akdağ / Edatlar)

Şart cümlesine dikkat edilirse şart cümlesi ile cevap cümlesi arasında bir uyumsuzluk olduğu görülür. Şart cümlesindeki isim tekilken cevap cümlesinde gelen isim topluluk ismi olan فَر۪يقًا (feriqan) kelimesidir. Bu uyumsuzluğu fark eden Zemahşerî hem bu uyumsuzluk hem de cevap cümlesindeki fiillerden birinin mazi diğerinin muzari gelmesi ile alâkalı şunları söylemiştir:

Mâide 70. Gerçek şu ki biz İsrâiloğullarından söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ama her ne zaman bir peygamber, onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da katlediyorlardı.

“Gerçek şu ki, biz” onlardan tevhide dair “söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik” ki dinleri hakkında yapıp ettiklerine kendilerini vakıf kılsınlar. “Ama her ne zaman bir peygamber…” Bu cümle şart cümlesidir ve peygamberlerin sıfatı olmak üzere gelmiştir. Ait zamiri ise mahzuftur, takdiri رَسُولٌ مِنْهُمْ şeklindedir. “Onlara nefislerinin hoşlanmadığı” şehevî arzularına ters düşen, yükümlülük sebebiyle üzerlerine binen meşakkatler ve şer’î hükümlerle amel etmenin doğuracağı zorluklar gibi “bir şey getirdiyse…”

Şayet “Şartın cevabı nerededir?” Çünkü فَر۪يقًا كَذَّبُوا وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ. (bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da katletmekteler) cümlesi cevap olmayıp cevap yerine geçen bir cümledir. Çünkü̈ resul tekildir ve onda iki kısmın olması düşünülemez. Ayrıca in ekramte ahî ahāke ekramtu (Kardeşime değer verirsen değer veririm kardeşine) şeklinde bir kullanım biçimi de güzel değildir.” dersen şöyle derim: Cevap cümlesi mahzuftur ve فَر۪يقًا كَذَّبُوا وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ. Cümlesi ona delalet etmektedir. Adeta كُلَّمَا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْهُمْ نَاصَبُوهُ (onlara her ne zaman bir peygamber gelse, karşısına dikildiler) denmiştir. فَر۪يقًا كَذَّبُوا kavli celili ise “Peki, peygamberlerine ne yaptılar?” şeklindeki muhtemel bir sorunun cevabı olmak üzere söz başı olmaktadır.

Şayet “Neden iki fiilden biri mazi diğeri muzari kipiyle geldi?” dersen şöyle derim: يَقْتُلُونَ fiili geçmiş̧ hâlin hikâyesi olarak [“katlediyorlardı” şeklinde] getirilmiş̧ ve bununla, mezkûr katlin ne kadar berbat bir eylem olduğu gösterilmiş̧ ve bu rezalet durum – ne kadar hayret verici bir şey olduğunu vurgulamak için – hâlihazırda meydana gelen bir fiilmiş̧ gibi aktarılmıştır.

(Zemahşerî / El-Keşşaf)

Zemahşerî’nin böylesi bir yorumla muzari fiilin anlamını tevil etmesi üzerinde durmasak bile bu şart cevap cümlesinden şöylesi bir soru ortaya çıkmaktadır.

Bu başka ayetlerde (mesela bkz: 2/61, 87, 91 – 3/21, 112 – 4/155) hem de çoğul siga kullanılarak ‘Beni İsrail’in resulleri ve nebileri öldürdüğünden bahsedilmektedir. Fakat bu kadar sık tekrarlanmasına rağmen Kur’an’da ‘Beni İsrail’ tarafından öldürülen herhangi bir resulden bahsedilmez veya nebiden bahsedilmemektedir. Bu durumda “‘Beni İsrail’in öldürdüğü resuller veya nebiler hangileriydi?” sorusu çok önemli bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. İşin daha da zor tarafı öldürülen resulden ne Yahudi kaynaklarında ne de Hıristiyan kaynaklarında bahsedilir. Müktesebatın “biz Allah resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı öldürdük” şeklinde meal verdiği Nisa 157. ayette Yahudilerin İsa’yı öldürdükleri iddialarından bahsedilmektedir ama hemen ayetin devamında “onu ne öldürdüler ne de astılar” şeklinde gelen cümle bu iddialarının da yalan olduğunu söylemektedir. Bu durumda Kur’an bir yandan Yahudilerin “öldürdük” dediği İsa’nın öldürülmediğinden haber verirken diğer yandan öldürülen resullerden bahsetmektedir ama ne adlarını anar ne de öldürülme kıssasını anlatır.

Az önce mealine başvurduğumuz M. Okuyan öldürülen resullerle ilgili Mâide 70. ayete şu dipnotu düşmüştür: “Öldürdükleri peygamberler rivayetlerden anlayabildiğimiz üzere Hz. Şu‘ayb, Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahyâ gibi peygamberlerdir. (Semerkandî, [Bahru’l-‘Ulûm], I, 407).

Zamahşerî ise yine resullerin öldürülmesinden bahseden Bakara 61. ayetin tefsirinde şu isimleri vermiştir:

Bilindiği üzere Yahudiler -Allah onlara lânet etsin-, Şa‘yâ [İşaya], Zekeriya ve Yahya peygamberleri öldürmüşlerdir.

(Zemahşerî / El-Keşşaf)

Fakat bu bilgilerin hiçbiri doğru değildir. Çünkü Kur’an’da Şuayb, Zekeriyya ve Yahya’dan bahsedilmektedir ama onların öldürülmelerinden hiç bahsedilmemektedir. Kaldı ki bu rivayetler Kur’an ile çelişmektedir. Şöyle ki:

Şuayb hariç Zekeriyya ve Yahya hatta Kur’an’da kendisinden hiç bahsedilmeyen İşaya bile Musa’dan sonra yaşamışlardır. Oysa ‘Beni İsrail’in nebileri öldürdüğünü haber veren şu aşağıdaki ayet, öldürülen nebilerin Musa’dan önce olduğunu söylemektedir:

Bakara/61

وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نَصْبِرَ عَلٰى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ مِنْبَقْلِهَا وَقِثَّٓائِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَاۜ قَالَ اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذ۪ي هُوَ اَدْنٰى بِالَّذ۪ي هُوَ خَيْرٌۜ اِهْبِطُوامِصْرًا فَاِنَّ لَكُمْ مَا سَاَلْتُمْۜ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْكَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۟

Hani siz (verilen nimetlere karşılık): Ey Musa! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın, dediniz. Musa ise: Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin için orada var, dedi. İşte (bu hadiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musibetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir (TDV meali).

Bunun yanında bizzat Yahya’nın anlatıldığı kıssada Yahya’nın öldürüleceğinden değil öleceğinden bahsedilmektedir (Meryem 15).

Resuller Yüce Allah’ın resmi görevlileridir. Onların canlarına kastetmek işlenebilecek en büyük faciaların en başında gelir. Resullerin öldürülmüş olması, mutlaka cevaplanması gereken ve öldürülmelerinden daha büyük soruları ve sorunları beraberinde getirir. Çünkü “Risalet” kurumu, şartlarını sadece Yüce Allah’ın belirlediği bir kurumdur. Bu göreve getirilen her bir resul bu kurumun resmi görevlileridir. Yaşadıkları dönemlerde nefes alan akıllı varlıklar içinde Yüce Allah’ın dini hususunda onlardan daha yetkili hiç kimse bulunmamıştır. Bu göreve getirilmeleri ne kendi istekleridir ne de bu göreve insanların seçimi ile gelmişlerdir. Bu görevi onlara tevdi eden Yüce Allah’tır. Mezardakileri dahi kaldırsak, tüm akıllı ve iradeli varlıklar bir araya bile gelseler Allah’tan başka hiç kimsenin resul atama yetkisi yoktur ve kimsenin buna gücü de yetmez.

Hal böyle olunca resullerin öldürülmesi (hâşâ) sanki Yüce Allah’ın kendi atadığı görevlilerinin can güvenliğini sağlamaması gibi bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Oysa haklı olmayan sebeplerle bir adamın ölümüne sebep olan Musa, risalete seçilirken “ben onlardan birini öldürdüm beni öldürmelerinden korkuyorum” dediğinde verilen cevap durumun hiç de öyle olmadığını göstermektedir.

قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي قَتَلْتُ مِنْهُمْ نَفْسًا فَاَخَافُ اَنْ يَقْتُلُونِ
Kasas 28 / 33

Musa dedi ki: Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum (TDV meali).

وَاَخ۪ي هٰرُونُ هُوَ اَفْصَحُ مِنّ۪ي لِسَانًا فَاَرْسِلْهُ مَعِيَ رِدْءًا يُصَدِّقُن۪يۘ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُكَذِّبُونِ
Kasas 28 / 34

Kardeşim Harun’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum (TDV meali).

قَالَ سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بِاَخ۪يكَ وَنَجْعَلُ لَكُمَا سُلْطَانًا فَلَا يَصِلُونَ اِلَيْكُمَا بِاٰيَاتِنَاۚ اَنْتُمَا وَمَنِ اتَّبَعَكُمَا الْغَالِبُونَ
Kasas 28 / 35

Allah buyurdu: Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz (mucize yardımlarımız) sayesinde onlar size erişemiyecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz (TDV meali).

Haksız sebeplerle bir adamın ölümüne sebep olan ve bundan dolayı Mısır’dan kaçan Musa, “beni öldürmelerinden korkuyorum” dediğinde “Asla! Ayetlerimiz sayesinde size ilişemeyecekler” demiştir de herhangi bir kişiyi öldürdüğü vaki olmayan diğer resullerin öldürülmesine karşı hiçbir önlem almamıştır?

Bu soruyu sorup tekrar “öldürülen nebilerin” hangi zamanlarda olduğu meselesine geri dönecek olursak az önce verdiğimiz Bakara 61. ayette nebileri öldürdükleri söylenen kişilerin Musa’nın hem de arkasına takılıp Mısır’dan çıkan muhatapları olduğunu anlamaktayız. Bu durumda öldürülen nebileri/resulleri Musa’dan sonrasında değil öncesinde aramamız gerekmektedir. Resullerin geliş sıralamasını müktesebatın anlatımları üzerinden belirlediğimizde resuller şu sıralamaya göre gelmişlerdir. İbrahim, İsmail, Lut, İshak, Yakup, Yusuf, Musa ve Harun.

Bu resullerin kıssaları Kur’an’da uzun uzun anlatılmaktadır ve Musa’dan önceki resullerin kıssalarında öldürülen bir nebiden veya resulden hiç bahsedilmemektedir. Bu durumda Kur’an eğer resullerin/nebilerin öldürülmesini Musa bağlamında anlatıyorsa (ki anlatıyor), öldürülen resulleri/nebileri Musa’dan önce ve Yusuf’tan sonraki zaman aralığında aramak gerekmektedir.

Fakat müktesebata göre Yusuf ile Musa arasında gönderilmiş hiçbir nebi/resul yoktur. Hatta İsrailiyata başvurmayı pek seven müktesebat uleması bu konuda Yahudilere başvursalar bile Yusuf ile Musa arasında gönderilmiş bir resul bulamayacaklardır. Çünkü onlara göre de bu zaman aralığında hiç resul/nebi gelmemiştir.

Fakat Kur’an hem müktesebat ulemasını hem de Yahudileri yalanlamakta ve onların hilafına Yusuf ile Musa arasında gönderilmiş başka resullerden bahsetmektedir:

قُولُٓوا اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى وَع۪يسٰى وَمَٓا اُو۫تِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْۚ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْۘ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Bakara 2 / 136

«Biz, Allah’a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk» deyin.

Bu ayet kendilerine kitap indirilen yedi isim vermektedir:

  1. İbrahim
  2. İsmail
  3. İshak
  4. Ya’kup
  5. Esbat
  6. Musa
  7. İsa

Yukarıdaki mealin yazarları ‘esbat’ kelimesini meallerine hiç Türkçeye çevirmeden “esbat” diye çevirmişlerdir. Fakat bu meal yazarlarının aksine birçok meal yazarı kelimeyi şu şekillerde çevirmişlerdir:

Esbat……Yakup’un oğullarına (A. B. Gölpınarlı).

Esbat……Torunlarına (A. Bulaç).

Esbat…… Onların torunlarına (B. Bayraklı)

Esbat…… Yakup oğullarına (DİB yeni)

Esbat…… Esbat (TDV meali)

Esbat…… (Yakup’a ve) Torunlarına (E. Yüksel)

Esbat…… Esbat’a (Elmalılı orjinal)

Esbat…… (Yakup’a ve) Torunlarına (H. B. Çantay)

Esbat…… (Onların) Torunlar (ın)’a (M. Okuyan)

Esbat…… Onların soyundan gelenlere (M. Esed)

Esbat…… Onların (iman) soyundan gelen (nebi)’lere (M. İslamoğlu)

Esbat…… Sıbt (torun kabile)’lere (S. Ateş)

Esbat…… (Yakup’a ve) Torunlarına (S. Vakfı)

Ayette yalın olarak gelen الْاَسْبَاطِ (el-Esbat) kelimesi bu meallerin hepsinde kimisi parantez içinde de olsa bir izafet terkibi olarak meale yansıtılmıştır. Fakat böyle olmasına rağmen kimisi kelimeyi “onların torunları veya soyu” şeklinde çevirirken kimisi de “Yakup’un torunları veya soyu” şeklinde çevirmiştir. Kelimeyi ayette olmayan bir izafet terkibi ile veren bu meallerin hepsinin “torunlar veya soy” derken kastettikleri isimler Yakup’tan sonra gelen ve Kur’an’da kıssaları anlatılan resullerdir. Yani Musa ve sonrasındaki resullerdir. Bu durum, içinde ‘esbat’ kelimesinin geçtiği diğer ayetlerde de böyledir.

İsfahânî, ayette geçen الْاَسْبَاطِ (el-Esbat) kelimesinin “oğulların oğulları” anlamına geldiğini söylerken Zemahşerî Bakara 136. ayet bağlamında şunları demiştir:


الْاَسْبَاطِ (el-Esbat) kelimesi “torun” anlamına gelir. Mesela Hazret-i Hasan [v.49/669] ile Hazret-i Hüseyin [v.61/680] Peygamber (s.a.)’in iki torunu idiler. الْاَسْبَاطِ (el-Esbat) ise Hazret-i Ya‘kūb’un torunları, onun 12 oğlunun zürriyetleridir.

Fakat Zemahşerî’nin Yakup’un oğullarının zürriyeti ile Hasan ve Hüseyin’i aynı kelime ile açıklaması gariptir. Çünkü Hasan ve Hüseyin, Muhammed’in oğlunun veya oğullarının soyu değil, kızının soyudur. Bilindiği gibi anlatılan tarihe/rivayetlere göre Muhammed’in erkek çocuklarının hepsi daha çocukken vefat etmiştir. Nitekim Ahzab suresinin 40. ayetinde Muhammed’in erkek evladının olmadığı teyit edilmektedir. Bu durumda Yakup’un erkek evlatlarından olan torunları Muhammed’in kız çocuklarından olan torunlarla aynı değildir. Çünkü Kur’an’da “torun” anlamına gelen bir kelime daha kullanılmıştır.

وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجاً وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ بَن۪ينَ وَ حَفَدَةً وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِۜ اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَتِ اللّٰهِ هُمْ يَكْفُرُونَۙ
Nahl 16 / 72

Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar hâla bâtıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? (TDV meali).

Tefsir ve meal yazarlarının tamamı tek bir istisna dahi olmadan bu ayette geçen حَفَدَةً  (hafideten) kelimesine de “torunlar” anlamı vermişlerdir. Bu durumda onlara göre hem ‘esbat’ hem de ‘hafid’ kelimesi, aralarında en küçük bir nüans olmadan aynı anlama gelmiş olmaktadır. Bu arada حَفَدَةً  (hafideten) kelimesi kalıp olarak hem حفيد (hafidun) kelimesinin çoğuludur (torunlar), yani sonundaki kapalı ‘ta’ müenneslik ‘ta’sı değil çoğul için getirilen bir ‘ta’dır hem de tekil olarak “erkek çocuklardan olma kız torun” anlamına gelmektedir.

Bu kelimeler arasındaki farka birazdan bir daha değineceğiz ama biz ayette geçen ‘esbat’ kelimesine “Yakup’un oğullarının soyu” manası verilmesi durumunda ortaya çıkacak anlaşılmaz bir duruma daha dikkat çekmek istiyoruz. Bu noktada biraz önceki ayeti ve ayette geçen ‘esbat’ kelimesine verilen anlamları bir daha hatırlamamız gerekecektir:

قُولُٓوا اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى وَع۪يسٰى وَمَٓا اُو۫تِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْۚ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْۘ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Bakara 2 / 136

«Biz, Allah’a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk» deyin.

Esbat……Yakup’un oğullarına (A. B. Gölpınarlı).

Esbat……Torunlarına (A. Bulaç).

Esbat…… Onların torunlarına (B. Bayraklı)

Esbat…… Yakup oğullarına (DİB yeni)

Esbat…… Esbat (TDV meali)

Esbat…… (Yakup’a ve) Torunlarına (E. Yüksel)

Esbat…… Esbat’a (Elmalılı orijinal)

Esbat…… (Yakup’a ve) Torunlarına (H. B. Çantay)

Esbat…… (Onların) Torunlar (ın)’a (M. Okuyan)

Esbat…… Onların soyundan gelenlere (M. Esed)

Esbat…… Onların (iman) soyundan gelen (nebi)’lere (M. İslamoğlu)

Esbat…… Sıbt (torun kabile)’lere (S. Ateş)

Esbat…… (Yakup’a ve) Torunlarına (S. Vakfı)

Eğer ayette söylenen şey bu meal yazarlarının iddia ettiği gibi “İbrahim, İshak, Yakup ve onun on iki oğlunun soyuna indirilenlere iman edin” gibi bir şeyse bu durumda Yakup’un on iki oğlunun soyundan olanların her birine de kitap verilmiş olmaktadır ve bizim de onlara kesinlikle iman etmemiz gerekmektedir. Çünkü bu meallerden bu çıkmaktadır. Yok bundan kasıt Musa, Davut, Süleyman, İsa ve diğerleri ise onların isimleri zaten ayrıca sayılmaktadır.

Nisâ 4/163 
اِنَّٓا اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ كَمَٓا اَوْحَيْنَٓا اِلٰى نُوحٍ وَالنَّبِيّ۪نَ مِنْ بَعْدِه۪ۚ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَع۪يسٰى وَاَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهٰرُونَ وَسُلَيْمٰنَۚ وَاٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ زَبُوراًۚ

Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a, esbâta (torunlara), İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik (TDV meali).

Bu ayette ‘esbat’ kelimesinden önce beş resulün, ‘esbat’ kelimesinden sonra ise altı resulün ismi sayılmaktadır. Bu durumda ayette hiçbir izafet olmadan sadece “torunlar” denilirken kimin torunları ve kimler kastedilmektedir? Eğer bundan kasıt Yakup’un on iki oğlundan olan torunlar ise bunların hepsine vahyedilmiş demektir. Yok bundan kasıt “torunlar” dedikten sonra sayılan isimlerse isimleri sayılanların “torunlar” kelimesine izafe edileceğine veya o isimlerin “torunlar” kelimesinin açıklaması olduğuna dair ayette hiçbir delil yoktur. Bunun yanında tüm müfessirler Kur’an’da geçen ‘Beni İsrail’ tamlamasının “Yakup’un oğulları” anlamına geldiğini hep bir ağızdan dillendirmektedirler. Onlara göre ‘Beni İsrail’ kelimesi de Yakup’un on iki oğlunun soyundan gelenlere verilen isimdir. Bu durumda “torunlar” derken kastedilen Yakup’un on iki oğlunun zürriyeti ise Kur’an’da ‘esbat’ geçen kelimelerin yerine ‘Beni İsrail’ ifadesini koymak gerekecektir. Mesela içinde ‘esbat’ kelimesinin geçtiği aşağıdaki ayete, ‘esbat’ kelimesini kaldırıp ‘Beni İsrail’ yani Yakup’un on iki oğlunun zürriyetlerine verilen toplam ismi koyarak meal verelim ve karşımıza nasıl bir anlam çıkacağına bakalım:

Bakara 2/140 
اَمْ تَقُولُونَ اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطَ كَانُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ قُلْ ءَاَنْتُمْ اَعْلَمُ اَمِ اللّٰهُۜ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ  شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللّٰهِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve esbâtın Yahudi yahut Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir (TDV meali).

Bu ayetteki ‘esbat’ kelimesini kaldırıp yerine meal ve tefsir yazarlarının yine “Yakup’un on iki oğlunun zürriyetidir” dedikleri ‘Beni İsrail’ kelimesini koyduğumuzda şöyle olmaktadır:

Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Beni İsrail’in (Yakup’un torunlarının – Yakup’un on iki oğlunun zürriyetlerinin) Yahudi yahut Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?

‘Esbat’ kelimesine “Yakup’un on iki oğlunun soyudur” demek işte böylesi bir faciaya yol açmaktadır. Evet ‘esbat’ kelimesi “torunlar” anlamına gelmektedir ama bu torunlar Yakup’un on iki oğlundan olan torunlar değil, kız çocuklarından gelen torunlardır. Çünkü ‘esbat’ kelimesi “kız çocuklarından olma torunlar” anlamındadır. Hasan ve Hüseyin’e Muhammed’in ‘sıbt’ıdır denmesinin sebebi de budur çünkü her ikisi de kızından olma torunlardır.

Kur’an’da bunlara vahyedildiği söylendiğine göre ve yine kendisine kitap verilenlerin hepsi de erkek olduğuna göre bunların hepsi de kız çocuklarından olma erkek torunlardır. İşte Musa’dan önce ve Yusuf’tan sonraki zaman dilimi içinde gelenler de bunlardır. Hatta esbatın içinde Yusuf’un da olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Yusuf’un isminin geçtiği yerde ‘esbat’ kelimesi, ‘esbat’ kelimesinin geçtiği yerde de “Yusuf” ismi geçmemektedir (mesela bkz: En’âm 6/84).

Kimdir bunlar ve Kur’an’da kıssaları anlatılmış mıdır? Kesinlikle anlatılmıştır. Kehf suresine adını veren eshab-ı kehf kıssası işte onların kıssasıdır ve onlar kesinlikle Yusuf ile Musa arasında yaşamışlardır. İşte Musa kıssası bağlamında söylenen “nebileri öldürüyorlardı” ifadesinde bahse konu olan “nebiler” de bunlardır. Ayeti tekrar hatırlayalım:

وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نَصْبِرَ عَلٰى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ مِنْبَقْلِهَا وَقِثَّٓائِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَاۜ قَالَ اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذ۪ي هُوَ اَدْنٰى بِالَّذ۪ي هُوَ خَيْرٌۜ اِهْبِطُوامِصْرًا فَاِنَّ لَكُمْ مَا سَاَلْتُمْۜ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْكَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۟
Bakara 2 / 61

Hani siz (verilen nimetlere karşılık): Ey Musa! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın, dediniz. Musa ise: Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin için orada var, dedi. İşte (bu hadiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musibetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir (TDV meali).

Bu ayette söz konusu edilenler ‘Beni İsrail’in ta kendileridir. Unutmayalım ki bu ayette bahse konu olanlar Musa’yla birlikte Mısır’dan çıkanlardır. Kur’an’ın tamamında içlerinden pek azı istisna edilse de ‘Beni İsrail’ hiç iyi anılmaz. Başka çalışmalarımızda birçok kereler ‘İsrail’ kelimesinin Yakup’un lakabı olmadığını ve olmasının da mümkün olamayacağını çok farklı açılardan ortaya koymuştuk. Bu yüzden ‘Beni İsrail’ ifadesinin “Yakup’un zürriyeti” anlamına gelmediği üzerinde bu bağlamda bir daha durmayacağız. Evet ‘Beni İsrail’ eninde sonunda Yakup’a dayanmaktadır ama ‘İsrail’ Yakup değil, Yüce Allah’ın tertemiz ve tek dininden “Yahudilik” gibi sahte din üreten ve Mısır’daki Firavunluk sisteminin ağababası, Yakup’un en büyük oğlunun lakabıdır ve bu lakabı onlara Allah vermemiş, kendileri kendilerine uygun görmüşlerdir. ‘Beni İsrail’ ifadesi de kesinlikle “İsrail’in evlatları/oğulları” anlamında değil, “İsrail’in inşa ettikleri” yani “Onun inşası üzerine kalmaya devam edenler” anlamına gelmektedir. Ve bu sistem bizzat kendileri Firavun soyu olan ‘Beni İsrail’in hâlâ devam ettirdiği sistemdir.

Tam burada “sonra döneceğiz” diyerek bıraktığımız sorumuza geri dönelim. Eğer resuller/nebiler öldürülmüşse bunun iki sebebi vardır. Ya Yüce Allah bu nebilerin (sonsuz kere hâşâ) can güvenliğini sağlamamıştır ya da öldürülen nebiler Yüce Allah’ın koruması altından çıkacak hareketlerde bulunmuşlar demektir. Bu şıkların yanında bir üçüncü şık daha vardır. Ya da ayetlerde geçen يَقْتُلُونَ  (yaktulune) ifadesi “öldürmek” manasında değildir.

Kanaatimizce doğru olacak yaklaşım da bu sonuncu şık olmalıdır. Çünkü, Musa zamanında resulleri öldürmüş kişilere onlardan sonra da hem de arka arkaya resuller göndermek çok da tutarlı durmamaktadır. Bir resulün öldürülmesi, işlenebilecek en büyük kabahattir. Yüce Allah’ın, bu kabahati mütemadiyen işleyenlere, durmadan resul göndermesi çok da anlaşılır durmamaktadır. Kaldı ki Yüce Allah, resulleri koruyacağını bizzat kendisi vadetmektedir. Nuh’un, Hud’un, Salih’in, İbrahim’in, Lut’un kavimleri resul öldürmemişlerdir ama buna rağmen toptan yok edilmişlerdir. Eğer يَقْتُلُونَ  (yaktulune) ifadesine öldürmek manası verirsek bu durumda; ayette sayıları üçten fazla olan resulleri öldürenler hep aynı kişilerdir. Bunlar hem Yüce Allah’a isyan etmiş hem Yüce Allah’ın dininden sahte dinler üretmiş hem de resulleri öldürmüşlerdir ama hâlâ onlara resul gönderilmeye devam edilmiştir gibi bir sonuç çıkacaktır ki bu sonuç pek de anlaşılır bir sonuç değildir. Evet resuller öldürülmeye çalışılmıştır ama Yüce Allah’ın görevlisinin can güvenliğini sağlayan yine Yüce Allah’tır. Bizzat resullerin kendisi risalete ihanet etmedikleri müddetçe bu böyle olmak zorundadır. Öldürülme korkuyla kaçtığı yere gönderilen Musa’nın can güvenliği sağlayan Yüce Allah, diğer resullerinin de can güvenliğini kesinlikle sağlamıştır.

Kök harfleri ق ت ل olan يَقْتُلُونَ  (yaktulune) ifadesi sulasi mücerred kökünde: “Öldürmek, hakkından gelmek, vakıf olmak, incelemek” anlamlara gelmektedir. Bu kelimenin ksat ettiği anlamlar içinde soyut manada kullanıldığında “bir şeyi işlevsiz hâle getirmek” gibi bir manası da vardır. Mesela “katele’l vakte” ifadesi “zamanı öldürdü” anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi zaman kıyılabilecek bir cana sahip olmayan soyut bir kavramdır. Zamanı öldürmek demek, bir işlevi olması gereken zamanı işlevsiz bir şekilde harcamak anlamındadır. İsfahânî kelimenin öldürmek manasının şu şekilde kullanıldığından bahsetmektedir.

قَتْل kelimesinin asıl anlamı, tıpkı مَوْت gibi, cesetten ruhun çıkmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirenin fiili itibara alındığında قَتْل ; hayatın yok olması itibara alındığında ise مَوْت denir. Allah buyurur ki:

أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ : Şimdi o, ölür veya öldürülürse, siz gerisin geriye mi döneceksiniz? (3/Âl-i İmrân 144);

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ : Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü (8/Enfâl 17);

 قُتِلَ الْإِنْسَانُ مَا أَكْفَرَهُ : Canı çıksın o insanın, ne kadar da nankördür! (80/Abese 17). 

قُتِلَ الْخَرَّاصُونَ : Kahrolsun o koyu yalancılar! (51/Zâriyât 10).

Bazılarına göre âyette geçen قُتِل lafzı, sözü edilenlere bedduadır. Onun Allah’tan olması, ölümü meydana getirmesi anlamındadır.

 فَاقْتُلُواأَنْفُسَكُمْ : Nefislerinizi öldürün(2/Bakara 54).

Bazılarına göre bu âyet ifâdesinin anlamı şudur: “Bir kısmınız bir kısmınızı öldürsün.” Diğer bazılarına göre ise, nefislerin öldürülmesinden kasıt, şehvetleri bertaraf etmektir. Bu anlamdan mübalâğa yoluyla şu sözler istiâre edilmiştir:

قَتَلْتُ الْخَمْرَ بِالْمَاءِ : Şarabı su ile öldürdüm; bu sözü şaraba su kattığında söylersin.

Birini aşağıladığın zaman da şöyle dersin: قَتَلْتُ فُلاَنًا وَقَتَّلْتُهُ : Falan kişiyi öldürdüm/onu aşağıladım. Şiar de şöyle der: 

كَأَنَّ عَيْنَيَّ فِي غَرْبَىْ مُقَتَّلةٍ – 

Sanki iki gözüm, boyun eğdirilen/eğitilen devenin üzerindeki su ile dolu iki büyük kovanın içindedir. 

قَتَلْتُ كَذَا عِلْمًا : Falan şeyi ilim açısından öldürdüm/onu kesin bildim. Allah buyurur ki:

وَمَا قَتَلُوهُيَقِينًا : Onu yakînen öldürmediler(4/Nisâ 157); yani kesin bir şekilde onun çarmıha gerildiğini bilmediler.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Resullerin Öldürülmesi ve İsrail Tartışması

İsfahânî’nin bu açıklamalarına göre “şaraba su katmak” da “öldürmek” manasına gelmektedir. Şaraba su katıldığı zaman şarap ya şarap olma işlevini yitirecektir ya da şarap olma işlevini tam yerine getiremeyecektir. İşte bu durumda kelimenin anlamı “bir şeyi işlevsiz bırakmak, işlevini yerine getirmesin diye onu engellemek” şeklinde olmaktadır.

İşte tüm bu gerekçelere göre ve kanaatimizce Mâide 70. ayette geçen يَقْتُلُونَ  (yaktulune) ifadesine “öldürmek” değil de “işlevsiz hâle getirmek, işlevini yerine getirmesin diye onu engellemek” manasını vermek daha isabetli ve Kur’an bütünlüğüne daha uygun olacaktır.

لَقَدْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ رُسُلًاۜ كُلَّمَا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُهُمْۙ فَر۪يقًا كَذَّبُوا وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ
Mâide 5 / 70

Olması gerektiği gibi İsrail’in oğullarının misakına riayet etmiş ve onlara resuller göndermiştik. Her ne zaman bir resul onlara kişiliklerinin istemediği bir şeyle gelmişse, bir kısmını yalancı saymışlardır ya da bir kısmını da öldürüyorlar.

Olması gerektiği gibi İsrail’in oğullarının misakına riayet etmiş ve onlara resuller göndermiştik. Her ne zaman bir resul onlara kendi benliklerine uygun düşmeyen bir şeyle gelmişse, bir kısmını yalancı saymışlar ve bir kısmını da engelliyorlar.

Bu ayetle ve kendisinden sonraki şu ayetle ilgili şöylesi bir durum vardır. Bir sonraki ayetin ilk cümlesi bu ayetin son cümlesinin hal cümlesi olmaya daha uygundur.

وَحَسِبُٓوا اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ فَعَمُوا وَصَمُّوا ثُمَّ تَابَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ ثُمَّ عَمُوا وَصَمُّوا كَث۪يرٌ مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Mâide 5 / 71

Bu ayetin ilk cümlesini kendisinden önceki cümlenin hal cümlesi yaptığımızda şöyle olacaktır:

لَقَدْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ رُسُلًاۜ كُلَّمَا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُهُمْۙ فَر۪يقًا كَذَّبُوا وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ وَحَسِبُٓوا اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ فَعَمُوا وَصَمُّوا
Mâide 5 / 70

Olması gerektiği gibi İsrail’in oğullarının misakına riayet etmiş ve onlara resuller göndermiştik. Her ne zaman bir resul onlara kişiliklerinin istemediği bir şeyle gelmişse, bir kısmını yalancı saymışlardı, bir kısmını da öldürüyorlar.

Olması gerektiği gibi İsrail’in oğullarının misakına riayet etmiş ve onlara resuller göndermiştik. Her ne zaman bir resul onlara kendi benliklerine uygun düşmeyen bir şeyle gelmişse, bir kısmını yalancı saymışlar ve diğer bir kısmını da “bir sapıklık olmayacağını sandıkları için, kör ve sağır kesilerek görev yapamaz hâle getiriyorlar.

Pek tabidir ki böyle yapmamız birçoklarının kafasında haklı olarak şöyle bir sorunun oluşmasına neden olacaktır. İki ayet arasında böylesi bir cümle alışverişi neden gereklidir ve bunun gerekçesi nedir? Bu haklı soruyu şu şekilde cevaplayabiliriz:

Her şeyden önce elimizdeki Asım b. Behdele kıraatinde ayet bölünmelerinin nahiv veya anlamı öncelenerek değil de sadece kafiye uyumuna göre yapıldığına dair epey örnek vardır. Mesela her ikisi de tek bir cümle olan Felak ve Nas sureleri altı ayete bölünmüştür. Abese, Hâkka, Me’âric gibi birçok surede ise cümle yapıları ve kelimeler arasındaki isnat bağına hiç dikkat etmeden ayet bölünmeleri yapılmıştır. Ayet bölünmelerinin nahiv kuralları ve anlam öncelenerek yapılmadığına dair yüzlerce örnek getirmek mümkündür. Yani bu konuda Asım b. Behdele kıraatinin oldukça kabarık bir sabıkası vardır.

Fakat Asım b. Behdele kıraatinin böyle olması her gelenin kafasına göre ayet bölünmelerini belirleyeceği hakkını doğurmaz. Ayet bölünmelerinin nasıl olacağına dair çok kuvvetli nahiv ve anlam delilleri olması gerekmektedir. Cümlelerin yapısını sağlamlaştıran ve onları boşlukta yüzer hâle getirmeyen, yorumun kapısını açmayan, anlamda boşluklar oluşturmayan bir yapısı olması gerekmektedir. İşte bu temelden hareket ederek Mâide 71. ayete önce birkaç mealden bakalım:

وَحَسِبُٓوا اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ فَعَمُوا وَصَمُّوا ثُمَّ تَابَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ ثُمَّ عَمُوا وَصَمُّوا كَث۪يرٌ مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Mâide 5 / 71

Ali Bulaç Meali

Bir fitne olmayacak sandılar, körleştiler, sağırlaştılar. Sonra Allah, tevbelerini kabul etti, (yine) onlardan çoğunluğu körleştiler, sağırlaştılar. Allah yapmakta olduklarını görendir.

Bayraktar Bayraklı Meali

Bir fitne kopmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah onların tövbesini kabul etti. Sonra yine çokları kör ve sağır kesildiler. Allah yaptıklarını görüyor.

Diyanet Vakfı Meali

Bir belâ olmayacak zannettiler de kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Sonra içlerinden çoğu yine kör ve sağır oldu. Allah onların yaptıklarını görmektedir.

Mehmet Okuyan Meali

Bir [fitne] (imtihan) olmayacak sanmışlar da kör ve sağır kesilmişlerdi. Sonra Allah tevbelerini kabul etmişti; ardından içlerinden çoğu yine kör ve sağır kesilmişti. Allah onların yapmakta olduklarını görendir.

Buraya almadığımız meallerin hepsi bunlarla aşağı yukarı aynıdır. Bu meallerdeki ilk cümle “bir belâ olmayacak zannettiler de kör ve sağır kesildiler” şeklindedir. Böylesi bir meal verilen bu cümle “Bir fitne olmayacak zannettikleri şey nedir? Neye karşı kör ve sağır kesilmişlerdir?” şeklinde soruların oluşmasına neden olmaktadır. Bunun yanında cümlede bir ‘fa’ edatı vardır. Mutlaka bir işlevi olması gereken bu ‘fa’ edatı yukarıya aldığımız (ve almadığımız) meallerin hemen hepsinde meale hiç yansıtılmamıştır.

Bu meallerden oluşan boşluklar “Allah’ın ayetlerine kör ve sağır kesildiler” şeklinde dışarıdan yorumlarla doldurulabilir. Fakat önce boşlukları olan mealler verip daha sonra o boşlukları yorumla doldurmak, anlam olumlu bile olsa pek de etik olmayacaktır. Oysa ayetin öncesi ile olan bağları göz önüne alındığında dışarıdan taşınan yorumlar olmadan da ayette o manaların olduğu görülecektir.

Bir önceki ayette bir misak’tan bahsedilmiş ve tarafların bu misakın gerekliliklerini nasıl yerine getirdiklerinden haber verilmişti. Misak gereği peş peşe resuller gönderilmiş fakat misakın öteki tarafı gönderilen bu resullerin bir kısmını yalancı saymış veya yalana nispet etmiş diğer bir kısmını ise işlevsiz hâle getirmişlerdi. İşte bu ayetin başındaki ilk cümle ne yaparak, hangi tavrı takınarak resulleri işlevsiz hâle getirdiklerini açıklayan bir hal cümlesi olmaktadır. Resullere kör ve sağır kesilerek onları görev yapamaz hâle daha doğrusu boşa kürek çeker hâle getirmişlerdir. Unutulmamalıdır ki “sağır kesilmek” duyulan bir şeye karşı yapılır. Ayetlerin kendi sesi yoktur. Onları seslendirenler resullerdir. Sağır kesilebilecekleri tek kişi ayetleri onlara anlatan resullerdir. İşte böyle olunca kime karşı ve ne için sağır kesildikleri de anlaşılmış olmaktadır. İşte bu gerekçe ile Mâide 71. ayetin ilk cümlesinin kendisinden önceki cümlenin hal cümlesi olması daha uygundur.

O cümledeki اَلَّا (ella) edatı bir mastar edatı olan اَنْ (en) ve olumsuzluk anlamı veren لا (la) edatının birleşmesinden oluşmuştur.

اَنْ (en) edatı başına geldiği cümleyi mastara çevirip failine muzaf yapabilir veya tefsiriye yani sebep bildiren bir edat da olabilir. Cümledeki ف (fa) edatı ise akıbet yani sonuç ‘fa’sı da olabilir, sebebiyet ‘fa’sı da olabilir. Sebebiyet ‘fa’sı olması durumunda kendisinden önceki cümle kendisinden sonraki cümlenin sebebi olur. Bunun tersi olarak “zira, çünkü” anlamı veren ve adına taliliye ‘fa’sı denilen bir ‘fa’ olması da mümkündür. Bu durumda kendisinden sonraki cümle kendisinden öncekinin sebebi olur.

Bu arada cümlenin başındaki حَسِبُٓوا (hasibu) fiili üzerinde de durmak gereklidir. Zira bu kelimenin “sanmak, zannetmek” gibi soyut anlamlar alabilmesi için müpteda-haber olabilecek iki tane mefulü olması gerekmektedir. Oysa cümlede sadece bir tane meful vardır. Bu durumda eğer kelimenin bir tane mefulü varsa kelimenin anlamı “sanmak, zannetmek” değil “hesap etmek, hesaplamak, bir şeyi planlayarak düşünmek, göz önünde bulundurmak” olacaktır. İşte bu anlamlardan hangisinin olacağını اَنْ (en) edatı belirleyecektir. Zira bu edatının mastariye edatı olarak alınması durumunda mastar hâline getirdiği cümle ‘hasibu’ kelimesinin “sanmak” anlamına gelmesini sağlayacaktır. Çünkü ef’alu kulub fiillerde bir edatla mastara dönüşen kelimeler iki tane meful yerine geçmektedirler. Buna mukabil olarak اَنْ (en) edatının sebebiyet bildiren bir edat olması durumunda ‘hasibu’ kelimesi ef’alu kulub olmayacak ve anlamı yukarıda belirttiğimiz gibi olacaktır. Bu durum manaya şöyle yansıyacaktır:

وَحَسِبُٓوا اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ……Bir fitne olmamasını zannettiler.

Meal ve tefsirlerde bu cümle genelde şu şekillerde geçmiştir:

Bir fitne olmayacak sandılar…………………………………….(A. Bulaç)

Bir fitne kopmayacak sandılar………………………………….(B. Bayraklı)

Bir belâ olmayacak zannettiler…………………………………..(TDV)

Test edilmeyeceklerini sandılar………………………………….(E.Yüksel)

Bir [fitne] (imtihan) olmayacak sanmışlar…………………..(M. Okuyan)

Zira kendilerine bir belâ gelmeyeceğini sanarak……………(M. İslamoğlu)

Bir fitne kopmayacak sandılar…………………………………….(S. Ateş)

(Not: Bu meallerdeki “kendilerine bir bela gelmeyeceğini” şeklindeki mealler zaten sorunludur. Çünkü cümlede “kendilerine ve gelmek” manası verebileceğimiz kelimeler yoktur. Bunun yanında “edilmeyeceklerini” şeklinde meçhul ve izafetli mana verebileceğimiz bir kelime de yoktur.)

Bu meal yazarları ve diğerleri cümlede geçen حَسِبُٓوا (hasibu) fiiline ef’alu kulub olarak “sanmak, zannetmek” manası vermişlerdir. Ama bu manayı vermeleri durumunda kendisinden sonra sonunda “-cak” eki ekledikleri cümlenin mastara dönüşmesi gerekirdi. Yani اَلَّا (ella) edatıyla başlayan cümledeki تَكُونَ (tekune) ifadesine “olmayacak, gelmeyecek, kopmayacak” şeklinde gelecek zaman (muzari) fiil manası vermemeleri hatta tam tersi kelimeyi mastara çevirip zamanla alâkasını kesmeleri gerekirdi. Hem cümlenin başındaki حَسِبُٓوا (hasibu) kelimesini efalu kulub yerine koyarak mana vermek hem de cümlenin tek mefulünü mastara çevirmemek nahiv kurallarına aykırıdır.

Tekrar olacak ama bir daha açıklayalım. Ayetin başında gelen حَسِبُٓوا (hasibu) kelimesi hem normal fiil hem de müpteda-haberden oluşan isim cümlesinin başına gelip soyut anlam veren “efalu kulub” olması mümkündür. Kelimenin efalu kulub olmayan anlamı “hesap etmek, göz önüne almak, planlayarak düşünmek” şeklindeyken, efalu kulub olan anlamı “sanmak, zannetmek” şeklindir. Kelimenin “sanmak, zannetmek” anlamına gelebilmesi için müpteda-haber olacak iki tane mefulü olması gerekmektedir. Fakat cümlede bir tane meful vardır. Eğer efalu kulub olan kelimeden sonra gelen kelimeler ve cümleler bir edatla mastara çevrilirlerse bu durumda o mastara çevrilmiş kelime edatla birlikte iki meful sayılır ve ‘hasibu’ kelimesine “sanmak, zannetmek” manası verilebilir. Fakat yukarıya aldığımız ve almadığımız diğer mealler ‘hasibu’ kelimesine “sanmak, zannetmek” manası vermişler ama kendisinden sonraki cümleyi mastara çevirmemiş hatta ‘hasibu’ kelimesine “sanmak, zannetmek” manası verdiren mastar edatı olan اَنْ (en) ve olumsuzluk anlamı veren لا (la) edatının birleşmesinden meydana gelen kelimedeki اَنْ (en) edatını hiç görmemişlerdir. Oysa bu mastar edatını yok saymaları durumunda ‘hasibu’ fiiline “sanmak, zannetmek” manası vermeleri hiçbir şekilde doğru olmayacaktır.

Ayetteki حَسِبُٓوا (hasibu) kelimesine “sanmak, zannetmek” anlamı vermenin tek yolu اَنْ (en) edatının mastar edatı olarak alınmasıdır. Edatın bu kullanımına “nasp edatı” da denir. Bu kullanımla ilgili kurallar şu şekildedir:

Edatın bu türü fiillerden önce gelir. Kendisinden sonra gelen fiil muzari ise sonunu nasbeder. Mazi veya emir fiiller gelmesi hâlinde ise mebni olduklarından, onlar üzerinde hareke etkisi yoktur. Edattan sonra gelen fiilin zamanı ne olursa olsun onu mastara çevirir. Yani ister mazi, ister muzari, isterse emir gelsin bu fiilerin anlamlarını mastara çevirir. Bilindiği gibi isimlerde zaman anlamı yoktur. Mastarlar da isim olduklarından, zaman ifadesi taşımazlar. Bu durumu izah etmek için, edat ve önündeki fiilin yerine mastarı koymamız yetişir. Cümlede anlam yönünden bir değişiklik olmadığını görürüz. Yapılan bu işleme fiili mastara çevirme anlamına gelen “tevil-i mastar” denir.

(H.Akdağ / Edatlar)

İşte cümlenin başındaki حَسِبُٓوا (hasibu) kelimesine “sanmak, zannetmek” anlamı vermenin tek yolu, fiilden sonraki edatın mastar edatı olarak alınması ve cümlenin “zaman” mefhumundan soyutlanarak mastara çevrilmesidir. Ama meallerin hiçbiri bunu görmemiştir.

Bütün bunlara göz yumulsa bile yukarıdaki mealin ve diğerlerinin cümlenin tamamına verdikleri manadan, ortaya anlaşılması mümkün olmayan ve hatta biraz düşünülürse Yüce Allah için (sonsuz kere hâşâ) çelişki olabilecek bir durum ortaya çıkmaktadır. Neyi kastettiğimizin anlaşılması için yine birkaç meali örnek getirelim:

Ali Bulaç Meal

Bir fitne olmayacak sandılar, körleştiler, sağırlaştılar. Sonra Allah, tevbelerini kabul etti, (yine) onlardan çoğunluğu körleştiler, sağırlaştılar. Allah yapmakta olduklarını görendir.

Bayraktar Bayraklı Meali

Bir fitne kopmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah onların tövbesini kabul etti. Sonra yine çokları kör ve sağır kesildiler. Allah yaptıklarını görüyor.

Diyanet Vakfı Meali

Bir belâ olmayacak zannettiler de kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Sonra içlerinden çoğu yine kör ve sağır oldu. Allah onların yaptıklarını görmektedir.

Mehmet Okuyan Meali

Bir [fitne] (imtihan) olmayacak sanmışlar da kör ve sağır kesilmişlerdi. Sonra Allah tevbelerini kabul etmişti; ardından içlerinden çoğu yine kör ve sağır kesilmişti. Allah onların yapmakta olduklarını görendir.

Süleyman Ateş Meali

Bir fitne kopmayacak sandılar, kör oldular, sağır kesildiler. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine çokları kör, sağır kesildiler. Allah yaptıklarını görüyor.

Bu meal yazarlarının hepsi meallerinde bu ayette bahse konu edinilen bu kişilerin bir ayet önce resullerden bir kısmını yalancılıkla suçladıklarını, diğer bir kısmını ise öldürdüklerini belirtmişlerdir. Şimdi bu adamlar hem resulleri yalancılıkla suçluyorlar hem öldürüyorlar hem kör ve sağır kesiliyorlar ama sonra Allah bunların tövbelerini kabul ediyor ve bunlar yine kör ve sağır kesiliyorlar.

Kur’an’da anlatılan diğer resul kıssalarında; Nuh, Hud, Salih, Lut kavimlerinin yok edilmeleri için (herhangi bir resul öldürmedikleri halde) sadece resulü yalanlamış olmaları, ona kulak asmamış olmaları yetmişti. Ama ‘Beni İsrail’ önce resulleri yalancı sayıyor, resullerden bir fırkayı öldürüyor, yetmiyor bir de kör ve sağır kesiliyorlar, bütün bunların üstüne Allah onları affediyor ama bunlar buna rağmen bir daha kör ve sağır kesiliyorlar ve Allah onları hâlâ yok etmiyor ve İsa da dahil olmak kaydıyla hâlâ onlara resul göndermeye devam ediyor. Üstelik bu adamlar o kadar beyinsiz ki resullerden bir fırkayı yalanlamalarına ve resullerden bir fırkayı öldürmelerine rağmen başlarına bir bela gelmeyeceğini zannederek kör ve sağır kesiliyorlar. Resulleri öldürmenin nasıl bir sonuca çıkacağını bilmeyen bu adamlara ısrarla resul göndermek de neyin nesidir? Resulleri öldürmenin hiçbir fitne koparmayacağını zanneden bu adamlara ardı ardına bu kadar resul göndermek de neyin nesidir?

Kur’an’da anlatılan ‘Beni İsrail’ kıssalarının tamamında onların kendilerine gelen resullerden herhangi birine gerektiği gibi değer verip gönüllerinden gele gele onun izinden gittiklerine, Yüce Allah’tan aldıkları ayetlere gönüllerinden gele gele iman ettiklerine dair tek bir anlatım dahi yoktur. Sadece Musa bağlamında bile ve Mısır’dan çıktıktan sonra,Yüce Allah’ın onlara şart koştuğu ‘Mukaddes’ yere girene kadar yaptıkları, taşları çatlatacak derece aşağılık davranışlardır. Bunlar denizin yarılması gibi akıl almaz bir mucizeyi ve o denizden geçmeye çalışan “yıkılmaz, alt edilemez, baş edilemez, kimse onu yenemez” dedikleri Firavun ve ordusunun boğuluşunu gözleriyle gördükten sonra Musa’ya “Biz bir tek yemeğe tahammül edemeyiz, hani nerde soğan, sarımsak, mercimek?” diyen adamlardır. Bunlar denizden geçer geçmez gördükleri bir kavme özenerek, Mısır’da yıllarca “tevhid” mücadelesi vermiş Musa’ya “Şunların ilahı gibi bir ilah yap!” diyen kişilerdir. Bunlar sefilliğin dibini bularak, birlikte onca badire atlattıkları Musa’ya “Sen bize Allah’ı açıkça göstermedikçe sana asla inanmayacağız!” diyen kişilerdir. Bunlar işte böyle dedikten sonra öldürülen ve diriltilen kişilerdir. Bunlar tepelerinde Tur dağı, korkudan tir tir titreyerek Allah’a sadık kalacaklarına dâir yemin üstüne yeminler ettikten sonra sözlerinden dönen kişilerdir. Bunlar Musa’nın dağa gitmesini fırsat bilerek Samiri’nin buzağısını ilah edinen kişilerdir. Bunlar ‘Mukaddes’ yere geldiklerinde Musa’ya hem de kaç tane tekit ifadesi kullanarak “Sen ve rabbin gidin savaşın; biz o kavim orada olduğu müddetçe asla, ebediyen oraya girmeyeceğiz!” diyen kişilerdir.

Yüce Allah’ın bunların kökünü kurutması için daha kaç tane resul öldürmeleri, daha kaç resule “yalancı” demeleri gerekmektedir. Allah’ın kitabına denk kitaplar yazan bunlardır, Yüce Allah için “Allah’ın eli sıkıdır” iftirasını atan, kitabını gizleyen, o kitaba insan sözü karıştıran, sözü söylenenden başka şekle sokan, kelimeleri yerlerinden eden, “‘İşittik ve isyan ettik, kalplerimiz örtülüdür, müşrikler iman edenlerden daha doğru yoldadır, önce iman ettik sonra isyan ettik’ deyin ki müminlerin kafası karışsın” diyenler de işte bunlardır. Bütün bunların üstüne kör ve sağır kesilenler de onlardır ama Yüce Allah sadece onların tövbesini kabul etmiştir. Etmesine etmiştir de ne olmuştur sonra, yine kör ve sağır kesilmişlerdir. Bu durumda şu soru istesek de istemesek de bütün zorluğuyla gelip karşımıza dikilecektir. Yüce Allah açısından; işlenebilecek her türlü ahlaksızlığı ve şirki işlemiş olmalarına rağmen bu İsrail oğullarını vazgeçilmez kılan şey nedir? Yüce Allah, sadece resulleri yalanlayan ama onları öldürmeyen diğer kavimleri yok edip izlerini silerken bunlar resul üstüne resul öldürmüş ama Yüce Allah hâlâ onlara resul göndermekte ısrar etmektedir. Yüce Allah’ın sonsuz merhametine sığınarak, (sonsuz kere sonsuz defa hâşâ diyerek) Yüce Allah’ın lanetlediği bu İsrail oğullarına bu kadar çok tolerans göstermesi nedir? Bu konu nasıl anlaşılmalıdır?

Bu soruları sorduğumuz için bile dilimiz kurusun, ellerimiz taş kesilsin, aklımız yok olsun ama bu soruları bize sordurtan şey Yüce Allah’ın tertemiz ayetleri değil, o ayetlere Allah’ın lanetlediği Yahudi kafası ile güya açıklama getirenlerdir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir ayet önceki وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ (feriqan yaktulun) ifadesine “resullerden bir kısmını öldürüyorlar” manası verilmesi durumunda işte “dilimiz kurusun” dediğimiz bu soruların da cevaplanması gerekmektedir. Bırakın bir grup resulü tek bir resulün canına kıymanın nasıl bir sonuç doğuracağını hesap edemeyip kör ve sağır kesilenlere resul üstüne resul gönderilmesinin Kur’an’dan bir açıklamasının getirilmesi gerekmektedir.

Yüce Allah’ın tüm isimlerine yemin ederim ki eğer İsrail oğulları tek bir resulün canına kıymış olsalardı onlardan geriye tıpkı Nuh, Ad, Semud kavimleri gibi haklarında insanların uydurduğu efsanelerden başka bir şey kalmazdı. Bu meal ve tefsir yazarları Yüce Allah’ın bir resulünü öldürmenin affedilebilecek kadar küçük günahlardan biri olduğunu mu zannediyorlar ki resul üstüne resul öldürmelerine rağmen Allah’ın onları affedebileceğini akıllarına sığdırabiliyorlar? Onlar resulleri saçı-sakalı öpülecek, terliği-hırkası teberrük edilecek ritüel nesnesi olarak mı görüyorlar?

Hepsi de meallerinde ayetin ilk cümlesini “bir [fitne] (imtihan) olmayacak sanmışlar” şeklinde çevirmişti. Peki Kur’an’da resul öldürdüklerinden dolayı başlarına bir şey geldiklerine dair bir şey anlatılmakta mıdır? Hayır, anlatılmamaktadır. Öyleyse bu durum adamların fitne olmayacak sandıkları şeyin gerçekten de fitne olmadığı anlamına gelmeyecek midir? Ne gariptir ki (meallere göre) resullerden bir fırka öldürmüşlerdir ama resulleri öldüren katillerin isimleri (Beni İsrail) Kur’an’da tam 41 defa geçmektedir ama öldürülen resullerden tek bir tanesinin bile ne isminden ne de niçin ve nasıl öldürdüğünden bahsedilmektedir. Ne yani resullerin öldürülmesi, üzerinde durulması gereksiz ve bahsedilmeye değmeyecek kadar önemsiz bir konu mudur? İsrail oğullarının soğan, sarımsak, mercimek istekleri bahse değer bir konudur da birçok resulleri öldürmüş olmaları bahse değer bir konu değil midir? İsrail oğullarının bir inek kesmemek için çevirdikleri dümenler bahse değer konudur da birçok resulü katletmiş olmaları bahse değer bir konu değil midir?

Öte yandan eğer Kur’an, İsrail oğullarına resulleri öldürmek gibi varlıklarının temellerini sarsacak büyüklükte bir suç atfediyor ve bununla ilgili tek bir olay anlatmıyor ve ispatlamıyorsa bu, her türlü dümeni çevirmeyi maharet sayan İsrail oğullarının itirazına sebep olmayacak mıdır? Elbette olacaktır ve olmuştur da. Müfessirlerin önce gelenlerinden biri olan İbn-i Kesir, Musa kıssası bağlamında geçen Bakara 61. ayetteki ve “haksız yere nebileri öldürürlerdi” anlamını verdiği يَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ bu ifadenin tefsirinde şunları söylemiştir:

Ebu Davud el-Teyâlisî der ki: «Bize Şu’be, A’meş’den, o da Abdul­lah İbn Mes’ûd’dan nakletti ki o şöyle demiş: İsrâiloğulları bir günde üçyüz peygamber öldürüyor, sonra da günün sonunda sebze pazarla­rını kuruyorlardı. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Abdüssamed. Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Kıyamet gününde azâb bakımından insanların en ağır olanları bir pey­gamberin onu öldürdüğü veya bir peygamberi öldüren kişidir. Bir de dalâlet önderleriyle temsilcilerden bir temsilcidir.

(İbn-i Kesir / Hadislerle Kur’an Tefsiri)

Eğer bu rivayetin üç yüzde biri doğruysa ve hakikaten ‘Beni İsrail’ bir günde üç yüz resul öldürüp sonra o günün akşamında resulleri öldürmelerini umursamayarak sebze pazarları kuruyorlarsa bu onların değil (hâşâ) Yüce Allah’ın kendi görevlendirdiği resullerin öldürülmesini umursamadığı anlamına gelmeyecek midir?

Gereğinden fazla uzattığımız sözü daha fazla uzatmanın bir gereği yoktur. Bizim kanaatimize ve “Kur’an sadece Kur’an ile anlaşılır” prensibine göre vardığımız sonuç şudur: Mâide suresi 70. ayette geçen وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ (feriqan yaktulune) ifadesi “resullerden bir fırkayı öldürüyorlar” anlamında değil, “resullerden bir fırkayı etkisizleştiriyorlar / görev yapamaz hâle getiriyorlar / işlevsiz bırakıyorlar” anlamına gelmektedir.

لَقَدْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ رُسُلًاۜ كُلَّمَا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُهُمْۙ فَر۪يقًا كَذَّبُوا وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ وَحَسِبُٓوا اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ فَعَمُوا وَصَمُّوا
Mâide 5 / 70

Olması gerektiği gibi, İsrail’in oğullarının misakına riayet etmiş ve onlara resuller göndermiştik. Her ne zaman bir resul onlara kendi benliklerine uygun düşmeyen bir şeyle gelmişse, bir kısmını yalanlamış ve diğer bir kısmını da en küçük bir fikir değişikliği olmamasını inceden inceye hesap edip, kör ve sağır kesilerek etkisiz hâle getiriyorlardı.

(*) فِتْنَةٌ (Fitnetun): Bu kelime mastardır. Bu kelimenin iki kök anlamı ve her iki kökün de farklı mastarları vardır. Bunun yanında isim olarak kullanımı vardır ve onlar şu şekildedir:

  1. “Cezbetmek, hoşuna gitmek, kendisine çekmek, şaşırtmak, baştan çıkarmak, bir şeyin kıymetini anlamak için ayrıştırmak, eritmek, denemek, alıkoymak” anlamlarına gelen fiilin kökü ve mastarı şu şekildedir. فَتَنَ – فَتْنًا – فُتُونًا
  2. “Görüşünden vazgeçirmek için şiddet uygulamak, denemek için zor bir şeyle imtihana tabi tutmak” anlamlarına gelen fiilin kökü ve mastarı şu şekildedir: فَتَنَ – فِتْنَةً
  3. İsim olarak “Fitne. Nifak. Bozgunculuk. Sapıklık. Deneme. Denenme. Denenme için başa gelen bela ve sıkıntı. Azap. Hayranlık. Beğeni.”

فِتْنَةٌ (Fitnetun): Verdiğimiz mealdeki “en küçük” ifadesinin gerekçesi şudur: Görüldüğü üzere kelime hem nekre hem de tenvinlidir. Bir kelimeye tenvin konmasının birçok sebebi vardır. Bu sebeplerden en yaygın olarak kullanılanı, tenvinin hazfedilmiş bir kelimenin yerine gelmiş olmasıdır. Diğer bir tanesi ise ‘kıllet’ yani “azlık” belirtmek içindir. ‘Fitne’ kelimesinin geçtiği cümle bir nakıs fiil (kane) ile kurulmuştur. Bilindiği gibi ‘kane’ fiili isim cümlesinin başına gelmekte ve isim cümlesini yeniden düzenleyerek cümleyi ‘kane’nin ismi ve ‘kane’nin haberi şekline getirmektedir. اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ cümlesinde merfu olduğu için فِتْنَةٌ kelimesi ‘kane’nin ismidir. Fakat cümlede ‘kane’nin haberi yoktur yani hazfedilmiştir. Bu durumda “tenvin işte bu hazfedilmiş kelimeyi belirtmek yani orada hazfedilmiş bir kelime olduğunu göstermek için getirilmiştir” dememizde bir sorun kalmamaktadır. Hazfedilen kelimeyi tespit edebilmek için cümlenin bağlamına bakmak şarttır. اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ bu cümlenin anlamı “bir cazibe olmaması için” şeklindedir. “Kim için cazibe olmamasını inceden inceye hesap ettiler?” şeklinde bir soru sorduğumuzda alacağımız cevap “kendileri için” şeklinde olacaktır. Bu durumda اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ cümlesine “kendileri için en küçük bir cazibe olmaması için” şeklinde olacaktır.

لَقَدْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ رُسُلًاۜ كُلَّمَا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُهُمْۙ فَر۪يقًا كَذَّبُوا وَفَر۪يقًا يَقْتُلُونَ وَحَسِبُٓوا اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ فَعَمُوا وَصَمُّوا
Mâide 5 / 70

Olması gerektiği gibi İsrail’in oğullarının misakına riayet etmiş ve onlara resuller göndermiştik. Her ne zaman bir resul onlara kendi benliklerine uygun düşmeyen bir şeyle gelmişse, bir kısmını yalanlamış ve diğer bir kısmını da; kendilerine en küçük bir beğeni olmaması için, inceden inceye hesap edip görmezden ve duymazdan gelerek (kör ve sağır kesilerek) etkisiz hâle getiriyorlar.

(Bilmeyerek yaptığımız yanlışlardan dolayı Yüce Allah’tan af ve mağfiret dileniyorum. Onun tertemiz sözlerine leke sürmekten Allah’a sığınıyorum). El-Hamdulillahi Rabbil Alemin.

وَحَسِبُٓوا اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ فَعَمُوا وَصَمُّوا ثُمَّ تَابَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ ثُمَّ عَمُوا وَصَمُّوا كَث۪يرٌ مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Mâide 5 / 71

Sonra Allah tevbelerini kabul etti sona yine de onlardan birçoğu kör ve sağır kesildi. Allah yaptıklarını görüp önlem almaktadır.

(*) وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ (va(A)llâhu basîrun bimâ ya’melûn(e)): Meal ve tefsirlerde bu cümleye düz bir çeviri ile “Allah yaptıklarını görendir” şeklinde mana verilmiştir. Fakat بِمَا (bima) ifadesinin başında bir harf-i cer olduğu için mübalağa ile ism-i fail kalıbında bir şibh-i fiil olan بَص۪يرٌ (basirun) cümlesi fiil olarak etmek zorundadır. Kur’an’da görmek ile ilgili hem رَاىhem de بَصَرَ kelimeleri kullanılmaktadır. ‘Rae’ fiili ne isim ne mastar ne de fiil olarak Yüce Allah’a atfen hiç kullanılmamaktadır. Bunun sebebi, bu fiil için mutlaka görme organı olan gözlere sahip olunması gerektiğidir. Buna mukabil, بَصَرَ (basar) kelimesi hem fiil hem isim hem mastar hem şibh-i fiil olarak Yüce Allah’a atfen pek çok kereler kullanılmıştır. Hatta diyebiliriz ki bu kelime Kur’an’da en fazla Allah için kullanılmıştır. Bunun sebebi bu kelimenin ifade ettiği göz ile görme anlamının yanında göz olmadan bazı şeyleri anlama, bilme anlamının da olmasıdır. İsfahânî ‘basiret’ kelimesinin anlamını “kalbin anlamayı sağlayan kuvveti” şeklinde tarif ettikten sonra ‘ebsera’ kelimesinin göz ile görmeyi, beşinci babtan bir fiil olarak بَصُرَ kökünden gelen ‘ebsura’ kelimesinin ise “kalp ile görmeyi” ifade ettiğini söylemektedir.

Türk Dil Kurumu Güncel Sözlüğü’nde “basiret” kelimesinin: “Gerçekleri yanılmadan görebilme yeteneği, uzağı görüş, seziş, anlayış, kavrayış, sağgörü, vizyon” anlamında olduğu söylenmiştir. Bu tariflerin hepsi kelimenin ön plana çıkan anlamının “uzak görüşlü olmak” şeklinde olduğunu göstermektedir. Uzak görüşlü olmak ise “olayların gidişatını göz önünde bulundurarak, ilerisinde ne olabileceğini anlayıp ona göre davranmak” anlamına gelmektedir. Bir kimsenin ileride olanları sezmesi ama buna karşı hiçbir önlem almaması zaten basiret olarak adlandırılmayacaktır. Mealdeki “görüp önlem almaktadır” ifadesinin gerekçesi budur.

لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْمَس۪يحُ ابْنُ مَرْيَمَۜ وَقَالَ الْمَس۪يحُ يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۜ اِنَّهُ مَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللّٰهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوٰيهُ النَّارُۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ
Mâide 5 / 72

Şu kesindir ki, Allah, Meryem oğlu Mesih’in ta kendisidir diyenler kesinlikle kafir olmuşlar demektir. Oysa Mesih; “Ey İsrail’in oğulları! Rabbim ve rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa, Allah ona cenneti haram etmiş ve onun varacağı en son yer o ateştir” demektedir. Ensar’dan hiç kimse zalimler için (yardımda) bulunmaz.

(*)مِنْ اَنْصَارٍ (min ensâr(in)): Düz bir çeviri ile “kurtarıcılardan hiç kimse, yardımcılardan hiç kimse” anlamına gelen bu ifade ile İsa’nın izinden gittiğini iddia edenlere verilen النَّصَارٰى (en-Nasara) kelimesinin aynı kökten türemiş olması ve bu kelimeyi bizzat İsa’nın sarf etmiş olması dikkat çekicidir.

لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ ثَالِثُ ثَلٰثَةٍۢ وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّٓا اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ وَاِنْ لَمْ يَنْتَهُوا عَمَّا يَقُولُونَ لَيَمَسَّنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Mâide 5 / 73

Benzersiz olan ilahtan başka herhangi bir ilah olmamasına rağmen, “şu kesin ki Allah, üçten üçtür” diyenler de kesinlikle kafir olmuşlar demektir. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, elbette onlardan (onlar yüzünden) kafirlik edenlere (de), elim bir azap ulaşacak.

(*) ثَالِثُ ثَلٰثَةٍۢ (śâliśu śelâśe(tin)): Bu ifade “üçün üçü” veya “üçten üçüncü olan” veya “üçten biri” veya “ikiyi üç yapan” anlamına gelebilmektedir. Burada kastedilen şeyin, sayı olarak 3/3 veya 3/1 veya 2+1=3 anlamında olmadığı açıktır. Burada bir hazf olduğu da açıktır. Bu durumda anlamın “üç kişiden üçüncü olan” veya “üç kişiden biri” veya “iki kişiyi üç yapan kişi” şeklinde olması gerekmektedir. Fakat burada “üç kişinin üçü de Allah’tır” anlamı da vardır. Bu cümlelerde kast olunan anlamın Hıristiyanların “baba, oğul, kutsal ruh” üçlemesi olduğu, açıklamaya gerek olmayacak kadar nettir. Hıristiyanların nitelemelerinde (iftiralarında demek daha doğrudur) (hâşâ) Allah, üç farklı şekilde tecelli etmektedir. Onlara göre aslında üç kişi yoktur. Baba, oğul ve kutsal ruh olarak nitelenen şeyler aslında üç farklı kişilik değil, tek bir kişinin üç farklı tecellisidir. Bu yüzden üçü de (hâşâ) Allah olmaktadır. Fakat Allah baba olarak tecelli ettiğinde de oğul olarak tecelli ettiğinde de kutsal ruh olarak tecelli ettiğinde de aslında zaten hep kendisidir. Yani baba olduğunda oğuldan ve kutsal ruhtan, oğul olduğunda baba ve kutsal ruhtan, kutsal ruh olduğunda baba ve oğuldan habersiz veya onlardan uzak değildir çünkü zaten aslında hep kendisidir.

Ayette nekre bir isim tamlaması olarak geçen ثَالِثُ ثَلٰثَةٍۢ (śâliśu śelâśe(tin)) bu ifade, nekre olmasından dolayı aradaki harf-i cer’in ‘min’ olduğunu göz önüne aldığımızdan “üçten üçü” şeklinde bir mana verilmesi daha doğru olacaktır. Bu da hâşâ Yüce Allah’ın üç kişiden teşekkül ettiği anlamını vermektedir. Çünkü nekre isim tamlamaları tahsis içindir. Yani muzafın neyden yapıldığını veya neyden oluştuğunu bildirmektedir. İşte bizim cümleye “üçten üçtür” manası vermemizin gerekçesi de budur.

(*) لَيَمَسَّنَّ (leyemessenne): Bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir. “Dokunmak, temas etmek, ellemek, ulaşmak.”

اَفَلَا يَتُوبُونَ اِلَى اللّٰهِ وَيَسْتَغْفِرُونَهُۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Mâide 5 / 74

Allah, ğafur ve rahim’ken, Allah’a dönmeleri ve ona istiğfar etmeleri gerekmez mi?

مَا الْمَس۪يحُ ابْنُ مَرْيَمَ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُۜ وَاُمُّهُ صِدّ۪يقَةٌۜ كَانَا يَأْكُلَانِ الطَّعَامَۜ اُنْظُرْ كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمُ الْاٰيَاتِ ثُمَّ انْظُرْ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Mâide 5 / 75

Meryem’in oğlu Mesih, kendisinden önce resuller gelip geçmiş, annesi sıddık olan ve annesi de kendisi de yemek yiyen bir resulden başka bir şey değildir. Önce ayetlerimizi onlar için nasıl açıkladığımızı anla, sonra da nasıl hakikatten sapıklığa döndürüldüklerini araştır.

(*) Mealde “önce” şeklinde belirttiğimiz kelimenin gerekçesi ‘sümme’ edatıdır. Bu edat kendisinden önceki cümle ile kendisinden sonraki cümle arasında bir öncelik-sonralık ilişkisi kuran bir bağlaçtır.

(*) اَنّٰى (ennâ): Bu edatın soru ve şart edatı olarak iki türlü kullanılış vardır. Soru edatı olarak kullanıldığı zaman anlamı “ne zaman ve nasıl” demektir. Buradaki kullanımında herhangi bir cevap cümlesi olmadığı için soru edatı olarak kullanıldığı açıktır.

(*) يُؤْفَكُونَ (yu/fekûn(e)): Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesinin Mushaf sıralamasında geçtiği ilk yer burasıdır. Kelime, cemi-müzekker-meçhul-muzari bir fiil olarak geçmektedir. Çalışmanın başında İsfahânî’den yaptığımız uzunca alıntıda kelimenin anlamı için kısaca; “إِفْك kelimesi, olması gereken şekilden başka bir şekle giren, yüzünü değiştiren her şeydir” tarifini getirdiğini aktarmıştık. Kelime burada da tam da bu anlamda yani “olmaları gereken halden başka hâle çevrilenler” anlamında kullanılmaktadır. Kelime meçhul muzari olduğu için ayette bahse konu olanlar “kendi hallerini kendileri değiştirmiyor, onları başkaları dönüştürüyor” anlamını vermektedir. Daha önce de belirtmiştik, bu kelimenin ifade ettiği “dönüşme” anlamı sadece “olması zorunlu ve iyi halden, olmaması gereken kötü hâle dönüşme” şeklindedir. Yani kelimenin kastettiği anlamlar sadece olumsuz bir dönüşüm içindir.

Peki olmaları gereken hal nedir?

Bu ve bundan önceki ayette İsa’nın ve annesinin ne olmadığı ve ne olduğu açıklanmıştı. Bununlar beraber her ikisinin Yüce Allah ile ilişkilerinin ne olduğu ve ne olmadığı da belirtilmişti. “Annesi ve kendisi yemek yiyen iki kişidir, annesi sıddık’tır, kendisi kendisinden önce de resullerin gelip geçtiği bir resuldür” cümleleri işte bunları vermektedir. Bunun yanında bizzat İsa’nın dilinden İsa’nın onlara ne dediğinden de bahsedilmişti. İşte tüm bunlar onların olması gereken hâlinin İsa’yı Allah resulünden başka bir şey olarak görmeyip ne bundan yukarı ne de bundan aşağı bir davranış içine girmemeleri ve kayıtsız şartsız buna iman etmeleriydi. Ama onlar ya bizzat Allah’ı İsa’nın kendisi yapmış ya da Allah’ı “baba, anne ve oğuldan” oluşan üçlüden biri olarak tanımlamışlardı. İşte bu da onların dönüşmemeleri gereken haldi.

Ayette emir fiil olarak iki defa اُنْظُر kelimesi geçmiştir. Biz ilkine “anla” ikincisine ise “araştır” anlamı verdik. Zira aynı emrin hem de bağlam değişmeden tekrar edilmesi uygun değildir. Kelime ikinci defa tekrar edilip ve cümle olarak gelmişse bu her iki kelimenin aynı anlamda olmadığı anlamına gelmektedir.

قُلْ اَتَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَمْلِكُ لَكُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًاۜ وَاللّٰهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
Mâide 5 / 76

De ki: “Ne yani şimdi siz, Allah, es-Semi ve el-Alim olduğu halde onun berisinde sizin için ne bir fayda ne de bir zarara sahip olmayanlara kulluk mu ediyorsunuz!”

(*) Bu ayetteki soru üslubu, soru sorarak bilinmeyen bir şeyi öğrenmek için değil, bu fiilleri işleyenleri kınamak ve tazir etmek içindir. Bu cümlenin anlamı zımnen “Es-Semi ve el-Alim olan Allah varken nasıl olur da siz Allah’ın berisinde sizin için bir zarar ve faydaya sahip olmayanlara kulluk edersiniz!” şeklindedir. Yani “Bunu nasıl yapabilirsiniz!” şeklinde bir kınamadır. Cümlenin en başına koyduğumuz “ne yani şimdi siz” ifadesinin gerekçesi budur.

قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعُٓوا اَهْوَٓاءَ قَوْمٍ قَدْ ضَلُّوا مِنْ قَبْلُ وَاَضَلُّوا كَث۪يرًا وَضَلُّوا عَنْ سَوَٓاءِ السَّب۪يلِ۟
Mâide 5 / 77

De ki: Ey bu kitabın üstatları, ne işte bu el-Hakk’ın dışındaki sorumluluklarınız hakkında kendinize aşırı değer yükleyin, ne de bu yolun dengesinden saptıkları için kendileri sapmış ve birçoklarını da saptırmış bir kavmin ilkesizliğine tabi olun.

(*) اَهْلَ الْكِتَابِ (ehle-lkitâbi): Meal ve tefsirlerin tamamında “ehli kitap” anlamı verilen ve kastedilen şeyin de Yahudi ve Hıristiyanlar olduğu söylenen bu kelimedeki ‘ehl’ kelimesi “bir şeyi iyi bilmek, bir şeye yakın olmak” anlamındadır ve kastettiği anlam kesinlikle sadece Yahudi ve Hıristiyanlarla alâkalı değildir. Yüce Allah’ın kitabının ehli yani üstadı olup kendi sorumluluğuna aşırı değerler yükleyen herkesi kapsayan bir ifadedir.

(*) تَغْلُوا (taġlû): Bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir: Fiyat yükseltmek, pahalanmak, aşırı gitmek, ifrata kaçmak, azmak, abartmak, mübalağa etmek (Karslı).

(*) د۪ينِكُمْ (dînikum): Düz bir çeviri ile “dininiz” anlamına gelen ‘din’ ifadesi: “kişinin lehinde ya da aleyhinde olan durumları bildiren sistem” anlamına gelmektedir. Hem lehte hem de aleyhteki durumlar kişiyi yükümlülük altına sokar. Din, Yüce Allah’ındır. Bu ayette ‘din’ kelimesinin ‘kum’ zamirine izafe edilmesi “Allah’ın dini” anlamında olmadığı anlamına gelmektedir. İfadeye “sorumluluklarınız” anlamı vermemizin gerekçesi budur.

(*) غَيْرَ الْحَقِّ (ġayra-lhakki): “Bu haktan gayrı, bu hak dışında” anlamına gelen bu cümledeki الْحَقِّ (el-Hak) kelimesinin kastettiği anlam kesinlikle Yüce Allah’ın kitabıdır. Bunlar ‘Ehle’l kitap’ yani bu kitabın üstatları oldukları için ‘el-hak’ kelimesinden neyin kastedildiğini herkesten iyi bilenlerdir.

لُعِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ عَلٰى لِسَانِ دَاوُ۫دَ وَع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ
Mâide 5 / 78

İsrail’in oğullarından görmezden gelenler Davut’un ve Meryem’in oğlu İsa’nın lisanı üzere dışlandılar. Bu, isyan etmeleri ve aşırılık yapmaya devam etmelerinin karşılığıdır.

كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُۜ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
Mâide 5 / 79

Birbirlerini, yaptıkları münkerden sakındırmamaya devam etmektedirler. İşleyip durdukları şey ne de kötüdür.

تَرٰى كَث۪يرًا مِنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ اَنْفُسُهُمْ اَنْ سَخِطَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ
Mâide 5 / 80

Onlardan çoğunun, kafirlik edenleri dost edindiklerini görürsün. Kişiliklerinin kendileri için önerdikleri ne kötüdür. Allah’ın gazabı bunların üzerinedir ve bunlar, yoksunluğun (azabın) içinde sürekli kalacaklardır.

Onlardan çoğunun, kafirlik edenlere öncelik verdiğini görürsün. Kişiliklerinin kendileri için önerdikleri ne kötüdür. Allah’ın gazabı bunların üzerinedir ve bunlar, yoksunluğun (azabın) içinde sürekli kalacaklardır.

وَلَوْ كَانُوا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالنَّبِيِّ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مَا اتَّخَذُوهُمْ اَوْلِيَٓاءَ وَلٰكِنَّ كَث۪يرًا مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
Mâide 5 / 81

Eğer Allah’a, nebiye ve ona indirdiğine güvenmiş olsalardı, onları dost edinmezlerdi fakat onlardan birçoğu (zaten) fasıklardır.

لَتَجِدَنَّ اَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا الْيَهُودَ وَالَّذ۪ينَ اَشْرَكُواۚ وَلَتَجِدَنَّ اَقْرَبَهُمْ مَوَدَّةً لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّا نَصَارٰىۜ ذٰلِكَ بِاَنَّ مِنْهُمْ قِسّ۪يس۪ينَ وَرُهْبَانًا وَاَنَّهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ
Mâide 5 / 82

İman edenlere düşmanlık açısından en-Nas’ın en çetinlerini el-Yahude olanlar ve ortaklık iddiasında bulunanlar olduğunu göreceksin. İman edenlere meveddet açısından en yakın olanların ise “Biz kesinlikle nasarayız” diyenler olduğunu göreceksin. Bunun sebebi, onların içinden kissisinler ve ruhbanlar çıkması ve kibirlilik taslamamalarıdır.

  1. İKİNCİ BAĞLAM
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ قَالَ اُو۫حِيَ اِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ اِلَيْهِ شَيْءٌ وَمَنْ قَالَ سَاُنْزِلُ مِثْلَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُۜ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ ف۪ي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ بَاسِطُٓوا اَيْد۪يهِمْۚ اَخْرِجُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ اَلْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنْتُمْ عَنْ اٰيَاتِه۪ تَسْتَكْبِرُونَ
En’âm 6 / 93

Aslı olmayan herhangi bir şeyi (bir yalanı) düzmece kurgularla Allah’a mal edenden veya kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken “bana vahyediliyor” diyenden ve “yakında Allah’ın indirdiğinin mislini indireceğim” iddiasında bulunandan daha zalimi (ilkesizi) kimdir? Ölümün sıkıntıları içindeki o zalimleri, melekler ellerini uzatmış “çıkarın nefslerinizi, bugün o hakkın gayrısında Allah’a karşı söylediklerinize ve onun ayetlerine karşı kibirlilik taslamanıza karşılık ‘azabe’l hune’ ile cezalandırılacaksınız” derken bir görebilseydin.

Hakikati olmayan herhangi bir şeyi (bir yalanı) kurgulayıp tasarlayarak Allah’a mal etmeye kalkışandan veya kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken “bana vahyediliyor” diyenden ve “yakında Allah’ın indirdiğinin yerine mislini getireceğim” iddiasında bulunandan daha zalimi (ilkesizi) kimdir? Ölümün sıkıntıları içinde, melekler ellerini uzatmış “çıkarın nefslerinizi, bugün o hakkın gayrısında Allah hakkında iddia ettikleriniz ve onun ayetleri hakkında kibirlilik taslamanız yüzünden “”azabe’l hune” ile cezalandırılacaksınız” (derken) bu zalimleri bir görebilseydin.

وَلَقَدْ جِئْتُمُونَا فُرَادٰى كَمَا خَلَقْنَاكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَتَرَكْتُمْ مَا خَوَّلْنَاكُمْ وَرَٓاءَ ظُهُورِكُمْۚ وَمَا نَرٰى مَعَكُمْ شُفَعَٓاءَكُمُ الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ اَنَّهُمْ ف۪يكُمْ شُرَكٰٓؤُ۬اۜ لَقَدْ تَقَطَّعَ بَيْنَكُمْ وَضَلَّ عَنْكُمْ مَا كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ۟
En’âm 6 / 94

Olması gerektiği gibi, size ihsan ettiklerimizi zuhurlarınızın arkasına terk ederek sizi ilk yaratmamızda olduğu gibi bize fertler olarak geldiniz. Onların sizin için ortaklar olduğunu deliller ileri sürerek iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi yanınızda göremiyoruz. Yine beklendiği gibi aranız kesildi (bozuldu) ve iddia edip durmanız da sizden uzaklaşıp gitti.

Olması gerektiği gibi, size ihsan ettiklerimizi zuhurlarınızın arkasına terk ederek sizi ilk yaratmamızda olduğu gibi bize fertler olarak geldiniz. Kendilerinin sizin için ortaklar olduğuna içtihat ettiklerinizi yanınızda göremiyoruz. Beklendiği gibi, aranız bozulmuş (ilişkiniz kesilmiş) ve içtihat edip durmanız da kaybolup gitmiş demek ki.

Beklendiği gibi aranız bozulmuş ve kendiniz hakkında iddia edip durmanız da boşa gitmiş demek ki.

(*) لَقَدْ (lekad): Ayette iki defa kullanılan bu edat لَ (lam) ve قَدْ (qad) edatlarından oluşmuştur. قَدْ (qad) edatının dört kullanımından biri de “tahkik” içindir. Tahkik edatı olarak kullanılması durumunda kendisinden sonraki cümle “öğrenilmiş geçmiş zaman” anlamını verir ve olayın beklendiği gibi sonuçlandığı anlamını verir. Bir önceki ve bu ayette bahse konu olan kişilerin, yaptıkları her şeyi geride bırakacakları, iddialarının tamamının boşa çıkacağı, ortakları olduğunu iddia ettiklerinin asla onlara şefaatçi olamayacağı, tüm iddialarının hiçbir işe yaramayacağı zaten beklenen sonuçlardır. Bu sonuçlar bu dünyada gerçekleşmez ise ahirette mutlaka gerçekleşecektir. İşte onların ahiretteki durumu, yanlarında hiçbir şefaatçinin ve ortak olduklarını sandıklarının olmaması beklenen bu sonucun gerçekleştiği anlamına gelmektedir. Meale yansıttığımız “olması gerektiği gibi” ifadesinin gerekçesi birinci ‘lekad’, “beklendiği gibi……demek ki” ifadesinin gerekçesi ikinci ‘lekad’dır.

اِنَّ اللّٰهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰىۜ يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّۜ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ
En’âm 6 / 95

Hiç şüphesiz ki Allah, tohumu ve çekirdeği yaran, ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte size bildirilen Allah böyledir. Nasıl olur da hakikatten yalana döndürülüyorsunuz?

Çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesinin Mushaf sıralamasında ikinci kez geçtiği yer burasıdır. Kelime تُؤْفَكُونَ (tu/fekûn(e)) şeklinde “cemi-müzekker-meçhul-muzari” olarak geçmiştir. Burada da fiildeki kişilerin kendisi değil, başkaları tarafından “haktan batıla, doğrudan yalana, olması gereken hallerinden olmaması gereken hallere” döndürülmekteler, yönlendirilmektedirler. Kelime; “Yüce Allah hakkında ayette anlatılan bu gerçekler gözlerinizin önünde olduğu halde nasıl olup da haktan başka yönlere saptırılabilirsiniz” şeklinde bir arka plana sahiptir. Hangi yalan ölümden ve hayattan daha inandırıcı olabilir, hangi yalan tohumun ve tanenin yarılıp devasa ağaçlara dönüşmesinden, yaşayanın ölmesinden ve hiçbir şey yokken yaşamın başlamasından daha inandırıcı olabilir ki siz o yalanlara kanarak, fıtratınızı ters yüz ettiniz?

فَالِقُ الْاِصْبَاحِۚ وَجَعَلَ الَّيْلَ سَكَنًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ حُسْبَانًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
En’âm 6 / 96

İsbah’ı yaran, geceyi sükûnet vakti, güneşi ve ayı bir hesaba göre belirleyen, işte bunlar, el-Alim olan el-Aziz’in belirlediği ölçülerdir (takdiridir).

(*) الْاِصْبَاحِۚ (İsbah) kelimesi sabah anlamında değil, sabahtan önceki alacakaranlıktır.

وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُوا بِهَا ف۪ي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ قَدْ فَصَّلْنَا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
En’âm 6 / 97

O, sizin için, karanın ve denizin bilinmezlikleri (karanlıkları) içinde doğru istikamet tutasınız diye yıldızlar belirleyendir.

وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْشَاَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌۜ قَدْ فَصَّلْنَا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ
En’âm 6 / 98

O, sizi, benzersiz (eşi olmayan dişil) bir nefisten – ki o karar kılma ve çıkma yeridir – inşa edendir. Şüphesiz ki iyi anlamak isteyen bir toplum için ayetlerimizi ayrıntılı bir şekilde açıkladık.

(*) فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌۜ (femustekarrun vemustevde’(un)): Bizim itirazî (ara cümle) olarak gösterdiğimiz bu iki kelime “karar kılma ve çıkma yeri” anlamındadır. Cümlede “o” anlamı verilebilecek bir kelime yoktur. Fakat kelimelerin merfu ve nekira olmaları, bunun yanında فَ (fa) ile başlamış olmaları cümlede bir hazif olduğuna delildir. Bu yüzden bu iki kelimeyi müpteda-haber şeklinde bir ara cümle olarak meale yansıttık.

وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَاَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُتَرَاكِبًاۚ وَمِنَ النَّخْلِ مِنْ طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِنْ اَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍۜ اُنْظُرُٓوا اِلٰى ثَمَرِه۪ٓ اِذَٓا اَثْمَرَ وَيَنْعِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكُمْ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
En’âm 6 / 99

O, es-Semadan bir su indirendir. Biz onunla toprakta yetişen her bir bitkiyi çıkardık. Ondan yeşillikler çıkardık. Ondan başaklı daneleri (başaklı bitkileri) ve yüksekliğinde salkımlar sarkan palmiye türü bitkileri, salkımlı bitkilerden bahçeleri, yağı çıkarabilen bitkileri, benzerleri olan ve benzerleri olmayan çok daneli bitkileri çıkarıyoruz. Meyve verdikleri ve olgunlaştıkları zaman onların ürünlerine bakın çünkü sizin için bu bildirdiklerimizin hepsinde iman eden bir toplum için kesinlikle ayetler bulunmaktadır.

(*) Meal ve tefsirlerin hemen hepsinde bu ayetlerde sayılan bitki türleri için “hurma, üzüm, nar, zeytin” gibi anlamlar verilmiştir. Oysa bu sayılan bitkilerin o isimleri alması o tür bitkiler olmalarından dolayıdır. Mesela, ‘nahlun’ hem palmiye hem de hurma ağacının ortak adıdır, nar anlamı verilen ‘rumman’ kelimesi hem narın hem ak haşhaşın hem yara otunun hem kılıç otunun hem de koyun kıran otunun ortak adıdır. Zeytin anlamı verilen ‘zeytun’ kelimesinin asıl anlamı “yağ”dır. Yani ‘zeytun’ kelimesi bitki olarak isimlendirildiğinde “yağ ağacı” anlamı verilmesi gerekmektedir. Yine bunlar gibi üzüm anlamı verilen ‘ea’nab’ kelimesi hem üzümün hem misvak ağacının hem de hünnap bitkisine verilen ortak isimdir. Biz bu yüzden mealde, ayette sayılan bitki isimlerini bir bitkinin özel ismi olarak değil, o türdeki bitkilerin genel adı olarak aldık.

  1. ÜÇÜNCÜ BAĞLAM
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
A’râf 7 / 103

Sonra onların ardından Musa’yı ayetlerimizle Firavun ve Mele ’sine gönderdik. Sonuçta onlar da ayetlerimize ilkesiz davrandılar. Müfsitlerin akıbeti nasıl olurmuş artık sen anla.

(*) ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى (Śumme be’aśnâ min ba’dihim mûsâ): Bu cümledeki “onların ardından” ifadesindeki “onlar” zamirinin mercisi, surenin en başından beri anlatılan resuller yani “Âdem, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, Şuayb”tır. Kur’an’da anlatılan kıssalarda kullanılan “…-den önce” veya “…-den sonra” şeklindeki zarflar Kur’an’da anlatılan ve insanlık tarihini çok yakından ilgilendiren resul kıssalarının kronolojik takibi için çok önemli işlevlere sahiptir.

(*) مَلَا۬ئِه۪ (mele-ihi): Bir isim tamlaması olarak gelen bu ifadeyi tek kelimeyle Türkçeye çevirmek bize mümkün olmamaktadır. Fiil olarak “doldurmak, yardım etmek, hoşa gitmek, boş bırakılan yeri doldurmak, taraf tutmak, tarafgir davranmak” gibi anlamlara gelmektedir. İsim olarak tek kelimeyle “taraftar, yardımcı, seçkin topluluk, toplumun ileri gelenleri” anlamı verilebilen bu kelime izafe edildiği kelimeye göre anlam kazanmaktadır. Bu ayette kelime Firavun’un yönettiği topluma değil, bizzat Firavun’un kendisine izafe edilmiştir. Kelimedeki (مَلَا۬ئِه۪) ‘hu’ zamirinin mercisi Firavun kelimesidir. Bu durumda kelimeye “toplumun seçkin kişileri” değil “Firavun’un taraftarları olan seçkin topluluk, seçkin yardımcılar” anlamı verilmesi gerekmektedir. Bu izafet, Firavun’un kurduğu sistemin iç işleyişini göstermesi açısından önemli bir ifadedir. Bu ifade günümüzde “demokrasi” veya “parlamenter sistem” denen sistemin benzeri gibidir. Yani Firavun teokratik bir sistem değil “demokratik” bir sistem kurmuştur. Nitekim Kur’an’da anlatılan Firavun kıssalarında geçen onun ‘mele’sinin, yer yer Firavun’a müdahale ettikleri hatta yeri geldiğinde onun icraatlarını beğenmeyip onu azarladıklarına dair anlatımlar da vardır (mesela bkz: A’râf 127).

Bunun yanında Firavun’un ‘mele’sinin içeriği sadece kendi kabilesinden oluşmamıştır. Mesela Yunus 103. ayette geçen ‘mele’, Firavun’un değil Musa’nın kavminden olan bir zürriyetin ‘mele’sidir. Yani Firavun toplumun her kesiminden ‘mele’ edinmiştir.

(*) فَانْظُرْ (fenzur): Başındaki ‘fa’dan dolayı “artık sen anla” şeklinde meale yansıttığımız bu kelime bir tehdit veya tazir ifadesi değildir.

وَقَالَ مُوسٰى يَا فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ
A’râf 7 / 104

Musa: “Ey Firavun, şu kesin ki ben, Alemlerin rabbinden bir resulüm” dedi.

حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ
A’râf 7 / 105

NOT: Bu ayetteki “mavi” ile belirttiğimiz cümle, müfessir ve kıraat imamları arasında problem oluşturmuş bir cümledir. Nitekim Zemahşerî yukarıdaki mavi ile belirttiğimiz Asım b. Behdele kıraatindeki bu cümle için “bu meşhur okuyuş (kıraat) sorunlu olmakla birlikte…” diyerek, sorunu gidermeye çalışmıştır. Biz de bu ayete meal vermeden önce Zemahşerî’nin sorunu nasıl çözdüğünü buraya aldıktan sonra meal vermeyi daha uygun bulduk.

حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ ifadesinde dört kıraat bulunmaktadır.

  • Meşhur okuyuş (Asım b. Behdele kıraati) … حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ
  • Nâfi‘kıraati: … حَق۪يقٌ عَلَىَّ اَنْ لَٓا اَقُولَ (Bana düşen, Allah hakkında gerçek neyse sadece onu söylemektir);
  • İbn Mes‘ûd [v. 32/653] kıraati: … … حَق۪يقٌ اَنْ لَٓا اَقُول ([Bana] Allah hakkında gerçek neyse sadece onu söylemem yakışır).
  • Übeyy b. Kâ‘b [v. 33/654] kıraati: … حَق۪يقٌ بِاَنْ لَٓا اَقُول ([Ben] Allah hakkında gerçek neyse sadece onu söylemeye layık biriyimdir).

Meşhur okuyuş̧ (… حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ) sorunlu olmakla birlikte, birkaç şekilde izah edilebilir.

  • Bunlardan birincisi حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَق cümlesinde anlam karışıklığından emin olunduğu için, cümledeki unsurların yerlerinin değiştirilmiş olmasıdır. Şairin; [mot-a-mot] “Dev cüsseli kızıllarla bedbaht olur mızraklar!” şeklindeki ifadesinde de bunun bir örneği söz konusudur. Şair وَ تَشْقَى الضَّيَاطِرَةُ بِالرِّمَاحِ (Mızraklarla bedbaht olur dev cüsseli kızıllar!) demek istemiş, (Fakat الضَّيَاطِرَةُ kelimesi ile بِالرِّمَاحِ kelimesinin yerlerini değiştirmiştir). Burada … حَق۪يقٌ عَلٰٓى kıraatinde (Asım) de tıpkı Nafi kıraatinde olduğu gibi حَق۪يقٌ عَلَىَّ (Bana düşen…) anlamı kastedilmiştir.
  • İkincisi: Senden hiç̧ ayrılmayacak şekilde sana bağlanan şeye sen de ayrılmaz biçimde bağlanırsın. Gerçeği söylemek Musâ Aleyhisselâm’a ‘olmazsa olmaz’ bir görev olarak terettüp edince, ona da sadece hakkı söylemek yakışır olmuş̧; bu, kendisinin ayrılmaz parçası hâline gelmiştir.
  • Üçüncüsü: Hakīkun kelimesinin, [‘Alâ ile kullanılan] harîsun (gayretkeş̧) anlamını içermesidir. Tıpkı [Sîbeveyhi’ye ait] el-Kitâb’daki beyitte heyyecenî (beni harekete geçirdi) ifadesinin zekkeranî (bana hatırlattı) anlamını içerecek şekilde kullanılması gibi.
  • Dördüncüsü -ki Kur’an nükteleri acısından en uygun ve en doğru izah budur- Musa Aleyhisselâm bu sözü̈ söylerken kendisini tam bir doğruluk ile nitelemiştir. Hele, “Ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş̧ bir elçiyim.” sözüne Allah düşmanı Firavun; “Yalan söylüyorsun!” diye karşılık verince o da “Sadece gerçekleri söylemek, benim işimdir!” Yani ‘Hakikati söylemenin benim tarafından yerine getirilmesi gerekir; hakikatin dili olsaydı beni sözcü̈ tayin ederdi; kendisini benden başkasının dile getirmesine razı olmazdı.” demiştir.

(Zemahşerî / El-Keşşaf, c.2.s.926)

Zemahşerî’nin önce sorunlu olduğunu kendisinin itiraf ettiği kıraati savunup, ardından “Kur’an nükteleri açısından en uygun ve en doğru izah budur” diyerek önerdiği şey hayali bir diyalogdur. Kaldı ki onun hayal edip bu bağlama koyduğu diyalog, surenin ilerleyen ayetlerinde zaten vardır.

Bizim kanaatimize göre Asım kıraatinde عَلٰٓى (ala) şeklinde geçen kelime Nafi kıraatinde olduğu gibi عَلَىَّ (aleyye) şeklindedir. Biz buna göre meal vermeyi uygun bulduk.

حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ
A’râf 7 / 105

Benim üzerime düşen, Allah hakkında senin de bildiğin o hakkı söylemektir. Beklendiği gibi size rabbinizden beyyine getirdim, artık sen de İsrail’in oğullarını benimle gönder.

(*) الْحَقَّۜ (el-hakk(a)) Bu ifadeye “senin de bildiğin” şeklinde bir ilave cümle koymamızın nedeni kelimenin başındaki harf-i tarif (ال)’tir. Her bir resul, insan türünün hiç bilmediği şeyleri değil, herkesin bildiği ama görmek istemediği veya görülmesin diye üstünü örttüğü hakikatlerle gelmiştir. Yüce Allah hakkındaki hakikatler hiç bilinmeyen veya insanlığın hiç öğrenmediği hakikatler değildir. İnsan türü daha ilk insandan beri Yüce Allah ile ilgili hakikatlerin tamamı ile alâkalı olarak bilgilendirilmişti. “Senin de bildiğin” ifadesinin gerekçesi budur.

(*) قَدْ (kad): Bu edatın tahkik (beklenti) edatı olduğunu bir önceki bölümde açıklamıştık. İnsanlığın tamamı her zaman bir resulden sonra hangi resul geleceğiyle ilgili haberdar edilmiştir. Bu edat, herkesin bildiği “resul gelecek” haberinin haber verildiği şekilde gerçekleştiğini bildirir. Firavun ve onun banisi olduğu soy, Musa’dan önce de Musa’dan sonra da hep resulleri engellemek ve risalete yön vermek istemiştir.

(*) فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ (feersil me’iye benî isrâ-îl(e)): ‘Kad’ edatına tahkik edatı olarak bir beklentiyi ifade edecek şekilde “beklendiği gibi” şeklinde mana vermemizin gerekçelerinden biri de işte bu cümledir. Bu cümlenin aynısı Tâ-Hâ 47 ve Şu’arâ 17. ayetlerde de geçmektedir. Musa karşısındaki Firavun’a “İsrail’in oğullarını benimle gönder” demektedir ama Kur’an’ın hiçbir yerinde Firavun Musa’ya “Nereye göndereyim, neden göndermem gerek, niçin bunu yapayım veya sen benden bunu niye istiyorsun?” şeklinde ve daha sorulması gereken onlarca soruyu hiç sormamakta sadece “Sen bizi yerimizden çıkarmak için mi geldin?” demektedir. İşte bu durum hem bir resulün gelmesinin hem de Musa’nın gelir gelmez “İsrail’in oğullarını benimle gönder” demesinin hiç beklemedikleri şeyler değil, öteden beri bildikleri ve bu olmasın diye Yüce Allah ile savaşacak kadar ileri gittikleri şeyler olduğunu gösterir. Firavun’un bir kez bile olsa “Benden seninle birlikte göndermemi istediğin İsrail’in oğullarını nereye götüreceksin?” şeklinde hiçbir soru sormaması Musa’nın İsrail’in oğullarını nereye götüreceğini de çok iyi bildiğini gösterir.

قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ
A’râf 7 / 106

(Firavun): “Eğer bir kanıtla geldiysen haydi onu getir, tabi sen de o sadıklardan biri olduysan…” dedi.

(*) اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ (in kunte mine-ssâdikîn(e)): Cevabı olmayan bu şart cümlesi Firavun’un ‘es-sadık’ları bildiğini, Musa’nın da onlardan biri olmasının şartının “kanıt” getirmesi olduğunu çok iyi bildiğini göstermektedir. Bu cümledeki ‘es-sadikun’ ifadesi doğru konuşan herhangi birileri anlamında değildir. Kelimenin hem ‘min’ ile hem de marife olarak gelmesi her iki tarafın da kimlerin kastedildiğini bildiklerini göstermektedir.

فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ
A’râf 7 / 107

Bunun üzerine Musa, asasını bıraktı, birden o, açık bir erkek yılan.

‘SU’BAN’…Akıtmak, birden fışkırmak, Erkek yılan

‘SUĞBAN’…İçerisinde su biriken çukur. Dağlarda bulunan ve içerisinde suyun biriktiği güneşin görmediği ve devamlı soğuk kalan saf su ya da göl.

وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟
A’râf 7 / 108

Elini çıkardı, birden o, en-nazirin için bembeyaz.

قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ
A’râf 7 / 109

A’râf 7/110

يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ

Not: Cümle yapısı açısından bu iki ayet tek bir cümledir. Ayetin bu şekilde bölünmesi hem sözü bölmekte hem de 109. ayetteki isim cümlesindeki haberi tanımlayan sıfat olan cümleyi müstakil bir cümleye dönüştürmektedir. Bu yüzden bu iki ayet birlikte ele alınacaktır. Zaten 109.ayetin en sonundaki secavende dikkat edilirse “burada durmak caiz değil” anlamına gelen bir لا olduğu görülecektir.

قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
A’râf 7 / 109

Firavun’un kavminden olan Mele “bu, kesinlikle sizi el-ard’ınızdan çıkarmayı planlayan alim bir sahirdir” dediler. Nasıl karar vereceksiniz?

قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ
A’râf 7 / 109

A’râf 7/110

يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ

قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ
A’râf 7 / 111

NOT: Bu üç ayetteki konuşanlarla ilgili olarak şöyle bir sorun vardır. 109. ayet قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ (Kâle-lmeleu min kavmi fir’avne) “Firavun’un kavminden olan ‘mele’ dedi” bu cümle ile başlamakta ve konuşanların ‘mele’ olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Fakat 110. ayetin sonunda bir soru cümlesi olarak ve cemi siga’da فَمَاذَا تَأْمُرُونَ (femâżâ te/murûn(e)) “Ne emredeceksiniz?” denmektedir. Bundan sonraki 111. ayet yine çoğul gelen bir قَالُٓوا (kâlû) “dediler” fiili ile başlamaktadır.

Zamirlerin takibini yaptığımızda bu konuşmaların hepsi çoğuldur ve zamirlerin mercisi 109. ayetteki ‘mele’ kelimesi olmak zorundadır. Fakat bunlar kime “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” ve kime “Ne emredersiniz?” demektedirler? Eğer kullandıkları çoğul zamirden kastettikleri kendileri ise “siz” değil “biz” demeleri lazımdı. Yok bu zamirlerden kastedilen Firavun ise yine “siz” değil “sen” demeleri lazımdı. Bu durumu fark eden Zemahşerî şu açıklamaları getirmiştir.

Şayet “Bu ifade, Şu‘arâ suresinde Firavun’a atıfla onun, ileri gelenlere söylediği bir söz olarak nakledilmiş̧; burada ise ileri gelenlere atfedilmiştir[?]” dersen şöyle derim: Bu sözü̈ hem Firavun hem de onlar söylemişlerdir. Orada Firavun ‘un sözü̈, burada ise ileri gelenlerin sözü̈ nakledilmiştir. Ya da bu sözü̈ başlangıçta Firavun söylemiş̧ sonra da ileri gelenler onun bu sözünü̈ sonradan gelenler için tekrarlamışlar veya insanlara duyurmak üzere söylemişlerdir. Hükümdarların âdeti böyledir; çevrelerindeki has adamlarından biri onun bir görüşünü duyar ve diğer has adamlara iletir; onlar da bu sözü̈ avama iletirler. Bu değerlendirmenin delili, onların bu söze karşılık; “Onu ve kardeşini alıkoy ve şehirlere toplayıcılar yolla da bütün usta sihirbazları sana getirsinler.” demiş̧ olmalarıdır. Sâhirin (sihirbaz) kelimesi sehhârin (usta sihirbaz) şeklinde de okunmuş̧ olup mana, “sana onun gibi bilgili tüm mahir sihirbazları getirsinler” ya da “ondan daha iyilerini getirsinler” şeklinde olur. Bu, Kıptilerle birlikte kotarılmış̧ bir komplo idi.

فَمَاذَا تَأْمُرُونَ -O halde, ne dersiniz?) ifadesi, biri ile istişare ettiğin zaman kullandığın emertühû fiili ve onun sana istişarede bir görüş̧ önerdiği zaman kullandığın fe-emeranî bi-kezâ ifadelerinden alınmıştır. Bir görüşe göre bu söz [O halde, ne dersiniz?] Firavun ‘un sözü̈ olup ileri gelenler ona “Şüphesiz, bu usta bir büyücü̈! Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” dedikleri zaman söylemiştir. Sanki onlara “O halde, ne dersiniz?” denilince onlar da “Onu ve kardeşini alıkoy” demişlerdir. Erci’hu ve ehāhu, “Bu ikisini geri bırak, onlar hakkında kanaatin oluşuncaya ve durumlarını gözden geçirinceye kadar beklet.” demektir; “onları hapset” anlamında olduğu da söylenmiştir. Hemze ile erci’hu şeklinde okunduğu gibi ercih şeklinde de okunmuştur. İlki erce’ehu (onu bekletti) fiilinden, ikincisi de ercâhu (ona umut verdi) fiilinden türemiştir.

(Zemahşerî / El-Keşşaf, c.2.s.930)

Esbat Kavramı ve Züriyet Tartışmaları

Zemahşerî’nin söylediklerinin tutarlı bir tarafı yoktur. Çünkü ayetlerde gayet açık bir şekilde çoğul olanların çoğul olanlarla karşılıklı konuşması vardır. Bu çoğul konuşmaları tevil edip başka şekle sokmanın ilkeli bir tarafı yoktur zaten ayetler böylesi bir tevili kabul etmeyecek kadar açıktır.

109.ayetin başında gelen قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ (Kâle-lmeleu min kavmi fir’avne) bu ifadedeki “dedi” (قَالَ) (kâlû) ifadesi tekildir ama fiilin tekil gelmesi hem cümlenin istinafiye cümlesi olmasından hem de fiilin açık bir fail almasından dolayıdır. Kaldı ki fail (الْمَلَاُ) (el-mele) açık bir şekilde çoğul bir kelimedir. Bunun yanında bunların konuşmasında geçen يُخْرِجَكُمْ – اَرْضِكُمْۚ – تَأْمُرُونَ (yuḣricekum – ardikum – te/murûn(e)) ifadelerinin hepsinde zamirler çoğul “siz” zamiridir. Yani bunlar tek bir kişiyle değil çoğul olanlarla konuşmaktadırlar. 111. ayette ise konuşanlar çoğuldurlar çünkü ayet çoğul bir ‘qalu’ (قَالُٓوا) fiili ile başlamaktadır. Ama bu sefer bunlar tekil biriyle konuşmaktadırlar. Çünkü cümlede geçen اَرْجِهْ (ercih) ve اَرْسِلْ (ersil) kelimeleri tekil fiillerdir. Bu durumda o ortamda en az üç tarafın olması gerekmektedir.

  • Birinci taraf… “Bu sizi el-ardınızdan çıkarmak isteyen bir sihirbazdır, ne emredersiniz / neyi istişare edeceksiniz?” diyen Firavun’un kavminden olan ‘mele’.
  • İkinci taraf… Bunların dediklerini duyup, Firavun’a “Onu ve kardeşini beklet, şehirlere toplayıcılar gönder.” diyen ama kim oldukları açıkça belirtilmeyen çoğul kişiler.
  • Üçüncü taraf… Firavun.

Ayetlerde anlatılan bu diyaloğun kesinlikle bu yapıda olması gerekmektedir. Zemahşerî ve diğerlerinin bu diyalogları tevil edip başka şekle sokmaktan başka çare bulamadıkları bu sorun, Firavun’un ‘mele’sinin ve tabi ki bizzat Firavun’un kim olduğu hususundaki İsrailiyat temelli bilgilerden kaynaklanmaktadır.

İster din tarihçileri isterse seküler tarihçiler; Yakup, Yusuf, Musa ve Harun gibi -ki aslında daha fazladır- dört tane resulün yaşadığı Mısır ile ilgili bilgilerini kesinlikle ve tamamen İsrailiyat kaynaklarından almaktadırlar. Bu kaynağa göre Firavun kıpti’dir ve İsrail’in oğulları da Yusuf ile geldikleri Mısır’da Yusuf’tan sonra Yusuf’tan haberi olmayan bir Firavun tarafından bir şekilde köleleştirilmişlerdir. Hatta Firavun, soyları çoğalmasın diye hamile kalan kadınlardan doğan erkek çocuklarını öldürmeleri için ebeler görevlendirmiştir. İlgili bölüm şöyledir:

Yakup’la birlikte aileleriyle Mısır’a giden İsrailoğulları’nın adları şunlardır: Ruben, Şimon, Levi, Yahuda, İssakar, Zevulun, Benyamin, Dan, Naftali, Gad, Aşer. Yakup’un soyundan gelenler toplam yetmiş kişiydi. Yusuf zaten Mısır’daydı.

Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o kuşağın hepsi öldü. Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.

Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır’da tahta çıktı. Halkına, “Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok” dedi, “Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler.”

Böylece Mısırlılar İsrailliler’in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar. Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak İsrailliler’i amansızca çalıştırdılar. Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehrettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.

Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi: “İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyi bakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın.” Ama ebeler Tanrı’dan korkan kimselerdi, Mısır Kralı’nın buyruğuna uymayarak erkek çocukları sağ bıraktılar. Bunun üzerine Mısır Kralı ebeleri çağırtıp, “Niçin yaptınız bunu?” diye sordu, “Neden erkek çocukları sağ bıraktınız?”

Ebeler, “İbrani kadınlar Mısırlı kadınlara benzemiyor” diye yanıtladılar, “Çok güçlüler. Daha ebe gelmeden doğuruyorlar.”

Tanrı ebelere iyilik etti. Halk çoğaldıkça çoğaldı. Ebeler kendisinden korktukları için Tanrı onları ev bark sahibi yaptı.

Bunun üzerine firavun bütün halkına buyruk verdi: “Doğan her İbrani erkek çocuk Nil’e atılacak, kızlar sağ bırakılacak.”

(Kitab-ı Mukaddes / Çıkış – 1/ 1-22)

İbrahim’in İshak’tan olan zürriyetinin Yusuf zamanında Mısır’a taşındığı bilgisi Kur’an’da da mevcuttur ama Yahudilerin ellerinde bulunan kitabın yukarıdaki pasajında verilen bilginin aksine Firavun’un Yusuf’tan ve hatta diğer resullerden çok iyi haberi vardır. Mü’min suresinin 25-45. ayetleri arasında anlatılan ve Musa’nın Firavun ile ilk karşılaşmasını konu edinen kıssada Firavun’un âli’nden olan ve imanını gizleyen saraydaki bir mümin; Firavun, ‘mele’ ve Musa’nın bulunduğu ortamda şunu demektedir:

وَلَقَدْ جَٓاءَكُمْ يُوسُفُ مِنْ قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ ف۪ي شَكٍّ مِمَّا جَٓاءَكُمْ بِه۪ۜ حَتّٰٓى اِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَنْ يَبْعَثَ اللّٰهُ مِنْ بَعْدِه۪ رَسُولًاۜ كَذٰلِكَ يُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ مُرْتَابٌۚ
Mü’min 40 / 34

Andolsun ki, (Musa’dan) önce Yusuf da size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihayet o vefat edince “Allah ondan sonra peygamber göndermez” dediniz. İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böyle saptırır (TDV meali).

Bu ayet Firavun ve onun yardımcılarının Yusuf’tan haberi olduğunu hatta ondan şüphe edip durduklarını söylemektedir. Bu ayetin verdiği bilgi; Yahudilerin verdiği bilginin asla doğru olmadığını göstermektedir. Tüm risalet tarihini tamamen İsrailiyat üzerine temellendiren bazı ulema, İsrailiyattan bir türlü vazgeçemedikleri için bu ayette geçen Yusuf’un Yakup oğlu Yusuf değil de Yusuf oğlu İbrahim’in oğlu Yusuf yani Yusuf’un torunu olan Yusuf olduğunu bile söylemişlerdir. Zemahşerî Mü’min suresi 34. ayet bağlamında şu bilgiyi aktarır:

Yusuf, Hazret-i Ya‘kūb’un oğlu Hazret-i Yusuf’tur. Yusuf b. İbrâhîm b. Yusuf b. Ya‘kūb olduğu da söylenmiştir. Yusuf onların arasında yirmi sene peygamber olarak kalmıştır. Musa zamanındaki Firavun’un, Yusuf zamanındaki firavun olduğu; yani Firavun’un Musa’nın zamanına kadar yaşadığı da söylenmiştir. Başka bir firavun olduğu da ifade edilmiştir.

(Zemahşerî / El-Keşşaf)

Mü’min suresi 34. ayette geçen وَلَقَدْ جَٓاءَكُمْ يُوسُفُ مِنْ قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ ف۪ي شَكٍّ مِمَّا جَٓاءَكُمْ بِه۪ۜ (Velekad câekum yûsufu min kablu bilbeyyinâti femâ ziltum fî şekkin mimmâ câekum bih(i)) (Andolsun ki, (Musa’dan) önce Yusuf da size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz / TDV meali) bu cümleyi temel aldığımızda Yusuf’un Firavun ve yandaşlarına geldiğini ve onların da Yusuf’tan şüphe edip durmaya devam ettiklerini anlamaktayız. Kur’an’da anlatılan Yusuf kıssasına baktığımızda Yusuf’tan şüphe edenlerin ve şüphe etmeye devam edenlerin sadece kardeşleri olduğunu görmekteyiz. İşte bu durum Yahudi kaynaklarında geçen hem Firavun’un Yusuf’tan haberi olmadığı bilgisini yalanlamakta hem yine Yahudi kaynaklarına göre 430 yıl süren Yusuf ve Musa arasındaki zaman aralığını daha da kısaltmakta ve hem de Firavun’un kıpti olduğu bilgisinin doğru olmadığını göstermektedir.

Musa ve diğer resullerin kıssaları için Kur’an’daki bilgileri Yahudilere göre şekillendirmekten çekinmeyen ulema, Mü’min 34. ayette belirtilen bu temeli atlayıp Firavunu kıpti, İsrail’in oğullarını da Mısır’ın ezilen zavallı halkı hâline getirince hem kıssalardaki detaylar görülemez olmuş hem de işin içinden çıkılamayınca tıpkı Zemahşerî’nin yaptığı gibi olmadık tevillerin yolu tutulmuştur.

A’râf suresi 109. ayette geçen قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ (Kâle-lmeleu min kavmi fir’avne) (Firavun’un kavminden olan ‘mele’) bu ifade bile Mısır’daki ortamın hiç de Yahudilerin anlattığı gibi olmadığını göstermektedir. Çünkü eğer Firavun ve ‘mele’si kıpti ise ve bunlar dışında Mısır yönetiminde bulunan başka ‘mele’ yoksa ayırıcı bir özellik olarak “Firavun’un kavminden” denmesinin hiçbir anlamı olmayacaktır. Firavun’un kavminden olan ‘mele’ dışında başka ‘mele’ var demek ki böyle söylenmiştir; ki bunun izlerini Kur’an’dan bulmak pekâlâ mümkündür. Fakat bunu anlamak içinde Kur’an’ı anlamanın önüne set gibi çekilmiş meal ve tefsir müelliflerinin keyfi yorumlarını aşmak gerekmektedir. Mesela şu ayete ve ayete verilen birkaç meale bakalım.

فَمَٓا اٰمَنَ لِمُوسٰٓى اِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِه۪ عَلٰى خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِهِمْ اَنْ يَفْتِنَهُمْۜ وَاِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْاَرْضِۚ وَاِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِف۪ينَ
Yûnus 10 / 83

Ali Bulaç Meali

Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı.

Ali Fikri Yavuz Meali

Sonunda, Firavun ve etrafındakilerin belâsı korkusundan, Musa’ya kavminden ancak bir zürriyet iman etti. Çünkü Firavun o yerde (Mısır’da) çok üstün idi ve pek aşırı giden taşkınlardandı.

Bayraktar Bayraklı Meali

Firavun ve etrafındakilerin, kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için, halktan bir grup gençten başka kimse Mûsâ’ya iman etmedi. Çünkü Firavun, yeryüzünde ululuk taslayan bir diktatör ve haddi aşanlardan biri idi.

Diyanet İşleri Meali (Yeni)

Firavun ve ileri gelenlerinin kötülük yapmaları korkusu ile kavminin küçük bir bölümünden başkası Mûsâ’ya iman etmedi. Çünkü Firavun, o yerde zorba bir kişi idi. O, gerçekten aşırı gidenlerdendi.

Diyanet Vakfı Meali

Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.

Edip Yüksel Meali

Firavun ve erkanının işkence ve baskısından korktukları için Musa’ya, halkından ancak birkaç kişi inandı. Firavun, yeryüzünde haddi çok aşan bir tiran idi.

Mehmet Okuyan Meali

Firavun ve yöneticilerinin kendilerine [fitne] (sıkıntı) vermelerinden korkmaları nedeniyle, kavminden bir grup insandan başka kimse Musa’ya iman etmemişti. Şüphesiz ki Firavun yeryüzünde kibirlenen biriydi ve elbette o, haddi aşanlardandı.

Bunlar ve buraya almadığımız diğer mealler ayette geçen (مَٓا اٰمَنَ لِمُوسٰٓى اِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِه۪ عَلٰى خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِهِمْ) (mâ âmene limûsâ illâ żurriyyetun min kavmihi ‘alâ ḣavfin min fir’avne vemele-ihim) bu cümledeki مَلَا۬ئِهِمْ (meleihim) ifadesine şu şekillerde mana vermişlerdir:

Firavun ve önde gelen çevresinin…A. Bulaç

Firavun ve etrafındakilerin…B. Bayraklı

Firavun ve ileri gelenlerinin…DİB meali

Firavun ve kavminin…TDV meali.

Firavun ve erkanının… E. Yüksel

Firavun ve yöneticilerinin…M. Okuyan

Bunların hemen hepsi مَلَا۬ئِهِمْ (meleihim) ifadesindeki ‘hum’ zamirini hem tekil yapmış hem de izafeti ‘Firavun’ kelimesine yapmışlardır. Oysa bir zamirin mercisinin kendisinden önceki çoğul kelimeye döneceği en basit nahiv kurallarından biridir. Ayette o zamirin döneceği tek merci vardır ve o da ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِه۪ (żurriyyetun min kavmihi) (onun kavminden bir zürriyet) ifadesidir. Yani ayette geçen ‘mele’ler, Firavun’un ‘mele’si değil, Musa’nın kavminden olan zürriyetin ‘mele’sidir ve bunlar da tıpkı Firavun gibi korku salmışlardır.

İşte bu durum Firavun’un etrafında bulunan ‘mele’lerin sadece kendi kavminden ‘mele’ler olmadığını, bununla beraber Musa’nın kavminden de ‘mele’ler bulunduğunu göstermektedir. İşte bu durum, Musa’nın kavminden olduğunu Kasas suresinde anlatılan kıssasından öğrendiğimiz, hazinelerinin anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluğun taşıyamadığı Karun’un, Musa’nın kavminden olmasına rağmen nasıl olup da bu kadar zengin olduğunu ve Firavun’un neden ona dokunmadığını göstermesi açısından da önemlidir.

Tüm bunların yanında ilk defa risalete seçilen Musa için görev tanımı, “Firavun’a git ve de ki İsrail’in oğullarını benimle gönder” şeklinde çok açık ve net bir şekilde yapılmıştır. Yani Musa Mısır’a gidecek, Firavun’a “İsrail’in oğullarını benimle gönder” diyecek ve onları alıp Mısır’dan çıkacaktır. Onun ne Mısır topraklarıyla ne de “kıpti” oldukları söylenen Mısır halkıyla bir işi yoktur. Musa bir resuldür ve Yüce Allah’ın kendisine belirlemediği hedeflerin peşinde koşması imkansızdır. Nitekim A’râf suresinde birkaç ayet önce Musa gelmiş ve Firavun’a şunu demişti:

حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ
A’râf 7 / 105

Benim üzerime düşen, Allah hakkında senin de bildiğin o hakkı söylemektir. Beklendiği gibi size rabbinizden beyyine getirdim, artık sen de İsrail’in oğullarını benimle gönder.

“İsrail’in oğullarını benimle gönder” cümlesi karşı tarafın yanlış anlaması mümkün olmayacak kadar açık ve net bir cümledir. Fakat müfessir ve tarihçilerin kıptiler olduklarına hükmettiği Firavun’un kavminden olan ‘mele’ çok farklı bir şekilde cevap vermektedirler.

قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
A’râf 7 / 109

Firavun ’un kavminden olan Mele “bu, kesinlikle sizi el-ard’ınızdan çıkarmayı planlayan alim bir sahirdir” dediler. Ne karar vereceksiniz?

“Sizi ard’ınızdan çıkarmak isteyen alim bir sahirdir.” Eğer Firavun ve kavmi kıpti ise zaten Musa’nın görevleri arasında kıptileri Mısır’dan çıkarmak gibi bir şey yoktur. Musa’nın cümlesi de gayet açıktır. Kıptileri değil, “İsrail’in oğullarını benimle gönder” demiştir. O halde bu ‘mele’ kime “Sizi el-ardınızdan çıkarmak istiyor” demektedir? Bunun tek cevabı vardır.

Firavun’un kavminden olan ‘mele’nin karşısında İsrail’in oğullarının ‘mele’si vardır, onlarla konuşmaktadırlar. İşte A’râf suresinin 111. ayetinin en başında çoğul gelen ‘galu’ fiilinin faili onlara aittir. Yani konuşanlar Musa’nın onları Mısır’dan çıkarmak için görevlendirildiği İsrail’in oğullarının ‘mele’sidir. Bu konuşmalar olurken orada hazır bulunuyor olmaları onların yönetim işinde Firavun’a ortak olduklarını göstermektedir.

قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ
A’râf 7 / 111

(İsrail’in oğullarının Mele’si) “Bir yandan şehirler için toplayıcılar gönder, diğer yandan ona ve kardeşine umut ver (oyala)” dediler.

(*) İsrail’in oğullarının mele’sinin bu söylemi, kendi halkları için toplama kampları oluştursun diye Firavun’a akıl verdiklerini anımsatmaktadır.

(*) اَرْجِهْ: رَجَا (ercih): Kuyu, gök ve benzeri şeylerin kenarına denir. Çoğulu أَرْجَاء şeklinde gelir:

وَالْمَلَكُ عَلَى أَرْجَائِهَا : Melek de göğün kenarlarındadır(69/Hâkka 17).

رَجَاء : Mutluluğun olduğu şeyin meydana gelmesini gerektiren zandır.

مَا لَكُمْ لا تَرْجُونَ لِلَّهِ وَقَارًا : Size ne oluyor ki, Allah için saygı ummuyorsunuz? (71/Nûh 13).

Bazıları bu âyeti; “Size ne oluyor ki, Allah’tan korkmuyorsunuz.” şeklinde tefsir etmişler ve buna delil olarak da şu şiiri getirmişlerdir: 

إِذَا لَسَعَتْهُ النَّحْلُ لم يَرْجُ لَسْعَها وخالَفَها في بَيْتِ نُوبٍ عَوامِلِ -182 

182- Arı onu soktuğunda, onun sokmasından korkmaz. 

Ve onunla ahitleşmiştir arı kovanında, çalışan arılar.

Bu kelimenin bu şekilde yorumlanmasının gerekçesi, رَجَاء ve خَوْف kelimelerinin anlamca birbirlerine bağlı olmalarıdır. Allah buyurur ki:

 وَتَرْجُونَ مِنَ اللّهِ مَا لاَ يَرْجُونَ : Siz, onların Allah’tan ummadığını umuyorsunuz(4/Nisâ 104); وَآخَرُونَ مُرْجَوْنَ لِأَمْرِ اللّهِ : Bir kısmı da umutları Allah’ın emrine bağlı kalmıştır (9/Tevbe 106). 

أَرْجَتِ النَّاقَةُ : Devenin yavrulama zamanı yaklaştı. Bu sözün asıl anlamı şudur: Deve, sahibine yavrulama zamanının yaklaştığının ümidini vermektedir. أُرْجُوَان : Ümit etmenin verdiği iç açıcılığı/sevinci veren kırmızı renk anlamındadır.

(*) حَاشِر۪ينَۙ: حَشْر kelimesi, bir topluluğu yerinden çıkarmak ve onları savaş vb şeylerle sürmektir. Rivâyette: Kadınlar, haşir edilmez denmiştir. Yani: Onlar savaşa götürülmez. Bu fiil hem insan hem de diğer varlıklar için kullanılır. حَشَرَتِ السَّنَةُ مَالَ بَنِي فُلاَنٍ denir ki: Kıtlık, onların tüm mallarını alıp götürdü demektir. Haşr, sadece topluluklar için kullanılır. 

حَشْر kelimesi, bir topluluğu yerinden çıkarmak ve onları savaş vb şeylerle sürmektir. Rivâyette: Kadınlar, haşir edilmez denmiştir. Yani: Onlar savaşa götürülmez. Bu fiil hem insan hem de diğer varlıklar için kullanılır. حَشَرَتِ السَّنَةُ مَالَ بَنِي فُلاَنٍ denir ki: Kıtlık, onların tüm mallarını alıp götürdü demektir. Haşr, sadece topluluklar için kullanılır. 

Allah buyurur ki:

وَابْعَثْ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ   …ve adam toplayacak elçilerini bütün kentlere gönder (26/Şuarâ 36); وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً …Her taraftan toplanıp gelen kuşları da (38/Sâd 19);

وَإِذَا الْوُحُوشُ حُشِرَتْ…Yabani hayvanlar bir araya toplandığı zaman (81/Tekvir 5);

لأوَّلِ الْحَشْرِ مَا ظَنَنْتُمْ أنْ يَخْرُجُوا …ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız (59/Haşr 2);

 وَحُشِرَلِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَاْلإِنْسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ …Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu toplanarak disiplinli bir hâlde bir araya gelerek, düzgün saflar hâlinde ve uygun adımlarla yürüyüşe geçti (27/Neml 17). 

Kıyametin nitelendirirken de şöyle buyurmuştur:

وَإِذَا حُشِرَ النَّاسُ كَانُوا لَهُمْ أعْدَاءً  …İnsanlar toplatılınca, putları onlara düşman olurlar (46/Ahkâf 6).

 فَسَيَحْشُرُهُمْ إِلَيهِ جَمِيعاً  …Allah hepsini huzurunda bir arayagetirecektir (4/Nisâ 172).

 وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ أحَداً …Tek bir kişiyi göz ardı etmeksizin tüm insanları bir araya toplarız (18/Kehf 47).

Kıyamet günü, haşirgünü diye adlandırılmıştır. Ba’s ve neşr günü diye de adlandırıldığı gibi. رَجُلٌ حَشْرُ اْلأُذُنَيْنِ deyimi, kulaklarında yaygınlık ve keskinlik bulunan adam demektir.

يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ
A’râf 7 / 112

Her bir alim sahir’i sana getirsinler.

وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَاَجْرًا اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ
A’râf 7 / 113

Sihirbazlar Firavun’a geldiler “şu kesin ki bizim için elbette bir ödül var, tabi eğer biz, galipler olursak…” dediler.

(*) Görüldüğü gibi herhangi bir soru edatı olmayan bu ayetteki şu cümle اِنَّ لَنَا لَاَجْرًا اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ (inne lenâ leecran in kunnâ nahnu-lġâlibîn(e)) hemen hemen bütün mealler tarafından “eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?” (TDV meali) şeklinde çevrilmiştir. Aynı durum Zemahşerî tarafından şu şekilde açıklanmaya çalışılmıştır.

Şayet وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ فَقَالُٓوا (Sihirbazlar Firavun’a geldiler ve dediler ki) buyrulsa olmaz mıydı?” dersen şöyle derim: Bu ifade bir kişinin “Peki, geldiklerinde ne dediler?” şeklinde bir soru sormuş̧ olduğu varsayılarak bu soruya cevaben “Dediler ki bize bir ödül var değil mi?” şeklinde söylenmiştir. Ecran galibiyet ödülü demektir. آاِنَّ لَنَا لَاَجْرًا )bize bir ödül var değil mi?( ifadesi haber formunda ve اِنَّ لَنَا لَاَجْرًا büyük ödülün zaten var olduğu, olmasının zorunlu olduğu anlamında şeklinde de okunmuştur ki “Bize mutlaka bir ödül olmalı.” demiş olmaktadırlar. Ecran kelimesinin nekire olması, ödülün büyüklüğünü ifade etmek içindir. Nitekim Araplar, inne le-hû le-ibilen (Bir sürü devesi var!) ve inne le-hû le-ğanemen (Bir sürü̈ koyunu var!) ifadelerinde nekire kelime kullanarak çokluk anlamı kastederler.

(Zemahşerî / El-Keşşaf)

قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ
A’râf 7 / 114

(Firavun): “Evet, kesinlikle siz, elbette ki mukarreb olanlardan olacaksınız” dedi.

(*) الْمُقَرَّب۪ينَ (el-mukarrabîn(e)) Tef’il babının ism-i mefulü olan bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir: “Yaklaştırmak, yanaştırmak, bir şeyi yaklaşık olarak ifade etmek, anlaştırmak, barıştırmak, gözde, yakın”

قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ
A’râf 7 / 115

(Sahir olanlar) “Ey Musa! Önce senin atman mı? yoksa bizim atanlardan olmamız mı?” dediler.

قَالَ اَلْقُواۚ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ
A’râf 7 / 116

(Musa): “Atın” dedi. Sahirler en-nas’ın ea’yun’larını atınca, azim bir sihr ile gelerek onlara göz dağı verdiler”

وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ
A’râf 7 / 117

Musa’ya “asanı bırak” diye vahyettik, o aniden olduğundan başka hâle sokup farklı gösterdiklerini yutuyor.

Not: Çalışmamızın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesinin geçtiği üçüncü ayet budur. Kelime burada kendisinden önceki ism-i mevsulün sıla cümlesi olarak geçmiştir. Zemahşerî ayetteki ‘ma’ (مَا) edatının mastariye ‘ma’sı olabileceğini de söylemiştir. Kelimenin bu bağlamdaki anlamı, “bir şeyi olduğundan başka bir hâle sokup onu başka göstermek” şeklindedir.

Ayetlerde birçok kelimeyi hiç çevirmeden olduğu gibi aktardık. Bunun sebebi o kelimeler ve kelimelerin bağlı olduğu olaylar üzerinde çok daha fazla çalışmamız gerektiğinden dolayıdır. Çünkü bu bağlamda geçen kelimelere ve bu olayların anlatıldığı Kur’an’daki diğer bağlamlara baktığımızda bu bağlamlardan geleneğin resmettiği gibi karşılıklı sihir gösterisi çıkmayacak gibi durmaktadır.

Bu çalışmanın ana konusu ‘ifk’ kelimesinin Kur’an’daki tüm bağlamlarına bakarak doğru anlam tespiti yapmaktır. Her bağlamda geçen olayların tamamını bu çalışma kapsamında işlememiz teknik olarak mümkün değildir.

فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ
A’râf 7 / 118

Böylece, hakikat ortaya çıktı ve yapageldikleri boşa çıktı.

Böylece, o hakikat gerçekleşti ve yapageldikleri hükümsüz oldu.

(*) وَقَعَ (veka’a): Bu kelimenin sözlük anlamları şudur: “Olmak, meydana gelmek, gerçekleşmek. Düşmek, inmek. İçine girmek, iz bırakmak, etki yapmak, kapsamak, ihtiva etmek” (Karslı).

(*) بَطَلَ (betale) Bu kelimenin sözlük anlamları şudur: “Batıl olmak, iptal olmak, iptal edilmek, geçersiz olmak, hükümsüz olmak, yanlış ve anlamsız olmak, boşa gitmek, zayi olmak.

فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ
A’râf 7 / 119

İşte o uzak yerde yenildiler ve sağirinlere dönüştüler.


(*) هُنَالِكَ (hunâlike): Bu edatla ilgili açıklamalar şu şekildedir:

Bir işaret ismi olan هُنَا : genellikle mekan zarfı olarak yer alır ve “bura burada, burası” şeklinde yakın için kullanılır.

Biraz daha uzaklar için sonuna hitap zamiri denen (كَ) getirilir ve anlamı “şura, şurası, şurada” şeklindedir.

Daha da uzakları göstermek için adına uzaklık “lam”ı denilen bir lam (لِ) getirilir. Anlamı “ora, orada, orası” şeklinde olur.

Kelime bazen “zaman zarfı” olarak kullanılabilir. Kelime bazen de “vardır” anlamında kullanılır.

(H. Akdağ / Edatlar)

  1. DÖRDÜNCÜ BAĞLAM
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Tevbe 9 / 30

Not: Bu ayet içinde ‘ifk’ kelimesinin geçtiği dördüncü ayettir. Bu ayete meal vermeden önce ayette geçen birçok kelime üzerinde durmak gerekmektedir. Bu yüzden önce kelimeler üzerinde duracak daha sonra meal vereceğiz.

(*) الْيَهُودُ (El-Yehudu): Etimolojik kökeni ve anlamı üzerinde ihtilafa düşen müktesebat uleması, kelimenin kastettiği topluluğun içeriği hakkında ittifak etmiştir. Eski-yeni ulemanın tamamına göre bu kelime ile Musa’nın şeriatı üzere olanlar kastedilmektedir.

Arapça ’da yehûd, İbrânîce’de yehudi, Ârâmîce’de yehuday(e) şeklindedir. Kur’an-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber döneminde yaşayan ve Hz. Mûsâ şeriatına bağlı olma manasında İsrail oğulları’nın devamı olarak görülen yahudileri ifade etmek için “yehûd” kelimesinin yanı sıra aynı kökten gelen “hûd” ve “(ellezîne) hâdû” kalıpları da kullanılmıştır (meselâ el-Bakara 2/62; en-Nisâ 4/46; el-Mâide 5/18; el-En‘âm 6/146; et-Tevbe 9/30; en-Nahl 16/118; el-Hac 22/17; el-Cum‘a 62/6; İsrâiloğulları için kullanılan terkip Benî İsrâîl’dir)

(Salime Leyla Gürkan / Yahudilik md. DİA)

Ulemanın ‘yahudi’ kelimesinin karşısına koyduğu “Musa şeriatı üzere olanlar” tanımı Kur’an ile taban tabana zıt bir söylemdir. Çünkü Yüce Allah’ın İslam’dan başka bir dini ve inananlara getirdiği ‘müslim’ kelimesinden başka bir tanımı yoktur.

وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ د۪يناً فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُۚ وَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
Âl-i İmrân 3 / 85

Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır (TDV meali).

وَجَاهِدُوا فِي اللّٰهِ حَقَّ جِهَادِه۪ۜ هُوَ اجْتَبٰيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدّ۪ينِ مِنْ حَرَجٍۜ مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِم۪ينَ مِنْ قَبْلُ وَف۪ي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَه۪يدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِۚ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللّٰهِۜ هُوَ مَوْلٰيكُمْۚ فَنِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ
Hac 22 / 78

Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size “Müslümanlar” adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır! (TDV meali).

(NOT: Bu meal yazarlarının “Müslümanlar” şeklinde mana verdikleri ifade الْمُسْلِم۪ينَ (el-Müslimin) kelimesidir. Kökeni Farsça olan “Müslüman” kelimesi kesinlikle bu kelimenin karşılığı değildir. ‘Müslim’ ve “Müslüman” kelimeleri arasındaki fark ile alâkalı olarak Feriduddin Aydın’ın Kur’an’daki din İslam mı Müslümanlık mı? kitabında bu konuda oldukça geniş açıklamalar vardır. İlginçtir ki günümüzde tüm yabancı dillerde bile ‘müslim’ kelimesi kullanılırken sadece Farsça ve Türkçe konuşanlar “Müslüman” ve “moselman” kelimelerini kullanmaktadırlar.)

Müslüman âlimler yehûd ve hûd kelimelerini “tövbe edip hakka dönme” anlamındaki hevd (hâde-yehûdu) köküyle ilişkilendirmişlerdir (Taberî, II, 143).

Hûd “hâid”in (tövbe eden) çoğuludur veya yehûd kelimesindeki yâ harfinin hazfedilmesiyle oluşmuştur; bazı kıraatlerde bu kelime yehûd şeklinde okunmaktadır. Yehûddan maksat ise “yehûdiyyîn”dir (tövbe edenler; Lisânü’l-ʿArab, “hvd” md.). Yahudilere bu ismin verilmesinin sebebi, bir görüşe göre Mûsâ zamanında İsrâiloğulları’nın buzağı heykeline taptıktan sonra pişman olarak Allah’a “hüdnâ ileyke” (biz sana döndük) demeleridir (el-A‘râf 7/156)

(Salime Leyla Gürkan / Yahudilik md. DİA)

Gerçekten de A’râf suresinin 156. ayetinde ‘hudna ileyk’ ifadesi geçmektedir. Ama bu ifadeyi söyleyenler ‘el-Yahud’ olarak tanımlananlar değil, Allah resulü Musa’dır. Kur’an’ın tamamında ‘el-Yahud’ olanlar için övgü içeren tek söz olmadığı gibi mümin olanlara en şiddetli düşmanlığı yapanların da bunlar olduğu söylemiştir (bkz. Mâide 82)

Bir diğer görüş ise Yehûd’un bir kabile ismi olduğu ve kelimenin aslı -Hz. Ya‘kūb’un on iki oğlundan en büyüğü olan Yehuza’ya nisbetle- “yehûẕ” iken zal harfinin dal harfine çevrilmesiyle Arapçalaştığı şeklindedir (a.g.e., a.y.; Elmalılı, I, 374; İbrânîce yehudi ve Ârâmîce yehudaye kelimelerinin yehuci/yehucaye şeklinde okunduğuyla ilgili olarak bk. Hopkins, XVII [1997], s. 13-16)

Yehûd’un İbrânîce karşılığı olan yehudi kelimesi Yehuda’ya dayanmaktadır. Yehuda, Ahd-i Atîk’te başta Hz. Ya‘kūb’un on iki oğlundan (İsrâiloğulları) dördüncüsü olmak üzere şahıs ismi (Tekvîn, 29/35; Ezra, 10/23; Nehemya, 11/9; 12/8, 34, 36), bunu takiben Ya‘kūb oğlu Yehuda’nın soyunu ifade edecek şekilde kabile ismi (Tekvîn, 49/10; Çıkış, 31/2; Yeşu, 15/1; Hâkimler, 1/2, 8; II. Samuel, 2/4; I. Krallar, 12/21; Ezra, 1/5) ve ağırlıklı olarak en geniş kabile olan Yehuda kabilesi mensuplarının yerleştiği Filistin’in güneyindeki bölgenin ismi olarak kullanılmıştır (Yeşu, 20/7; Hâkimler, 15/10; I. Samuel, 22/5; II. Krallar, 23/2; İşaya, 3/1; 5/3; Yeremya, 4/4; 18/11; Amos, 7/12). Daha sonra da kelime Yehuda soyundan gelen Dâvûd tarafından kurulan, oğlu Süleyman’ın ölümünün ardından -kuzeyde kalan İsrâil Krallığı’na karşılık- Yehuda bölgesiyle ve Bünyamin ve Levi soylarının yanı sıra Yehuda kabilesiyle sınırlı olan Kudüs merkezli krallığın, Bâbil sürgünü sonrasında ise (m.ö. VI. yüzyıl) ilgili bölgenin ve eyaletin ismi şeklinde yer almıştır (II. Samuel, 5/5; II. Krallar, 16/1-2; Yeremya, 17/20; 25/1; Haggay, 1/1; Mika, 1/5; Ester, 2/6; Ezra, 1/2; 5/8; Nehemya, 5/14; II. Tarihler, 11/17; 34/11). Kelime Ahd-i Atîk boyunca başlangıçta şahıs ve kabile ismi şeklinde, sonraları ve özellikle sürgün sonrası dönemde ilgili bölge ve dinî-siyasî kimlikle bağlantılı olarak ve Rabbânî literatürde şahıs isminin yanında hem bir kabileyi (Yehudaoğulları; bk. Sota, 8/11; Taanith, 4/5) hem de bölgeyi (Yehuda halkı; bk. Ketuboth, 4/12; 13/10) ifade etmek için kullanılmıştır.

(Salime Leyla Gürkan / Yahudilik md. DİA)

Günümüzde veya geçmişte kendi kendilerini şu veya bu köke dayandırarak bu ismi kullananların kastettiği anlam ile Kur’an’daki الْيَهُودُ (El-Yehudu) kelimesinin kastettiği anlam asla birbirinin karşılığı değildir ve olamaz da. Kur’an’da geçen bir kelimenin karşılığını varlığın en sahih bilgisi olan Kur’an’da aramak yerine baştan sona kurgu olan ve daima manipülasyona açık olan bilgilerin arasında aramak “Kur’an’ı anlamak” olarak adlandırılamaz.

Yahudilere bu ismin verilmesinin sebebi, bir görüşe göre Mûsâ zamanında İsrâiloğulları’nın buzağı heykeline taptıktan sonra pişman olarak Allah’a “hüdnâ ileyke” (biz sana döndük) demeleridir (el-A‘râf 7/156)

Başlangıçta övgü ifade eden yehûd kelimesi, yahudilerin şeriatının reddedilmesinden sonra artık övgü anlamı taşımasa da onlara ait bir isim olarak kullanılagelmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hvd” md.)

(Salime Leyla Gürkan / Yahudilik md. DİA)

A’râf suresi 156. ayetindeki ‘hudna ileyk’ ifadesini söyleyenler Yahudiler değil Musa’dır. Fakat bir an bu sözü onların da söylediğini farz etsek bile tüm tarihleri boyunca sadece bir kez ‘hudna ileyk’ demiş ve bunu dedikten hemen sonra da söylediklerinden caymış, tüm Allah resullerine daima ‘semi’na ve asayna’ (işittik ve isyan ettik) demiş olanların Kur’an tarafından hâlâ iyi anlama gelecek bir kelime ile tanımlanıyor olması olacak şey değildir. Bu durumda bir zamanlar meleklerden biri olan İblisin de hâlâ melek olarak adlandırılması gerekirdi.

Ayetler gayet açık ve nettir, fazla söze hâcet yoktur. Yüce Allah ne öncesinde ne de sonrasında kendi dinini İslam’dan başka bir isimle, o dine bağlananları da ‘Müslim’ler isminden başka bir isimle nitelememiştir. Bu yüzden ulemanın ‘Yahudi’ kelimesine yüklediği “Musa şeriatını takip edenler” şeklindeki bir anlam Kur’an ile uyuşmamaktadır. Yüce Allah, Musa’nın izinden gidenleri de İsa’nın izinden gidenleri de Muhammed’in izinden gidenleri de sadece ‘Müslim’ler olarak nitelemiştir.

Yüce Allah’ın “Yahudilik” diye bir dini yoktur ve Kur’an’daki ‘el yahud’ kelimesi Musa’nın izinden gidenleri değil gitmeyenleri tanımlayan bir kelimedir.

Ayette geçen الْيَهُودُ (el-Yahud) kelimesi هادُ (hadu) kökünden türemiş muzari fiil kalıbında isimdir. Tıpkı Arapçadaki ‘yezid, teym, yecüc, yakup, Yusuf’ kelimeleri gibidir. Üstelik, bir fiilin isim olarak kullanılması sadece Arapçaya has bir durum değildir. Türkçedeki “dursun, yaşar, güngör, durdu, yeter” kelimeleri de fiildir ama isim olarak kullanılmaktadır. Bir fiilin kişiye isim olarak verilmesi ya da bir şeye isim olması o fiili işlemeyi artık karakter hâline getirmesinden dolayıdır. Bu isimlerin muzari isim formunda gelmesi ise ismin anlamını ifade eden o eylemin hâlâ sürdüğü anlamına gelmektedir. هادُ (hadu) kökünün muzari formu olarak isimleşmiş الْيَهُودُ (el-Yahud) kelimesinin kastettiği anlamlar “dönekler, dönenler veya mütemadiyen döneklik yapanlar” şeklindedir. Çünkü هادُ (hadu) kelimesi “dönmek” anlamındadır. Fakat bu anlam “iyiden kötüye veya kötüden iyiye dönmek” için de kullanılır. Kur’an’da geçen tüm ‘ellezine hadu’ veya ‘el-Yahud’ kelimelerinin bağlamlarında bunlarla alâkalı söylenenlere baktığımızda bunların Allah’ın dininden dönüp kendi kafalarına göre Yüce Allah’ın dinine şekil verip din uyduranlar olduğunu görmekteyiz. Yani bu kelime Musa’nın izinden gidenleri değil, gitmeyenleri tanımlayan bir kelimedir.

(*) عُزَيْرٌ (Uzeyrun): Tıpkı bir önceki ‘el-Yahud’ kelimesi gibi bu ismin karşılığını da Kur’an’dan değil de İsrailiyat üzerinden belirleyen ulema bir önceki kelime gibi bunu da Kur’an’a girmiş yabancı bir kelime saymışlardır. Hem bir yandan Kur’an’daki lisanın Arapların konuştuğu lisan olduğunu söylemek hem de diğer yandan Kur’an’daki birçok kök kelimeye hem de kalıbı Arapça olmasına rağmen yabancı kelime demek içinden çıkılması imkânsız bir çelişkidir. Bir kere bu kelime “yabancı kelimedir” denilerek Kur’an’ın dışına itilince artık geriye kalan kelimenin manasını veya kimi kastettiğini orada burada aramak, bulmak olacaktır. Nitekim müfessirlerin hemen hepsi bunu yapmış ve Zemahşerî’nin şu söylediklerinin benzeri şeyleri söylemişlerdir.

“Üzeyir Allah’ın oğludur.” Bu ifade tıpkı “Mesih Allah’ın oğludur.” ifadesi gibi mübteda ve haberden oluşan bir cümledir. ‘Üzeyir kelimesi tıpkı Azer, Îzâr, Azrâ’îlu gibi yabancı bir isimdir. Yabancı isim olması ve marife olması sebebiyle de gayr-i munsariftir. Kelimeyi tenvinli [‘Uzeyrun] okuyanlar, kelimenin Arapça olduğunu düşünmüşlerdir. Tenvinin düşmesinin, -tıpkı [ehadün Allāhu (İhlâs 112/1-2) ifadesinin] ehadulllāhu şeklinde okunması gibi- iki sakin harfin bir arada olmasından kaynaklandığı ya da ibnun (oğlu) kelimesinin sıfat olup haberin hazfedilmiş olması ve bu hazfedilmiş ifadenin ma‘bûdunâ olması (yani “Allah’ın oğlu Üzeyir, bizim mabudumuzdur.” şeklinde) görüşü ise, kolay kolay kabul edilemeyecek bir kurnazlıktan ibarettir!

Bu [“Üzeyir Allah’ın oğludur.” ifadesi], Medine’deki bazı Yahudilerin sözü olup bütün Yahudilerin sözü değildir. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre Selam b. Mişken, Nu ‘mân b. Evfâ, Şâs b. Kays ve Mâlik b. es-Sayf Peygamber (s.a.)’e gelmiş̧ ve ona bu sözü̈ söylemişler. Bu sözün Finhâs’a ait olduğu da söylenmiştir. Söyleme sebebi ise şudur: Yahudiler Musâ Aleyhisselâm’dan sonra peygamberleri öldürmüşler, Allah da onlardan Tevrat’ı alıp kalplerinden silmiş̧, daha sonra Üzeyir ortalıkta dolaşan küçük bir çocuk iken Cebrail ona gelmiş̧ ve “Nereye gidiyorsun?” diye sormuş; o da “ilim tahsiline” demiş̧. Cebrail de kendisine Tevrat’ı ezberletmiş̧. Bir harf dahi hata olmaksızın bütün Tevrat’ı ona ezberden yazdırmış̧. Yahudiler de “Allah mademki o daha bir çocukken Tevrat’ı ona ezberletti; demek ki o Allah’ın oğludur.” demişler. Bu sözün bunlar tarafından söylendiğinin delili ise, ayet onlara okunduğu, onlar da Kur’an’ı yalanlamak için çırpındıkları halde, bunu yalanlamamış̧, karşı çıkmamış̧ olmalarıdır.

(Zemahşerî / El-Keşşaf / c.3.s.60)

Hemen belirtelim ki Zemahşerî’nin “Hepsi değil bir kısmı böyle diyordu.” şeklindeki söylemi kesinlikle ayetin söylediğinin zıddıdır. Çünkü ayette “bir kısım” anlamı verebileceğimiz hiçbir kelime olmadığı gibi bizzat Zemahşerî’nin kendisi ayetin devamındaki cümleye “Bu, onların -nankörce inkâr eden öncekilerin sözünü taklit ederek- ağızlarıyla söyledikleri kendi sözleridir!” şeklinde mana vermiş, bu sözün sadece Medine Yahudileri tarafından değil, önceden beri söylenegelen bir söz olduğunu belirtmiştir. “Bu sözün bunlar tarafından söylendiğinin delili ise, ayet onlara okunduğu, onlar da Kur’an’ı yalanlamak için çırpındıkları halde, bunu yalanlamamış̧, karşı çıkmamış̧ olmalarıdır.”

Zemahşerî’nin verdiği bu bilgi de doğru değildir. Çünkü Yahudiler Kur’an’daki bu söyleme karşı çıkmış ve kendilerinin sadece Üzeyir için değil hiçbir resul için “Allah’ın oğludur” şeklinde bir tanımlama getirmediklerini belirtmişlerdir.

Yahudiler arasında Ezrâ’nın Allah’ın oğlu olarak yüceltildiğine ilişkin yahudi kaynaklarında herhangi bir bilgi yoktur. Geleneksel yahudi inancında da bunun bir işareti görülmemektedir. Bu sebeple yahudi bilgini Mûsâ b. Meymûn, Kur’an’daki bilgiyi yahudilere karşı bir iftira şeklinde değerlendirir (Jacobs, I, 181)

(Baki Adam / Ezra md.DİA)

Bu ayette kendisine “Üzeyir” denilen kişinin kimliği tespit edilmeden söylenecek her söz havanda su dövmek anlamına gelecektir. Üzeyir’in kim olduğunu tespit etmek için izlenecek iki yol vardır. Birincisi, tüm müfessir ve meal yazarlarının yaptığı gibi geçmişte Üzeyir hakkında kim ne demiş onların hepsini harmanlayarak bir sonuç elde etmeye çalışmaktır. İkincisi ise Kur’an’da geçen isimlerin -ki buna resul isimleri de dahildir- tanımlama getiren kelimeler olduğunu kabul edip, ‘uzeyrun’ kelimesinin karşılığını Kur’an’da aramak. Ulema, birinci yolu seçmiş ve ayette geçen Üzeyir’in kim olduğu hakkında bulabildiği her kaynağa başvurmuştur. Peki bir sonuç elde etmiş midir? Elbette bir sonuç elde etmemiştir. Ayetteki ‘uzeyrun’ kelimesini “Ezra” başlığı altında inceleyen Baki Adam, ulemanın çabasını da dahil ettiği çalışmasında şunları söylemiştir:

Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bir yerde Tevbe suresinde (9/30) bahsi geçen Üzeyir’in (Uzeyr) kimliği tartışmalıdır. Kur’an yorumcularının bir kısmı Bakara suresinin 259. ayetinde yüzyıl uyuduğu bildirilen kişinin Üzeyir olduğunu nakleder (Ayoub, s. 7). İslâm kaynaklarında açıkça ifade edilmemekle birlikte müslüman âlimlerin çoğunun Üzeyir’i yahudi geleneğindeki Ezra ile özdeşleştirdiği görülmektedir. Yahudi geleneği hakkında geniş bilgiye sahip bulunan İbn Hazm, Üzeyir ve Ezra isimlerinin aynı şahsa delâlet ettiğini açıkça söylememekle beraber eserlerindeki anlatımdan onun da bu yöndeki görüşü benimsediği anlaşılmaktadır (el-Faṣl, I, 99; er-Red, s. 77).

Bir mühtedi olan Semev’el el-Mağribî, Üzeyir’in Ezrâ ile özdeşleştirilmesine karşı çıkar. Ona göre Üzeyir Elazar (Eliezer) kelimesinin Arapçalaşmış şeklidir, dolayısıyla Üzeyir ile Ezrâ aynı kişi değildir (İfhâmü’l-Yehûd, s. 63).

Çağdaş araştırmacılardan M. Sharon da benzer bir görüşe sahiptir. Sharon’a göre Üzeyir, İbrânîce “ozer” (yardım edici) kelimesinin Arapçalaştırılmış biçimidir (Encyclopaedia of the Qurʾān, IV, 39).

Mekkî b. Ebû Tâlib ise “üzeyir” kelimesinin Arapça kökenden geldiğinde bütün nahivcilerin ittifak ettiğini belirtmektedir (İbnü’l-Cevzî, III, 423).

Üzeyir’in kimliği ve üzeyir kelimesinin kökeni konusunda daha farklı görüşler ileri sürenler de vardır. Bu kelimeyi Finkel, Mezmurlar’daki (2/7) “aziz” kelimesine, Mejdi Bey eski Mısır tanrılarından Oziris ismine, Paul Casanova “azazel” kelimesine dayandırır (Jeffery, s. 214). Mejdi Bey’in görüşüne Zürkānî de katılır. Ona göre İsrâiloğulları, Mısır’da bulundukları sırada Oziris’le ilgili inancı benimsemişlerdi (M. Abdülazîm ez-Zürkānî, II, 279). Newby ise Üzeyir’i Enoh’la (Uhnûh/İdrîs) ilişkilendirir (A Concise Encyclopedia of Islam, s. 209;). 

Üzeyir’in peygamber olup olmadığı konusunda İslâm âlimleri arasında farklı görüşler vardır. İbn Abbas, Üzeyir’in peygamber olup olmadığını bilmediğini söyler (İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 283).

İbn Ebû Hâtim ondan Allah’ın peygamberi diye söz eder (Tefsîr, II, 502). İbn Kesîr, Üzeyir’in peygamberliğine dair görüşün İslâm âlimleri arasında yaygın olduğunu nakleder. Buna göre Üzeyir, Dâvûd ile Süleyman veya Zekeriyyâ ile Yahyâ arasında yaşamıştır.

İbn Asâkir’in İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre Üzeyir kader hakkında soru sorduğu için adı peygamberler listesinden silinmiştir (İbn Kesîr, II, 389-391).

Bazı İslâm âlimleri Üzeyir’i (Ezrâ) Tevrat’ı tahrif etmekle de suçlamıştır (İbn Hazm, el-Faṣl, I, 197; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 421). 

Üzeyir’le ilgili temel problem Kur’an’da bildirildiği üzere (et-Tevbe 9/30) yahudilerin onu Allah’ın oğlu olarak kabul etmeleridir. İslâm âlimlerine göre Üzeyir kaybolan Tevrat’ı yeniden ortaya çıkardığı için yahudiler onu Allah’ın oğlu kabul etmişlerdir. İslâm kaynaklarında bununla ilgili iki rivayet vardır.

Bir rivayete göre Üzeyir zamanında İsrâiloğulları Tevrat’ı terketmiş ve doğru yoldan sapmışlardı. Bunun üzerine Allah, Tevrat’ı ve tabutu (tâbût, ahid sandığı) ortadan kaldırır ve hâfızalarındaki Tevrat’la ilgili bilgileri siler. İsrâiloğulları musibetler içinde sefih bir hayat sürmeye başlarlar. Hikmet sahibi sâlih bir kimse olan Üzeyir, Tevrat’ı yeniden göndermesi için Allah’a dua eder. Bir gün gökten bir nur iner ve Üzeyir’in kalbine nüfuz eder; bu nur Tevrat’ın nurudur. Nurun Üzeyir’in kalbine girmesiyle Tevrat onun belleğinde canlanır. Üzeyir bunu halka açıklar ve Tevrat’ın kendilerine yeniden verildiğini müjdeler, ardından Tevrat’ı onlara öğretir. Üzeyir’in ölümünden sonra tabut bulunur ve içinden çıkan Tevrat’la Üzeyir’in öğrettiği Tevrat karşılaştırılır. İkisi arasındaki uygunluğu görünce hayrete düşen İsrâiloğulları, “Üzeyir’e bu bilgi ancak Allah’ın oğlu olduğu için verilmiştir” derler (Ali b. Muhammed el-Hâzin, II, 351).

Diğer rivayete göre Bâbil Kralı Buhtunnasr, İsrâiloğulları’nı savaşta yenip mâbedi tahrip etmiş ve Tevrat âlimlerini katletmişti. Üzeyir bu olay sırasında henüz küçük bir çocuktu. İsrâiloğulları sürgünden döndüklerinde aralarında Tevrat’ı bilen kimse kalmamıştı. Allah bir işaret olarak yüzyıl ölü bıraktığı Üzeyir’i yeniden diriltince elindeki tasla bir melek Üzeyir’in yanına gelmiş ve Üzeyir meleğin sunduğu tastaki suyu içince Tevrat bilgisine sahip olmuştur. Daha sonra Allah onu İsrâiloğulları’na göndermiş, Üzeyir kendini onlara tanıtmıştır. İsrâiloğulları, “Sen Üzeyir isen Tevrat’ı bize yazdır” demiş, Üzeyir de Tevrat’ı onlara yazdırmıştır. İçlerinden biri, “Babam Tevrat’ın gömülü olduğu yeri bana haber vermişti” deyince Tevrat’ın gömülü olduğu yere gidip Tevrat’ı çıkarmış, Üzeyir’in yazdırdığı Tevrat’la bu Tevrat arasında hiçbir fark görülmemiştir. Bunun üzerine İsrâiloğulları, Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğu için Allah’ın onun kalbinden Tevrat’ı yok etmediğini söylemiştir (a.g.e., II, 351-352; İbnü’l-Cevzî, III, 423-424). 

İslâm kaynaklarında Üzeyir hakkında nakledilen bu rivayetler yahudi tarihinde önemli bir yere sahip olan Ezra’yı akla getirmektedir. Nitekim “pseudographik” metinlerden IV. Ezrâ’da (IV/19-48) bu rivayetlere benzer bir anlatım bulunmaktadır. Yahudi geleneğine göre Ezrâ bir peygamber değildir, fakat Yahudilik’te peygamberden üstün bir konuma sahiptir. Yahudi din bilgini rabbiler onu Hz. Mûsâ ile mukayese etmiş ve onun da Hz. Mûsâ gibi Tevrat’ı almaya lâyık olduğunu ileri sürmüştür. Rabbilere göre Hz. Mûsâ daha önce gelmeseydi Tevrat Ezrâ’ya verilirdi (Sanhedrin, 21b). A. Geiger, Kur’an’da yer alan Üzeyir’le ilgili ifadenin Talmud’daki aşırı saygı ifadesinin yanlış aktarımından kaynaklandığını ileri sürer (Judaism and Islam, s. 154). 

Yahudiler arasında Ezrâ’nın Allah’ın oğlu olarak yüceltildiğine ilişkin yahudi kaynaklarında herhangi bir bilgi yoktur. Geleneksel yahudi inancında da bunun bir işareti görülmemektedir. Bu sebeple yahudi bilgini Mûsâ b. Meymûn, Kur’an’daki bilgiyi yahudilere karşı bir iftira şeklinde değerlendirir (Jacobs, I, 181).

Sa‘lebî, İbn Cerîr et-Taberî, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Fahreddin er-Râzî ve Tûsî gibi müfessirler âyetin bütün yahudileri kapsamadığını belirtir (Ayoub, s. 9-14). Tefsirlerde yer alan rivayete göre bunu söyleyenler Medine’deki bir grup yahudidir (İbn Ebû Hâtim, VI, 1781; İbnü’l-Cevzî, III, 424). İbn Hazm ise Yemen civarında yaşadıklarını söylediği Sadûkīler’in Ezrâ’yı Allah’ın oğlu olarak kabul etme inancını taşıdıklarını belirtir. Ona göre Sadûkīler’i diğer yahudi gruplardan ayıran en önemli inanç budur (el-Faṣl, I, 99). Makdisî ise Ezrâ’yı Allah’ın oğlu diye kabul eden yahudilerin Filistin yahudileri olduğunu, bunu Ezrâ’yı yüceltmek ve onu onurlandırmak için yaptıklarını, diğer yahudilerin bunu kabul etmediklerini söyler (el-Bedʾ ve’t-târîḫ, IV, 35). Yahudi asıllı İskenderânî ise Hicaz bölgesindeki Karâîler’in bu inanca sahip bulunduklarını nakleder (Lazarus-Yafeh, s. 53). 

Ezrâ / Üzeyir’i Allah’ın oğlu diye nitelendiren yahudi gruplarına dair verilen bilgiler tarihsel açıdan doğrulanabilecek nitelikte değildir. Yemen yahudileriyle Ezrâ arasında bir lânetleşmeden söz edilmekte, bu da İbn Hazm’ın verdiği bilgiyi geçersiz kılmaktadır. Makdisî’nin görüşü de tamamen temelsizdir. Karâîler’in mezhep yapısı da İskenderânî’nin görüşünü doğrulamaktan uzaktır. Bununla birlikte Kur’an’da yer alan (et-Tevbe 9/30) ifadeyi mecazi olarak anlamak da uygun değildir. Zira yahudilerin Üzeyir hakkında söylediklerinin, hıristiyanların Hz. Îsâ hakkındaki inançlarına paralel şekilde zikredilmesi böyle anlamayı engellemektedir. Esasen Kur’an’ın indiği dönemdeki Hicaz bölgesi yahudilerinde böyle bir inanç vardı ve Hicaz yahudileri diğer yahudiler gibi bir kurtarıcı mesîh beklentisi içindeydi. Ancak ezoterik inanç yapısına sahip bu bölge yahudilerinin beklediği mesîh farklıydı. Muhtemelen onlar bu mesîhe “Tanrı’nın yardımcısı” anlamında İbrânîce Azaryahu yahut Ozer diyorlar ve onun Tanrı’nın oğlu olduğuna inanıyorlardı. Bu kelimeler Arapça’ya Üzeyir şeklinde aktarılmıştır. Buna göre Tevbe sûresindeki uzeyr kelimesi bir isim değil mesîhe verilen bir unvandır şeklinde düşünülebilir. Üzeyir unvanını taşıyan bu mesîh de Newby’nin işaret ettiği gibi Enoh olmalıdır. Zira Enoh’a atfedilen sıfatlarla hıristiyanların Mesîh diye Îsâ’ya atfettikleri sıfatlar birbirine çok benzemektedir (Adam, s. 103-118).

(Baki Adam / Ezra md. DİA).

Bu anlatımlardan şöyle bir tablo çıkmaktadır; yaklaşık on beş asır önce inen Kur’an, adının nereden geldiği, kim olduğu, resul olup olmadığı bile bilinmeyen üstelik tarihi bilgi olarak da doğrulanması mümkün olmamış birini konu edinmiş ve Yahudilerin hepsinin (bir kısmının değil), bu kişiyi Allah’ın oğlu olarak nitelediklerini haber vermiştir. Hepsinden önemlisi Yüce Allah’a böylesi bir bühtanı iftira eden Hıristiyanlar her fırsatta yerden yere vurulurken Yahudilerin söylemi sadece bir tek ayetle geçiştirilmiştir. Oysa, Yüce Allah’a çocuk izafe etmenin ne kadar büyük bir bühtan olduğunu Kur’an’da şu şekilde ifade edilmiştir.

وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمٰنُ وَلَدًاۜ
Meryem 19 / 88

“Rahmân çocuk edindi” dediler (TDV meali)

لَقَدْ جِئْتُمْ شَيْـًٔا اِدًّاۙ
Meryem 19 / 89

Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız (TDV meali)

تَكَادُ السَّمٰوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْهُ وَتَنْشَقُّ الْاَرْضُ وَتَخِرُّ الْجِبَالُ هَدًّاۙ
Meryem 19 / 90

Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir!

Bundan dolayı neredeyse gökler paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar yerle bir olacak (TDV meali)

Yahudiler gökleri çatlatacak, yeri yaracak bir cürüm işlemektedirler ama Kur’an bunu sadece bir tek ayetle geçiştirmektedir. Oysa aynı Yahudilerin bu büyük cürümleri ile kıyaslandığında görece daha küçük olan cürümleri üzerinde detaylıca durulmuştur. Mesela, Bakara suresindeki “soğan, sarımsak” istekleri, Musa’nın kendilerinden inek kesmelerini emrettiğinde takındıkları tavırlar, ‘Mukaddes’ şehre geldiklerinde girmemek için ayak diretmeleri ve daha birçok cürümleri Yüce Allah’a çocuk isnat etmekten daha büyük değildir. Ama bunlar detaylıca işlenirken “gökleri çatlatacak, yeri yaracak” büyüklükteki cürümleri sadece bir ayete konu olmuştur.

Müktesebat ulemasının tercih ettiği yöntemlerin Kur’an’a iman eden müminleri kısır bir döngüye, belirsizliğe, kararsızlığa ve çelişkilere getirdiği muhakkaktır. Bu yöntemlerle elde edilen bilgileri daha fazla eşeleyerek orada zaman kaybetmenin gereği yoktur. Zira eşeledikçe söz çoğalmakta ve asıl mesele unutulup bambaşka mecralara dalınmaktadır. Üzeyir’in çocukken veya yüzyıl uyuduktan sonra yeniden diriltilip kendisine Tevrat’ın yazdırıldığı saçmalığı bahse konu edinmeye değmeyecek sığlıktadır çünkü Yüce Allah kitabını ne bir çocuğun ellerine teslim eder ne de önce akıllardan sildirip sonra yeniden yazdırır.

Ayette geçen عُزَيْرٌ (Uzeyrun) kelimesinin kalıp olarak ism-i tasğir olduğu gayet açıktır ve asla yabancı bir kelime değildir. Kur’an’da birçok kelimenin yabancı kelime olduğunu söyleyen müfessirlerin söylemleri de hem son derece sığ hem de çelişkilerle doludur.

Harun’un Konumu ve Uzeyrun Yorumu

Şöyle ki; müfessirlerin tamamı Musa’ya verilen kitabın İbranice, İsa’ya verilen kitabın Aramca olduğunu söylemektedir. Şimdi, o kitapları veren ile Kur’an’ı veren aynı kişidir yani Yüce Allah’tır. Musa’ya İbranice bir kitap verirken İbranice yabancı değildi de Muhammed’e Arapça Kur’an verirken mi yabancı oldu? Ya da İsa’ya Aramca kitap verirken Aramca yabancı değildi de Kur’an verirken mi yabancı oldu? Öte yandan müfessirlerimize göre her resule kendi kavminin diliyle kitap verilmiştir. Bu söyleme göre İbrahim’e Keldanca (hervetince), Nuh’a Sümerce, bir kürt kentine (Ninova-Musul) resul olarak gönderilen Yunus’a Kürtçe kitaplar verilmiştir. Bu kitapların hepsini veren Yüce Allah’tır. Bu durumda hangi dil yabancıdır hangisi yabancı değildir ya da şöyle midir; İbrahim’e Keldanca bir kitap verilirken Keldanca yabancı değildir diğerleri yabancı mıdır veya Musa’ya İbranice bir kitap verilirken bu sefer daha dün yabancı olmayan Keldanca ve diğerleri yabancı mı olmuşlardır?

Resullerin hepsi birbiriyle birinci dereceden akrabadır ve hepsinin kavmi “İbrahim Milleti’dir.” Hepsi Yüce Allah’ın insanlığa rehberlik etmesi için ihsan ettiği “risalet” kurumunun resmi temsilcileridir ve bu kurumun resmi dili bir tanedir ve o da Kur’an’daki dildir. O dilin, kendisinden olmayan bir kelimeye asla ihtiyacı yoktur. Bu kelimeleri vazeden, bu cümleleri kuran, kıssalardaki konuları belirleyen, neyin, nerede ne zaman ve ne şekilde ifade edeceğini belirleyen insanlar değil Yüce Allah’tır. Dolayısıyla kelimelerin anlamlarının aranacağı tek kaynak vardır ve o da Yüce Allah’ın kitabı Kur’an’dır. Kendi vazettiği kelimelerin anlamlarını kendisi açıklamayıp insanlığın birbirini tutmaz açıklamalarına bırakmış olmasını akıldan geçirmek bile düşük seviyelerin en düşüğü olacaktır. Bu yüzden biz yöntemlerin en güzeli olduğuna iman ettiğimiz yöntemi seçiyor, ‘uzeyrun’ kelimesinin anlamının ve hatta kim olduğunun Kur’an’da mutlaka olduğuna iman ederek Kur’an’ı sadece Kur’an ile anlamaya devam ediyoruz.

Az önce عُزَيْرٌ (uzeyrun) kelimesinin ism-i tasğir kalıbında bir isim olduğunu belirtmiştik. İsmi tasğir ile ilgili nahiv tanımlaması şu şekildedir.

İsm-i Tasğir (Küçültme)

Arapçada azlık, küçüklük, hakaret, sevgi, acıma ve şefkat anlamlarını için şeddeli bir “ya” (ى) harfinin yardımı ile küçültme kalıbı elde edilir. Küçültme kalıbı elde etmek için kelimenin harf sayısına göre belirlenen üç tane kalıbı vardır.

    1. فُعَيْلٌ (Fuaylun) Kalıbı

رَجُلٌAdam… رُجَيْلٌküçük adam

قَلَمٌKalem… قُلَيْمٌkalemcik

    1. فُعَيْعِلٌ Kalıbı

جَعْفَرٌ Cafer… جَعْفَرٌ cafercik

    1. فُعَيعِيلُ Kalıbı

قِنْدِيلٌ Kandil… قِنْدِيلٌ kandilcik

Anlamaya çalıştığımız عُزَيْرٌ (uzeyrun) kelimesi yukarıya aldığımız ism-i tasğir kalıplarından birincisidir. Bu da kelimenin kökünün üç harfli yani sulasi mücerred bir fiil olduğunu göstermektedir. Kelimenin sözlüklerdeki sulasi mücerred anlamları şu şekildedir: “Ayıplamak, kınamak, yardım etmek, destek vermek, alıkoymak, engel olmak, haberdar etmek, azarlamak, evlenmek” (Karslı).

Kelimenin tüm bu anlamlarını ism-i tasğir kalıbında ifade edecek olursak şöylesi anlamlar çıkmaktadır:

Ayıplamak………………küçük ayıplayan

Kınamak………………..Küçük kınayan

Yardım etmek………….küçük yardımcı

Destek vermek…………küçük destekçi

Alıkoymak……………..küçük alıkoyan

Haberdar etmek………küçük haberci

Azarlamak…………….küçük azarlayan

Evlenmek……………..küçük evlenen.

Kelimenin ifade ettiği bu tanımlayıcı manalara baktığımızda “küçük evlenen, küçük kınayan, küçük azarlayan” gibi anlamların zaten iyi tanımlamalar olmadığı ve Kur’an’da da bunların hiçbir karşılığı olmadığı görülmektedir. Ama mesela “küçük yardımcı, küçük destekçi, küçük haberci” gibi kelimeler hem iyi anlamlı kelimelerdir hem de Kur’an’da karşılığı olan kelimelerdir. Bu kelimenin Kur’an’da kime karşılık olabileceğini anlayabilmek için şu ayetlere bakalım.

وَاجْعَلْ ل۪ي وَز۪يرًا مِنْ اَهْل۪يۙ
Tâ-Hâ 20 / 29

Ehlimden benim için bir vezir tayin et.

هٰرُونَ اَخ۪يۚ
Tâ-Hâ 20 / 30

Harun kardeşimi.

اُشْدُدْ بِه۪ٓ اَزْر۪يۙ
Tâ-Hâ 20 / 31

Onunla destekle arkamı. 

وَاَشْرِكْهُ ف۪ٓي اَمْر۪يۙ
Tâ-Hâ 20 / 32

İşime onu da ortak et.

Bu dört ayette geçen hem وَز۪يرًا (veziran) hem de اَزْر۪ي (ezri) kelimesinin her ikisinin anlamları da “desteklemek, arka çıkmak, yardım etmek, onun yerine işine bakmak” anlamlarına sahiptir. Bu arada her üç kelimenin (عزر – وزز – ازر) kök harflerinden son ikisinin aynı olduğunu göz önüne aldığımızda iştikak-ı sağire göre üç kelimenin çok yakın anlam akrabalığı olması gerektiği gayet açık bir şekilde görülmektedir.

Başka bir bağlamda Musa ile Harun arasındaki ilişkinin nevi şahsına münhasır olduğunu, asıl-vezir ilişkisi temeliyle resul olmuş başka hiçbir iki resulün olmadığını belirtmiştik. İbrahim, Lut, İsmail – Yusuf, Yakup, Esbat – Davut, Süleyman – Zekeriyya, İsa, Yahya gibi resuller aynı dönemde yaşamışlardır ama hiçbirinin diğerine vezirliği veya yardımcılığı yoktur. Diğer resuller arasındaki ilişki hep veraset temeli üzerine oturmuştur. Nitekim Meryem 6. ayette dua eden Zekerriya “Bana ve Yakup âli’ne mirasçı olacak bir veli ver.” diye dua etmektedir. Neml suresi 19. ayette de Süleyman’ın Davut’a mirasçı olduğundan bahsedilmektedir.

Bu veriler ışığında Tevbe 30. ayette geçen عُزَيْرٌ (uzeyrun) kelimesinin “küçük destekçi, küçük haberci” anlamına geldiğini ve bundan kastedilenin de Harun olduğunu söylememizin önünde hiçbir engel yoktur hatta bu bir tercih değil zorunluluk olmaktadır. Elbette hemen “iyi ama Yahudiler Harun’a “Allah’ın oğlu” hiç dememişler ve hâlâ da dememektedirler” gibi bir itirazın geleceğini biliyoruz. Her şeyden önce bu itiraz aceleye gelen yersiz bir itiraz olacaktır. Çünkü eğer Yahudilerin dediklerini ve müktesebat ulemasının dediklerini baz alırsak Yüce Allah’ın “Üzeyir” diye bir resul gönderdiği bilgisi de Kur’an’da yoktur. Pratikte Yahudilerin herhangi bir resule “Allah’ın oğlu” dedikleri de olmamıştır ve hâlâ da olmamaktadır. Yani bizim bu ayette geçen عُزَيْرٌ (uzeyrun) kelimesinin “Harun’u” kastettiğini söylemimize peşinen itiraz edenlerin bize itiraz etmeden önce aynı itirazı “Yüce Allah’ın ‘Üzeyir’ diye bir resul gönderdiği ve Yahudilerin de bu resule ‘Allah’ın oğlu’ dedikleri” haberlerini aktaran müktesebata yapmaları gerekmektedir.

Risalet kurumu, çerçevesi ve ilkeleri olmayan bir kurum, resuller de birbirinden kopuk, aralarında organik ilişkiler bulunmayan, rastgele seçimlerle belirlenen, adeta serpilmiş tesbih taneleri gibi olan görevliler değildir. Bunun yanında, resullerin görevleri tanımlanmamış, çerçevesi çizilmemiş, hedefleri belirlenmemiş, yapılması ve yapılmaması gerekenler belirlenmemiş şeyler değildir. Risalet kurumunda her bir resulün öncesi ve daha öncesi, sonrası ve daha sonrası ile koparılması mümkün olmayan görevleri, işlevleri ve hedefleri vardır. Her şeyden önce resuller birbirileriyle birinci dereceden akrabadırlar (Âl-i İmrân 33-34, Meryem 58, En’âm 83-93). Hepsi tek bir soya mensuptur ve bu soyun şeceresi Kur’an ile tanıtılmıştır. Bir kere, İbrahim’den sonra gelen resullerin İbrahim soyuna mensup olduğu onlarca ayette defalarca söylenmektedir. Bu gerçeğe rağmen risalet soyunu her biri başka ırklara mensup kişiler hâline sokmak Kur’an ile taban tabana zıt bir davranıştır. Bu yüzden ismi bir kere geçsin veya hiç geçmeyip sadece işaret edilsin resullerin aynı soya mensup kişiler olduğu kesindir. İşte bu noktada şu soru gündeme gelecektir. Musa ile Harun arasındaki akrabalık bağı nedir?

Bu bağlamda anlatması epey uzun sürecek bu duruma kısaca cevap verecek olursak: Harun Musa’nın öz kardeşi değil süt kardeşidir. Harun’un ona iki defa “Ey anamın oğlu!” demesinin sebebi budur ve zaten “anamın oğlu” ifadesinin başka şekilde anlamlı olması mümkün değildir. Mü’min suresinde “imanını gizleyen adam”, Kasas suresinde “Firavun ve ‘mele’sinin Musa’yı öldürmek üzere toplandıklarını Musa’ya haber veren, şehrin uzak yerinden koşa koşa gelen adam” şeklinde tanımlanan kişi de Harun’dur. Mü’min suresinde sarayda imanını gizleyen adamın, Firavun’un âli’nden bir kişi olduğu belirtilmektedir. Bu durumunda Harun Musa ile değil Firavun ile birinci dereceden akrabadır. Çünkü ‘âl’ kelimesi birinci dereceden akrabalığı kasteden bir kelimedir.

İşte bu durum soy bağıyla gelen risalet çizgisinin Harun ile kesişmediğini göstermektedir. Fakat Harun Musa’nın annesinin sütünü emmiş ve Musa ile süt kardeş olmuştur. Kur’an’da süt kardeşlik ve süt anneliği meselesi üzerinde çok durulmaktadır. Kırk kat yabancı bir kadının bir çocuğu sadece emzirmesi o kadın ve çocuğu evlenilmesi haram olanlar sınıfına soktuğu gibi, aynı sütü emen kırk kat yabancı çocukları da evlenilmesi yasak olanlar arasında sokmaktadır. Süt kardeşliğini saymazsak, Kur’an’da evlenilmesi yasak olanların sadece yakın akrabalık bağları üzerinden belirlendiğini görmekteyiz. Amca kızı veya oğlu ile evlenebilenler, hiç akraba olmayan birinin sütünü emdiklerinde veya kendileri onlara süt emzirdiklerinde sanki çok yakın akraba gibi bunlar da evlenilmesi yasak olanlar arasına alınmıştır. Yani amca, dayı, teyze, hâlâ çocuklarından bile daha yakın akraba muamelesi yapılmıştır. İşte bu durum Musa- Harun ilişkisinin temelini oluşturmuştur.

Musa, resul olacağı daha bebekken bildirilen bir resuldür (Kasas 7). Mümkündür ki bu haber çok daha eskilere dayanmaktadır. Çünkü resullerin gelişi rastgele değildir. Ama Harun öyle değildir. Harun’un resul olması Musa’nın Yüce Allah’tan onu yardımcı (vezir) olarak tayin etmesini talep etmesi üzerinedir.

İşte onu “küçük destekçi, küçük haberci” hâline yani عُزَيْرٌ (uzeyrun) hâline getiren de işte bu süreçtir. Az önce de belirttiğimiz gibi Kur’an’da geçen resul isimlerinin tamamı isimdir ama daha çok tanımlayıcı kelimeler yani resullerin özelliklerini bildiren tanımlayıcı kelimelerdir. Bunun yanında Kur’an’da kendi ismi dışında lakabı ile tanınan tek resul Harun değildir.

Musa ile Firavun ve Melek İlişkisi

İsa……………Mesih
Zekeriyya……Zilkifl
İshak…………Şuayb

Süleyman…….Zülkarneyn

Yunus…………Lokman

Kur’an’da bunlar da hem isimleri hem de lakapları ile bahse konu olan resullerdir. Bu yüzden bir resulün sadece lakabı ile anılması, Kur’an’da hiç olmayan bir şey değildir; ki bu durumun bile Kur’an’ın anlaşılmasında çok önemli rolü vardır.

(*) وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ (Vekâleti-lyehûdu ‘uzeyrun-ibnu(A)llâhi): Tüm meal yazarları ve müfessirler tarafından bu cümlenin “Yahudiler dediler ki: Uzeyrun Allah’ın oğludur” şeklinde çevrildiğini az önce aktarmıştık. Ayette geçen fiilin faili الْيَهُودُ (el-Yehud) olanlardır ve ayette herhangi bir istisna getirilmediği için geçmişte veya günümüzde bunu tamamının yapmış ve yapıyor olması lazımdır. Zemahşerî ve diğer müfessirlerin “tamamı değil bir kısmı böyle diyordu, onlar da şunlardır” şeklindeki açıklamalarının hiçbir temeli yoktur. Bu ayette bahsedilen olayın tarihte bir kez yaşanmış ve bir daha yaşanmamış bir olay olması mümkün değildir.

Az önce Salime Leyla Gürkan’dan yaptığımız alıntıda hem ‘Yahudi’ kelimesinin etimolojik kökeni hem de “Yahudiler” diye adlandırılan kişilerin bu ismi nerden aldıklarına dair anlatımlar bulunmaktaydı. Aynı şekilde Kur’an’daki kıssaları da kronolojik bir okumaya tabi tuttuğumuzda hem kavramlaşan bir kelime olarak الَّذ۪ينَ هَادُوا (ellezine hadu) ifadesinin hem de الْيَهُودُ (el-Yehud) kelimesinin Musa’dan ve hatta Davut ve Süleyman’dan çok daha sonraki dönemlerde kullanılmaya başladığını görürüz. Yani Kur’an’da anlatılan Musa, Harun ve Davut ve Süleyman kıssaları bağlamında bu iki ifade kullanılmamaktadır.

İşte bu durum hem ‘el-Yahud’ olarak tanımlananların Musa’dan çok sonrakiler için kullanıldığını hem de ayetin ilk cümlesinden söyledikleri وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ (Vekâleti-lyehûdu ‘uzeyrun-ibnu(A)llâhi) bu sözün çok sonraları söylendiğini göstermektedir. Ayetin hemen devamında müfessirlerin “Hıristiyanlar” anlamını verdikleri ‘en-Nasara’ (النَّصَارَى)’nın da meseleye dahil edilmesi, her iki tarafın bu söylemi İsa’dan sonraki bir dönemde söylediklerini göstermektedir. Fakat ayetin devamında gelen şu cümle; ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ (żâlike kavluhum bi-efvâhihim(s) yudâhi-ûne kavle-lleżîne keferû min kabl(u)) (Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar – TDV meali) bu söylemin daha önce de var olan bir söylem olduğunu öncekilerin de bunu söylediklerini göstermektedir. Bu durumda bu söylemin bir kere söylenmiş ve bir daha söylenmemiş bir şey değil, hep söylenmiş ve muhtemeldir ki hâlâ da söylenen bir şey olması gerekmektedir.

Az önce verdiğimiz ayetteki şu cümlenin (ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ) (żâlike kavluhum bi-efvâhihim(s) yudâhi-ûne kavle-lleżîne keferû min kabl(u)) bir de “İsa Allah’ın oğludur” diyenlere bakan tarafı vardır. Bu cümle, sözlerinin önceki kafirlerin sözlerine benzediğini söylemektedir. Oysa “İsa Allah’ın oğludur” cümlesini kurabilmek için önce İsa’nın doğması gerekmektedir. Öyleyse bu cümle de İsa’dan sonra söylenmiş bir cümledir ama “İsa’dan önceki kafirler de bunun benzeri bir söz söylemişlerdir” demektir. Zemahşerî bu sözü Mekke’li müşriklerin “melekler Allah’ın kızlarıdır” söylemine benzediğini söylemektedir. Oysa ayetteki bağlamlar esas alındığında tarihsel zemin açısından “Uzeyr Allah’ın oğludur” veya “Mesih Allah’ın oğludur” şeklinde cümlelerin “melekler Allah’ın kızlarıdır” cümlesinden çok önceleri hem de mütemadiyen söylendiği anlaşılmaktadır. Üstelik الْيَهُودُ (el-Yehud) kelimesinin harf-i tarif (الْ) ile marife olduğunu göz önüne aldığımızda kelimenin ‘yehud’ olanların son fertlerini değil tüm fertlerini kapsaması gerekmektedir. Yani bu söylem, el-Yahud olanların son Allah resulü zamanında söyledikleri bir söylem değil, ortaya çıktıktan veya ‘el-Yehud’ olanlara dönüştükten sonra hep söyledikleri bir söylem hâline dönüşmektedir.

Kur’an’da dokuz defa geçen ‘el-yahud’ kelimelerinin bağlamlarına baktığımızda kelimenin geçtiği dokuz yerin (2/113 (2 defa), 120 – 3/67 – 5/18 – 5/18, 51, 64, 82 – 9/30) tamamında hep ‘en-nasara’ (النَّصَارَى) kelimesi ile birlikte geldiğini görmekteyiz. İşte kelimenin bu kullanımını göz önüne aldığımızda الْيَهُودُ (el-Yehud) kelimesinin İsa’dan sonra ortaya çıkmış bir kavram olduğunu söylemimizin önünde bir engel yoktur.

Kur’an kelimelerinin ilk defa hangi bağlamlarda kullanıldığını temel alarak kelimelere yaklaştığımızda الْيَهُودُ (el-Yehud) kelimesinin sadece İsa’dan sonraki dönemdeki bağlamlarda kullanıldığını ama hem fiilden kavrama dönüşmüş bir ifade olan الَّذ۪ينَ هَادُوا (ellezine hadu) kelimesinin hem de isim olan هُودًا (huden) kelimesinin daha önceki dönemlerde de kullanıldığını görmekteyiz. Ayette geçen مِنْ قَبْلُ (min kabl) ifadesi, söylemin eskiden beri gelen bir söylem olduğunu belirttiğine göre ister الَّذ۪ينَ هَادُوا (ellezine hadu) ister هُودًا (huden) isterse de الْيَهُودُ (el-Yehud) olsunlar hepsinin aynı söylemde birleşiyor olmaları gerekmektedir.

Metin Üzerindeki Geniş Teolojik Tartışma

Yahudilerle ilgili en yanlış bilinen şeylerin en başında Yahudilikte anlatılan Musa-Harun ilişkisi gelmektedir. Daha önceki bölümde Kur’an’da anlatılan Musa-Harun ilişkisinin “asıl ve vezir” şeklinde olduğunu belirtmiştik. Aynı dönemde yaşamış diğer resuller arasında hiçbir şekilde asıl-vezir ilişkisi olmadığını da belirtmiştik. Fakat Kur’an’ın böyle tanımladığı Musa-Harun ilişkisi Yahudilerin ellerinde bulunan kitapta tam tersine yani asıl olan Harun, vezir olan Musa şekline dönüştürülmüştür. Bununla ilgili Yahudilerin Torah dediği kitapta şunlar geçmektedir.

Musa RAB’be, “Aman, ya Rab!” dedi, “Ben kulun ne geçmişte ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim.”

RAB, “Kim ağız verdi insana?” dedi, “İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim? Şimdi git! Ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim.”

Musa, “Aman, ya Rab!” dedi, “Ne olur, benim yerime başkasını gönder.”

RAB Musa’ya öfkelendi ve “Ağabeyin Levili Harun var ya!” dedi, “Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek. Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim. O sana sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sen de onun için Tanrı gibi olacaksın. Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin.” (Çıkış 4 / 10-17)

Aynı kıssa benzer bir şekilde Kur’an’da da geçmektedir ama Kur’an’da anlatılan kıssada Harun kesinlikle Musa’nın sözcüsü kılınmamış ne halkla ne de Firavun ile Musa yerine konuşmuştur. Hatta Kur’an’da anlatılan Musa kıssalarında Harun neredeyse hiç konuşmamıştır. Kur’an’ın tamamında Harun’un aktif olarak konuştuğu tek yer Tâ-Hâ suresinde anlatılan Samiri’nin buzağısı kıssasıdır.

وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هٰرُونُ مِنْ قَبْلُ يَا قَوْمِ اِنَّمَا فُتِنْتُمْ بِه۪ۚ وَاِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمٰنُ فَاتَّبِعُون۪ي وَاَط۪يعُٓوا اَمْر۪ي
Tâ-Hâ 20 / 90

Hakikaten Harun, onlara daha önce: Ey kavmim! demişti, siz bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah’tır. Şu hâlde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz (TDV meali).

قَالُوا لَنْ نَبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِف۪ينَ حَتّٰى يَرْجِعَ اِلَيْنَا مُوسٰى
Tâ-Hâ 20 / 91

Onlar: Biz, dediler, Musa aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz! (TDV meali).

قَالَ يَا هٰرُونُ مَا مَنَعَكَ اِذْ رَاَيْتَهُمْ ضَلُّواۙ
Tâ-Hâ 20 / 92

Tâ-Hâ 20/93

اَلَّا تَتَّبِعَنِۜ اَفَعَصَيْتَ اَمْر۪ي

92, 93. (Musa, döndüğünde:) Ey Harun! dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsi mi oldun? (TDV meali).

قَالَ يَبْنَؤُ۬مَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَت۪ي وَلَا بِرَأْس۪يۚ اِنّ۪ي خَش۪يتُ اَنْ تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْل۪ي
Tâ-Hâ 20 / 94

(Harun:) Ey annemin oğlu! dedi, saçımı sakalımı, yolma! Ben, senin: «İsrailoğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!» demenden korktum (TDV meali).

İşte Kur’an’da anlatılan tüm Musa kıssalarında Harun’un konuştuğu tek yer bu bağlamdır. Aynı bağlam A’râf suresinde de anlatılmıştır. Fakat Yahudiler Harun’un konumunu “sözcülüğe” yükseltmiş ve Musa’yı da tanrı ile Harun arasında söz taşıyan bir aracıya dönüştürmüşlerdir. Ellerinde bulunan Torah’ta bu durum oldukça sık tekrarlanmış ve Musa sanki hayali bir kahramana dönüştürülmüştür.

RAB Harun’a, “Çöle, Musa’yı karşılamaya git” dedi. Harun gitti, onu Tanrı Dağı’nda karşılayıp öptü. Musa duyurması için RAB’bin kendisine söylediği bütün sözleri ve gerçekleştirmesini buyurduğu bütün belirtileri Harun’a anlattı.

Musa’yla Harun varıp İsrail’in bütün ileri gelenlerini topladılar. Harun RAB’bin Musa’ya söylemiş olduğu her şeyi onlara anlattı. Musa da halkın önünde belirtileri gerçekleştirdi. Halk inandı; RAB’bin kendileriyle ilgilendiğini, çektikleri sıkıntıyı görmüş olduğunu duyunca, eğilip tapındılar (Çıkış 4 / 27-31).

RAB Mısır’da Musa’yla konuştuğunda, ona, “Ben RAB’bim” dedi, “Sana söylediğim her şeyi Mısır Firavunu’na ilet.”

Musa RAB’bin huzurunda, “Ben iyi konuşan biri değilim” diye karşılık verdi, “Firavun beni nasıl dinler?”

RAB, “Bak, seni Firavun’a karşı Tanrı gibi yaptım” dedi, “Ağabeyin Harun senin peygamberin olacak. Sana buyurduğum her şeyi ağabeyine anlat. O da Firavun’a İsrailliler’i ülkesinden salıvermesini söylesin.” (Çıkış 6 / 28-31) (Çıkış 7 /1-3) 

RAB Musa’yla Harun’a şöyle dedi: “Firavun size, ‘Bir mucize yapın’ dediğinde, söyle Harun’a, değneğini alıp Firavun’un önüne atsın. Değnek yılan olacak.”

Böylece Musa’yla Harun Firavun’un yanına gittiler ve RAB’bin buyurduğu gibi yaptılar. Harun değneğini Firavunla görevlilerinin önüne attı. Değnek yılan oluverdi. 

Bunun üzerine Firavun kendi bilgelerini, büyücülerini çağırdı. Mısırlı büyücüler de büyüleriyle aynı şeyi yaptılar. Her biri değneğini attı, değnekler yılan oldu. Ancak Harun’un değneği onların değneklerini yuttu. Yine de, RAB’bin söylediği gibi Firavun inat etti ve Musa’yla Harun’u dinlemedi. (Çıkış 7 /8-13)

Sonra RAB Musa’ya şöyle buyurdu: “Harun’a de ki, ‘Değneğini al ve elini Mısır’ın suları üzerine –ırmakları, kanalları, havuzları, bütün su birikintileri üzerine– uzat, hepsi kana dönsün. Bütün Mısır’da tahta ve taş kaplardaki sular bile kana dönecek.

Musa’yla Harun RAB’bin buyurduğu gibi yaptılar. Harun firavunla görevlilerinin gözü önünde değneğini kaldırıp ırmağın sularına vurdu. Bütün sular kana dönüştü. Irmaktaki balıklar öldü, ırmak kokmaya başladı. Mısırlılar ırmağın suyunu içemez oldular. Mısır’ın her yerinde kan vardı (Çıkış 7 / 19-21)

Harun’a de ki, ‘Elindeki değneği ırmakların, kanalların, havuzların üzerine uzatıp kurbağaları çıkart; Mısır’ı kurbağalar kaplasın.

Böylece Harun elini Mısır’ın suları üzerine uzattı; kurbağalar çıkıp Mısır’ı kapladı. Ancak büyücüler de kendi büyüleriyle aynı şeyi yaptılar ve ülkeye kurbağaları saldılar (Çıkış 8 / 5-7)

RAB Musa’ya şöyle dedi: “Harun’a de ki, ‘Değneğini uzatıp yere vur, yerdeki toz sivrisineğe dönüşsün, bütün Mısır’ı kaplasın. Öyle yaptılar. Harun elindeki değneği uzatıp yere vurunca, insanlarla hayvanların üzerine sivrisinekler üşüştü. Mısır’da yerin bütün tozu sivrisineğe dönüştü. (Çıkış 8 / 16-18)

Yahudilerin elinde bulunan Torah’ın ikinci bölümü olan Çıkış okunduğunda, Musa’nın görevinin yavaş yavaş Harun’a hizmete dönüştüğü, Harun ve oğullarının din işlerine bakması için hazırlandığı uzun uzadıya anlatılmaktadır. Torah’ın üçüncü bölümü olan Levililer okunduğunda ise Harun ve oğullarının artık “kâhin” (kohen) olarak atandığı ve o günden sonra kıyamete kadar din işlerinin onların elinde olacağı kesin emirlerle anlatılmaktadır. Yahudiler tarih boyunca bu kuralı işletmiş ve hâlâ da işletmektedirler.

“İsrail halkına buyruk ver, kandilin sürekli yanıp ışık vermesi için saf sıkma zeytinyağı getirsinler. Harun’la oğulları kandilleri benim huzurumda, Buluşma Çadırı’nda, Levha Sandığı’nın önündeki perdenin dışında, akşamdan sabaha kadar yanar tutacaklar. İsrailliler için kuşaklar boyunca sürekli bir kural olacak bu.” (Çıkış 27 / 20-21)

“Bana kâhinlik etmeleri için İsrailliler arasından ağabeyin Harun’u, oğulları Nadav, Avihu, Elazar ve İtamar’ı yanına al. Ağabeyin Harun’a görkem ve saygınlık kazandırmak için kutsal giysiler yap. Bilgelik verdiğim becerikli adamlara söyle, Harun’a giysi yapsınlar. Öyle ki, bana kâhinlik etmek için kutsal kılınmış olsun. Yapacakları giysiler şunlardır: Göğüslük, efod, kaftan, nakışlı mintan, sarık, kuşak. Bana kâhinlik etmeleri için ağabeyin Harun’a ve oğullarına bu kutsal giysileri yapacaklar. Altın sırma, lacivert, mor, kırmızı iplik, ince keten kullanacaklar.” (Çıkış 28 / 1-5)

“Bana kâhinlik edebilmeleri için, Harun’la oğullarını kutsal kılmak üzere şunları yap: Bir boğa ile iki kusursuz koç al. İnce buğday unundan mayasız ekmek, zeytinyağıyla yoğrulmuş mayasız pideler, üzerine yağ sürülmüş mayasız yufkalar yap. Bunları bir sepete koyup boğa ve iki koçla birlikte bana getir. Harun’la oğullarını Buluşma Çadırı’nın giriş bölümüne getirip yıka. Giysileri al; mintanı, efodun altına giyilen kaftanı, efodu ve göğüslüğü Harun’a giydir. Efodun ustaca dokunmuş şeridini bağla. Başına sarığı sar, üzerine de kutsal tacı koy. Sonra mesh yağını al, başına dökerek onu meshet. Harun’un oğullarını öne çıkarıp onlara mintan giydir. Bellerine kuşak bağla, başlarına başlık koy. Kalıcı bir kural olarak kâhinlik onların işi olacak. Böylece Harun’la oğullarını atamış olacaksın.

“Boğayı Buluşma Çadırı’nın önüne getir, Harun’la oğulları ellerini boğanın başına koysunlar. Boğayı huzurumda, Buluşma Çadırı’nın giriş bölümünde keseceksin. Kanını parmağınla sunağın boynuzlarına sür, artan kanı sunağın dibine dök. Hayvanın bağırsak ve işkembe yağlarını, karaciğer perdesini, böbreklerini ve böbrek yağlarını sunağın üzerinde yakacaksın. Etini, derisini, gübresini de ordugahın dışında yak. Bu günah sunusudur.

“Bir koç getir, Harun’la oğulları ellerini koçun başına koysunlar. Koçu sen kes. Kanını sunağın her yanına dök. Koçu parçalara ayırıp bağırsaklarını, işkembesini, ayaklarını yıka, başla öteki parçaların yanına koy. Sonra koçun tümünü sunağın üzerinde yak. Bu RAB’be sunulan yakmalık sunu, RAB’bi hoşnut eden koku, O’nun için yakılan sunudur.

“Öteki koçu getir, Harun’la oğulları ellerini koçun başına koysunlar. Koçu sen kes. Kanını Harun’la oğullarının sağ kulak memelerine, sağ el ve ayaklarının baş parmaklarına sür. Artan kanı sunağın her yanına dök. Sunağın üzerindeki kanı ve mesh yağını Harun’la oğullarının ve giysilerinin üzerine serp. Böylece Harun’la oğulları ve giysileri kutsal kılınmış olacak.

“Koçun yağını, kuyruk yağını, bağırsak ve işkembe yağlarını, karaciğer perdesini, böbreklerini, böbrek yağlarını ve sağ budunu al. –Çünkü bu, biri göreve atanırken kesilen koçtur. Huzurumdaki mayasız ekmek sepetinden bir somun, yağlı pide ve yufka al, hepsini Harun’la oğullarının eline ver. Bunları benim huzurumda sallamalık sunu olarak salla, sonra ellerinden alıp sunakta yakmalık sunuyla birlikte beni hoşnut eden koku olarak yak. Bu, RAB için yakılan sunudur.

“Harun’un atanması için sunulacak koçun döşünü huzurumda sallamalık sunu olarak salla. O döş senin payın olacak. Harun’la oğullarının atanması için kesilen koçun sallanmış olan döşüyle bağış olarak sunulan budunu bana ayır. İsrailliler bunları sürekli Harun’la oğullarının payına ayıracak. Bu, İsrailliler’in RAB’be sunduğu esenlik kurbanlarından biridir.

“Harun’un kutsal giysileri, kendinden sonra oğullarına kalacak. Meshedilip atanırlarken bu giysileri giyecekler. Harun’un yerine kâhin olan oğlu, Kutsal Yer’de hizmet etmek üzere Buluşma Çadırı’na girdiğinde yedi gün bu giysileri giyecek.

“Harun’la oğulları göreve atanırken kesilen koçun etini kutsal bir yerde haşlayacaksın. Haşlanan eti ve sepetteki ekmeği Buluşma Çadırı’nın giriş bölümünde yiyecekler. Atanıp kutsal kılınmaları için günahları bağışlatan bu sunuları yalnız onlar yiyebilir. Yabancı biri yiyemez, çünkü bu sunular kutsaldır. Atanmaları için kesilen kurbanın etinden ya da ekmekten sabaha artan olursa, yakacaksın. Bunlar yenmeyecek, çünkü kutsaldır.

“Harun’la oğulları için sana buyurduklarımın hepsini yap. Atanmaları yedi gün sürecek. Günah bağışlatmak için günah sunusu olarak her gün bir boğa sunacaksın. Sunağı arındırmak için günah sunusu sun, kutsal kılmak için de meshet. Yedi gün sunağı arındırarak kutsal kılacaksın. Böylece sunak çok kutsal olacak. Ona dokunan her şey de kutsal sayılacaktır.” (Çıkış 30 / 1-37)

Buna benzer daha onlarca örnek getirmek mümkündür. Şu kesindir ki Yahudilerin ellerinde bulunan kitabın ilk beş bölümünden çıkan sonuç; Musa risaleti almış ve bir daha kimseye verilmeyecek şekilde Harun ve oğullarına vermiştir. Torah’ın dört ve beşinci bölümleri olan Çölde Sayım ve Yasanın Tekrarı’nda bu durum haddinden fazla tekrarlanmıştır. Alıntılarla haddinden fazla uzattığımız sözü daha da uzatmamak için, anlattığımız şeylerin görülmesi için o bölümlerin okunmasını tavsiye ederek konumuza dönüyoruz.

Kur’an’da anlatılan Musa-Harun kıssalarında aktif olan Musa iken Yahudilerin anlattığı Musa kıssalarında bu aktiflik Harun lehinde bir hizmete dönüşmüş ve din işleri tamamen Harun soyuna bırakılmıştır. Homojen yapıları olmayan Yahudilerin bütün versiyonları Harun soyunun kimlerden teşekkül ettiği hususunda anlaşamasalar bile din işlerinin Harun soyunda olması gerektiği hepsi tarafından istisnasız kabul edilmiştir. Mesela; kutsal toprakların diğer Yahudiler gibi Jarusalem olduğunu kabul etmeyen ve kutsal toprakların Şekem (Nablus) olduğunu, günümüzde Yahudilerin ellerinde bulunan ve adına Tora dedikleri kitabın sadece ilk beş bölümünün tanrı sözü olduğunu, diğerlerinin tanrı sözü olmadığını, diğer Yahudilerin “Süleyman kafir oldu” söylemlerine ilâveten Davut’un da kafir olduğunu söyleyen ve diğer Yahudilerle aralarında oldukça radikal farklılıklar bulunan Samirîler bile din işlerinin sadece Harun soyuna ait olduğunu ve tüm Yahudi kabilelerinin onların hizmetinde olduğunu kabul etmektedirler.

İşte Tevbe suresinde kendisinden “küçük yardımcı” şeklinde bahsedilen Harun’unun tüm Yahudiler açısından değeri budur ve bu değer günümüzde bile devam etmektedir. Fakat buna rağmen Yahudilerin hiçbir grubu Harun için asla “Allah’ın oğlu” gibi bir yakıştırmayı yapmamışlardır. Hatta daha önce de belirttiğimiz gibi hiçbir Allah resulüne bu yakıştırmayı yapmamışlardır. Tevbe 30. ayette geçen ‘uzeyrun’ kelimesinin kimi kastettiğini tespit etmiş olsak bile Yahudilerin hiçbir zaman söylemedikleri bir sözün atfı nasıl olacak da mümkün olacaktır? Haklı olarak bu söylem Moşe b. Meymun gibi Yahudi âlimleri tarafından “Bu söylem bize atılan iftiradır, çünkü ne geçmişte ne de şimdi biz hiçbir Allah resulüne Allah’ın oğlu demedik. Bununla ilgili tek bir tane bile kanıt getirilmesi imkansızdır.” denilerek inkâr edilecektir.

Öte yandan Kur’an’da Yüce Allah’a çocuk isnat etmenin gökleri çatlatacak, yeri yaracak kadar büyük bir suç olduğu söylenmesine rağmen bu cürümü işleyen Yahudileri sadece bir ayetle geçiştirmesi de anlaşılır gibi değildir. Bu durumda ayette geçen ابْنُ اللّٰهِ (ibnu’llah) ifadesi “Allah’ın oğlu” anlamında değil başka bir anlamda kullanılmış olmalıdır gibi bir varyant zoraki olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ayette geçen ‘İbn’ (ابْنُ) kelimesinin oldukça geniş sözlük anlamları vardır. Kelime fiil olarak; “yapmak, kurmak, bina etmek, inşa etmek” anlamlarına gelmektedir. İsim olarak fiil kullanımından daha geniş bir anlam sahasına sahip olan bu kelime çoğunlukla muzaf olarak kullanılmakta ve muzafun ileyhine göre çok farklı anlamlara gelebilmektedir. Mesela, ‘ibnu’l ammi’ şeklinde ‘ammi’ kelimesine muzaf olduğunda “amca oğlu” anlamına gelen kelime, ‘ibnu’l berii’ şeklinde geldiğinde “ayın son gecesi” anlamına gelmektedir. ‘İbnu’l ebihi’ şeklinde ‘ebi’ kelimesine muzaf olduğunda “babasının oğlu” anlamına gelirken ‘ibnü’l eyyam’ şeklinde geldiğinde “bela ve musibetler” anlamına gelebilmektedir. Hatta ‘ibnu eva’ şeklinde “çakal” anlamına bile gelebilmektedir. Buna dair pek çok örnek vermek mümkündür.

İbnu’l hali…dayı oğlu

İbnu’l ğamami…dolu

İbnü yevmihi…düşüncesiz ve boş kafalı kişi.

İbnu’s sebil…fakir

İbnu subetin…gece ve gündüz.

İbnu’l keravan…gece

İbnu saatih…gelip geçici

İbnu’l ekvalin…güzel konuşan.

İbnu’l harbi…Kahraman, yiğit.

İbnu berih…karga

Bunlara benzer örnekler oldukça fazladır. Bu anlamların içinde ‘ibn’ kelimesinin bir de “eko” anlamı vardır ki bize göre Tevbe 30. ayette kullanılan anlam tam da bu olmalıdır. Kelimenin “eko” anlamı “birinin sesinin başka yerde yankılanması” anlamındadır. Mesela, ‘İbnu’t tavdi’ ifadesi “yankı, eko” anlamına gelmektedir.

Bu durumda Tevbe 30. ayette geçen bu cümlenin (ابْنُ اللّٰهِ) “Allah’ın yankısı, Allah’ın sözcüsü, Allah’ın sözünü yansıtan” anlamına gelmesi pekâlâ mümkündür. Nitekim Üzeyr’in yani Harun’un tam da böyle olduğu hem Yahudilerin Kitab-ı Mukaddes dedikleri kitaplarında hem kendi pratik hayatlarında hem de tarihi belgelerde binlerce defa geçmektedir ve bu söylem onların bir kere söyleyip sonra terk ettikleri bir söylem değildir. Bunun yanında hiçbir Yahudi’nin buna itiraz etmesi de mümkün değildir çünkü bu durum zaten onların dinlerinin temelidir. Tüm Yahudilerin üzerinde ittifak ettiği ellerindeki Kitab-ı Mukaddes dedikleri kitapta bu uzun uzadıya anlatılmakta, “Musa’nın dili tutuk olduğu için Harun’un sözcü seçildiği” defalarca tekrar edilmektedir. Bu durumda ayetin ilk cümlesinin manası şöyle olmalıdır:

وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ (vekâleti-lyehûdu ‘uzeyrun-ibnu(A)llâhi) ………… Dönekliği karakter getirmiş olanlar, “Uzeyr (Harun) Allah’ın sözcüsüdür / Allah’ın sesidir / Allah’ın sözünün yankısıdır / Allah’ın yansımasıdır” dediler.

(*) وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ (vekâleti-nnasârâ-lmesîhu-bnu(A)llâh(i)): Ayetteki bu cümle bir önceki cümlenin aynısıdır. Aralarındaki tek fark bir önceki cümledeki الْيَهُودُ (el-yehud) kelimesinin yerinde النَّصَارَى (en-nasara) ve عُزَيْرٌ (uzeyrun) kelimesinin yerinde الْمَس۪يحُ (el-mesih) kelimesi vardır. Bu ifadelerde dikkat çeken şey, her iki resulün de sadece lakabının kullanılmış olmasıdır. Neden sadece lakap kullanıldı sorusunu bir başka çalışmaya bırakarak bu cümlenin de mealini verelim.

وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ (vekâleti-nnasârâ-lmesîhu-bnu(A)llâh(i)) ………… en-Nasara, “Mesih Allah’ın sözcüsüdür / Allah’ın sesidir / Allah’ın sözünün yankısıdır / Allah’ın yansımasıdır” dediler.

Hemen belirtelim ki hiçbir resul ne Yüce Allah’ın sözcüsüdür ne de Yüce Allah’ın sesinin yankısıdır. Her resul Yüce Allah’ın resulüdür ve ‘resul’ kelimesinin sesle solukla alâkası yoktur. Hiçbir resul Yüce Allah’ın ne mabeyncisidir ne de çığırtkanıdır. Yüce Allah hepsine ‘resul’ demiştir ve bundan başka bir tanımlama da getirmemiştir. ‘El-Yahud’ ve ‘en-Nasara’nın Mesih ve Uzeyr için böyle demeleri, onları Yüce Allah’ın dininin en belirleyici resulleri olarak görmeleridir. Ne yazık ki onlardaki bu anlayış Müslümanlara da sıçramış ve Müslümanlar kendilerini diğer resullere değil de sadece Muhammed’e nispet eder olmuş ve diğer resullerin sanki risalet zincirinde sadece piyon olduklarını zannetmişlerdir. Oysa Kur’an’da resullerin tamamına hem de birini diğerinden hiç ayırmadan iman edilmesi söylenmiştir. Mesih’e veya Uzeyr’e “Allah’ın sesi” diyenler o sesi umursadıkları için değil, öyle diyerek kendilerinden öncesini ve sonrasını kendilerinden ayırmak için söylemişlerdir. Böyle diyerek resullere yüce makamlar değil kendilerine meşruiyet kazandırmak istemişlerdir.

Resulleri birbiri ile yarıştırıp diğer resullerden herhangi birini dışlamak, küçümsemek veya yok saymak asla bir mümin davranışı olamaz ve böyle yapanlar da hiçbir resulün izinde olmaz, olamazlar.

Yahudilerin elinde bulunan Torah’ta Musa ve Harun arasındaki soy bağı şu şekilde belirtilmiştir:

Amram halası Yokevet’le evlendi. Yokevet ona Harun’la Musa’yı doğurdu. Amram 137 yıl yaşadı. 21 (Çıkış 6 / 20-21)

Bu bilgiye göre Musa ve Harun kardeştirler ve anneleri yani onları doğuran kadın babalarının halasıdır. Kur’an’ın süt kardeşlik temelinde gösterdiği ilişki kardeşliğe dönüşmüş ama Musa ve Harun’un babası evlenmenin haram olduğu halası ile evlenmiştir. İki resulün doğumunun evlenilmesi haram olan bir ilişki sonucuna bağlanması hakikaten iftiraların en büyüklerinden biridir. Resullerin tamamının soyu tertemizdir. Hiçbiri Yüce Allah’ın yasakladığı bir ilişkinin ürünü değildir. Tam burada safça “Yahudilikte evlenilmesi haram olanlar o zaman başka olabilir” şeklinde savunma veya saldırı yapacaklar elbette olacaktır. Onlara sözü çok uzatmadan şunu söylememiz yeterlidir. Yüce Allah’ın sünnetinde, yasalarında, kurallarında, dininde, davranış kalıplarında, sözünde asla bir tahvil, tebdil ve tağyir olmamıştır ve olmaz da.

Musa-Harun ilişkisinde tepetaklak olan şey sadece sözcülük de değildir. Mesela, Yüce Allah’ın Musa’ya verdiği asa Yahudiler tarafından Musa’nın elinden alınmış ve Harun’a verilmiştir.

Müsaade edilirse Hıristiyanların teslis inancı hakkında da birkaç söz söyleyerek bu sahte inançla ilgili hemen herkesin gözden kaçırdığı önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Bilindiği Hıristiyanlar “baba, oğul, kutsal ruh” üçlemesi ile Yüce Allah’a ortak koşmaktadırlar. Onların kendi savunmasına göre “baba, oğul, kutsal ruh” derken üç ayrı varlığı kastetmediklerini, bunların hepsinin tanrının üç farklı tezahürleri olduğunu, “baba” ve “oğul” kelimelerinden kastettikleri şeyin somut biyolojik bir bağ olmadığını, bu tanımlamaların mecazi tanımlamalar olduğunu söylemektedirler. Hakikaten ne geçmişte ve ne de günümüzde Hıristiyanların uleması, Yüce Allah’ın (hâşâ) bir karısının olduğu ve (hâşâ) bu evlilikten bir çocuğu olduğu gibi bir söylemi hiç dillendirmemişlerdir. Her zaman “baba, oğul, kutsal ruh” üçlemesinin mecazi bir söylem olduğunu ne “baba” derken bildiğimiz manada biyolojik bir babayı ne de “oğul” derken biyolojik manada bir oğlu kastetmediklerini söylemişlerdir.

Bu durumu bir kenara bırakacak olursak her ne olursa olsun “baba, oğul, kutsal ruh” üçlemesinin Yüce Allah’ın tertemiz dininden yani İslam’dan onay almadığı ve Yüce Allah’ın böyle bir şeyi asla kabul etmediği ve etmeyeceği aşikardır.

Fakat mademki Hıristiyanlar Yüce Allah’ı “baba, oğul ve kutsal ruh” şeklinde tanımlayarak teslis şirkine savrulmuşlardır, o halde Kur’an’da neden sadece Yüce Allah’a oğul isnadından bahsedilmektedir de kutsal ruhu Allah’a ortak koşmalarına hiç değinilmemektedir?

Nisâ/171

يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ اِنَّمَا الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُمَرْيَمَ رَسُولُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُۚ اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُۘ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌۜ اِنْتَهُواخَيْرًا لَكُمْۜ اِنَّمَا اللّٰهُ اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ سُبْحَانَهُٓ اَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۢ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜوَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلًا۟

Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh, ancak Allah’ın resûlüdür, (o) Allah’ın, Meryem’e ulaştırdığı «kün: Ol» kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan bir ruhtur. (O’nun tarafından gönderilmiş, yahut teyit edilmiş, yahut da Cebrail tarafından üfürülmüş bir ruhtur). Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. “(Tanrı) üçtür” demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah’tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter (TDV meali).

Bu meale göre Hıristiyanlar “tanrı üçtür” demiştir. Ayetin devamında Allah’ın tek ve benzersiz olduğu söylenmektedir. Bu durumda “Tanrı üçtür” diyenler bu söylemleriyle “Allah’ı, İsa’yı ve Kutsal ruhu” kastetmiş olmaktadırlar. Yani tanrı üç kişiden oluşmuştur demek istemektedirler. Kur’an İsa’nın Yüce Allah’a çocuk olarak isnat edilmesini şiddetle kınayarak bu duruma tekrar tekrar dikkat çekmiştir. Ama Cebrail’in Yüce Allah’a ortak koşulmasını hiç konu etmemiştir. Hıristiyanlar “baba, oğul, kutsal ruh” derlerken hem İsa’nın hem de Cebrail’in bizzat Allah olduğunu, bunların üç ayrı kişi olmadıklarını, hepsinin bir tek kişinin yani Yüce Allah’ın farklı tezahürleri/tecellileri olduğunu söylemektedir. Kur’an Yüce Allah’ın “oğul” görüntüsünde olmadığını veya “oğul” denilenin kendi oğlu olmadığını söylemektedir ama dediğimiz gibi “Cebrail’in Yüce Allah’ın bir görüntüsü veya tecellisi olduğu” söylemi üzerinde hiç durmamaktadır. Oysa şirkse o da şirktir, küfürse o da küfürdür. Yüce Allah’a İsa’yı ortak koşmak ne kadar büyük cürümse Cebrail’i şirk koşmak da o kadar büyük cürümdür. Teslis inancının bu tarafı hemen hiçbir ulema tarafından dikkate değer bulunmamış, sadece “İsa, Allah’ın oğludur” söylemi üzerinde durmuşlardır. Bu konuya sadece dikkat çekmekle yetinerek devam ediyoruz.

(*) يُضَاهِؤُ۫نَ (yudâhi-ûne) İsfahânî, Kur’an’da sadece bir kez geçen bu kelime için şu açıklamayı yapmıştır.

يُضَاهِؤُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُوا : Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar (9/Tevbe 30) âyetinde geçen يُضَاهِؤُونَ kelimesi, يُشَاكِلُونَ /benzetiyorlar anlamındadır. Kimisine göre bu kelimenin aslı hemzelidir ve bu şekilde de okunmuştur. ضَهْيَاء : Hayız görmeyen kadın. Çoğulu ضُهًى şeklinde gelir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Zemahşerî ise şu açıklamayı yapmıştır:

Yudāhûne (benzeşirler) ifadesinde bir muzāfın hazfedilmiş olması gerekir ki takdir, “Bunların sözleri inkârcıların sözleriyle benzeşir.” şeklindedir. Sonra muzāf hazfedilmiş ve muzāfun ileyh olan zamir onun yerine geçmiş ve merfu ‘olmuştur. Anlam, “Peygamber (s.a.) dönemindeki Yahudi ve Hristiyanların sözleri atalarının sözlerine benzemektedir.” şeklindedir. Yani onları sözleri yeni değil, kadim bir küfürdür. Ya da “Onların sözleri Müşriklerin -hâşâ! – ‘Melekler Allah’ın kızlarıdır.’ şeklindeki sözlerine benzemektedir.” anlamı kastedilmiştir. Zamirin Hristiyanlara raci olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyledir: Hristiyanların ‘Mesih Allah’ın oğludur.’ şeklindeki sözleri, Yahudilerin ‘Üzeyir Allah’ın oğludur.’ şeklindeki sözlerine benzer, zira Yahudiler Hristiyanlardan daha kadimdir.

Bu kelime Hemze ile yudāhi’ûne şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşta kelime, “hayız görmediği için erkek gibi olan kadın” anlamındaki imra’etün dahye’u ifadesinden fey‘al vezninde türemiştir. Hemze, tıpkı ğirkı’un (yumurta zarı) kelimesinde olduğu gibi, ilavedir.

(Zemahşerî – el-Keşşaf)

Bu açıklamalardan sonra Tevbe 30. ayetin daha isabetli olduğuna kanaat getirdiğimiz meali şu şekilde olmalıdır:

وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Tevbe 9 / 30

El-Yahud: “Uzeyr Allah’ın yansımadır” dediler. En-Nasara ise: “Mesih Allah’ın yansımasıdır” dediler. Bu, onların önceden kafirlik edenlerin sözlerine benzeterek söyledikleri ağızlarındaki sözleridir. Allah onları etkisiz hâle getirdi. Nasıl da yönlerini haktan batıla çeviriyorlar.

El-Yahud: “Uzeyr Allah’ın yansımadır” dedi (ler). En-Nasara ise: “Mesih Allah’ın yansımasıdır” dedi(ler). Bu (söylemler), onların, Allah’ın kendilerini etkisiz kıldığı öncesindeki kafirlik edenlerin inançlarını ağızlarıyla taklit ettikleri öğretileridir. Nasıl da yönlerini haktan batıla çeviriyorlar.

يُؤْفَكُونَ (yudâhi-ûne): Çalışmamızın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu ayette mufaale babından bir fiil olarak gelmektedir. Kelimenin bu bağlamdaki anlamının “olması gereken yönden başka yönlere dönmek” şeklinde olması daha uygundur. Kelimenin daima “iyiden kötüye doğru bir dönüşümü” ifade etmesinden dolayı “haktan batıla” şeklinde bir anlam verilmiştir.

(*) ذٰلِكَ (żâlike): Daima bedel olarak kullanılan bu kelimenin mübdelün minh’i kendisinden önceki söylemdir.

(*) قَوْلَ (kavle): Bu kelimenin sözlüklerdeki anlamı şu şekildedir: “söz, ifade, doktrin, görüş, takrir, öğreti”

(*) قَالَتِ (kâleti): Bu kelimenin failleri çoğul olduğu halde tekil gelmesinin sebebi, cümlenin istinafiye cümlesi olması ve açık bir fail almasıdır. Fiilin sonunda parantez içinde “-ler” ekini koymamızın gerekçesi budur.

  1. BEŞİNCİ BAĞLAM
وَعَدَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ هِيَ حَسْبُهُمْۚ وَلَعَنَهُمُ اللّٰهُۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُق۪يمٌۙ
Tevbe 9 / 68

Allah, münafık erkeklere de münafık kadınlara da bile bile görmezden gelmeyi karakter hâline getirenlere de içinde sürekli kalacakları cehennem ateşini vadetti. Orası onların hakkından gelir. Allah, davranışlarını kötü görerek onları dışladı ve kalıcı bir yoksunluk, onların olacaktır.

(*) لَعَنَهُمُ (le’anehumu): Düz bir çeviri ile “onlara lanet etti” anlamına gelen bu kelime Türkçeye de geçmiştir ama Türkçede kullanıldığı anlam genelde “ilenç, beddua” şeklindedir. Oysa kelime “birinin yaptıklarını hoş görmeyerek dışlamak, kovmak, uzaklaştırmak, mahrum bırakmak, yoksun bırakmak” anlamlarına gelmektedir. Yüce Allah herhangi birine dua etmekten münezzeh olduğu gibi herhangi birine bedduada etmekten de münezzehtir. Çünkü beddua da duadır ve anlamı “kötü dua” demektir. Dua veya beddua daima bir üst makama yapılır. Yüce Allah’tan daha üstte bir makam yoktur ki (hâşâ) Allah dua veya beddua etsin.

(*) هِيَ حَسْبُهُمْۚ (hiye hasbuhum): Düz bir çeviri ile “o onlara yeter” anlamına gelen bu ifadedeki “yeter” manası, bir miktarı belirleyen bir ölçü değildir. Bu “yeterlilik”; “onlarla baş eder, onların hakkından gelir, onların defterini dürer” anlamında bir yeterliliktir. ‘Hiye’ kelimesine verdiğimiz “orası” manası cehennemin bir yer olmasından dolayıdır.

كَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ كَانُٓوا اَشَدَّ مِنْكُمْ قُوَّةً وَاَكْثَرَ اَمْوَالًا وَاَوْلَادًاۜ فَاسْتَمْتَعُوا بِخَلَاقِهِمْ فَاسْتَمْتَعْتُمْ بِخَلَاقِكُمْ كَمَا اسْتَمْتَعَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ بِخَلَاقِهِمْ وَخُضْتُمْ كَالَّذ۪ي خَاضُواۜ اُو۬لٰٓئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Tevbe 9 / 69

Siz de kuvvet olarak sizden daha şiddetli, mal ve evlat olarak da sizden daha çok olan sizden öncekiler gibisiniz. Onlar kendi paylarına düşenle zevklendiler, siz de sizden öncekilerin paylarına düşenle zevklenmesine benzer şekilde zevklendiniz, daldıklarına siz de daldınız. İşte onlar, dünya ve ahirette planlayarak yaptıkları boşa gidenlerdir ve işte onlar, kaybedenlerin ta kendileridir.

Siz de kuvvet olarak sizden daha şiddetli, mal ve evlat olarak da sizden daha çok olan sizden öncekiler gibisiniz. Onlar kendi uydurduklarıyla fayda elde etmeye çalıştılar, siz de onların kendilerini kaptırdığı gibi siz de kendinizi kaptırarak, sizden öncekilerin uydurduklarıyla fayda elde etmek istemelerine benzer şekilde uydurduklarınızla fayda elde etmek istediniz. İşte böyleleri, yaptıkları dünya ve ahirette boşa gidenlerdir ve işte onlar, kaybedenlerin ta kendileridir.

Siz de kuvvet olarak sizden daha şiddetli, mal ve evlat olarak da sizden daha çok olan sizden öncekiler gibisiniz. Onlar kendi uydurduklarıyla değerli olmaya çalıştılar, onların kendi kendilerini kaptırdığının benzerine siz de kendinizi kaptırarak, sizden öncekilerin uydurduklarıyla değerli olmak istemelerine benzer şekilde, siz de uydurduklarınızla değerli olmak istediniz. İşte böyleleri, yaptıkları dünya ve ahirette boşa gidenlerdir ve işte onlar, kaybedenlerin ta kendileridir.

(*) Verdiğimiz meallerin üçünün de başında metin olarak cümlede olmayan “siz de” kelimesi vardır. Bunun gerekçesi şudur: Cümle bir benzetme yani teşbih edatı (كَ) ile başlamaktadır. Teşbih edatlarının kullanımında dört şey bulunmak zorundadır:

1. Benzeyen

2. Kendisine benzetilen

3. Benzetme edatı

4. Benzetme yönü

Cümlede bunlardan birinin olmaması onun hazfedildiği anlamına gelmektedir. Çünkü bunlardan birinin olmaması teşbihi engeller. Cümlede “kendisine benzetilen, benzetme edatı ve benzeme yönü” vardır ama “benzeyen” yoktur. Cümlenin devamından “benzeyen” zaten anlaşılmadır. İşte bu gerekçe ile hazfedilen “siz de” ifadesi meale yansıtılmıştır. Hazfedilen bu zamir olmadan cümle şu şekilde olacak ve anlam yarım kalacaktır: “Kuvvet olarak sizden daha şiddetli, mal ve evlat olarak da sizden daha çok olan sizden öncekiler gibi”. Görüldüğü gibi bu cümlenin anlamı tamam olmamaktadır. Teşbih üslubunda, teşbihin olması gereken unsurlarından birini hazfetmek cümlenin kendisinden hazfedilenin rahatlıkla tespit edilmesi durumunda mümkündür ve bu ayette hazfedilen “benzeyen” cümlenin devamından çok rahatlıkla ve hiçbir karışıklığa meydan vermeyecek netlikte anlaşılmaktadır.

(*) فَاسْتَمْتَعُوا (festemta’tum): Bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir: “Son derece iyi olmak, çok kıymetli olmak, çok değerli olmak, tam ortasında olmak, bir şeyi sevip devam etmek, istifade etmek, zevklenmek” (Karslı).

Kelime istif’al babındandır. İstif’al babının fiillere kazandırdığı temel özelliklerden birisi “talep” anlamıdır. Kelime ayette üç defa kullanılan kelimenin her üçü de mefulünü harf-i cer ile almıştır. Bu yüzden verilecek anlamın lazım bir mana olması gerekmektedir. Bizim kanaatimize göre kelimenin yukarıda üç şekilde verdiğimiz meallerdeki en uygun anlamı üçüncü mealdeki anlamdır yani “değerli olmayı istemek”.

(*) بِخَلَاقِهِمْ (biḣalâkikum): Bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir: “Ölçmek, oranlamak, tahmin etmek, yokken var etmek, şekil vermek, örneği olmadan bir şey var etmek, şekillendirmek, eskimek, yıpranmak, yalan söz uydurmak, yalan söylemek, ifşa etmek” (Karslı).

(*) خَاضُوا (ḣâdû): Bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir: “girmek, dalmak, …e saplanmak, …e atılmak, …e kendini kaptırmak” (Karslı).

Ayette bu kelime كَالَّذ۪ي خَاضُوا (kelleżî ḣâdû) ism-i mevsulün sıla cümlesi ve bir benzetme edatı ile gelmektedir. Benzetme edatı olmadan anlam “kendilerini kaptırdığı (şey)” şeklindedir. Benzetme edatı olması durumunda teşbih edatı olduğu için “kendisine benzetilen şey”, ‘ellezine’ ism-i mevsulü ve sıla cümlesi olmaktadır. Buradaki teşbih üslubunun unsurları şu şekildedir:

  1. Benzeyen……………….خُضْتُمْ
  2. Benzetme edatı…………كَ
  3. Kendisine benzetilen…… كَالَّذ۪ي خَاضُوا
  4. Benzetme yönü………….?

Cümlede “benzetme yönü” yoktur. Ayetin en başında olduğu gibi burada da bir hazf vardır. Ayetin başında hazfolunan “benzeyen” kelimeydi. Ama bu cümlede hazfolunan kelime “benzetme” yönüdür. Bu “benzetme yönü”nün ne olduğu cümlenin öncesinden tespit edilecektir. Cümlenin öncesine baktığımızda üç defa kullanılan بِخَلَاقِهِمْ (biḣalâkihim) ifadesini görmekteyiz. Cümlede geçen خَاضُوا (ḣâdû) kelimesinin anlamının “kendini kaptırmak” anlamına geldiğini az önce belirtmiştik. Bu durumda cümlede hazfolunan benzetme yönünün çok kere tekrarlanmasından dolayı malum olduğu için بِخَلَاقِهِمْ (biḣalâkihim) ifadesi olması gerekmektedir.

اَلَمْ يَأْتِهِمْ نَبَاُ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَقَوْمِ اِبْرٰه۪يمَ وَاَصْحَابِ مَدْيَنَ وَالْمُؤْتَفِكَاتِۜ اَتَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ فَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Tevbe 9 / 70

Onlara, hepsine de resulleri beyyinatlar ile gelmiş, kendilerinden önceki, Nuh’un kavminin, Ad’ın, Semud’un, İbrahim’in kavminin, Medyen’in ashabının ve el-Mü’tefiket’in haberi gelmemiş miydi? Allah’ın onlara ilkesiz davranması zaten mümkün değildi lakin onların kendi kişilikleri, ilkesiz davranmayı sürdürdü.

(*) فَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ (femâ kâna(A)llâhu liyazlimehum): Bu cümle meal ve tefsirlerin birçoğunda ya şu şekilde “Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi” (TDV meali) ya da bu şekilde “Allah onlara haksızlık edecek değildi” (M. Okuyan meali) çevrilmiştir. Fakat لِيَظْلِمَهُم (li-yazlimehum) fiilinin başında görüldüğü gibi bir لِ (li) edatı vardır. Bu edatın fiillerin başına gelmesi “edat ile fiil arasında hazfedilmiş bir mastar edatı olan انْ (en) vardır” anlamına gelmektedir. Bu durumda fiilin mastara çevrilmesi ve failine muzaf yapılması gerekmektedir. Fiile “ilkesiz davranması” şeklinde mastar olarak mana vermemizin gerekçesi budur.

الْمُؤْتَفِكَاتِ (elmu/tefikât(i)): Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu ayette iftial babının ism-i mefulü ve cemi-müennes kalıbında gelmiştir. Kelimenin kök anlamı “olması gereken durumdan başka hâle dönüşmek, asıl yönünü değiştirmek” anlamını göz önüne aldığımızda mananın ism-i meful olmasından dolayı “iyiyken kötüye dönüştürülenler, halleri kötü yönde değiştirilenler” şeklinde olması gerekmektedir.

Bu kelime ile kimler kastedilmiştir?

Resullerin kronolojisini temel alıp ayete baktığımızda ayette sayılanların bir sıralama ile geldiği bellidir. Bu durumda bunların yaşadığı dönemin İbrahim’in kavmi ve Medyen Ashabı’ndan sonraki bir döneme tekabül etmesi gerekmektedir. Bu ayet sayılanları tam bir kronoloji ile ve öncesinden sonrasına doğru saymaktadır. Fakat aynı kelimenin hem de aynı kalıpta geçtiği başka bir ayet, bu sefer ileriden geriye doğru saymaktadır.

وَجَٓاءَ فِرْعَوْنُ وَمَنْ قَبْلَهُ وَالْمُؤْتَفِكَاتُ بِالْخَاطِئَةِۚ
Hâkka 69 / 9

Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı (Lût kavmi) hep o günahı (şirki) işlediler (TDV meali).

Bu mealin yazarları ayette geçen الْمُؤْتَفِكَاتِ (el-mü’tefiketi) kelimesine direkt “Lut kavmi” demiştir. Zemahşerî ise: “Ters yüz edilenler Lût kavminin şehirleridir. Lût, Hûd ve Sâlih kavimlerinin şehirleri olduğu da söylenmiştir” diyerek ihtimalli konuşmuştur. Bunları bir kenara bırakacak olursak, Hakka 9. ayette الْمُؤْتَفِكَاتِ (el-mü’tefiketi) denilenlerin Firavun’dan öncekilerinden daha önceki bir zamana tekabül ettiğini görmekteyiz. Müktesebata göre Firavun öncesi dönem Yusuf dönemidir. Bunu temel aldığımızda الْمُؤْتَفِكَاتِ (el-mü’tefiketi) olanların İbrahim’den sonra ve Yusuf’tan önceki bir dönemde yaşamış olmaları gerekmektedir. Müfessir ve meal yazarlarının iddia ettikleri gibi, bunların Lut kavmi olması mümkün müdür?

Bu kavmin الْمُؤْتَفِكَاتِ (el-mü’tefiketi) gibi bir kelime ile anılması bu kelimenin kastettiği anlamlarla yakından alâkalı bir durumları olması gerekmektedir. Fakat, “onlara böyle bir kelimenin uygun görülmesinin sebebi şehirleri alt üst olduğu için midir yoksa bizzat kendi hallerini olmaları gereken bir halden hiç olmamaları gereken bir hâle soktukları veya hiç yönelmemeleri gereken bir yöne yöneldikleri için midir?” sorularının cevaplanması gerekmektedir.

Eğer müfessir ve meal yazarlarının iddia ettiği gibi, bu kelimenin onlara uygun görülmesinin sebebi şehirlerinin alt üst olmasından dolayı ise bu durumda الْمُؤْتَفِكَاتِ (el-mü’tefiketi) tanımlamasını alması gerekenler kişiler değil şehirler olmalıdır. Şehirleri alt üst olduğu için “kendileri de şehirleri ile birlikte alt üst oldu dolayısıyla bu tanımlamanın hem onlar için hem de şehirler için yapılması mümkündür” şeklinde bir tevil yoluna gidilebilir. Fakat bu durumda tek bir tane yerin değil birçok farklı yerin alt üst olmuş olması gerekmektedir. Ama mesela Lut kıssasında hem bir alt üst oluş yoktur hem de kıssada anılan yer sadece bir tanedir. Kaldı ki eğer yok edilen yerler bu isimle anılacaksa diğer yok edilen yerlerin de bu isimle tanımlanması gerekmektedir. Ama bu isim genel bir tanımlama değil özel bir tanımlamadır yani adresi olmak zorundadır.

Bu durumda eğer bu kelimeden kastedilenler Lut kavmi ise onların bu kelime ile tanımlanmaların sebebinin yok edilen şehirlerinden değil, âlemler içinde kimsenin onlar gibi bir cürümü yani “kadınları bırakıp erkeklere yönelmeyi” kimsenin işlememiş olmasından dolayı olmalıdır, ki bu durum tam da kelimenin anlamı olan; “olmaları gereken hallerini bırakıp hiç olmamaları gereken bir hâle gelme, olmaları gereken yönden hiç yönelmemeleri gereken şeylere doğru yön değiştirme” anlamının karşılığı olacaktır.

Fakat bununla beraber biz bu kelimeden kastedilenlerin kesinlikle Lut kavmi olduğunu iddia etmiyoruz. Sadece resullerin kronolojisinin ve bu konunun çok daha detaylıca araştırılması gerekmektedir diyoruz. Kur’an’da geçen kelimelerin ve tanımlamaların müktesebat üzerinden belirlenmeye kalkışılması, son derece yanlış sonuçlara çıkaracaktır diyoruz. Resullerin kronolojisi üzerine sadece Kur’an temel alınarak yapılmış bir çalışma yoktur ve hiç olmamıştır. Müktesebat ulemasının belirlediği kronoloji ise çok büyük oranda İsrailiyat kaynaklıdır.

  1. ALTINCI BAĞLAM
قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ الْاَمْرَۜ فَسَيَقُولُونَ اللّٰهُۚ فَقُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ
Yûnus 10 / 31

(Onlara): “Sizi es-Sema’dan ve el-Ard’dan rızıklandıran kim?” (diye) ya da “duymalara ve görmelere hükmeden kim?” (diye) ya da “diriden ölüyü ve ölüden diriyi çıkaran kim?” (diye) ya da “tüm bu işlere devamlılık veren kim?” (diye) sor. “Allah” diyerek cevap vereceklerdir. Sen de “Öyleyse sorumlu davranmayacak mısınız!” diyerek karşılık ver.

(*) اَمَّنْ (emmen): Bu kelime “ya da” anlamı veren اَمْ (em) edatı ve مَنْ (men) edatlarından oluşmuştur. Ayette sadece bir tane اَمْ (em) edatı olmasına rağmen bizim meale üç kere “ya da” koymamızın sebebi, ayetin metninde bu soruların muhataplara peş peşe sorulması değil, bunlardan hangisini sorarsa sorsun alacağı cevabın tek bir tane olacağının vurgulanmış olmasıdır. Parantez içinde (diye) şeklindeki açıklamaların gerekçelerinden biri de budur.

(*) قُلْ (kul): Düz bir çeviri ile “de, söyle, konuş” anlamına gelen bu fiil ayette iki defa kullanılmıştır. Bizim birincisine “sor”, ikincisine ise “karşılık ver” anlamı vermemizin sebebi, bu fiil ilkinden sonra gelen cümlelerin hep soru olması, ikincisinde ise verilen cevaba karşılık bir daha cevap verilmesinden dolayıdır. İkinci قُلْ (kul) fiilinden sonra gelen cümle soru cümlesi değil, soru şeklinde tazir (kınama) cümlesidir. Parantez içinde (diye) şeklinde açıklamalarımızın bir gerekçesi de budur. Çünkü cümlenin temel yapısı en baştaki قُلْ (kul) fiil+fail, cümlenin geri kalan ‘seyekulune’ kelimesine kadar mefuldür.

İTİRAF 1: Ayette geçen şu cümlenin (اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَار) (en yemliku-ssem’a vel-ebsâra) tam olarak ne demek istediğini anlayamadım. Cümlede السَّمْعَ (ssem’a) kelimesinin tekil, وَالْاَبْصَار (vel-ebsâra) kelimesinin ise çoğul gelmesinin sebebini bilemedim.

İTİRAF 2: Ayetteki şu cümleyi de (مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ) (men yerzukukum mine-ssemâ-i vel-ardi) anlayamadım. ‘El-Ard’dan rızıklandırılmak anlaşılır bir şeydir ama es-sema’dan rızıklandırılmak ile ne kastedilmiştir bilemedim. Gökten gelen şey sadece yağmurdur ama tüm Kur’an boyunca rızık olarak değil, kendisiyle rızık oluşturulan şey olarak nitelendirilmiştir. Burada dolaylı yoldan yağmurdan mı bahsedilmektedir onu da bilemedim.

فَذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّۚ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ اِلَّا الضَّلَالُۚ فَاَنّٰى تُصْرَفُونَ
Yûnus 10 / 32

İşte bu (size bildirilen), gerçek rabbiniz Allah’tır. Peki bu gerçeğin ötesi sadece sapıklık değilse nedir? Nasıl oluyor da sarf ediliyorsunuz?

كَذٰلِكَ حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذ۪ينَ فَسَقُٓوا اَنَّهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Yûnus 10 / 33

İşte bu şekilde, Rabbinin fasıklık edenler hakkındaki “onlar inanmıyorlar” sözü (kelimesi) gerçekleşti.

قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَٓائِكُمْ مَنْ يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُۜ قُلِ اللّٰهُ يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ
Yûnus 10 / 34

De ki: “Ortaklarınızdan yaratmayı başlatan herhangi biri var mıdır?” De ki: “Allah, yaratmayı başlatan sonra da onu tekrarlayandır (ona süreklilik kazandırandır). Nasıl olur da haktan batıla yönlendirilebiliyorsunuz.

Çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu ayette de meçhul muzari fiil olarak gelmiştir. Manası ise “olması gereken halden başka yöne yönlendirilmek” şeklindedir

قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَٓائِكُمْ مَنْ يَهْد۪ٓي اِلَى الْحَقِّۜ قُلِ اللّٰهُ يَهْد۪ي لِلْحَقِّۜ اَفَمَنْ يَهْد۪ٓي اِلَى الْحَقِّ اَحَقُّ اَنْ يُتَّبَعَ اَمَّنْ لَا يَهِدّ۪ٓي اِلَّٓا اَنْ يُهْدٰىۚ فَمَا لَكُمْ۠ كَيْفَ تَحْكُمُونَ
Yûnus 10 / 35

(Onlara) “Ortaklarınızdan bu hakka / bu hak ile / bu hakka göre kılavuzluk eden herhangi biri var mı?” diye sor. “Bu hak için sadece Allah doğru istikameti gösterir” diye (kendin) cevapla. Öyleyse bu hakka doğru bir şekilde ileten mi tabi olmaya daha layıktır yoksa kendisine kılavuzluk edilmesi dışında doğru istikameti bulamayan mı? Neyiniz var sizin? Ne biçim karar veriyorsunuz?

وَمَا يَتَّبِعُ اَكْثَرُهُمْ اِلَّا ظَنًّاۜ اِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـًٔاۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
Yûnus 10 / 36

Onların çoğu zandan başka bir şeye tabi olmuyor. Oysa zan, kesinlikle bu haktan herhangi bir şeyi zenginleştirmez. Şu kesin ki Allah, yaptıklarını bilmektedir.

(*) Yüce Allah’ın kitabı dışındaki bilgilerin hemen hepsi zannî bilgilerdir. Bu ayet hiçbir zannî bilginin bu hakkı açıklayamayacağını ve katkı sunamayacağını çok açık ve net bir şekilde belirtmektedir.

  1. YEDİNCİ ve SEKİZİNCİ BAĞLAM

NOT: Müktesebat ulemasının tamamı aşağıdaki ayetlerin nüzul sebebi olarak siyer tarihinde anlatılan ‘ifk’ olayını temel almışlardır. Bu ayetin o olaydan bahsettiği peşinen kabul edildiği için hem ayetlerde anlatılan olaylar bu temel üzerinden resmedilmiş hem de kelimelerin mana tercihleri bu olaya göre yapılmıştır. Müktesebat ulemasının tamamı, “eğer bu nüzul sebebi bilinmez ise ayetlerin anlaşılmasının mümkün olmayacağı” üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu peşin kabuller nüzul sebebi olarak gösterilen rivayetlerin inceden inceye irdelenmesini de engellemiş, rivayetlerde açık kalan önemli noktalar es geçilmiş ve mutlaka cevaplanması gereken sorular hiç sorulmamıştır. Hatta ‘ifk’ kelimesinin manası bu rivayetlerde anlatılan olaya hiç uymamasına rağmen olay “‘ifk’ hadisesi” adıyla bilinir ve anılır olmuştur.

Nûr suresinin 11-19. ayetlerini inceleyeceğimiz bu bölüm bizim çalışmamızı üzerine bina ettiğimiz “Kur’an, sadece Kur’an ile anlaşılır” metodunun; müktesebat ulemasının ayetleri, nüzul sebepleri, rivayetler, İsrailiyat ve daha birçok kaynağa başvurarak anlamayı temel almış metotlarından keskin bir şekilde ayrıştığı bir bölümdür.

Çünkü “Kur’an’ı Kur’an ile anlama” metodunun çerçevesini belirleyen en önemli hususların başında Kur’an’da anlatılan herhangi bir olayın bağlamını sadece Kur’an’dan tespit etme zorunluluğu gelmektedir. Buna göre eğer bu ayetler bir ‘ifk’ olayından bahsediyorsa bu olayın bağlamının aranıp bulunacağı yer rivayetler değil, kesinlikle Kur’an olmak zorundadır. Bu yüzden bizim yaptığımız bu çalışma; müktesebat ulemasının nüzul sebebi rivayetleri üzerinden yaptıkları tefsirler ile araları uyuşturulamayacak şekilde birbirinden ayrılmaktadır.

Bu sebeple iki metot arasındaki bu radikal ayrımın net bir şekilde ortaya çıktığı bu ayetlerle ilgili meal çalışması yapmadan önce müktesebatın ayetlerin içeriğine yükledikleri “‘ifk’ hadisesi” olayını aktarmak yerinde olacaktır. Bu olay TDV İslam Ansiklopedisi’nde şu şekilde toparlanarak anlatılmıştır.

اِنَّ الَّذ۪ينَ جَٓاؤُ۫ بِالْاِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْۜ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْۜ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْاِثْمِۚ وَالَّذ۪ي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
Nûr 24 / 11

(Peygamber’in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza) vardır. Onlardan (elebaşlık yapıp) bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır (TDV meali).

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًاۙ وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ
Nûr 24 / 12

Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi? (TDV meali).

لَوْلَا جَٓاؤُ۫ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَۚ فَاِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَٓاءِ فَاُو۬لٰٓئِكَ عِنْدَ اللّٰهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ
Nûr 24 / 13

Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler (TDV meali).

Adını, Kur’an’daki olaya ilişkin ayetlerde (en-Nur 24/11-22) iki defa geçen (en-Nur 24/11, 12) ifk kelimesinden alır. İfk “iftira, en kötü ve en çirkin yalan” demektir. İfk, Kur’an’da ayrıca iki yerde (el-Furkan 25/4; Sebe’ 34/43) sözlük anlamında geçmektedir. İftiraya yol açan ve hemen hemen bütün kaynaklarca Hz. Âişe’den aynı şekilde nakledilen hadise şöyle gelişmiştir: Resûl-i Ekrem Benî Mustaliḳ (Müreysî ‘) Gazvesi’nden dönerken beraberinde götürdüğü eşi Âişe, konakladıkları bir yerde sabaha karşı tekrar hareket emri verildiğinde tabii ihtiyacını gidermek üzere ordugâhtan uzaklaşır. Geri gelirken boynundaki Yemen (Zafâr) akiği gerdanlığın düşmüş olduğunu fark eder ve kendisini bekleyecekleri düşüncesiyle dönüp aramaya koyulur; ancak karanlıkta onu bulup el yordamıyla tanelerini toplayıncaya kadar çok vakit kaybeder. Konak yerine geldiğinde diğerlerinin hareket ettiğini görür ve yokluğunu anlayınca aramaya çıkacakları inancıyla orada beklemeye başlar; bu arada uyuyakalır. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal es-Sülemî görevi gereği kamp yerini kontrol ederken onu bulur ve devesine bindirip hayvanı yederek orduya yetiştirir; fakat hızlı yürümekle birlikte kendisi yaya olduğu için kafileye ancak kuşluk sıcağında mola verdikleri zaman ulaşabilir. 

Söz konusu gecikme başlangıçta kötüye yorumlanmamış, hatta kimsenin dikkatini bile çekmemişken, hicretten önce Hazrec kabilesinin reisi olan ve Medine’nin yönetimi kendisine verilmek üzere iken Hz. Peygamber’in gelmesiyle bundan mahrum kalan Abdullah b. Übey b. Selûl’ün başlattığı dedikoduyla birlikte iç huzursuzluklara yol açan önemli bir olay hâlini almıştır. İslâmiyet’i istemeyerek kabul ettiği için münafıkların reisi diye bilinen Abdullah b. Übey ile adamlarının Resûl-i Ekrem’i ve kayınpederi Hz. Ebû Bekir’i küçük düşürmeye ve aralarını açmaya yönelik sözleri, bazı müminlerin de katılmasıyla (kaynaklar bunlardan Hassân b. Sâbit, Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş’ın adını vermektedir) kısa zamanda yayılma istidadı göstermişti. Sefer dönüşü rahatsızlanarak bir ay kadar yatan Hz. Âişe ise bunu duymamış, sadece bu süre içerisinde daha önceki rahatsızlıklarında gösterdiği ilgiyi göstermeyen Resûlullah’ın odasına seyrek uğramasından bir şeyler olduğunu sezmişti. Hz. Âişe, hastalığının nekāhet döneminde bir tesadüfle babasının teyze kızı Ümmü Mistah’tan oğlunun bu dedikoduyu anlattığını duymuş ve üzüntüsünden tekrar hastalanmış, arkasından da Hz. Peygamber’den izin alıp babasının evine gitmişti. 

Olaya son derece üzülen ve nasıl bir hükme varacağı hususunda uzunca bir süre tereddütte kalan Resûl-i Ekrem sonunda konuyu bazı yakınlarıyla istişare etmeye karar verdi. Eşleri arasında Âişe’ye rakip olmasıyla tanınan Zeyneb bint Cahş’a, onun eski kocası ve kendi evlâtlığı Zeyd b. Hârise’nin oğlu Üsâme’ye ve damadı Hz. Ali’ye (bazı rivayetlere göre ayrıca Hz. Osman ve Ömer’e) düşüncelerini sordu. Bunlardan Zeyneb ile Üsâme, Âişe’den hiçbir şekilde şüphelenmediklerini söylerken Hz. Ali görüşünü, “Yâ Resûlellah! Allah senin evliliğine bir sınır koymamıştır; Âişe gibi pek çok kadın var. Fakat yine de işin aslını öğrenmek için onun hizmetçisini sorguya çekmelisin” diye bildirdi. Bunun üzerine Resûlullah Berîre adlı câriye ile konuştu, kendisinden Hz. Âişe’nin lehine şahadetten başka, “O, evinde hamurunu yoğururken uyuyakalan ve hamuru kuzuya yediren gencecik bir kadındır” cevabını aldı. Berîre’nin bu sözleri, Âişe’yi mâsum fakat genç yaşta olması sebebiyle tedbirsiz bulduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Daha sonra Resûl-i Ekrem Mescid-i Nebevî’de konuyu halka açtı ve bu dedikodulardan kurtarılmasını istedi. Ancak Sa‘d b. Muâz ile Sa‘d b. Ubâde arasında başlayan münakaşa neticesinde Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kişiler İslâm öncesinde olduğu gibi tartışmaya girdiler. Hz. Peygamber de mescidden ayrılarak Ebû Bekir’in evine gitti. Âişe’nin anlattığına göre, kendisinin yattığı odaya girince dedikoduların çıktığı günden beri ilk defa yanına oturarak söylenenleri tekrar etmiş ve “Eğer mâsum isen Allah seni temize çıkaracaktır, bir günah işledinse tövbe et ve affını dile; Allah tövbekârları bağışlar” demiştir. Âişe, Peygamber’in dedikodulara inandığını, bu sebeple de ne söylese şüphe ile karşılayacağını ifade etmiş ve artık Hz. Ya‘kūb gibi sabredip Allah’tan yardım dilemekten başka çaresinin bulunmadığını (Yûsuf 12/18) söylemiştir.

Bu sırada uzun süredir beklenen vahiy gelmeye başlamıştır. Nûr sûresinin 11. âyetinden itibaren başlayıp devam eden ilâhî beyanda çirkin iftirayı çıkaranın büyük bir azaba mâruz bırakılacağı ifade edilmekte, ona alet olup dedikoduyu yayanların bir avuç insandan ibaret olduğu bildirilmekte, bunun yanında söylentileri duyan kadın erkek bütün müslümanların duyarsız ve bilinçsiz davranışları da kınanmaktadır. Zira olay, insanoğluna yöneltilebilecek en çirkin bir iftira olduktan başka Peygamber’in mâsum eşini hedef almış ve dolayısıyla müslüman toplumun tamamı itham altında bırakılmıştır. Onlar bu haberi duyduklarında basiretlerini kullanarak, “Böyle bir söylentiye alet olmak bize asla yakışmaz. Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır” demeli ve Resûl-i Ekrem’in mâsum ailesiyle müslüman toplumun onurunu korumalıydı. Âyet-i kerîmelerde bundan böyle benzeri gafletlere düşmemeleri konusunda müslümanlar uyarılmakta ve rencide olan Peygamber ailesinin yine de hoşgörü ve affedicilikle davranması tavsiye edilmektedir. Hz. Âişe, kendisini fazlasıyla üzüp zor duruma düşüren iftira hadisesinin sonuç itibariyle hakkında hayırlı olduğunu anlamış ve şahsı vesilesiyle on âyetin birden inmesini ömrünün sonuna kadar hayatının en şerefli hadisesi olarak kabul etmiştir. 

Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nin beraatini ilân eden âyetleri Mescid-i Nebevî’de müslümanlara okudu. Sonra da bu çirkin iftirayı yaymakta ileri gitmiş olan Hassân b. Sâbit, Hamne bint Cahş ve Mistah b. Üsâse’ye, iffetli kadına zina isnadında bulundukları için Nûr sûresinin 4. âyetine göre seksener sopa vurulması ve bir daha şahitliklerinin kabul edilmemesi cezasını uyguladı. Bunlardan, Hz. Peygamber tarafından çok sevilen ve “şâirü’n-nebî” diye anılan Hassân b. Sâbit, Âişe’nin iffetini dile getirdiği bir kasideyle onun affını ve teveccühünü kazanmışsa da iftiranın diğer bir kurbanı Safvân b. Muattal’ın gazabından kurtulamamış, bu defa da onu bir şiirle tahrik ettiği için aldığı bir kılıç darbesiyle bir gözünden ve iki elinden sakatlanmıştır. Bunun üzerine Safvân, Resûl-i Ekrem’in emriyle yakalanarak Hassân b. Sâbit’in ölmesi hâlinde kısas edilmesi için hapse atılmış, fakat davacının kendisini affetmesiyle serbest bırakılmıştır. Hz. Peygamber de Hassân’ın bu davranışından çok memnun olmuş ve Mukavkıs’ın gönderdiği iki kardeş câriyeden Sîrîn’i Beyraha mâlikânesiyle birlikte kendisine hediye etmiştir. Had cezası uygulanan ikinci kişi olan Hamne bint Cahş, Resûlullah nezdinde Âişe’nin itibarını düşürüp kız kardeşi Zeyneb’in konumunu güçlendirmek amacıyla iftira olayına katıldığını söylemiştir. Cezaya çarptırılan üçüncü kişi olan Mistah b. Üsâse Bedir gazilerindendi ve akrabası Hz. Ebû Bekir’den maddî yardım görüyordu. Ebû Bekir, ifk olayından sonra ona artık yardımda bulunmayacağına yemin etti; ancak nâzil olan Nûr sûresinin 22. âyetiyle bundan vazgeçti. Asıl iftira olayının tertipçisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cezalandırılıp cezalandırılmadığı kesin biçimde bilinmemektedir. Farklı rivayetlere göre dedikoduyu çıkardığını bizzat kendisinden duyan şahitlerin bulunamaması sebebiyle cezadan kurtulmuş veya kırbaçlanmış, bir rivayete göre ise bu ceza iki misli uygulanmıştır. 

Bu hadisede Hz. Âişe’nin bizzat ilâhî beyanla aklanması, art niyetli kimselerin onun iffetine gölge düşürücü nitelikte söz söylemelerini imkânsız hâle getirmiştir. Ancak siyasî sebeplerle Âişe’yi eleştiren bazı aşırı Şiî grupları bu olayı istismar etmek istemişlerse de çoğunluğu teşkil eden mutedil Şiîler bunlara karşı çıkmıştır. Öte yandan bir kısım Şiî müfessirleri ifk olayında iftiraya uğrayanın Âişe değil Peygamber’in diğer bir eşi Mâriye olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Resûl-i Ekrem, oğlu İbrâhim’in vefatı münasebetiyle üzüldüğünde Âişe, “Niçin üzülüyorsun, o Cüreyc’in oğludur” diyerek Mâriye’ye iftira atmış, bunun üzerine ilgili âyetler nâzil olmuştur (Tabâtabâî, XV, 103-104). Güvenilir bir kaynağa dayanmayan bu rivayetin Âişe’ye karşı duyulan siyasî iğbirârın eseri olduğu anlaşılmaktadır. 

İfk hadisesi hakkında Nûr sûresinin açıklanması münasebetiyle bütün tefsirlerde, Hz. Âişe’nin anlattıkları dolayısıyla hadis literatüründe ve Mustaliḳ Gazvesi’nin bir ayrıntısı olduğu için de tarih ve siyer kitaplarında geniş bilgi bulunmaktadır. Ayrıca bu konuda müstakil risâleler de kaleme alınmış olup başlıcaları şunlardır: Muhammed el-Medâinî, Ḫaberü’l-İfk (İbnü’n-Nedîm, s. 154); Dâvûd ez-Zâhirî, er-Red ʿalâ ehli’l-İfk (İbnü’n-Nedîm, s. 318-319); Abdülkerîm b. Heysem ed-Deyr‘âkûlî, Ḥadîs̱ü’l-İfk (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, Tasavvuf, nr. 121); Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ḥadîs̱ü’l-İfk (Îżâḥu’l-meknûn, I, 396); Abdülganî el-Cemmâîlî, Ḥadîs̱ü’l-İfk (nşr. Ebû İsmâil Hişâm b. İsmâil es-Sekkā, Riyad 1405/1985); müellifi belli olmayan Ḥadîs̱ü İfk (Hacı Selim Ağa Ktp., Kemankeş Emîr Hasan, Arapça, nr. 3743, vr. 74’a-77b); Muhammed Ârif b. Ahmed el-Müneyyir el-Hüseynî ed-Dımaşkī, Kitâbü’l-Ḥuṣûni’l-menîʿa fî berâʾeti’s-seyyide ʿÂʾişe eṣ-Ṣıddîḳa bi’ttifâḳı Ehli’s-sünne ve’ş-Şîʿa (MÜİF Ktp., Cemal Öğüt, nr. 1186; Dârü’l-kütüb, Tarih, nr. 4040). Seyyid Kutub’un Fî Ẓılâli’l-Ḳurʾân adlı tefsirinde İfk hadisesiyle ilgili bölüm de Ḥadîs̱ü’l-İfk adıyla müstakil olarak basılmıştır (Kahire 1404/1984).

(Mustafa Fayda / İfk Hadisesi / TDV. İ. A.).

Rivayetler üzerinden Kur’an’ı anlamayı metot olarak benimsemiş kişilerin şu iki şey arasındaki farkı kesin bilmeleri gerekmektedir. Bir rivayetin sıhhat derecesi ile bir rivayetin ayetlerin nüzul sebebi olması bambaşka iki konudur. Rivayetlerin sıhhat derecesi, anlatılan olayın gerçekte yaşanıp yaşanmadığı veya yaşanmışsa ne şekilde yaşandığı ile alâkalıdır. Ama rivayetin ayetlerin nüzul sebebi olarak ileri sürülmesi, Yüce Allah’ın ayetleri o olaya binaen göndermiş olduğu iddiasıdır.

Bir rivayetin sahih olması demek, o olayın anlatıldığı gibi gerçekleştiği kanısının oluştuğu anlamına gelmektedir. Fakat her durumda bu kanıya ulaşanların hiçbiri o olayın hakikatini görmemiş ve kesinlikle o olaya şahit olmamışlardır. Mesela, Sultan Fatih’in İstanbul’u fethettiği genel bir kanıdır. Fakat o olayın yaşanması esnasında orada bulunanlar haricindeki hiç kimse ne bu olayı görmüşlerdir ne de şahit olmuşlardır. Bu kanı, aktarıla aktarıla gelen rivayetlere olan güvenden kaynaklanan bir kanıdır. Rivayeti aktaranların “yalancı” olması veya olmaması bu olayın gerçekliği üzerinde rol oynamaktadır ama yalancı olmayanların bile olayın gerçeğine vakıf oldukları anlamına da gelmez, gelemez.

Fakat herhangi bir ayet hakkında “Yüce Allah bu ayeti şu rivayete binaen gönderdi” veya “bu ayetin gönderilme sebebi şu rivayettir” demek bir kanı olmanın çok ötesinde, Yüce Allah’ın fiilinin sebebini söylemektir. Olayın gerçekliği hususunda araştırma yapmak ile gerçek bile olsa Yüce Allah’ın “gerçek denilen o olaya binaen ayet gönderdiğini” söylemek bambaşka iki şeydir.

Bir rivayetin sıhhat derecesi hakkında onlarca değişik şekillerde çalışma yapılabilir ama “Yüce Allah bu ayetleri bu olaya binaen gönderdi” söylemi üzerine çalışma yapmak asla mümkün değildir. Bu söylem bir rivayeti kabul edip etmemeyi değil artık o rivayete inanıp inanmamayı zorunlu kılar. Hatta inanılması durumunda kişiyi mümin, inanılmaması durumunda ise kafir yapar. Oysa hangi ayetin hangi rivayete binaen indirildiğini söyleyen Yüce Allah değil insanlardır. Herhangi bir ayetin nüzul sebebini tayin etmek, içtihat meselesi de değildir. Çünkü, Yüce Allah’ın hangi ayeti hangi olaya binaen indireceğine karar veren insanlar değillerdir ki bunu içtihatla tespit edebilsinler. Kaldı ki tamamen Yüce Allah’ın tasarrufunda bulunan Kur’an’ın indirilmesi “deneye, gözleme, araştırmaya” açık bir alan da değildir. Herhangi bir insan dünyayı tersine çevirse de Yüce Allah’ın bir ayeti hangi sebeple indirdiğini söyleme kudretine sahip olmaz, olamaz. Bir kişinin bunu yapabilmesi için (hâşâ) Yüce Allah’ın karşısına geçmesi: “Allah’ım sen bu ayeti hangi sebebe binaen gönderdin” diye sorması ve Yüce Allah’ın da: “şu sebebe binaen” diyerek ona açıklama yapması gerekmektedir.

Tekrar ifade edelim ki: Bir rivayeti çeşitli yönlerden araştırarak, rivayetin bahsettiği olaya “bu kesinlikle bize gelen habere göre yaşanmıştır” demek ile “Yüce Allah bu ayeti bu rivayette anlatılan olay sebebiyle gönderdi” demek iki farklı şeydir. Biri; gözleme, deneye, araştırmaya açıktır ama diğeri asla gözleme, deneye ve araştırmaya açık değildir. Aktarılan rivayetlerin ayetlerin nüzul sebebi olduğunu söyleyen Yüce Allah değil, ulemadır. Bu durumda, bir rivayetin nüzul sebebi olduğuna inanılması durumunda ayetlere değil o ulemaya iman edilmiş olacaktır. Çünkü ulema “bu ayet bu rivayete binaen indi” diyerek aslında sadece Yüce Allah’ın söyleyebileceği ve kesinlikle iman edilmesi gereken bir şeyi söylemiş olmaktadır.

Yüce Allah’a iman ettiğini iddia eden bir mümin şunu bilmelidir ki ne Yüce Allah’ın sıfatları ne Yüce Allah’ın fiilleri ne de Yüce Allah’ın bir şeyi niçin yaptığı tartışmaya, gözleme, deneye, araştırmaya ve içtihada açık bir konu değildir. Hangi konu olursa olsun müminler, Yüce Allah’ın fiilleri ve sıfatları hakkında Yüce Allah’ın verdiği haberlere iman edenlerdir ve o haberler de sadece Kur’an’da bulunmaktadır.

Gökten yere “yağmur” adını verdiğimiz bir su düşmektedir. Bu su, yaşayan her varlığın yaşamını devam ettirmesine vesile olmaktadır. Biz ne suyu indireni ne de bunu nasıl yaptığını görmemekte ve asla şahit olmamaktayız. Olay gözlerimizin önünde cereyan etmektedir ama olayın arkasında kim var onu görmemekteyiz. Kur’an, gözlerimizin önünde cereyan eden bu olayı Yüce Allah’ın yaptığını, o suyla canlı her şeyin hayatını idame ettirmesini sağlaması için indirdiğini bize haber vermektedir. İşte müminler bu habere binaen, gözleri O’nu görmese bile, bunu yapanın Allah olduğuna iman ederler. Sebepler zincirine vakıf olmasalar bile o habere binaen Yüce Allah’ın gökten inen suyu hangi sebebe binaen gönderdiğine iman ederler. Çünkü yağmuru hangi sebebe binaen indirdiğini bildiren Kur’an’dır ve müminler o kişilerdir ki: Kur’an’ın Yüce Allah’ın nezdinden gelen bir kitap olduğuna şeksiz şüphesiz iman ederler.

Yüce Allah yağdırdığı yağmura da “ayet” demektedir ve Kur’an’da bize bu ayetin nüzul sebebini uzun uzun açıklamıştır. Bu durumda herhangi bir mümin Kur’an’da anlatılan nüzul sebeplerine dayanarak “Yüce Allah’ın yağmur ayetini indirmesinin sebebi nüzulü şudur” derse, kendi kafasından Yüce Allah’ın bir fiilinin yapılış sebebini belirlemiş olmamakta tam tersi Yüce Allah’ın verdiği habere inanmış olmaktadır.

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bir ayete nüzul sebebidir diyerek rivayet tayin etmenin, sınırları aşmak ve Yüce Allah’tan rol çalmak olduğu aşikardır. Öte yandan nüzul sebebi denilen rivayetlerle ayetlerin uyuşmadığı da aşikardır. Her şeyden önce nüzul sebebi olarak getirilen az önce aktardığımız rivayette hakkında iftira atılan kişinin Aişe annemiz olduğu söylenmektedir. Oysa Nûr 11-19 ayetleri arasında Aişe annemizin adı geçmediği gibi, tek bir tane müennes isim ve hatta müennes zamir bile geçmemektedir.

Nüzul sebebi olarak aktarılan rivayet bile kendi içinde birçok çelişkiyi barındırmaktadır. Mesela, iftirayı atanlardan biri olarak görülen Hassan Sabit, bir resul eşine böylesine dehşetengiz bir iftira atmasına ve yaymasına ve ömür boyu şahitliği kabul edilmeyecek olmasına rağmen hem de bizzat Allah resulü tarafından en sonunda Mukavkıs’ın gönderdiği söylenen cariyelerden Sirin ile ve Beyraha malikanesi ile ödüllendirilmiştir.

Yaşandığı söylenen olay bir gazve yani bir askeri sefer sırasında olmuştur. Askeri seferler düşman saldırılarına açık olmak anlamına gelmektedir. Düşmanla savaşmaya gitmiş bir ordunun geceleyin konakladığı bir yerde hiçbir koruma tedbirinin olmaması ve asker bile olmayan bir kadının hiç kimseye görünmeden ve hiç kimsenin dikkatini çekmeden hacet gidermeye çıkması pek mümkün gözükmemektedir. Hele her an düşman baskını yeme ihtimali olan gece karanlığında tek başına ordudan uzaklaşması çok tuhaftır. Kaldı ki bu kişi sıradan biri değil Allah resulünün eşi yani başkomutanın eşidir.

Müfessirlerin büyük bir kısmı Aişe annemizin Allah resulü ile altı yaşında nişanlandığını ve dokuz yaşında gerdeğe girdiğini söylemektedir. Beni Mustalik gazvesinin hicretten 4-5 sene sonra yapıldığını söyleyen rivayetleri göz önüne aldığımızda ‘ifk’ hadisesi olduğu sırada Aişe annemizin 13-14 yaşlarında olması gerekmektedir. Bu kadar genç yaşta olan bir kadının ordunun gidişinde çıkardığı gürültüyü duyamayacak kadar uzağa hem de gece karanlığında gitmiş olmasının da imkânı yoktur.

Öte yandan ordudaki kişilerin Aişe annemizin hevdecinin içinde olup olmadığını merak bile etmediklerini bir kenara bıraksak bile bizzat bu gencecik kadının eşi olan Muhammed’in yol boyunca eşini hiç merak etmemiş olması tuhaf hem de çok tuhaftır. Madem eşi onun hiç umurunda olmayacaktır o halde neden yanında götürmüştür acaba? Olayın gece başlayıp bir sonraki günün kuşluk vaktinde neticelendiğini düşündüğümüzde, ordudan hiç kimsenin Aişe’nin devenin üstünde olup olmadığını fark etmemesi, fark etmemesi bir yana hiç merak etmemesi de anlaşılır gibi değildir. Kaldı ki Aişe’nin devenin üstüne yerleştirilen bir hevdec içinde olduğu söylenmektedir. Bu durumda o devenin yularını elinde tutan bir sürücü mutlaka olmak zorundadır. Bu sürücünün hevdecin içindeki yolcusunun yokluğunu tam bir gece boyunca anlamamış olması da anlaşılır gibi değildir.

Rivayette Aişe annemizin kolyesini kaybettiği ve bunu aramak için geç kaldığı belirtilmektedir. Eğer kolye kaybolmuşsa ordugâh ile hacet giderdiği yer arasında bir yerde kaybetmiş demektir. Dolayısıyla kolyenin aranacağı yerin de bu güzergâh olması gerekmektedir. Ama her ne hikmetse Aişe annemizin aklına bu gelmemiş olacak ki kolyesini daha uzaklarda yani hiç gitmediği yerlerde aramaya koyulmuştur. Ordunun konakladığı yer ile hacet gidermek üzere gittiği rotaya bakması gereken Aişe annemizin aradıkça ordudan uzaklaşması değil aradıkça orduya yaklaşması gerekmektedir.

Geceleyin seslerin daha uzak mesafelere gittiği herkesin malumudur. Hele bu yer çöl gibi ıssızlığın ve sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerse sesler çok daha uzak mesafelerden işitilebilir. Rivayetlerin tamamı Allah resulü Muhammed’in Beni Müstalik gazvesine 700 asker ile çıktığını söylemektedir. Bu kadar askerin gece karanlığında konakladığı yerden ayrılması hatırı sayılır bir gürültüye sebep olacaktır. Her ne hikmetse Aişe annemiz öyle bir uzağa gitmiştir ki ne bir gürültü ne bir deve sesi ne bir insan sesi duymuştur ya da develer, insanlar, atlar ses çıkarmamak için adeta parmaklarının ucuna basmış ve fısıltı ile konuşmuşlardır. Dahası 700 kişilik bir ordunun yerinden kalkması, tüm ağırlıklarını toplaması, çöktürülen develerini kaldırması, yüklerini bağlaması hatırı sayılır bir zaman alacaktır. Bu zaman zarfında Aişe annemizin bir kez olsun kaybettiği kolyesini geldiği yol güzergahında aramayı aklından geçirmemesi asla anlaşılır bir durum değildir.

Bu soruları uzattıkça uzatabiliriz. Çünkü nüzul sebebi olarak ayetin arkasına konulan bu rivayetin her adımı kurgularla ve çelişkilerle doludur. Böylesine çelişkili ve cevaplanması gereken yüzlerce sorusu olan bir rivayetin kendisine hayrı yoktur ki Kur’an’ın anlaşılmasına yardımı dokunsun. Gereğinden fazla üzerinde durduğumuz bu rivayeti, meraklısına terk ederek konumuza dönüyoruz.

Az önce de belirttiğimiz gibi herhangi bir ayet için “nüzul sebebi şudur” demek haddi aşmaktır ve en hafif deyimle Allah’tan rol çalmaktır. Kur’an’da geçen herhangi bir kelimeye dışarıdan bağlam tayin etmek Kur’an’ın anlaşılmasına asla yardımcı olmayacak tam tersi anlaşılmasının önünde engel olacaktır. Her sözün elbette ki bir bağlamı olmak zorundadır ama bu bağlamlar yine Kur’an’ın içinden bulunmalıdır. Yani Kur’an’ın bağlamı Kur’an’dır. Bu çerçeve üzerinden ayetleri anlamaya çalışalım.

اِنَّ الَّذ۪ينَ جَٓاؤُ۫ بِالْاِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْۜ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْۜ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْاِثْمِۚ وَالَّذ۪ي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
Nûr 24 / 11

Şu kesin ki: O gerçeği ters yüz ederek korkunç bir iftiraya dönüştürenler, sizden olan bir usbetun’dur. Sanmayın ki o sizin için şerdir bilakis o sizin için hayr’dır. Onların içinden ona önderlik yapan için azim bir azap olmakla beraber, onlardan her bir kişi için de o ism’den kazandığı (nın azabı) vardır.

(*) جَٓاؤُ۫ (câû): Bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir: “Gelmek, yapmak, ortaya atmak, işlemek, olmak, gerçekleşmek” (Karslı). Bu fiilin mefulünü ‘bi’ harf-i cer’i ile alması durumunda “getirmek” anlamına gelmektedir ama mefulün durumuna göre farklı anlamlar da kazanabilmektedir.

(*) الْاِفْكِ (bil-ifki): Çalışmamızın ana konusu olan bu kelime “var olan bir gerçeği ters yüz ederek farklı hâle getirmek” anlamındadır. Zemahşerî bu kelime için şunları söylemiştir.

İfk: Söylenebilecek en büyük yalan, yapılabilecek en etkili iftira demektir. Ansızın başına gelinceye kadar anlayamadığın bühtan anlamına geldiği de söylenmiştir. Kökü̈, çevirmek manasındaki efktir. Çünkü̈ bu, aslından çevrilmiş̧ (ters yüz edilmiş̧) bir sözdür.

(Zemahşerî – el-Keşşaf)

Kur’an’da 60 kez geçen ‘iftira’ kelimesi ile bu kelime arasındaki fark şudur. ‘İftira’ kelimesi genelde “olmayan bir şeyi, kurgu ve tasarıyla sanki olmuş gibi göstermektir.” ‘İfk’ ise “olmuş bir şeyin gerçek hâlini tersyüz ederek göstermektir.” Mesela, hiç içki içmeyen birine kurgu ve tasarıyla içki içme yalanını isnat etmek iftiradır. Ama su içen birine, içtiği şeyin su değil de içki olduğunu söylemek ‘ifk’tir. “Aslı yani gerçeği ters yüz edilerek yalana çevrilen sözdür.

Ayette geçen الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesi görüldüğü gibi başındaki harf-i tarif (الْ) ile marifedir. Bu takı temel fonksiyonları açısından “ta’rif” (belirleme), “mevsul” (bağlaç) ve “zait” olmak üzere üç ana başlık altında kullanılır. Bu üst başlıkların altında kümelenen alt başlıkları da göz önüne aldığımızda aşağıdaki şekilde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bunlar şu şekildedir.

  1. Ahd-i zikri
  2. Ahd-i zihni
  3. Ahd-i huduri
  4. Cins
    1. İstiğraku’l efrad
    2. İstiğraku hasaisi’l efrad
    3. Mahiyet
  5. Mevsul
  6. Zait
    1. Lazime
    2. Gayr-ı lazime
  7. Zamirden bedel
  8. Hemzeden bedel
  9. İzafetin marifeliğinden bedel
  10. Tefhim / tazim
  11. Tezyin
  12. Kemal

Ayetteki الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesi sadece “ahd-i zikri” (ahd-i harici de denir) olabilecek bir yapıda olduğu Arapça bilenler tarafından hemen anlaşılacaktır. Harf-i tarifin ahd-i zikri olarak kullanılması şu anlama gelmektedir.

Ahd-i Zikri / Ahd-i Harici: Aynı sözde, bir kelime önce nekra (belirsiz) olarak açık veya kinaye yoluyla zikredilip daha sonra, “el” takısı eklenerek ikinci kez yer alırsa artık muayyen ve belirli bir fert hâline gelir. İşte bu tarz belirlemeye ahd-i zikri denilir.

(Yrd. Doç. Dr. Gürkan Zengin / Ekev drg / Makale).

Bu durumda الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesinin bahsi ya açık bir şekilde ya da üstü kapalı (kinaye yoluyla) bir şekilde Kur’an’ın başka yerlerinde geçmiş demektir. Müktesebat ulemasının kelimenin marifeliğine aldırmadan olayı hemen rivayetlere bağlamaları aslında nahiv açısından da imkansızdır. Nasıl oluyor da Kur’an’da marife olarak geçen bir kelimenin marifeliği Kur’an üzerinden değil de rivayetler üzerinden belirleniyor akıl alır gibi değildir. Ayette geçen الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesinin marifeliğini o rivayetten alabilmesinin tek yolu o rivayetin hadis kitaplarında değil Kur’an’ın içinde olmasıdır. Yani الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesinin başına o ‘el’ takısını koymak için o rivayetin hadis değil ayet olması gerekmektedir.

Bu kelimenin başındaki ‘el’ takısı olmasaydı bile kelimenin o rivayeti kastettiğini söylemek ve bununla da yetinmeyip “Allah bu ayetleri o rivayet sebebiyle gönderdi” demek yine mümkün olmazdı, olamazdı.

Ayette geçen الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesinin anlamının “bir gerçeği tepetaklak ederek iftiraya dönüştürmek” anlamına geldiğini az önce aktarmıştık. Fakat ayetlerde hangi gerçeğin tersyüz edildiği ve bunun kim hakkında olduğu hiç belirtilmemiştir. Sadece 13. ayette geçen لَوْلَا جَٓاؤُ۫ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَۚ (Levlâ câû ‘aleyhi bi-erbe’ati şuhedâ(e)) (onun hakkında dört şahit getirselerdi ya!) bu cümleden, bu ifk’in dört şahit getirilmesi gereken bir ‘ifk’ olduğunu anlamaktayız. Kur’an’ın tamamına baktığımızda dört şahit getirilmesi şart koşulan şeyin sadece ‘fahşa’ olduğunu görmekteyiz.

وَالّٰت۪ي يَأْت۪ينَ الْفَاحِشَةَ مِنْ نِسَٓائِكُمْ فَاسْتَشْهِدُوا عَلَيْهِنَّ اَرْبَعَةً مِنْكُمْۚ فَاِنْ شَهِدُوا فَاَمْسِكُوهُنَّ فِي الْبُيُوتِ حَتّٰى يَتَوَفّٰيهُنَّ الْمَوْتُ اَوْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لَهُنَّ سَب۪يلًا
Nisâ 4 / 15

Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin (TDV meali).

Yine Nûr suresinde dört şahit getirilmesi ile ilgili bir açıklama daha vardır. Ama o ayette direkt zinadan hiç bahsedilmemekte sadece bir suçlama yapılması durumunda dört şahit getirilmesi gerektiğinden bahsedilmektedir.

وَالَّذ۪ينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَأْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَان۪ينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً اَبَدًاۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَۙ
Nûr 24 / 4

Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar (TDV meali)

Şunu hemen belirtelim ki bu ve diğer mealler ayette ‘zina’ kelimesi geçmemesine rağmen يَرْمُونَ (yermune) kelimesine “zina isnadında bulunmak” manası vermişlerdir. Zemahşerî de ayette ‘zina’ kelimesi geçmemesine rağmen kelimeye “zina isnadında bulunmak” anlamı verdikten sonra bu manayı neden verdiğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamaktadır.

Kazif, zina isnadı ile de başka bir şeyle de yapılabilir. Burada maksadın, kadınlara zina isnadı ile iftira etmek olduğuna dair iki delil vardır: 1) Zinakâr kadınların anlatılmasının ardından hemen iffetli kadınlar zikredilmiştir. 2) Dört şahit şart koşulmuştur. Oysa zina dışındaki suçların isnadında iki şahit yeterlidir.

(Zemahşerî – el-Keşşaf)

يَرْمُونَ (yermune) kelimesinin sözlük anlamları şöyledir: “Artmak, çoğaltmak, aşmak, atmak, fırlatmak, suçlamak, itham etmek, serbest bırakmak, musallat etmek, tayin etmek” (Karslı).

Bu kelimenin “bir şey isnat etmek” anlamında kullanılması için isnat edilen şeyin de söylenmesi gerekmektedir. Yoksa kelime tek başına sadece “bir şey isnat etmek” anlamına gelmektedir. Mefulü olmadan bu kelimeye şunu ya da bunu isnat etti anlamı verilemez. Mesela:

‘Rame halidun sadikan bi’l cununi’ …… Halit, sadık’ı delilikle itham etti.

‘Rame fulanen bi’s serikat’ ……………. Hırsızlıkla suçladı, hırsızlık isnadında bulundu.

‘Ramahe bi’l cehli’……………………… Onu cehaletle suçladı.

Zemahşerî ve diğerleri ayette sadece “isnat etmek” şeklinde geçen fiile, öncesinde bahsedilen konunun zina konusu olmasından dolayı “zina ile itham etmek” manası vermişlerdir. Müfessir ve meal yazarlarının bu yöntemine katılmasak da konuyu dağıtmamak adına şimdilik bu konuya dikkat çekmiş olmakla iktifa ediyoruz.

Zemahşerî’nin “zina dışındaki suçların isnadında iki şahit yeterlidir” söylemi az önce verdiğimiz Nisâ 15. ayette geçen الْفَاحِشَةَ (el-Fahişat) kelimesine de “zina” anlamı vermiş olmasından dolayıdır.

Nisâ 15

Kadınlarınızdan o yüz kızartıcı (cinsel) suçu isleyenlere karşı içinizden dört şahit getirin. Bunlar şahitlik ederlerse, ölünceye veya Allah onlara bir başka yol gösterinceye kadar onları evlerde hapsedin.

يَأْت۪ينَ الْفَاحِشَةَ ifadesi يرهقنها yani o hayasızlığı işleyen kadınlar demektir. Ete’l-fâhişete, câ’ehâ, ğaşiyehâ, rahikahâ denir ki hepsinin anlamı aynıdır [yapmak, etmek, bulaşmak]. İbn Mes‘ûd [v. 32/653] kıraatinde ye’tîne bi’l-fâhişeti (o hayasızlığı getirip ortaya koyan) şeklindedir. Buradaki الْفَاحِشَةَ kelimesinden maksat birçok çirkinlikten daha çirkin olan zinadır. “Onları evlerde hapsedin” ifadesi hakkında “Onları ömür boyu hapsedilmiş̧ olarak evlerinizde tutun” denilmiştir. İslam’ın ilk dönemlerinde zina eden kadınların cezası bu şekildeydi. Sonra bu ayet (“Zinakâr kadın ve zinakâr erkek…” [Nûr 24/2]) âyetiyle neshedilmiştir. Zinanın cezası Kitap ve Sünnetten malum olduğundan burada had zikredilmemiş̧ olduğu için, ayetin muhkem [gayr-i mensuh] olması da caizdir. Bu evlerden çıkıp erkeklere görünmeleri sebebiyle, başlarına gelenin aynısının tekrar başlarına gelmesinden kendilerini korumak için ayette ‘zina cezası uygulandıktan sonra evlerde hapsedilmeleri’ tavsiye ediliyor.

(Zemahşerî – el-Keşşaf)

Zemahşerî önce ‘fahişat’ kelimesi ile ‘zina’ kelimesine aynı anlamı vermekte, daha sonra ayette verilen hükmün Nûr suresi 2. ayetle nesh edildiğini yani hükmünün ortadan kaldırıldığını söylemektedir. Ama aynı Zemahşerî, Lut kıssaları bağlamında geçen A’râf 80, Neml 54, ve Ankebût 28. ayetlerdeki الْفَاحِشَةَ (el-Fahişat) kelimesine bu sefer “yüz kızartıcı iş” manası vermiştir. Nisâ suresi 15. ayette geçen ‘fahişat’ kelimesi için “Buradaki الْفَاحِشَةَ kelimesinden maksat birçok çirkinlikten daha çirkin olan zinadır” diyen Zemahşerî’ye göre “erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunmak” sadece yüz kızartıcı bir suçtur ama doğal olan kadın-erkek ilişkisinin hukuksuz bir şekilde yapılmasına “birçok çirkinlikten daha çirkin” demiştir. Fakat her ne hikmetse zina yapan hiçbir kimse yerin dibine batırılmamış ama Lut kavmi yerin dibine batırılmıştır.

Meseleye çirkinlik açısından bakıldığında hayvanlarda bile olmayan “erkek erkeğe cinsel ilişkide” bulunmak hem iğrendirici hem de çok aşağılık bir şeydir. Bu söylemimizden zina suçunu önemsiz gördüğümüzün anlaşılmayacağını umuyoruz. Hayır zina da çok çirkindir. Ama bir erkeğin bir kadınla cinsel ilişki kurması insanın tabiatına aykırı bir şey değildir. Hatta Yüce Allah hem hayvanların hem insanların hatta hem de bitkilerin üremesini bu yola bağlamıştır. Zinanın çirkinliği, kadın erkek arasındaki cinsel ilişkinin insan tabiatına, insanın yaratılışına aykırı olmasından değil, bunun yine hayvanlar gibi hukuksuz yapılmasındandır.

Fakat erkek erkeğe cinsel ilişki kurmak hem insan tabiatına aykırıdır hem de tabiatın içinde bunu yapan ne bir hayvan ne de bir bitki vardır. Bir kadının bir erkeğe veya bir erkeğin bir kadına ilgi duyması, ondan dolayı şehvet duygularına kapılması, cinsel dürtülerinin kabarması insan doğasına aykırı bir şey değildir. İslam’da yasak olan bu duygu veya dürtüler değil, bu dürtülerin haram yollarla giderilmesidir. Fakat İslam’da hem bir erkeğin bir erkeğe cinsel anlamda ilgi duyması hem ondan dolayı şehevî arzulara kapılması ve hem de şehevî duygularını gidermek için cinsel ilişkide bulunması yasaktır. Yani burada yasaklanan şey sadece cinsel arzuları giderme yolları değil, aynı zamanda o duyguların bizzat kendisi dahi haramdır.

Ama Zemahşerî zinayı çirkinliğin en çirkini, erkek erkeğe cinsel ilişkiyi ise sadece “yüz kızartıcı bir iş” olarak tanımlamıştır. Zemahşerî’nin neye çirkin neye yüz kızartıcı dediğini bir kenara bırakıp konumuza dönecek olursak Nisâ suresinde geçen الْفَاحِشَةَ (el-Fahişat) kelimesine yüklediği “zina” anlamı asla doğru değildir. Çünkü الْفَاحِشَةَ (el-Fahişat) kelimesi “zina” kelimesini de içine alan “cinsel içerikli her türlü kabahat” anlamına gelmektedir. Buna göre her zina bir ‘fahişat’tır ama her ‘fahişat’ bir zina değildir. ‘Zina’ kelimesinin tek anlamı; “evli ya da bekar, bir kadın ve bir erkeğin aralarında hiçbir hukuk belirlemeden cinsel ilişkide bulunmaları” anlamına gelmektedir. Mesela, Kur’an’da anlatılan Lut kıssaları bağlamında az önce yerlerini belirttiğimiz ayetlerde erkek erkeğe kurulan cinsel ilişki için de ‘fahişat’ kelimesi kullanılmıştır. Bu durumda ‘el-fahişat’ kelimesi her türlü cinsel kabahat anlamına gelmektedir. Hukuksuz bir şekilde “sevişmek, öpüşmek, lezbiyenlik, homoseksüellik” ve saymaya utandığımız daha birçok şeyi yapmak da الْفَاحِشَةَ (el-Fahişat) kelimesinin kapsamına girmektedir. ‘Zina’ bunlardan cinsel ilişki ile sonuçlanmış olanına denir. Nisâ suresi 15. ayet sadece zina suçunu işleyenler için değil, zina suçu da dahil ‘fuhşiyat’ın tamamına dört şahit getirilmesini şart koşmaktadır. Zemahşerî’nin Nûr suresi 4. ayete dayanarak söylediği şu söz “Oysa zina dışındaki suçların isnadında iki şahit yeterlidir” tamamen Kur’an’a aykırıdır. Çünkü Nisa 15. ayet gayet açık bir şekilde ‘el-fahişat’ için dört şahidi şart koşmaktadır. Nisâ 15. ayetteki ‘fahişat’ ifadesine sadece “zina” anlamı vermek kesinlikle doğru değildir.

Fakat bununla beraber Nisâ 15. ayette zina suçu haricindeki ‘fuhşiyat’a herhangi bir had cezası konulmamış, zina işlememiş ama ‘fuhşiyat’ta bulunanların evlerde rehabilite edilmesini emretmiştir. O ayetin devamında ‘el-fahişat’ları dört şahitle tespit edildikten sonra ev hapsine alınmaları emredilmiş ama devamında “Allah onların lehinde bir hüküm verinceye kadar” denmiştir. Ve Nisâ suresinin 34. ayetinde “kadınların lehine” hüküm verilmiş, onların evliliğe zorlanmaması ve haklarında hiçbir eksiltme yapılmadan, vazederek rehabilite edilmeleri emredilmiştir. Bu konuda daha geniş malumat edinmek isteyenler Kutsanmış Dayak kitabımızda daha geniş açıklamalar bulabilirler. Biz bu çalışmanın hacmini daha da büyütmemek için bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

Nûr 11. ayette geçen ‘el-ifk’ kelimesinin cinsel içerikli bir iftira olduğunu hemen iki ayet sonra gelen لَوْلَا جَٓاؤُ۫ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَۚ (Levlâ câû ‘aleyhi bi-erbe’ati şuhedâ(e)) (onun hakkında dört şahit getirselerdi ya!) cümlesinden anlamaktayız. Çünkü Kur’an’ın tamamında dört şahit ile tespit edilmesi gereken kabahatlerin “fuhşiyatın her türü ve zina” olduğu söylenmektedir. Bu durumda Nisâ 15. ayetteki zina ile sonuçlanmamış ‘el-fahişat’ için de dört şahit getirilmesinin şart koşulduğunu göz önüne aldığımızda bu ‘ifk’in cinsel ilişki ile sonuçlanmış bir ‘ifk’ iftirası mı yoksa haricindeki şeylerden oluşan bir iftira mı olduğunu şimdilik kesin olarak söyleyemeyiz ama ‘ifk’in içeriğinin ‘el-fahişat’ türünden bir şey olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz.

Peki bunu kesinleştirme imkânımız yok mudur?

Kesinlikle vardır. İşte bunu kesinleştirmemizin yolu kelimenin başındaki ‘el’ takısından geçmektedir. Kelimenin başındaki ‘el’ takısının ahd-i zikri olduğunu belirtmiş ve “bu kelimenin ‘el’ takısı ile gelmesinin sebebinin bahse konu olan ‘ifk’in ya açıkça ya da kinaye yolu ile Kur’an’ın başka bir yerinde anlatıldığını belirtmiştik. İşte bu temel üzerine hareket ederek Kur’an’da, “yapmadığı halde ve bir gerçek tersyüz edilerek kim hakkında “cinsel içerikli” bir suç isnadında bulunulmuş?” diye bir soru sorduğumuzda karşımıza tek bir isim çıkmaktadır, MERYEM. Çünkü; tüm Kur’an’da ismi verilerek ve olayı anlatılarak kendisindeki bir hakikatin tersyüz edilerek çok çirkin bir bühtana, iftiraya, yalana dönüştürüldüğü tek kişi Meryem annemizdir (canımız yoluna feda olsun).

Aişe annemizin (canımız onun da yoluna feda olsun) uğradığı söylenen iftiranın kesinliği olmadığı gibi ayetlerin o olay üzerine indirildiğine dair Kur’an’dan hiçbir delil yoktur. Hatta Allah resulü Muhammed’e atfedilen yüzbinlerce hadis içerisinde sevgili resulümüzün “bu ayet şunun için indirildi” dediğine dair tek bir rivayet bile yoktur. Ayetlerin “şu veya bu rivayete binaen indirildiğini” söyleyen ulemadır. Yoksa ne Yüce Allah ne de onun şerefli resulleri böyle bir şey demişlerdir. Yüce Allah Kur’an’ı da yaratılmış ayetlerini de yazılı ayetlerini de hangi sebebe binaen indirdiğini çok detaylıca açıklamıştır. İşte ayetlerin nüzul sebebi, Kur’an’da haber verilen sebeplerdir. Bunun dışında herhangi birinin “Allah, şu ayeti bu rivayete binaen indirdi” demesi kesinlikle sınırları aşmaktır.

Aişe annemize atıldığı söylenen iftira eğer gerçekse elbette ki onu savunmak her mü’minin boynunun borcudur. İster Allah resulü Muhammed’in eşi olsun, ister İsa’nın annesi (hepsine canımız feda) olsun ve hatta isterse sıradan bir mümine kadın olsun her ‘iftira’nın, her ‘ifk’in, her ‘kazf’ın karşısına dikilmek ve bununla Allah resullerine kara çalmak isteyen her türlü ahlaksız kafir ve münafık elbette ki müminin düşmanıdır. Fakat Aişe annemize atıldığı söylenen iftiranın gerçekte olup olmadığı kesinlikle belli olmadığı gibi hem rivayetin bizzat kendisinde ayetlerle uyumsuz birçok şey bulunmaktadır hem rivayet kendi içerisinde onlarca çelişki barındırmaktadır hem de o olayla ilgili anlatılan rivayetlerin Nûr suresindeki ayetlerin nüzul sebebi olduğu tam bir aldatmacadır. Öte yandan Meryem annemize ‘ifk’ atıldığı Kur’an ile sabittir. Bunda ne şek vardır ne de şüphe. Kaldı ki hem Yahudiler ve hem de Hıristiyanlar Meryem annemizle ilgili iftiralarından vazgeçmiş değillerdir ve hâlâ biri başka diğeri daha başka ‘ifk’lerine devam etmektedirler.

فَبِمَا نَقْضِهِمْ م۪يثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِمْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَقَتْلِهِمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌۜ بَلْ طَبَعَ اللّٰهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ اِلَّا قَل۪يلًاۖ
Nisâ 4 / 155

Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve “Kalplerimiz kılıflanmıştır” demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler (TDV meali).

وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلٰى مَرْيَمَ بُهْتَانًا عَظ۪يمًاۙ
Nisâ 4 / 156

Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından (TDV meali).

Hemen belirtelim ki bu ve diğer mealler Kur’an’da geçen ‘iftira’ ve ‘ifk’ kelimelerine “iftira” manası verdikleri gibi Nisâ 156. ayette ve diğer 7 yerde geçen بُهْتَانًا (bühtan) kelimesine de “iftira” manası vermektedirler. İsfahânî bu kelime için şunları demiştir:

Allah buyurur ki:

فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ   kâfir adam şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı (2/Bakara 258); yani: Aklı karıştı ve şaşırıp kaldı. قَدْ بَهَتَهُ da bu anlamdadır. Allah buyurur ki:

هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ  Bu büyük bir iftiradır (24/Nûr 16) yani: Duyanları çirkinliğinden dehşehete düşüren bir yalandır. Allah buyurur ki:

وَلا يَأْتِينَ بِبُهْتَانٍ يَفْتَرِينَهُ بَيْنَ أَيْدِيهِنَّ وَأَرْجُلِهِنَّ  Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmeyecekler (60/Mümtehine 12) Burada geçen بُهْتاَن   (iftira) zinadan kinâyedir. Bunun çirkin olan her fiil olduğu da söylenmiştir. Yapılması kötü olan herhangi bir şeyi almak veya ayakla ona doğru yürümek gibi fiillerin hepsi bu kapsamdadır, diyenler de vardır. جَاءَ باِلْبَهِيتَةِ yalan getirmek/söylemek, uydurmak demektir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Kelimenin sözlüklerdeki anlamları şu şekildedir: “İftira atmak, bir kimsenin yapmadığı bir şeyi ona yüklemek, yapmadığı şeyle suçlamak, şaşırtmak, hayrete düşürmek, şaşkına çevirmek, afallatmak, şaşırmak, hayretten donakalmak.” (Karslı)

Zemahşerî ‘ifk’ kelimesinin anlamını açıklarken bu kelimeyi de tarifin içine katarak şunları demiştir. “İfk: Söylenebilecek en büyük yalan, yapılabilecek en etkili iftira demektir. Ansızın başına gelinceye kadar anlayamadığın bühtan anlamına geldiği de söylenmiştir.”

Bu tanımlamalardan kelimenin “hiç beklenmeyecek şekilde insanı şaşkına çevirecek, dehşete düşürecek kadar büyük iftira” anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Fakat bu kelimenin tek başına “cinsel içerikli bir yalan isnadı” olduğunu söylemeniz mümkün değildir. Çünkü kelime cinsel içerikli olsun veya olmasın şaşkınlık verici, dehşete düşürücü her türlü iftira için kullanılmaktadır. Bu durumda sadece Nisâ 156. ayete dayanarak Meryem annemize atılan bühtanın cinsel içerikli bir bühtan olduğunu söylememiz mümkün değildir. Bu bühtan’ın cinsel içerikli olduğunu anlayabilmemiz için daha fazla veriye ihtiyacımız vardır.

فَاَتَتْ بِه۪ قَوْمَهَا تَحْمِلُهُۜ قَالُوا يَا مَرْيَمُ لَقَدْ جِئْتِ شَيْـًٔا فَرِيًّا
Meryem 19 / 27

Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! (TDV meali).

Bu meal yazarlarının “iğrenç bir şey” anlamını verdikleri فَرِيًّا (feriyye) kelimesi diğer meallerde şu şekilde geçmektedir:

Pek büyük bir iş…………A. B. Gölpınarlı meali.

Şaşırtıcı bir şey…………A. Bulaç meali.

Acaip bir şey……………A. F. Yavuz meali.

Çok acayip bir şey……..B. Sağlam meali.

İğrenç bir şey…………..B. Bayraklı meali.

Yumurcak bir şey………Elmalılı H. Y. meali.

Olmayacak bir şey…….E. Aktaş meali.

Acaib bir şey……………H. B. Çantay meali.

İğrenç bir şey………….M. Okuyan meali.

Tuhaf bir iş…………….M. Esed meali.

Dehşet bir iş…………..M. İslamoğlu meali.

Tuhaf bir iş…………….S. Ateş meali.

Bu şekilde çeşitli manalar verilen ve ‘iftira’ kelimesinin de kökü olan فَرِيًّا (feriyye) kelimesinin isim olarak sözlük manaları şu şekildedir: “Yalancı, iftiracı, enteresan şey, acayip, görülmemiş şey.” (Karslı).

Kelimeye; “iğrenç, tuhaf, kötü, yumurcak, pek büyük iş” gibi anlamlar veren meal yazarlarının bu anlamları nereden buldukları belli değildir. Kelimeye “acayip, şaşırtıcı, dehşet bir iş” manası veren meallere gelince; evet kelimenin bu anlamı vardır ama bu anlam beklenmeyen bir durumda ve beklenmeyen kişiden sadır olan işler için kullanılmaktadır. Yoksa Meryem’in çocuk doğurması ne acayip bir iştir ne şaşılacak bir şeydir ne de dehşete düşüren bir durumdur. Kavminin Meryem için فَرِيًّا (feriyye) kelimesini kullanmasının temel sebebi bu durumu ondan hiç beklememeleridir. Çünkü onlar Meryem’in kendilerinden uzaklaşmadan önceki durumunu bilmektedirler ve o zamanlar Meryem, mihrabında nadide bir çiçek gibi olan bekar bir genç kızdı. En son gördüklerinde bekar bir genç kız olan Meryem’in uzunca bir süre ortalardan kaybolduktan sonra yanında bir çocukla çıkagelmesi elbette onlar açısından beklenmeyen ve şaşılacak bir durumdur. Az önce de belirttiğimiz gibi bir kadının çocuk doğurmasında şaşılacak bir şey yoktur. Kavminin شَيْـًٔا فَرِيًّا (şey’en feriyye) dedikleri şey Meryem’in çocuk sahibi olması değil, bunu hiç beklemedikleri ve hatta ona yakıştıramadıkları bir yolla yapmış olmasıdır.

Kavminin onun için söylediği لَقَدْ جِئْتِ شَيْـًٔا فَرِيًّا (leqad ci’te şey’en feriyye) cümlesi لَقَدْ (leqad) edatı ile başlamaktadır. Üstelik kullandıkları fiil mazi bir fiildir. Mazi bir fiilin başına قَدْ (qad) edatının gelmesi tekit için olabileceği gibi tahkik için de olabilir. Kavminin, kurdukları cümleyi tekid etmelerini gerektirecek hiçbir durum yoktur. Çünkü tekit etmeleri için söylediklerine karşı bir muhalefetin olması gerekmektedir. Oysa Meryem ağzını açıp tek kelime bile söylememektedir. Üstelik kavmi gördükleri bir şey üzerine konuşmaktadırlar. Görülen şeyin tekide ihtiyaç duyması ancak karşı taraf görülen şeyin görüldüğü gibi olmadığını iddia etmesi durumunda olmaktadır. Bazıları cümledeki لَقَدْ (leqad) ifadesini yemin edatı olarak almış ve cümleyi “ant olsun” gibi manasız bir yemin olarak çevirmişlerdir. Böyle yapanların söyledikleri üzerinde durmaya gerek yoktur.

لَقَدْ (leqad) ifadesinin bunlar dışındaki kullanımlarından biri de “tahkik” yani beklenti edatı olarak kullanılmasıdır. Edatın bu şekilde kullanımları geçmişte yapılan bir fiilin beklendiği gibi gerçekleşmiş olduğunu, etkilerinin şimdiki zamanda da devam ettiğini ifade ederek cümleye “öğrenilmiş geçmiş zaman” anlamı verdirir. Yani geçmiş zamanda yapılışı esnasında şahit olunmayan bir fiilin şimdiki zamandaki etkilerini görerek o fiilin beklendiği gibi yapılmış olduğunun öğrenildiğini bildiren bir edattır. Bu tanıma bir örnek vererek açıklığa kavuşturmaya çalışalım.

Bir kişinin arabasını yıkatmak üzere oto yıkamaya bıraktığını ve sonra almak üzere gittiğini farz edelim. Bu adam bir süre sonra gelip arabasının yıkanmış olduğunu gördüğünde, arabasının yıkanması esnasında orada bulunmamış olmasına rağmen arabasının yıkanmış olduğunu görmesinden dolayı işin beklendiği gibi yapılmış ve bitmiş olduğunu görmektedir. İşte bu durum “öğrenilmiş geçmiş zaman” anlamına gelmektedir. Yani geçmiş zamanda yapılmış ve bitmiş bir fiilin şimdiki zamandaki sonuçları üzerinden yapılmış olduğunu öğrenmek.

فَاِنْ حَٓاجُّوكَ فَقُلْ اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِۜ وَقُلْ لِلَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّ۪نَ ءَاَسْلَمْتُمْ ۜفَاِنْ اَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ۟
Âl-i İmrân 3 / 20

Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: “Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” Ehl-i kitaba ve ümmîlere de: “Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir (TDV meali).

İşte bu ayetteki قَدْ (qad) edatı tam da “tahkik” edatı olarak kullanılmıştır. Yukarıdaki mealde ayette geçen şu cümleye فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ “doğru yolu buldular demektir” şeklinde anlam verilmiştir. Verilen mealdeki “demektir” ifadesinin konulma sebebi de bu edattır.

Kavminin Meryem’i yanındaki çocukla görür görmez لَقَدْ جِئْتِ شَيْـًٔا فَرِيًّا (leqad ci’te şey’en feriyye) şeklinde bir cümle kurmalarının sebebi Meryem hakkında bir şeyler duyduklarını fakat buna inanmakta tereddüt ettiklerini, Meryem’in hakikaten duydukları şekilde hareket edip etmediğini bilmediklerini ama Meryem karşılarına çıkınca tereddüt ettikleri o şeyin duydukları gibi gerçekleşmiş olduğunu anladıklarını bildirmektedir. Ayetteki cümlenin edatla birlikte anlamı şu şekilde olmalıdır:

لَقَدْ جِئْتِ شَيْـًٔا فَرِيًّا ……… hakikaten de (söylendiği gibi senden beklenmeyen) çok şaşırtıcı bir şey yapmışsın.

İşte لَقَدْ (leqad) ifadesinin cümleye kattığı anlam budur. Az önce de belirttiğimiz gibi, kavminin şaşırtıcı şey dediği, genç bir kızken ortadan kaybolduktan sonra yanında bir çocukla çıkagelmesi değildir. Çünkü bir kadının çocuk sahibi olmasında ne bir acayiplik ne de şaşılacak bir durum vardır. Bunların acayip bulup Meryem’e yakıştıramadıkları şey, hakkındaki söylentilerin gerçek olduğunu zannetmeleridir. Meryem, hakkındaki zina söylentilerini doğrular bir şekilde yanında bir çocukla kavminin karşısına çıkmış ve onlar da yanındaki çocuğu -söylentilerde olduğu gibi- zina yoluyla elde ettiğine hükmetmişlerdir. Yani Meryem’in yanındaki çocuk dolayısıyla Meryem’in geçmiş zamanda yaptığı söylenen bir fiili gerçekten işlemiş olduğunu düşünmüşlerdir. Biz de bu cümleden Meryem hakkındaki söylentilerin o çıkıp gelmeden önce yayılmış olduğunu öğrenmekteyiz.

İşte tam burada ‘bühtan’ ortaya çıkmakta ve bir ‘ifk’e dönüşmektedir. Şöyle ki:

Evet, İmran kızı olarak bilinen ve annesi tarafından Yüce Allah’a nezredilen Meryem’in uzunca bir süre ortadan kaybolması ve daha sonra dışarıdan bakıldığında hakkındaki söylentileri doğrular bir şekilde yanında bir çocukla kavmine gelmesi onu tanıyan, bilen ve önceki yaşantısına şahit olan kavmi açısından hakikaten Meryem’den beklemedikleri bir şeydir. Bundan dolayı şaşırmış olmaları, afallamış olmaları ve hatta hayal kırıklığına uğramış olmaları mümkündür. İşte bu onlar açısından bir فَرِيًّا (feriyye) olmaktadır. Ama ister hakkındaki söylentiler ayyuka çıkmış olsun isterse hiçbir söylenti olmamış olsun Meryem’in kendisine yakışmayan bir işi yaptığına hükmetmeleri için ya dört şahitleri olmalıdır ya da Meryem’in bunu itiraf etmesi gerekmektedir. Çünkü her ne olursa olsun hakkında zina söylentileri olan bir kadının zina yaptığına kimse şahit olmamışsa kendisi de itiraf etmemişse sırf bir çocukla çıkageldi diye hiç kimse ona zina isnadında bulunamaz. Hele hakkında söylenti çıkarılan kişi Zekeriya bahçesinin en nadide çiçeği ise bunu hiç yapamaz. Kaldı ki bir kadının çocuk sahibi olmasının tek yolu zina değildir.

Meryem gelirken ona “Eğer bir beşerle karşılaşırsan ‘ben bugün insanlarla konuşmayacağım’ de.” denmişti. Kavminin yanına gelen Meryem kendisine dehşet şeyler isnat edilmesine rağmen konuşmamış, susmuştu. Tam burada şu soruyu sormak gerekmektedir. Bir melce aramak için kavmine gelen Meryem acaba kavminin yanına varır varmaz kendisini hiç dinlemeden ve olayı hiç anlamadan kendisine “zina” yaptığı suçlamasını getireceğini bekliyor muydu?

Karşılarında geçmişini çok iyi bildikleri Meryem durmaktadır. Yanında bir çocuk vardır ve Meryem bu çocuğu nasıl edindiği ile ilgili onlara tek laf etmemiştir. Onlar da Meryem’in bu çocuğu nasıl edindiğine şahit olmamışlardır. Ama buna rağmen ilk akıllarına gelen iffeti ile ün salmış Meryem’in tıpkı söylentilerde olduğu gibi zina yapmış olmasıdır. Evet, Meryem’in yıllar sonra yanında bir çocukla ansızın gelmesi beklemedikleri bir şeydir ama bu çocuğu görür görmez kavminin ilk aklına gelen şeyin Meryem’in zina yapmış olması Meryem için “dehşete düşüren ve hiç beklemediği bir ‘bühtan’dır”.

Kavminin yanına dönen Meryem ile kavminden kaçıp uzak bir yere sığınan Meryem aynı Meryem değildir. Kavmi onu, mihrabında nadide bir çiçek gibi olan oldukça toy bir genç kız olarak biliyordu. Meryem bundan sonrasında çok şey yaşadı ve yaşadıkları onu insanlığın annesi konumuna yüceltti. Kavminin yanına dönen Meryem, mihrabındaki toy genç kız olan Meryem değildir artık. Onların yanına dönen Meryem, ruh ile karşılaşmış, ruh ile konuşmuş, kendisine “insanlığın imamını doğuracağı” söylenmiş, kendisine hiçbir ‘beşer’ dokunmadan hamile kalmış ve uzak bir köşede çocuğunu doğurmuş Meryem’dir. Onlara dönen Meryem, henüz hamile kalmadan “sıradan bir çocuğa değil bir resule gebe kalacağı, doğuracağı çocuğun insanlığın imamı olacağı, adının ve lakabının ‘Mesih İsa’ olacağı” kendisine söylenmiş Meryem’dir.

İşte onlara dönen, böylesine olağanüstü şeyler yaşamış Meryem’dir. O, kavminden giderken sıradan bir genç kızdı ama dönerken âlemlerin tüm kadınlarına üstün kılınmış bir anneydi. Kur’an’da hiçbir resulün annesinin ismi geçmez. Ama Yüce Allah’ın ‘ulu’l azm’ resuller arasında saydığı İsa, annesine nispetle anılır. İşte kavmine dönen Meryem bu Meryem’dir. Bu kadar olağandışı şeyler yaşayarak kavmine dönen Meryem’i yıllar sonra bir çocukla karşılarında gören kavmi akla gelecek en son ihtimali ilk sıraya koyarak onu zina yapabilecek bir kadın olarak görmüştür. Evet Meryem’in yıllar sonra bir çocukla kavminin yanına dönmesi kavmi açısından beklenmedik bir şeydir ama sırf yanındaki çocuktan dolayı söylentilerde olduğu gibi zina yakıştırmasında bulunmak Meryem için hiç beklemediği ve onu dehşete düşüren bir ‘iftira’dır, bir ‘bühtan’dır.

İşte Kur’an’da bahsi geçen tek ‘ifk’ hadisesi budur. Meryem’in bir çocukla çıkageldiği doğrudur ama bu çocuğu zina yolu ile elde ettiği söylemi çok yüce bir gerçeğin -tam da Nisa 156. ayette söylendiği gibi- kişiyi dehşete düşürecek kadar korkunç bir isnat yani ‘buhtanun azimun’dur.

(*) عُصْبَةٌ (usbetun): Bu kelimenin kök anlamı şu şekildedir.: “Sarıp katlamak, dürmek, katlamak, pansuman etmek, bandajlamak” (Karslı).

عَصَب : Eklem sinirleri. لَحْمٌ عَصِبٌ : Çok siniri olan et. مَعْصُوب : Hayvandan çekilen sinirlerle bağlanan şey. Sonra her türlü bağlanmaya عَصْب denmiştir. Örneğin Arapların şu sözleri gibi: َلأَعْصِبَنَّكُمْ عَصْبَ السَّلَمَةِ : Sizi seleme ağacının bağlanışı gibi bağlarım. فُلاَنٌ شَدِيدُ الْعَصْبِ وَمَعْصُوبُ الْخَلْقِ : Falan kişi sağlam yapılıdır, güçlüdür. 

هَذَا يَوْمٌ عَصِيبٌ : Bu, çetin bir gündür (11/Hûd 77) âyetindeki عَصِيب kelimesi, شَدِيد /çetin, zorlu anlamındadır. Bu kelime, fâil anlamında olabildiği gibi, mef’ûl anlamında da olabilir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: يَوْمٌ مَجْمُوعُ اْلأَطْرَافِ : Kenarları bir araya toplanmış gün/sıkıntılı bir gün. Bu tıpkı şu söz gibidir: يَوْمٌ كَكِفَّةِ حَابِلٍ وَحَلْقَةِ خَاتَمٍ : Avcı ağı ve yüzük halkası gibi bir gün/sıkıntılı bir gün. 

عُصْبَة : Birbirleriyle kenetlenmiş, birbirini destekleyen topluluk. Allah buyurur ki:

وَآَتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ : Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı (28/Kasas 76);

قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ : Dediler ki: Andolsun, biz, bir topluluk iken, kurt onu yerse, bu durumda şüphesiz kayba uğrayan (âciz kimseler) oluruz (12/Yûsuf 14); yani sözbirliği eden ve birbirini destekleyen bir topluluk. 

اِعْصَوْصَبَ الْقَوْمُ : Halk bir araya toplandı. عَصَبُوا بِهِ أَمْرًا : Onunla bir şey bağladılar. عَصِبَ الرِّيقُ بِفَمِهِ : Onun ağzındaki tükürük kurudu; yani tükürük öyle kurudu ki, sinir/veter veya kendisiyle bağlanılmış şey gibi oldu. عَصْب : Üzerine çizgi çekilmiş bir çeşit yemen abası/kürkü. عِصَابَة : Başa bağlanan şey, sarık. اِعْتَصَبَ فُلاَنٌ sözü, تَعَمَّمَ فُلاَنٌ /Falan kişi sarık sardı, sözü gibidir. مَعْصُوب : Bağlanmadıkça süt vermeyen deve. Hayvanın karnında dürülmüş olduğu için bağırsağa عَصِيب denir.

Bu tanımlara göre عُصْبَةٌ (usbetun) kelimesi isim olarak; aynı şeyleri amaçlayan insanların birbirlerine sarılmalarını, destek vermelerini ifade edecek şekilde “güçlü kuvvetli ve birbirine bağlı topluluk” anlamında kullanılır. Mesela, ‘isabetun musellehatun’, “silahlı çete” anlamına gelmektedir. ‘İsabetu tayrin’, “kuş sürüsü” anlamındadır. “Bir kavmin birbirine bağlığına, milliyetçilik” anlamında ‘asabiyyet’ denilir. Türkçeye de geçmiş ‘taassup’ kelimesi, “körü körüne bir düşünceye sarılıp bağlanmak” anlamındadır. Kelime ayette geçtiği şekliyle “grup, lig, komite, baba bir oğullar” anlamına gelmektedir. Kelimenin isim olarak kastettiği anlamların hepsinde “birbirine bağlı, organize olmuş, hedef birlikteliği içinde olan grup, topluluk” anlamı ön plandadır.

Kelime, bu ayette geçtiği şekliyle biri bu ayette olmak üzere Kur’an’da dört kez geçmektedir. Kasas 76. ayette “Karun’un hazinelerini taşıyan topluluk” için ve Yusuf 8. ve 14. ayette “Yusuf’un kardeşleri” için kullanılmaktadır. Zemahşerî bu ayette geçen ‘usbetun’ kelimesi için şu açıklamayı yapmıştır:

Usbe, 10’dan 40’a kadar olan topluluk demektir. el-Asābe de aynı anlama gelir; i‘savsabû “toplandılar” demektir.

Tekrar hatırlatalım ki bu kelimenin kastettiği “topluluk” anlamı “herhangi bir amaçları olmadan ve aralarında hiçbir bağ bulunmadan bir araya gelmiş kalabalıklar” için değildir. Yani bir araya gelmiş 10-40 kişilik her topluluk ‘usbetun’ diye adlandırılmaz. Bu ismi alabilmeleri için aynı hedef doğrultusunda organize olmaları gerekmektedir. Mesela, “Karun’un hazinelerinin anahtarlarını taşıyan topluluk” için ‘usbetun’ denmiştir. Çünkü hepsinin bir araya geliş sebebi aynıdır yani Karun’un hazinelerinin anahtarlarını taşımak için bir araya gelmişlerdir. Yusuf’un kardeşleri de kendilerine ‘nahnu usbetun’ (biz bir ‘usbe’yiz) derken tesadüfen bir araya gelmelerinden değil, aynı hedef uğruna bir araya gelip birbirlerini desteklediklerinden dolayıdır. Kelimenin kastettiği anlam böyle olmasına rağmen Zemahşerî sırtını rivayete yaslayarak ayette geçen ‘usbetun’ kelimesinden kimlerin kastedildiğini şu şekilde belirtmiştir:

Usbe, 10’dan 40’a kadar olan topluluk demektir. el-Asābe de aynı anlama gelir; i‘savsabû “toplandılar” demektir.Bu topluluk, baş münafık Abdullah b. Übeyy [v. 9/631], Zeyd b. Rifâ‘a, Hassân b. Sâbit [v. 60/680], Mistah b. Üsâse [v. 34/654], Hamne bint Cahş ve bunlara destek verenlerdir.

(Zemahşerî / el-Keşşaf)

Rivayet uğruna “Hassan b. Sabit, Mistah b. Usase, Hamne bint Cahş” gibi müminleri bile münafıkların başı olduğu söylenen Abbdullah b. Ubey’in ile iş birliği ve hedef birliği içinde olanlar olarak göstermekten çekinmeyen ulema böylesi bir rivayeti ayetin nüzul sebebi olarak göstermekle ne tür bir ilkesizliğin kapısını açtıklarının farkına bile varamamışlardır. Üstelik her ne hikmetse rivayete göre bu sahabelere had cezası uygulanmış ama olayın asıl kötü kahramanı olan Abbdullah b. Übey işin içinden sıyrılabilmiştir. Olayı onun başlattığı haberi 1440 yıl sonra yaşayan bizlere kadar ulaşmıştır ama ne hikmetse Allah resulü ve sahabeleri Abdullah b. Übey’in bu işi başlattığını ispat edememiş ve ona had cezası uygulamamıştır. Zemahşerî gibi “Hassan b. Sabit’i, Mistah b. Usase’yi, Hamne bint Cahş’ı” başkanlığını münafıkların en büyüğünün yaptığı ‘usbetun’ yani organize olmuş bir topluluğun üyesi yapmak sadece Kur’an’a değil, aynı zamanda sahabelere de atılan bir iftira yani tam tamına bir ‘ifk’ olmaktadır. Bir hakikat tepetaklak edilmiş ve o insanlara mal edilmiştir.

Ayetteki ‘usbetun’ kelimesi عُصْبَةٌ مِنْكُمْۜ (usbetun minkum) şeklinde bir sıfatla beraber gelmiştir. Bilindiği gibi nekra bir kelimeden sonra gelen kelimeler aralarında bir bağ olmak kaydıyla nekra kelimeye sıfat olmaktadırlar. Bu durumda “herhangi bir ‘usbetun’” dan değil, “sizden olan ‘usbetun’” yani “sizden olan organize olmuş bir topluluk”tan bahsediliyor demektir. Ayette geçen bu ‘kum’ (siz) zamirinin mercisini geriye doğru giderek (çünkü zamirlerin mercisi gerisinde aranır) aradığımızda bu zamire merci olacak tek kelimenin ikinci ayette geçen الْمُؤْمِن۪ينَ kelimesi olduğunu görmekteyiz. Bu durumda عُصْبَةٌ مِنْكُمْۜ (usbetun minkum) ifadesi “sizden yani siz müminlerden olan bir ‘usbetun’” anlamına gelmektedir. Bu durumda rivayetlere göre münafıkların başı olan Abdullah b. Übey de müminleri kasteden “siz” kelimesinin bir ferdi olmaktadır. Bu “siz” ifadesine Allah resulü Muhammed’in de dahil olduğunu göz önüne aldığımızda münafıkların başı olan Abdullah b. Übey ile Allah resulü de dahil olmak üzere hepsi bu münafık ile aynı topluluğun bir üyesi hâline gelmektedir. Eğer müminlerle münafıkları aynı safta birleştiren bu rivayeti esas alırsak işte bu o zaman koskocaman bir ‘ifk’ olacaktır. Çünkü müminlerin bir Allah resulünün eşi hakkında hakikati ters yüz ederek dehşet verici bir iftiraya dönüştürmek ve yaymak için münafıklarla aynı safta birleşip bir ‘usbe’ oluşturmalarının tek yolu onların da münafık olmasıdır.

Rivayetlere göre ‘ifk’ hadisesine sahne olan Beni Mustalik gazvesi hicretten dört veya beş yıl sonra gerçekleşmiştir. Bu demektir ki Allah resulü Muhammed Medine’ye geleli beş yıl olmuştur. Bu, şu anlama gelmektedir: Bu beş yıl içinde birçok toplumsal olay, iki büyük savaş (Bedir ve Uhud) ve onlarca gazve yaşanmıştır. Geçen bunca zaman içinde Medine’deki hemen herkes münafıklığını açıkça sergilemekten çekinmeyen Abdullah b. Übey’in nasıl biri olduğunu anlamamış, Ali b. Ebi Talip gibi yıldız isimler bile onun kurduğu tuzağa düşerek onunla bir ‘usbe’ yani “organize olmuş bir topluluk olmuşlar” demektir. Hatta hastalığı sırasında Aişe’nin yanına gelip “eğer yapmışsan Rabbinden af dile” diyen (hâşâ) Allah resulü Muhammed bile bu tuzağa düşmüş demektir.

Rivayet dediğimiz şey Allah resulü Muhammed zamanında yaşanan olaylara şahit olanların kulaktan kulağa gelen anlatımlarıdır. Abdullah b. Ubey’in münafıkların başı olduğunu biz işte o rivayetlerdeki olayları yaşayanların anlattıklarından öğreniyoruz. Şimdi o olayları yaşayanlar, olaylardan bin dört yüz küsur sene sonra yaşamış bizlerin bile Abdullah b. Übey’in münafıkların başı olduğunu öğrenmemize vesile oluyor da o olayları yaşayanların kendileri bilmiyor ve Abdullah b. Übey’in tuzağına düşerek onunla bir ‘usbe’ mi oluşturuyorlar yoksa Abdullah b. Übey’in münafıkların başı olduğu o öldükten sonra mı öğreniliyor?

(*) لَا تَحْسَبُوهُ (lâ tahsebûhu): Bu fiil müpteda-haber olabilecek iki tane meful (‘hu’ zamiri ve ‘şerran’ kelimesi) aldığı için “ef’alu kulub”tan bir fiil olmaktadır. Bu durumda kelimenin anlamı “sanmak, zannetmek” şeklindedir.

(*) تَوَلّٰى (tevellâ): Tefa’ul babından bir fiil olarak gelen bu kelimenin anlamı meful alıp almamasına veya mefulünü ne şekilde aldığına göre farklı anlamlara gelebilmektedir. Mesela, ‘tevella fulanun an…’ şeklinde mefulünü ‘an’ harf-i cer’i ile aldığında anlamı “sırt çevirmek, uzaklaşmak, bırakmak, yüz çevirmek, yüz çevirip gitmek” şeklindedir. Fakat mefulünü direkt alırsa bu sefer tam tersi bir anlama gelmektedir. Mesela, ‘tevella’ş şey’e’ ifadesi “üstlenmek, üzerine almak” anlamına gelmektedir. ‘Tevella fulanen’ ise “dost edinmek, yardım etmek” anlamına gelmektedir.

‘Tevalla’l hükme’ ……………… iktidara geldi, yönetimi ele aldı.

‘Tevalla zameme’l emri’ ……….. dizgini ele aldı.

‘Tevella’l emre’ ………………… işi üstlendi.

Kelime, ayette mefulünü direkt almıştır. Bu durumda anlamının “üstlenmek, yönetmek, üzerine almak” şeklinde olması gerekmektedir.

(*) كِبْر (kibra): Kur’an’da isim ve fiil olarak çeşitli kalıplarda 161 kez geçen ك ب ر (ke+be+ra) köküne mensup bu kelime, bu kalıpta sadece iki kez geçmektedir. Kelimenin bu kalıptaki sözlük anlamı: “Kibir, büyüklenme, büyük günah, gururlanma, gurur (Karslı)” şeklindedir. İsfahânî kelimenin bu kalıptaki anlamı için şunları söylemiştir:

وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ  Bu günahın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır (24/Nûr 11), sözü, İfk Olayını çıkaranlara işarettir. Kötü bir yol/çığır açan her insanın lider konumunda olduğunda günahının daha çok olacağına dikkat çekmektedir. 

إِنْ فِي صُدُورِهِمْ إِلاَّ كِبْرٌ مَا هُمْ بِبَالِغِيهِ  Göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır (40/Mü’min 56), bu âyette geçen كِبْرٌ  kelimesi, تَكَبُّرٌ  büyüklenmek, anlamındadır. Kimisi ise, bunun yaşlılık anlamından gelen büyük bir iş olduğunu söylemiştir. Tıpkı şu âyet gibi:

وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيم  Bu günâhın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır (24/Nûr 11). 

Aynı kökten gelen كِبْر تَكَبُّر ve اِسْتِكْبَار kelimeleri de mana olarak birbirine yakındır. Bunlardan كِبْر insanın kendini beğenmesinden, başkasını küçük görmekten doğan insana mahsus bir tutum/davranıştır. Bu insanın kendini başkasından büyük görmesidir. تَكَبُّر ise, büyüklenmektir. Tekebbürün en büyüğü ise, Allah’a karşı gösterilen büyüklenmedir. Bu da hakkı kabul etmemekten ve Allah’a karşı boyun eğip bağlanmayı kendine yedirememekten kaynaklanır.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

İsfahânî bir yandan kelimenin anlamının “kibir, gurur, kendini büyük görme, büyük günah” olduğunu söylerken diğer yandan Nûr 11. ayette geçen kelimeye “büyük” manası vermiştir. Onun bu manadan kastettiği şey “büyük” değil “çok” anlamıdır. Kelime ayette bir izafet tamlamasında muzaf olarak geçmektedir. İsfahânî yukarıda ayete şu manayı vermişti:

وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيم  Bu günâhın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır (24/Nûr 11).

İsfahânî’nin verdiği bu manada “bu günahın” kelimesinin karşılığı كِبْرَهُ (kibrahu) kelimesindeki هُ (hu) zamiridir; “büyüğü” kelimesinin karşılığı ise كِبْر (kibra) kelimesi olmaktadır. Onun verdiği meale göre هُ (hu) zamiri en baştaki الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesine dönmektedir. Bu durumda ifadedeki zamirin yerine mercisini koyarak mana verdiğimizde mana şu şekilde olacaktır. “Bu ‘ifk’in büyüğünü”.

Fakat böyle bir mana verilmesi durumunda hem anlamı “kibir, gurur, büyüklenme” olan كِبْر (kibrun) kelimesinin yerine كَبِيرٌ (kebirun) kelimesi konulmuş olacaktır hem de bu mana “çok” anlamına gelecektir. Öte yandan “bu günahın büyüğü” anlamı da çok anlaşılır bir anlam değildir. Çünkü hem كِبْرَهُ (kibrahu) kelimesindeki هُ (hu) zamiri hem de bu zamirin mercisi olarak görülen الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesi tekildir. O halde zaten bir tane olan ‘el-ifk’in büyüğü, küçüğü nasıl olacaktır? Bu durumda الْاِفْكِ (el-ifk) kelimesi sanki tek bir ‘ifk’ değil, büyük bir ‘ifk’in altında daha birçok ‘ifk’ler olan bir ‘ifk’ şekline gelmektedir. Fakat az önce de dediğimiz gibi mananın böyle olabilmesi için “kibir, büyüklenme, gurur” anlamına gelen كِبْر (kibrun) kelimesinin yerine كَبِيرٌ (kebirun) kelimesinin konulması gereklidir. Öte yandan kelimenin içinde geçtiği cümle ile “nüzul sebebi” denilerek ayetin arkasına konulan rivayet taban tabana zıt bir duruma düşmektedir. Şöyle ki:

En başa aldığımız uzun rivayette ‘ifk’i ortaya çıkaranın münafıkların başı Abdullah b. Übey olduğu söylenmiş ama bizzat onun kendisinin bu ‘ifk’i üstlenmediği hatta ‘ifk’i onun ortaya çıkardığı ispatlanmadığı için ona had cezası uygulanmadığı söylenmişti. Onun yerine bu ‘ifk’i ortaya çıkarmayan ama yayılması için çaba sarf eden Hassan b. Sabit’in, Mistah b. Usasenin ve Hamne bint. Cahş’ın had cezası aldığı söylenmişti. İsfahânî, Nûr suresindeki وَالَّذ۪ي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ (velleżî tevellâ kibrahu minhum lehu) bu cümleye şu manayı vermişti:

وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيم  Bu günâhın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır (24/Nûr 11). 

Verdiği bu anlamda, rivayetteki günahın ne büyüğünü ne de küçüğünü üstlenen Abdullah b. Übey’in tersine “günahın büyüğünü yüklenen” geçtiğini herhalde kendisi bile fark etmemiştir. Kaldı ki verdiği bu mealde ayetteki ‘minhum’ zamiri hiç yoktur. Bu noktada aynı cümleye ne şekilde manalar verildiğine örnek olsun diye birkaç meali buraya alalım:

Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azab vardır (A. Bulaç meali).

Onlardan günahın büyüğünü yüklenen (Abdullah İbni Ubeyy) için büyük bir azab vardır (A. F. Yavuz).

İçlerinden önderlik yapıp suçun büyüğünü yüklenen kişiye ise, büyük bir azap vardır (B. Bayraklı).

İçlerinden (elebaşılık ederek) o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır (DİB meali).

Onlardan bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için büyük bir azap vardır (M. Okuyan meali).

Onlar içerisinden bu işin elebaşılığını üstlenen kimse var ya: onun hakkı korkunç bir azaba mahkûm olmaktır (M. İslamoğlu meali).

Onlardan o(yala)nın en büyüğünü idare edene de büyük bir azab vardır (S. Ateş meali)

Bunlar ve buraya almadıklarımızın neredeyse tamamı ayette geçen ‘kibrun’ kelimesine “büyük” manası vermişlerdir. Bunu göz ardı etsek bile cümleye verdikleri manada kendi meallerine göre söz konusu ‘ifk’i çıkaran kişi çıkardığı ifk’i üstlenmiştir. Fakat tek bir istisnası dahi olmadan müktesebat ulemasının tamamının “nüzul sebebi” diyerek ayetin arkasına koydukları rivayette Abdullah b. Übey hiçbir şey üstlenmemiştir. Ayette geçen تَوَلّٰى (tevalla) kelimesine “yani büyük günah kazandı” şeklinde bir anlam vererek tevil etmeye kalkışmak ise artık zırvalamanın ve ayetle cedelleşmenin son seviyesi olacaktır.

Bu cümle aynı zamanda şöylesi bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Müktesebat ulemasının tamamı Nûr suresindeki bahse konu edinilen ayetlerde hiçbir kişi veya yer ismi ve tek bir tane müennes zamir bile geçmezken bu ayetlerden Beni Mustalik gazvesinde yaşanan bir olayı, gece yarısı hacet gidermek için ordudan ayrılan Aişe annemizi, kaybolan gerdanlığı, ordunun gerisinden gelen Safvan b. Muattal’ı, bu olayı bir ifk’e dönüştüren Abdullah b. Übey’i, onun ifk’ine kanan Hassan b. Sabit ve diğer iki kişiyi ve daha bir çok olayı çıkarmışlardır ama bizzat adrese teslim bir ifade olan وَالَّذ۪ي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ (velleżî tevellâ kibrahu minhum lehu) bu cümleden kastedilenin Abdullah b. Übey olduğunu çıkarmışlardır da onun suçlu olduğunu çıkaramamışlar mıdır? Aişe annemizi ayetlerin temize çıkardığını söylemektedirler de bu ayetlerin Abdullah b. Übeyi suçlu çıkardığını görmemektedirler midir? İşte ayet haber veriyor. Madem bu cümlede kastedilen Abdullah b. Übey’dir ve madem ayet “suçun büyüğü ondadır” diyor o halde Allah resulü Muhammed onun gözünün yaşına bakmadan had cezası uygulaması gerekmektedir. Oysa rivayete göre bu ayet ona suçun büyüğünün kimde olduğunu söylemesine rağmen bu münafığa değil de üç tane mümine had cezası uygulamıştır. Tam burada saf saf “ama onun suçlu olduğu ispat edilemedi ki” şeklinde bir savunma yapılmamasını umuyoruz. İşte ayet onun en büyük suçlu olduğunu söylüyor, daha neyin ispatı?

Bir de utanmadan bu adam öldüğünde Allah resulü Muhammed’in onun mezarı başına gidip onun için af dilediğini de söylerler. Bir Allah resulü münafıklığı ayetle tescillenmiş birinin değil mezarına onun çay davetine bile gitmez. Kaldı ki rivayetlere göre bu ‘ifk’ hadisesi Abdullah b. Ubey’in son münafıklığı değildir. Yine her fırsatta müminleri ve Allah resulünü arkadan vurmaya devam etmiştir. Ama buna rağmen rivayetler Allah resulünün onun mezarına gittiğini, üstüne onun için Allah’tan af dilediğini söylemektedirler. Bu nasıl bir resul portresidir ki daha hicretin ilk gününden itibaren daima Allah resulüne karşı çıkmış, arkasından tezgahlar çevirmiş, Uhud savaşında 300 atlısı ile savaş meydanından geri dönmüş, Hendek savaşında düşmanlar iş birliğine girmiş, Beni Nadir Yahudilerini Allah resulüne karşı kışkırtmış, yetmemiş eşine en ağır iftirayı atmış, bunun yanında irili ufaklı birçok namertlik yapmış ama o gidip onun mezarı başında Yüce Allah’tan onun için af dilenmiş. Şimdi biz, Allah resulü Muhammed’i böylesine anlaşılmaz ve kabul edilmez bir şekilde resmeden bu rivayetlerin hâlâ Kur’an’ı açıkladığına mı inanacağız? Hâlâ bu safsatalara ayetlerin nüzul sebebi demeye devam mı edeceğiz?

(*) مِنْكُمْ – مِنْهُمْ (minhum – minkum): Bu ayetle ilgili dikkat çeken bir başka husus ise ayetteki “sizden, onlardan” şeklindeki üsluptur. Ayet ilk önce اِنَّ الَّذ۪ينَ جَٓاؤُ۫ بِالْاِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْۜ (İnne-lleżîne câû bil-ifki ‘usbetun minkum) (o ‘ifk’i işleyenler, sizden bir ‘usbetun’dur) diyerek “siz” dediği kümeden ‘usbetun’ kümesini ayrıca tanımlayarak ayırmaktadır. Daha sonra لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْۜ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ (lâ tahsebûhu şerran lekum(s) bel huve ḣayrun lekum) (sanmayın ki o sizin için bir şerdir bilakis o sizin için bir hayr’dır) diyerek içinde artık ‘usbetun’ olmayan “siz” kümesine, haber verdiği o ‘usbe’nin çıkardığı ‘ifk’in, “siz” kümesi için ‘şerr’ olduğunu sanmamalarını tam tersi onun kendileri için bir ‘hayr’ olduğunu belirtmektedir. Bu cümleden sonra siz kümesinden ayırdığı ‘usbetun’un durumundan şu cümle ile haber vermektedir:

.لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْاِثْمِۚ وَالَّذ۪ي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ (likulli-mri-in minhum mâ-ktesebe mine-l-iśm(i)(c) velleżî tevellâ kibrahu minhum lehu ‘ażâbun ‘azîm(un))

Artık bu cümleden sonra ‘usbetun’ kümesi ile “siz” kümesi birbirinden ayrılmıştır. Çünkü artık “siz” dememekte, “onlar” demektedir. Yani artık “onlar” zamiri ile kastedilenler “siz” kümesine dahil değildir.

Müktesebat ulemasının bu ayetlerin nüzul sebebi olarak gösterdikleri rivayette, ceza gören üç kişinin üçü de mümindir. Doğal olarak bunların ‘usbetun’ kümesine dahil olmamaları gerekmektedir. Yok, dahil edilirlerse bu sefer (hâşâ) münafıkları ifade ettiği söylenen ‘usbetun’ kümesinin içine dahil olacaklardır. Çünkü ayetteki ayrım çok keskindir ve hiçbir karışıklık yoktur. Müminlerin içinde olup ‘usbetun’ olmaları ya da ‘usbetun’un içinde olup müminlerin yani “siz” denilenlerin içinde olmaları mümkün değildir. Ya ‘minkum’ kümesinde ya da ‘minhum’ kümesinde olacaklardır. Fakat rivayetlere göre hem bu ‘usbetun’ üç tane mümin ve bir tane münafıktan oluşmaktadır hem de üç mümin ‘usbetun’ kümesinde değil “siz” kümesindedir. Oysa had cezası almaları onları siz kümesinin dışına itecek ve onları ‘usbetun’ kümesine dahil edecektir.

Uygulandığı söylenen had cezasına gelince, rivayetlerin tamamı Hassan b. Sabit, Mistah b. Usase ve Hamne bnt. Cahş’ın had cezasına çarptırıldığını söylemektedir. Evet Kur’an’da iftira atana had cezası uygulanacağı ve ömür boyu şahitliklerinin kabul edilmeyeceği hem de yine Nûr suresi 4. ayette vardır ama bu ceza iftiraya kanan, yayan veya bilmeden lafını edenler için değil bizzat iftirayı atanlar içindir. Yani iftirayı çıkaranlar içindir. Eğer bu iftirayı yayanlara da ceza verilecek olsaydı rivayet Ali b. Ebi Talib de dahil tüm Medine’nin bu rivayete kandığını söylemektedir. O halde sadece üç kişiye değil, bu iftiraya uzaktan yakından bulaşmış her kişiye uygulanması gerekirdi. Kaldı ki böyle yapılmış olsaydı bile bu Kur’an’ın emrini uygulamak olmayacaktı.

Nüzul sebebi olarak gösterilen rivayet neresinden tutarsak tutalım elimizde kalmaktadır. Hiçbir sorunu çözmediği gibi, Kur’an’ın anlaşılmasına çok büyük oranda engel olmaktadır.

(*) لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْۜ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ (lâ tahsebûhu şerran lekum(s) bel huve ḣayrun lekum): Nûr suresi 11. ayetle ilgili son olarak bu cümle üzerinde de birkaç kelam etmek gerekecektir. Bu cümle “bir gerçeğin tersyüz edilerek insanı dehşete düşüren bir ‘ifk’in sanıldığı gibi ‘şer’ olmadığını bilakis onun ‘hayr’ olduğunu” söylemektedir. İsfahânî her iki kelime için şu açıklamaları yapmıştır:

خَيْر kelimesi, iyilik, herkesin elde etmek istediği sözgelimi, akıl, adalet, fazilet ve faydalı şey gibi arzu edilen şeylerdir. Zıddı ise, شَرّ  kötülüktür. Deniyor ki: Hayır iki çeşittir. 

Bir hayır vardır ki, mutlaktır: Saf hayır. Bu, şartlar ne olursa olsun ve kime göre olursa olsun her zaman arzu edilen hayırdır. Peygamberin (sas) cenneti tanımladığı hayır gibi: لاَ خَيْرَ بِخَيْرٍ بَعْدَهُ النَّارُ، وَلاَ شَرَّ بِشَرٍّ بَعْدَهُ الْجَنَّةُ  Peşinden ateşin geldiği hayırda hiçbir hayır yoktur; ardından cennetin geldiği şerde de hiçbir şer yoktur. 

Bir hayır ve şer de vardır ki, mukayyettir: Karma hayır. Bu, bir şeyin birisi için hayır, başkası için şer olmasıdır. Kimi zaman Zeyd için hayır olan malın, Amr için şer olması gibi. Bu nedenle Yüce Allah onu iki şeyle de nitelemiştir. Bir yerde: إِن تَرَكَ خَيْراً  Eğer bir hayır bırakırsa (2/Bakara 180) buyurmuş, başka bir yerde ise, onu: أيَحْسَبُونَ أنَّمَا نُمِدُّهُمْ بِهِ مِنْ مَالٍ وَبَنِينَ نُسَارِعُ لَهُمْ فِي الْخَيْرَاتِ  Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz servet ve çocuklarla onların iyiliklerine koşuyoruz?(23/Mü’minûn 55-56) diye tanımlamıştır. 

Yüce Allah’ın: إِن تَرَكَ خَيْراً  Eğer bir hayır bırakırsa (2/Bakara 180) sözü, eğer ardında bir mal bırakırsa demektir. Bazı âlimler, mala, büyük bir yekûn tutmadığı ve temiz bir kanaldan gelmediği sürece hayır denmez, kanısındadır. Nitekim Hz. Ali’den (r.a) rivâyet edilmiştir ki, o bir gün bir azatlısının ziyaretine gitmiş, ey müminlerin emiri, ben vasiyet etmeyeyim mi? diye sorduğunda, Hz. Ali cevaben: Hayır, buyurmuş ve eklemiş: çünkü Yüce Allah: إِن تَرَكَ خَيْراً  Eğer bir hayır bırakırsa (2/Bakara 180) buyurmaktadır ve senin öyle bir yekun tutan çok malın yoktur. 

Yüce Allah’ın: وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ  İnsan hayrı sevmeye ise çok düşkündür (100/Âdiyât 8) sözü de bu anlamdadır ve büyük yekûn tutan çok mal demektir. Bazı âlimler der ki: Malın burada hayr diye nitelendirilmesi ince bir manaya dikkat çekmek içindir. Böylece işaret edilmiştir ki: Vasiyet edilmesi uygun düşen mal, güzel bir yolla kazanılmış maldır. 

Yüce Allah’ın: قُلْ مَا أنْفَقْتُم مِنْ خَيْرٍفَلِلْوَالِدَيْنِ  De ki: Hayır olarak verdiğiniz şeyler anne-babanındır (2/Bakara 215) ve: وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍفَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ  Hayır olarak verdiğiniz her şeyi ise Allah bilendir (2/Bakara 273) sözleri de bu anlamdadır. فَكَاتِبُوهُمْ إِنْ عَلِمْتُمْ فِيهِمْ خَيْراً  Eğer onlarda bir hayır olduğunu bilirseniz onlarla (kölelikten)kurtuluş sözleşmesi yapınız (24/Nûr 24) sözü ise, deniyor ki: Onlar açısından bir mallarının olması anlamına gelir. Kimisi ise, eğer onların azat edilmelerinde hem onlara, hem de size bir fayda yani sevap kazandıracaksa, anlamına işaret eder demektedir. 

Hayır ve şer kelimeleri iki şekilde kullanılmaktadır. 

Birisi: Az önce izah edildiği gibi, hayır ve şer kelimelerinin birer isim olmasıdır. Yüce Allah’ın: وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ  Sizden hayra çağıran bir topluluk bulunsun (3/Âl-i İmrân 104) sözü bu anlamdadır. 

İkincisi: Bu iki kelimenin birer sıfat olmalarıdır. Her biri kendi kökünden türetilmiş ve خَيْر formunda gelen bir ism-i tafdil olabilir. هَذَا خَيْرٌ مِنْ ذَاكَ وَأَفْضَلُ  Bu, şundan daha hayırlı ve daha üstündür denmesi gibi. Yüce Allah’ın: نَأْتِ بِخَيْرٍ منْهَا  Ondan daha hayırlısını getiririz (2/Bakara 106) ve: وَأنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ  Oruç tutmanız ise daha hayırlıdır(2/Bakara 186) âyetlerinde geçen hayr sözcüğü ise, hem isim olarak kabul edilebilirler hem de خَيْر formunda gelmiş ism-i tafdil sayılabilirler. وَتَزَوَّدُوا فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى  Azığınızı alınız; çünkü, azıkların en hayırlısı takvadır(2/Bakara 197) sözündeki hayr da bunun gibidir ve خَيْر kalıbında gelmiş ism-i tafdil manasını taşımaktadır. 

Hayır, bazen şer karşılığında bazen de zararlı şeyin mukabili olarak kullanılır. Yüce Allah’ın:

وَإِن يَمْسَسْكَ اللّهُ بِضُرٍّ فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ وَإِن يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِير Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O’ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir hayır verirse, kuşkusuz O’nun gücü her şeye yeter (6/En’âm 17) sözü gibi. 

فِيهِنَّ خَيْرَاتٌ حِسَانٌ  O cennetlerde güzel olan hayırlar vardır (55/Rahmân 70) sözünde geçen خَيْرَات kelimesine gelince, bunun aslı خَيِّرَات olup şeddesi alınarak bu kalıba konmuştur; kadınlar için خَيْرَات onların seçkin olanlarıdır. Bu bağlamda رَجُلٌ خَيْرٌ  seçkin adam, اِمْرَأَةٌ خَيْرَةٌ  seçkin kadın dendiği gibi, هَذَا خَيْرُ الرِّجَالِ  bu erkeklerin hayırlısıdır, هَذِهِ خَيْرَةُ النِّسَاءِ  bu da kadınların hayırlısıdır da denmektedir ki, bunlardan kasıt onların seçkinliğini dile getirmektir. Buna göre sözün anlamı: Orada hiçbir kötü tarafı olmayan seçkin kadınlar vardır, demek olur. 

خَيْر üstün olup sadece hayra tahsis edilmiş demektir. نَاقَةٌ خِيَارٌ  üstün nitelikli dişi deve ve جَمَلٌ خِيَارٌ  üstün vasıflı erkek deve deyimleri de اِسْتَخَارَ اللهَ اَلْعَبْدُ فَخَارَ لَهُ  kul Allah’tan en iyisini istedi, O da ona verdi, yani: Ondan hayır diledi O da ona bunu nasip etti. خَايَرْتُ فُلاَنًا كَذَا فَخِرْتُهُ  Falandan şöyle bir hayır talep ettim ve onu seçtim deyimleri de bunun gibidir. خِيَرَة ise, hayır talep eden ve hayır talep edilen için söz konusu olan durumdur. Bu tıpkı, قِعْدَة ve جِلْسَة kelimelerinin قَاعِد ve جَالِس için birer hâli anlatması gibi. 

اِخْتِيَار da, daha iyi olanı istemek ve yapmaktır. Kimi zaman insanın hayır olarak gördüğü, aslında hayır olmasa bile, hayır sayılmıştır. Yüce Allah’ın: وَلَقَدِ اخْتَرْنَاهُمْ عَلَى عِلْمٍ عَلَى الْعَالَمِينَ  Biz onları bilerek alemlere karşı üstün kıldık (44/Duhân 32) sözü ise, Yüce Allah’ın onları hayırlı olarak yaratmasına işaret sayılması da, onların diğerlerinden daha öne çıkarılmalarına işaret kabul edilmesi de doğrudur. 

مُخْتَار kelimesi ise, kelamcıların literatüründe, insanın zorlanmaksızın yaptığı her işe/fiile denmektedir. Onlar, هُوَ مُخْتَارٌ فِي كَذَا  şu konuda muhtardır dediklerinde فُلاَنٌ لَهُ اِخْتِيَارٌ  falanın ihtiyarı vardır sözünde kastedilen manayı kastetmezler, çünkü, اِخْتِيَار hayır görülen şeyi tercih etmektir. مُخْتَار kelimesi hem fâil, hem de mef’ûl için kullanılır.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Aslında ‘şer’ kelimesini de içine alarak ‘hayr’ kelimesi hakkında bu açıklamaları getiren İsfahânî, ‘şer’ kelimesi için şu açıklamaları yapmıştır:

خَيْر herkesin arzuladığı şey olduğu gibi, شَرّ de herkesin kaçındığı şeydir:

 شَرٌّ مَكَانًا : Siz çok kötü bir mevkidesiniz (12/Yûsuf 77);

إِنَّ شَرَّالدَّوَابَّ عِنْدَ اللّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ : Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir(8/Enfâl 22).

شَرّ ve nevileriyle ilgili açıklama, خير /h-y-r maddesi ele alınırken ayrıntılı bir şekilde geçti. 

رَجُلٌ شَرٌّ وَشِرِّيرٌ : Kötülük işleyen adam, قَوْمٌ أَشْرَارٌ : Kötülük işleyen toplum. وَقَدْ أَشْرَرْتُهُ : Onu şerre nispet ettim. Bazıları, أَشْرَرْتُ كَذَا sözünün, أَظْهَرْتُهُ /Onu ortaya çıkardım, anlamında olduğunu söyler. Şer kelimesinin bu anlama geldiğine dair şairin şu sözüyle delil getirilmektedir: 

إِذَا قِيلَ: أَيُّ النَّاسِ شَرُّ قَبِيلَةٍ *** أَشَرَّتْكُلَيْبٍ بِاْلأَكُفِّ اْلأَصَابِعُ -262 

262- Hangi insanların kabilesi daha kötüdür diye sorulduğunda; 

Eller parmaklarla Küleyb’i gösterir. 

Eğer bu konuda bu beytin dışında başka bir delil yoksa da, yine de ona işaret edilmek suretiyle parmakları şerre nispet etmiş olabilir. O zaman bu kelime, “ أَشْرَرْتُهُ : Onu şerre nispet ettim”, ifâdesinden alınmış olur. 

Zamme ile شُرّ kelimesi sadece kötü şeyler için kullanılır. Ateşten uçuşan şeye/kıvılcıma شِرَارُ النَّارِ , denir. Ondaki şer inancından dolayı bu ismi almıştır. Allah buyurur ki: إِنَّهَا تَرْمِي بِشَرَرٍ كَالْقَصْرِ : O, saray gibi kıvılcımlar atar (77/Murselât 32).

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

İsfahânî’nin getirdiği bu uzun açıklamaları özetleyecek olursak kısaca şunları diyebiliriz:

‘Şer’: başa gelmesi istenmeyen ve kendisinden kaçınılan şey

‘Hayr’: herkesin arzuladığı ve elde etmek istediği şey.

‘Hayr’ ve ‘şer’ kelimelerini ‘mutlak’ (duruma göre değişmeyen) ve ‘mukayyed’ (duruma göre değişen) şeklinde ikiye ayıran İsfahânî’ye göre bazı ‘şer’ler kişi, durum ve zamana göre ‘hayr’ olabilmekte ve bazı ‘hayr’lar da aynı şekilde kişi, durum ve zamana göre ‘şer’ olabilmektedir. Bu ayette ‘şer’ sanılan bir şeyin aslında ‘şer’ olmadığı bilakis bir ‘hayr’ olduğu söylendiğine göre hem ‘hayr’ hem de ‘şer’ kelimelerinin kastettikleri şeylerin üç türlü anlaşılması mümkündür:

  1. “Siz” denilen kişilerin olayda bir ‘şer’ var sandıkları şey sadece onların bir sanı’sıdır, yoksa olayda bir ‘şer’ yoktur ve aslında olayda mutlak ‘hayr’ yani kişiye, duruma ve zamana göre değişmeyen bir ‘hayr’ vardır ama “siz” denilenler ‘şer’ zannettikleri için asıl olanı görmemektedirler.
  2. “Siz” denilen kişilerin olayda bir ‘şer’ var sandıkları aslında değişken yani ‘mukayyed’ yani şimdilik bir ‘şer’dir. Bunun ardından ortaya ‘mutlak’ (değişmez) bir ‘hayr’ çıkacaktır.
  3. “Siz” denilen kişilerin olayda bir ‘şer’ var sandıkları şey aslında değişken yani ‘mukayyed’ yani şimdilik bir ‘şer’dir. Bunun ardından ortaya sadece onlar için ‘mukayyed’ (değişken) bir ‘hayr’ çıkacaktır. Bu durumda ‘şer’rin arkasından ‘hayr’, ‘hayr’ın arkasından ‘şer’, ‘şer’rin arkasından ‘hayr’ şeklinde uzayıp giden bir silsile çıkacaktır.

Olayı üçüncü şıktaki gibi resmeden ulema, rivayette geçen ‘ifk’ hadisesindeki şerrin o zamanda olan kişilerle alâkalı olduğunu, ‘şer’rin arkasından çıkacak ‘hayr’ın da yine onlar için olduğunu yani sadece onların durumları ile alâkalı olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki “siz” denilenlerin hepsi ölmüş olduğu için artık bu ayetin müjdelediği ‘hayr’ın sonrakiler için bir ‘hayr’ı kalmamış olmaktadır. Kur’an’ın öğretisine olan bu duruma şöyle bir soru soralım. Velev ki bu ayette bahsedilen ‘şer’ ve ‘hayr’ sadece o tarihsel bağlamda yaşayanlar içindir. Peki onlar bu olaydan hangi ‘hayr’ı elde etmişlerdir?

Abdullah b. Übey münafıklık yapmaya devam etmiş ve ölene kadar da münafıklığından vazgeçmemiş, Allah resulü de gidip onun mezarının başında Allah’tan af dilemiştir; bu mudur ‘hayr’?

(Not: Biz bu cümleleri Yüce Allah’ın kitabına rivayetler karışması ve bununla birlikte Allah resulünün rivayetler üzerinden tanımlanması durumunda nasıl bir manzaranın ortaya çıkacağının görülmesi için kuruyoruz. Yoksa biz Allah resulü Muhammed’in bir münafık mezarı başına gidip onun için Yüce Allah’tan af dileyebileceğine asla inanmıyoruz, bir milyon tane rivayet getirseler bile yine inanmayacağız.)

Olayın taraflarından ikisi olan Aişe annemiz ve Ali b. Ebi Talib bu olay yüzünden birbirlerine ömür boyu düşman olmuş ve en nihayetinde iş binlerce müminin kanının akmasına sebep olan Cemel savaşına kadar uzanmıştır. Bu mudur ‘hayr’? Olayın başka iki tarafı olan Safvan b. Muattal ile Hassan b. Sabit bu olay sebebiyle birbirlerine kılıç çekmiş ve hatta Safvan b. Muattal Hassan b. Sabit’i ağır yaralamış, ölmesi durumunda kısas uygulanmak üzere tutuklanmıştır. Neyse ki ölmemiş ve davacı olmamıştır da olay kapanmıştır; bu mudur ‘hayr’?

Rivayetlere göre bu olay ne düşmanları barıştırmış ne Medine de kaynayan nifak kazanının ateşini düşürmüş ne de bu olay hafızalardan silinip gitmiştir tam tersi bir daha bir araya gelmeyecek şekilde dostları ayırmış, tarih boyunca sürecek kavgaların temelini oluşturmuştur; bu mudur ‘hayr’?

Bu olayın üzerine gidilip rivayetler karıştırıldığında görülecektir ki ne o zaman ne de sonrası için bu olay hiçbir ‘hayr’ getirmemiştir, getirmez de çünkü bu rivayet tamamen düzmecedir. Hiçbir şekilde ayetin nüzul sebebi değildir ve olması da mümkün değildir.

Peki o değilse bu ayette ‘şer’ sanılan ama aslında ‘hayr’ olan şey nedir? Bahse konu olan ‘şer’ ve ‘hayr’ ‘mutlak’ mıdır ‘mukayyed’ midir?

Bu sorunun cevabını sonraki ayetlere bırakarak, Nûr 11. ayete meal verip bir sonraki ayete geçelim.

اِنَّ الَّذ۪ينَ جَٓاؤُ۫ بِالْاِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْۜ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْۜ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْاِثْمِۚ وَالَّذ۪ي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
Nûr 24 / 11

Şu kesin ki: O gerçeği ters yüz ederek korkunç bir bühtana dönüştürenler, sizden olan bir usbetun’dur. Sanmayın ki o sizin için başa gelmesi istenmeyen bir şeydir bilakis o sizin için başa gelmesi istenen iyi bir şeydir. Onların içinden kendi kibrine yönelen kişi için azim bir yoksunluk olmakla beraber, onlardan her bir kişi için de günaha sevk eden bu şeyden (el-ism’den) kazandığı (nın yoksunluğu) vardır.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu ayette marife (الْاِفْكِ) (el-ifki) bir isim olarak geçmektedir. Anlamı “çok açık bir hakikatin ters yüz edilerek insanı dehşete düşürecek bir yalana dönüştürülmesi”dir.

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًاۙ وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ
Nûr 24 / 12

Onu işittiğiniz zaman, Mümin erkek ve Mümin kadınların kendi öz benliklerine uygun olan zannı, “bu açıkça bir gerçeğin ters yüz edilerek korkunç bir iftiraya dönüştürülmesidir” diyerek hayr (üzere) olmalı değil miydi?”

Onu işittiğiniz zaman, Mümin erkek ve Mümin kadınların kendi öz benliklerine uygun olan zannı, “bu açıkça bir gerçeğin ters yüz edilerek korkunç bir iftiraya dönüştürülmesidir” demeleri gerekmez miydi?

Not: Ayetin son cümlesi olan وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ (ve kâlû hâżâ ifkun mubîn(un)) bu cümlede bir edat kullanılmadan yapılan bir kasr vardır. Cümlenin anlamı “bu, bir gerçeğin ters yüz edilerek korkunç bir iftiraya dönüştürülmesinden başka bir şey değildir” şeklinde olacaktır. Bu kasrın gerekçesi şudur. Bu cümle bir önerme cümlesidir ve bu önermeyi yapan herhangi biri değildir. Bu cümleyi gönderene, bu önermeyi yapana olan güvenden dolayı cümlenin kasr edilmesinde hiçbir engel olmamalıdır.

Onu işittiğinizde, Mümin erkek ve Mümin kadınların kendi öz benliklerine uygun olan zannı, “bu göz göre göre (açıkça) bir gerçeğin ters yüz edilerek korkunç bir iftiraya dönüştürülmesinden başka bir şey değildir” demeleri gerekmez miydi?

(*) Bir önceki ayette hitap, “siz” ile başlamış ve “onlar” ile bitmişti. Şimdi yeniden “siz”e dönüldü. Fakat cümle “siz” diyerek muhatap sigası ile başlamasına rağmen devam eden cümlelerde yine gaib sigaya geçilmiştir. Burdaki gaib siga bir önceki ayette ‘usbetun’ için kullanılan gaib siga değildir. Buradaki gaib sigada söz konusu olan kişiler الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ (el-müminun ve el-müminat) olanlardır.

(*) لَوْلَٓا (Levlâ): Bu edat kendisinden sonra isim cümlesi olarak şart ve cevap cümlesi gelirse cezmetmeyen şart edatı, kendisinden sonra muzari fiil gelirse arz ve tahdid edatı, kendisinden sonra mazi bir fiil gelirse kınama edatı olarak kullanılmaktadır. Ayette edattan sonra bir mazi fiil gelmiştir. Bu durumda edat bir “kınama” edatıdır. Edatın kınama edatı olarak kullanılması durumunda cümleye bir hususta yapılması gereken en asgari davranışın gösterilmediğini belirtir şekilde “en azından, bari” şeklinde bir anlam katkısında bulunur. Edatın üç kullanımında da hareke etkisi yoktur. Edatın Nûr 12. ayete anlam olarak katkısı “en azından bunu deseydiniz bari” şeklindedir. Bu edat, “siz” denilen kişilerin karşılaştıkları ‘ifk’ olayında mümin kadınların ve mümin erkeklerin göstermeleri gereken en asgari tavrı dahi göstermediklerini ifade etmektedir.

(*) “Siz” denilerek muhatap alınan kişilere, devam eden cümlelerde gaib siga kullanması, mümin erkek ve kadınlara ilkeler üzerinden seslenilmesidir. Gaib siga kullanılması bu tavrın sadece “siz” denilenlere ait bir tavır olması gerektiği değil, her mümin ve mümine için değişmez ilke olmasından dolayıdır.

لَوْلَا جَٓاؤُ۫ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَۚ فَاِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَٓاءِ فَاُو۬لٰٓئِكَ عِنْدَ اللّٰهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ
Nûr 24 / 13

En azından onun hakkında dört şahit getirselerdi ya! Şahitleri getirmemiş olmalarından dolayı, Allah’ın nezdinde yalancıların ta kendileridir.

Not: Bu ayetle ilgili şöyle bir problem hâsıl olmaktadır. Bu söylem kime aittir? Bir önceki ayette en son cümle وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ (ve kâlû hâżâ ifkun mubîn(un)) bu cümleydi. Bu cümlede mümin kadın ve erkeğin takınması gereken en asgari tavırdan bahsedilmiş ve onlara ilkelere en asgari düzeyde bağlanmaları gerektiği bildirilmişti. Bir müminin herhangi bir şeye kuralsızca inanması da yine kurala uymayıp onu reddetmesi de doğru değildir. Bu durumda bir önceki ayette “bu apaçık bir ‘ifk’tir” diyen müminler neye göre buna ‘ifk’ dediler? Eğer böyle demeleri sadece inanmak istememelerinden kaynaklanıyorsa bu durumda yine ilkesiz davranmış olacaklardır. Bu durumu göz önüne aldığımızda bu ayetteki söylemin de müminlerin göstermesi gereken en asgari tavırlar içinde olmasını bildiren bir önceki ayetin devamı olması gerekmektedir. Aslında 12 ve 13. ayet tek cümle olmaktadır ve anlamı şu şekilde olacaktır:

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًاۙ وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ لَوْلَا جَٓاؤُ۫ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَۚ فَاِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَٓاءِ فَاُو۬لٰٓئِكَ عِنْدَ اللّٰهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ
Nûr 24 / 12

Onu işittiğinizde, Mümin erkek ve Mümin kadınların kendi öz benliklerine uygun olan zannı, en azından “bu göz göre göre (açıkça) bir gerçeğin ters yüz edilerek korkunç bir iftiraya dönüştürülmesidir, bari buna dair dört şahitle gelselerdi ya? Mademki şahitleri getirmemişler o zaman bunlar, Allah’ın nezdinde yalancıların ta kendileridir” demeleri gerekmez miydi?

Onu işittiğinizde, Mümin erkek ve Mümin kadınların kendi öz benliklerine uygun olan zannı, “en azından, bari buna dair dört şahitle gelselerdi ya? Mademki şahitleri getirmemişler o zaman bunlar, Allah’ın nezdinde yalancıların ta kendileridir, bu göz göre göre (açıkça) bir gerçeğin ters yüz edilerek korkunç bir iftiraya dönüştürülmesinden başka bir şey değildir” demeleri gerekmez miydi?

Ayetlerin bu şekilde anlaşılması durumunda müminlerden istenen en asgari tavrın herhangi bir şeye dayanmadan ne bir şeye “doğru” ne de bir şeye “yalan” dememeleri olduğu ve daima ilkelere göre hareket etmelerinin istendiği anlaşılmaktadır.

Çalışmamızın asıl konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda da “bir gerçeğin ters yüz edilerek insanı dehşete düşüren bir yalana dönüştürülmesi” anlamındadır.

وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ لَمَسَّكُمْ ف۪ي مَٓا اَفَضْتُمْ ف۪يهِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۚ
Nûr 24 / 14

Öncesinde ve sonrasında Allah’ın sizin üzerindeki Allah’ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, kendisinde taşkınlık yaptığınız şey yüzünden kesinlikle sizi azim bir yoksunluk kaplardı.

اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًاۗ وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يمٌ
Nûr 24 / 15

Çünkü siz, onu sözcüleriniz yüzünden kabul ediyor, Allah’ın nezdine önemli olduğu halde, onu önemsiz sayıp, onunla ilgili sizin için hiçbir ilim olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz.

(*) تَلَقَّوْنَهُ (telakkavnehu): Tefa’ul babından olan bu kelimenin tefa’ul babındaki anlamları şöyledir: “Almak, kabul etmek, karşılamak” (Karslı).

(*) اَلْسِنَة (elsinetun): ‘Lisan’ kelimesinin çoğulu olan bu kelimenin isim ve fiil olarak anlamları şu şekildedir: “(Lesene) Dil uzatmak, ayıplamak, kötülüğünü anlatmak, çene yarışında galip gelmek, (Lisane) fasih ve beliğ olmak, (Lessene) hayret ve şaşkınlığından dilini ısırmak, aşırı derecede heyecana kapılıp şaşırmak, dil uzatmak, aleyhinde konuşmak, (elsenu (tekil)) fasih ve beliğ olan kişi, (lisanun) dil (lisan), sözcü, toplumun sözcüsü” (Karslı).

(*) اِذْ: Bu edatın kullanım yerleri şu şekildedir.

Geçmiş zaman edatı olur. Edat bu kullanımında isimdir. Bunun da dört türlü kullanımı vardır.

a)- Geçmiş zaman zarfı olur. Cümleye “zaman, vakit, …de, …ince” anlamı katar. Bu tür kullanımlarda edattan sonraki fiil mazi ise “zaman, vakit” anlamı, eğer kendisinden sonraki fiil muzari ise o zaman “iken” anlamı verir.

b)- Cümlelerde mefulün fih olur. Bu tür kullanımlarında “daha önce geçmiş bir olayı muhataba hatırlatma anlamı” verir. Edatta önce gizli veya açık bir “uzkur” (hatırla) fiili bulunur ve edat bu fiilin mefulü bihi olur. Türkçeye aktarılırken “hani” kelimesi ile karşılanabilir.

c)- Cümlede mefulün bih olan kelimeden bedel olur.

d)- Cümlelerde genellikle şu kelimelere muzafun ileyh olur: “ba’de izin, vakte, senete, âme, sâate, yevme, hine, kable, ba’de.

Cümlede gelecek zaman zarfı olur. Birinci şıktaki geçmiş zaman zarfının aksine bu gelecek zaman ifade eder. Hangisi olduğu cümleden anlaşılır.

Cümlede kendisinden önceki fiilin yapılış sebebini bildiren edat olur. Çünkü anlamı verir.

Bir işin aniden gerçekleştiğini bildiren müfacee (sürpriz) edatı olur.

(H. Akdağ / Edatlar)

(*) هَيِّنًا (heyyinen): Kolay, önemsiz, basit, alçak, hakir, zelil, değersiz.

وَلَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظ۪يمٌ
Nûr 24 / 16

Onu duyduğunuz vakit, hiç olmazsa “bizim için böylesi bir şeyi söylemek olmaz, seni tenzih ederiz, bu dehşet verici bir bühtandır” deseydiniz ya!

يَعِظُكُمُ اللّٰهُ اَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِه۪ٓ اَبَدًا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ
Nûr 24 / 17

Allah onun misline bir daha (asla-ebediyen) geri dönmemenizi öğütlüyor, tabi eğer iman edenler olmaya devam ediyorsanız …

وَيُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
Nûr 24 / 18

Ayetleri sizin için Allah beyan ediyor, çünkü Allah Alimun, Hakimun’dur.

Not: Yüce Allah’ın sıfatları ve bu sıfatların içinde geçtiği bağlama olan etkileri bir başka çalışmanın konusudur.

  1. DOKUZUNCU BAĞLAM
تَبَارَكَ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ لِلْعَالَم۪ينَ نَذ۪يرًاۙ اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ
Furkân 25 / 1

Es-Semavat’ın ve el-Ard’ın mülkü kendisinin olan, alemlere uyarıcı olması için kuluna el-Furkan’ı indiren ilahi hayrın devamlılığını sağladı.

(Not: Ayetin metninde mavi ile gösterdiğimiz cümle (elleżî lehu mulku-ssemâvâti vel-ardi) elimizdeki Asım b. Behdele kıraatinde bir sonraki ayetin ilk cümlesidir fakat nahiv açısından bu cümlenin sıfat olarak burada olması daha uygundur. Bu durumda birinci ‘ellezi’ fail, ikincisi ise sıfat olmaktadır.)

(*) تَبَارَكَ (tebârake): Tefaul babından bir fiil olan bu kelime için İsfahânî şu açıklamaları yapmıştır:

بَرْك kelimesinin aslı devenin göğsüdür. Bununla beraber başkası için de kullanılmaktadır. Buna بِرْكَةٌ adı da verilmektedir. بَرَكَ الْبَعِيُر ifâdesi devenin yükünü atması demektir. Bu, sebat anlamı da taşımaktadır. Onun için اِبْتَرَكُوا فِي الْحَرْبِ denir ki, savaş alanında sebat ettiler ve oradan hiç ayrılmâdilar demektir. وبَرَاكاَءُ الْحَرْبِ وَبَرُوكَاؤُهَا deyimi, savaşta kahramanların ayrılmadığı yer anlamına gelmektedir. اِبْتَرَكَتِ الدَّابَّة deyimi, hayvanın çökmüş gibi durduğunu anlatmaktadır. Suyun toplandığı yerede بِرْكَة adı verilmiştir. 

بَرَكَة ise, bir şeyde ilâhî hayrın devamlı oluşudur. (Allah’’ın) sözü:

لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ   …göğün ve yerin bereket kapılarını üzerlerine açardık (7/A’râf 96). Bu isimle adlandırılmasının sebebi suyun toplandığı yerde kalışı gibi, hayrın da burada durup kalmasıdır. 

مُباَرَك : Sözcüğü ise, içinde bu hayrın bulunduğu şeydir. Yüce Allah’ın şu sözü de bu anlamdadır:

وَهَذَا ذِكْرٌ مبَارَكٌ أَنزَلْنَاهُ  …Bu Kur’ân, tarafımızdan indirilmiş mübarek bir öğüttür (21/Enbiyâ 50). Bu âyette, Yüce Allah’ın Kur’ân ile gönderdiği ilâhî hayırların kaynağına dikkat çekilmekdedir. Bu bağlamda Yüce Allah:

وَهَـذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ …Bu Kur’ân bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır (6/En’âm 155);

وَجَعَلَنِي مُبَارَكاً أَيْنَ مَا كُنتُ  …Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı(19/Meryem 31) yani, bunlar ilâhî hayırların kaynağıdır. Yüce Allah’ın:

إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مبَارَكَةٍ …Biz onu mübarek bir gecede indirdik (44/Duhân 3); Yine:

رَبِّ أَنْزِلْنِي مُنْزَلاً مُبَارَكًا …Ya Rabb’i, beni bereketli bir yere indir (23/Mü’minûn 29) âyetlerinde ise, kast edilen ilâhî hayrın bulunduğu yer ya da zaman demektir. 

وَنَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً مبَارَكاً …Gökten bereketli bir su indirdik (50/Kâf 9) âyetinde ise, göğün suyunun bereketine dikkat çekilmiştir ki, bu da şu âyetlerde dikkat çekilen yağışlar anlamındadır:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَسَلَكَهُ يَنَابِيعَ فِي اْلأَرْضِ ثُمَّ يُخْرِجُ بِهِ زَرْعاً مُخْتَلِفاً أَلْوَانُهُ  …Allah’ın, gökten su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmüyor musun? (39/Zümer 21);

وَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً بِقَدَرٍ فَأَسْكَنَّاهُ فِي اْلأَرْضِ …Biz gökten belirli miktarda su yağdırarak onu yerin yüzeyinde durdurduk (23/Mü’minûn 18). 

İlahî hayır her zaman hissedilmeden geldiğinden ve sayılamayacak kadar çok olduğundan ayrıca herhangi bir şekilde sınırlandırılamadığından kendisinde hissedilmeyen bir fazlalık görülen her şeye: هُوَ مُبَارَك …O mübarektir; فِيهِ بَرَكَة …onda bereket vardır denmektedir. Bu artmaya şu hadiste de işaret edilmiştir: لاَ يَنْقُصُ مَالٌ مِنْ صَدَقَةٍ …Hiçbir mal sadakadan dolayı eksilmez. Bu sadece görülen noksanlıkla sınırlı değildir. Bazı husrana uğramışların bu söz söylendiğinde بَيْنِي وَ بَيْنَكَ اْلمِيزَان …benimle senin aranda tartı vardır, sözünde kast ettikleri gibi değildir. 

Yüce Allah’ın: تَبَارَكَ الَّذِي جَعَلَ فِي السَّمَاء بُرُوجاً …Gökteki gezegenlere yörüngeler belirleyenin şanı Yücedir (25/Furkân 61) sözüne gelince bu onun adı geçen burçlar ve aydınlatıcılar vasıtası ile üzerimize yağdırdığı nimetlerine işarettir. Kur’ân’da تَباَرَكَ… sözünün geçtiği her yerde adı geçen iyiliklerin sadece Yüce Allah tarafından bize verildiğine ve ancak onun tarafından verilebileceğine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda Allah buyurur ki:

 فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ …Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir! (23/Mü’minûn 14);

 تَبَارَكَالَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلَى عَبْدِهِ …[Yanlış ile doğruyu birbirinden ayıran] Furkan’ı, …kuluna göderen Allah’ın şanı yücedir (25/Furkân 1)

; تَبَارَكَالَّذِي إِنْ شَاء جَعَلَ لَكَ خَيْراً مِنْ ذَلِكَ جَنَّاتٍ …Eğer dilerse onların sözünü ettiklerinden daha iyisini, cennetleri verebilen …Allah’ın şanı yücedir(25/Furkân 10);

 فَتَبَارَكَ اللَّهُ رَبُ الْعَالَمِينَ …İşte Rabbiniz olan Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir (40/Mu’min 64);

 تَبَارَكَ الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ …hükümdarlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir (67/Mülk 1). 

Bu âyetlerin hepsi, sözü edilen iyiliklerin sadece Yüce Allah tarafından bize verilebileceğini, bu nedenle kutlu ve mübarek olduğunu göstermektedir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا
Furkân 25 / 2

O, hiçbir veled edinmedi ve mülkte onun için hiçbir ortak da olmadı. Her bir şeyi o yarattığı için on(lar)a nevi şahsına münhasır ölçü koydu.

(Not: Mavi ile belirtilen kısım (elleżî lehu mulku-ssemâvâti vel-ardi) bir önceki ayete dahil edildiği için burada meal verilmemiştir.)

(*) وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا (veḣaleka kulle şey-in fekadderahu takdîrâ(n)): Bu iki cümle arasındaki فَ (fa) edatı sebep bildiren ‘fa’ olarak alındığı için cümleye “yarattığı için” şeklinde mana verilmiştir.

(*) فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا (fekadderahu takdîrâ(n)): Cümlede mef’ulü mutlak olan تَقْد۪يرًا (takdîrâ(n)) kelimesi “mastarı binai nev’i”dir. Bu yüzden kelimenin karşılığını meale “nevi şahsına münhasır” şeklinde yansıttık.

(*) فَقَدَّرَهُ (fekadderahu): Bu fiildeki ‘hu’ zamirinin mercisi olarak ‘kulle şey’ ifadesi alınmıştır. Zamirin tekil ve müzekker gelmesi; كُلَّ شَيْءٍ (kulle şey-in) ifadesinin sadece akılsız varlıkları kastetmesi ve onların içinde müzekker olanların da olmasından dolayı galibiyet kuralı gereği ‘hu’ zamiri gelmiş olabilir.

وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةً لَا يَخْلُقُونَ شَيْـًٔا وَهُمْ يُخْلَقُونَ وَلَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا وَلَا يَمْلِكُونَ مَوْتًا وَلَا حَيٰوةً وَلَا نُشُورًا
Furkân 25 / 3

Ne hiçbir çoğaltmaya ne hiçbir yaşama ne hiçbir ölüme hükmedemeyen kendileri için bile ne herhangi bir zarara ne de herhangi bir faydaya sahip olan, hiçbir şey yaratamayıp kendileri yaratılmışları onun dışında (ondan aşağıda) koruyucular/mabutlar/otoriteler/ilahlar edindiler.

Ne hiçbir çoğaltmaya ne hiçbir yaşama ne hiçbir ölüme hükmedemeyen ne kendileri için herhangi bir zararı ne de herhangi bir faydayı yönetebilen, hiçbir şey yaratamayıp kendileri yaratılmış olanları ondan başka ilahlar/otoriteler/koruyucular/mabutları edindiler.

Ne hiçbir çoğaltmaya ne hiçbir yaşama ne hiçbir ölüme hükmedemeyen ne kendileri için herhangi bir zararı ne de herhangi bir faydayı yönetebilen, hiçbir şey yaratamayıp kendileri yaratılmış olanları ondan daha yakın otoriteler edindiler.

(*) دُونِ (dûni): Genellikle cümlelerde muzaf olan bu kelime, yerine göre zard-ı mekân yerine göre de hal olur. Anlamı muzaf olduğu kelimeye göre değişiklik gösterir. Aynı zamanda iki zıt anlamı bu kelimenin çeşitli manaları ve kullanılış şekillerdi vardır. Bulunduğu cümleye göre; “ön, arka, ileri, geri, alt, önce, beri, aşağı, değil, başka, yakın, değersiz, daha az, daha küçük” anlamları ifade eder (H. Akdağ / Edatlar).

(*) اٰلِهَةً (âliheten): Ragıb el-İsfahânî ‘ilah’ kelimesinin çoğulu olan bu kelime hakkında şu açıklamaları yapmıştır:

اللهُ (Allah): Deniyor ki: Aslı إلهٌ şeklindedir. Baştaki hemze kaldırılmış, başına elif-lâm getirilmiş ve Yüce Yaratıcı’nın adına tahsis edilmiştir. İsmin Yüce Allah’a mahsus oluşundan dolayı Allah buyurur ki: هَلْ تَعْلَمُ لَهُ سَمِيّاً …Onun adıyla anılan birini biliyor musun? (19/Meryem 65). 

إلهٌ lafzı, her tür mabut için kullanılan bir isimdir. لاَتُ özel ismi de böyledir. Araplar, Güneşi de إلاَهَة tanrıça diye adlandırmışlardır; çünkü: Onu da kendilerinin mabutlarından biri saymışlardır. 

أَلَهَ فُلاَنٌ يَأْلَهُ اْلآلِهَة deyimi, kişinin bildik tanrılara kulluk ettiğini ifâde eder. تَأَلَّهَ  …ilâh edindi fiili bu manaya gelir, denmiştir. Buna göre إله kelimesi mabudun kendisi olmaktadır. 

اللهُ …Allah lafzının şaşkınlık anlamına gelen أَلِهَ fiilinden geldiği de söylenmiştir. Bu görüş, Mü’minlerin Emîri Hz. Ali’nin (r.a.) şu sözüne işarettir: 

كَلَّ دُونَ صِفَاتِهِ تَحْبِيرُ الصِّفَات 

وَضَلَّ هُنَاكَ تَصَارِيفُ الُّلغَاتِ 

O’nun sıfatları karşısında bütün güzel tasvirler aciz kaldı; 

Dillerin bütün ifâdeleri burada şaşkınlığa düştü. 

Bu durumun asıl nedeni, insanın, Yüce Allah’ın sıfatlarını düşündüğünde bu konuda hayretler içinde kalmasıdır. Onun için hadiste şöyle denmiştir: تَفَكَّرُوا فِي آلاَءِ اللهِ وَلاَ تَفَكَّرُوا فِي اللهِ …Allah’ın nimetlerini düşününüz, fakat Allah’ın kendisini (zatını) düşünmeyiniz. 

الله (Allah) lafzının aslı وِلاَهٌ tır. Baştaki vav harfi hemzeye dönüşmüştür. Allah’ın bu şekilde adlandırılması, her varlığın ona doğru yönelmiş olmasındandır. Bu, cansız varlıklar ve hayvanlarda olduğu gibi ya sadece teshir ile olmaktadır ya da bazı insanlarda olduğu gibi, hem teshir hem de irade ile beraber olmaktadır. 

Bu açıdan bazı bilgeler şöyle derler: اَللهُ مَحْبُوبُ اْلأَشْيَاءِ كُلِّهَا …Allah bütün varlıkların sevgilisidir. Bu sözün doğruluğuna Yüce Allah’ın şu sözü de işaret etmektedir:

وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَـكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ …Her şey Onu hamd ile tesbih etmektedir, fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız (17/İsrâ 44). 

Bir başka görüşe göre الله (Allah) ismi لاَهَ يَلُوهُ لَيَاهًا kökünden gelmektedir ki, anlamı, perde arkasında kalmak, gizlenmektir. Onlara göre bu, Allah’ın şu sözüne dayanmaktadır:

لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ …Gözler onu idrak edemez fakat o gözleri idrak eder (6/En’âm 103).

وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ …O zâhirdir ve bâtındır (57/Hadîd 3) âyetinde geçen بَاطِن kelimesi de bu anlama gelir. 

إله (İlâh) kelimesinde asıl olan çoğul yapılmamasıdır, çünkü: Ondan (Allah’tan) başka (gerçek) mabut yoktur. Fakat, Araplar kendi eski inanç sistemlerinde pek çok mabuda yer verdiklerinden onu da çoğul yapmışlar ve آلِهَة …ilâhlar demişlerdir. Allah buyurur ki:

أَمْ لَهُمْ آلِهَةٌ تَمْنَعُهُم من دُونِنَا  …Onların bizden başka kendilerini koruyan ilâhları mı var (21/Enbiyâ 43).

وَيَذَرَكَ وَآلِهَتَكَ …Seni ve ilâhlarını terk etmesine (7/A’râf 127). 

Bir kıraatte bu âyetteki آلِهَتَكَ kelimesi إلاَهَتَكَ şeklinde okunmuştur ki, bu durumda عِبَادَتَكَ …sana kulluk etmeyi terk etmesine izin mi vereceksin anlamına gelir. وَلاّهِ أَنْتَ ifâdesi bir yemindir ve للهِ …Allah için, manasına gelir. Kolaylık olsun diye, iki lâmından biri kaldırılmıştır. 

أَللَّهُمَّ ifâdesinin anlamı يَا أللهُ (ya Allah) demektir. Başındaki ya sonundaki iki mim ile değiştirilmiş ve Allah’a dua ederken kullanılmaya tahsis edilmiştir. Bir görüşe göre ise, anlamı يَا أللهُ أُمَّنَا بِخَيْرٍ …Allahım bizi hayra doğru sevk et şeklindedir. Bu ifâde حَيَهَلاَ  …buyursanız a deyimi gibi birleşik bir tamlamadır.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Bu kelime sözlüklerde şu şekilde geçmektedir:

“(Elihe-ilaheten-uluheten-uluhiyyeten) kulluk etmek, güven vermek, korumak, himaye etmek, (elehe-elhen) şaşmak, hayret etmek, hayrete düşmek”

Kelimenin harf-i cer’li kullanımlarındaki anlamları:

elehe ile…sığınmak, …e başvurmak,

elehe bi…ikamet etmek, elehe ala,

elehe ala…sabırsızlanmak, sabırsızlığı artmak.

(tefil babı) ellehe-(te’lihen)……tanrılaştırmak, tanrı kabul etmek, kulluk ettirmek, ilahlaştırmak.

(tefa’ul babı) teellehe-(teelluhen)……kulluk etmek, kulluk etmeye çalışmak, tanrılık iddiasında bulunmak, kendini tanrı gibi gösterip öyle tanıtmak, tanrılaşmak.

İlahun……İlah, tanrı, tapınılan şey.

Ellahumme neam……Yemin ederim ki doğru.

Ellahumme iza….en azından, …yaparsa, …ması hâlinde

Elihetun……Güneş.

(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)

‘İlah’ kelimesinin anlamları ile alâkalı olarak TDV İslam Ansiklopedisi’nde şunlar söylenmektedir:

İlâh kelimesinin sözlükte “tapınmak, kulluk etmek” anlamına gelen ulûhet (ilâhet, ulûhiyyet), “hayret etmek, gönülden bağlanıp sığınmak” mânalarındaki veleh (eleh) veya “gizli olup duyu idrakinin üstünde bulunmak” anlamındaki leyh kökünden türemiş olabileceği kabul edilir. Buna göre ilâh “tapınılan, yüceliği karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan, duyularla idrak edilemeyen varlık” demektir.

Âlimlerin çoğunluğu, ulûhet kavramından hareketle ilâhın mutlak anlamda ibadet etmekle irtibatlı olduğunu, dolayısıyla onun tapınılan varlığa tekabül ettiğini belirtmiştir. İlâh kelimesinin türemiş bir cins ismi veya sıfat, Allah kelimesinin ise gerçek Tanrı’yı ifade eden mürtecel ve gayr-i müştak bir özel isim olduğunu kabul edenler bulunmakla birlikte Allah kelimesinin etimolojisi hakkında ileri sürülen farklı görüşler bir arada değerlendirildiğinde (Lisânü’l-ʿArab, “elh” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “elh” md.) ilâhın Allah kelimesinin aslını teşkil ettiği, başına elif ve lâm harfleri gelince hemzenin hazfedilmesiyle Allah şekline dönüştüğü şeklindeki görüş ağır basmaktadır.

Ebü’l-Kāsım el-Belhî gibi bazı İslâm âlimleriyle şarkiyatçılar ilâh kelimesinin Süryânîce veya İbrânîce olduğunu ileri sürmüşlerse de (Âlûsî, I, 56; Jeffery, s. 66-67) çoğunluk bunu isabetli bulmamıştır. Zira Câhiliye devrine ait şiirlerde yer alması kelimenin Arapça asıllı olduğunu gösterir. Hak veya bâtıl olsun tapılmaya lâyık görülüp ibadet edilen her varlığa ilâh adı verildiği ve âlihe şeklinde çoğulu bulunduğu dikkate alınınca mutlak olarak zikredildiği takdirde ilâhın tanrı anlamına geldiği, Allah’ın ise gerçek Tanrı’nın adı olduğu ortaya çıkar.

(Yusuf Şevki Yavuz / TDV. İ. A İlah md)

وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اِفْكٌۨ افْتَرٰيهُ وَاَعَانَهُ عَلَيْهِ قَوْمٌ اٰخَرُونَۚ فَقَدْ جَٓاؤُ۫ ظُلْمًا وَزُورًاۚ
Furkân 25 / 4

Kafirlik edenler, “bu, onu, başka bir kavmin onun hakkında ona yardım ederek, kendisinin kurgulayıp tasarladığı, bir ifk (gerçeğin ters yüz edilerek yalana dönüştürülmesin)’den başka şey değildir” dediler. Zira bir ilkesizlik ve (sahtesini gerçekmiş gibi gösterdikleri) bir sahtecilik/kalpazanlık sergilemişlerdi.

(İşte böyle olan) Kafirler, “bu, onu, kendisinin kurgulayıp tasarladığı, başka bir kavmin de onun hakkında ona yardım ettiği bir ifk (gerçeğin ters yüz edilerek yalana dönüştürülmüş hâlin)’den başka bir şey değildir” dediler. Zira bir ilkesizlik ve (sahtesini gerçekmiş gibi gösterdikleri) bir sahtecilik/kalpazanlık sergilemişlerdi.

(*) اِفْكٌ (ifkun): Bu kelime nekra olduğu için ondan sonra gelen cümleler ona sıfat olarak alınmıştır. Bu kelimeden sonraki cümlelerin hal olarak alınması da mümkündür. Bu durumda ‘zil’ hal, ‘haze’ işaret ismidir.

(*) فَقَدْ جَٓاؤُ۫ ظُلْمًا وَزُورًاۚ (fekad câû zulmen vezûrâ(n)): Bu cümle, başındaki فَ (fa) edatından dolayı kendisinden önceki cümlenin sebebini bildiren bir cümle olarak alınmıştır. Buna göre resulün getirdiğine ‘ifk’ demelerinin, “onu resulün kurguladığı”nı, “bir başka kavim onun hakkında ona yardım ediyor” demelerinin sebebi daha önce sergiledikleri ilkesizlik ve sahte olana gerçek muamelesi yaptıkları bir taklitçilik sergilemişlerdi. Bir önceki ayette bunlar birçok sahte ilahı (otoriteyi) gerçek ilahlar olarak edinmişlerdi.

(*) ظُلْمًا (zulmen): Asıl anlamı “karanlık” olan bu kelimeye karanlık olana tarif getirilememesi ve bir çerçeve çizilememesinden dolayı “ilkesizlik” anlamı verilmiştir.

(*) زُورًا (zûrâ(n)): İsim olarak “yalan, yalancı, sahtekâr, eğlence, batıl, tapınılan şey” anlamına gelen bu kelimenin fiil olarak anlamları içinde “yalan uydurmak, sahtecilik yapmak, kendisinin olmayanı kendisininmiş gibi kendisine mal etmek, intihal yapmak, gerçek olan bir şeyin yerine sahtesini koyup ona gerçekmiş gibi değer yüklemek, sahtecilik yapmak, kalpazanlık yapmak” gibi manaları vardır. Kelimeye verdiğimiz “gerçek saydıkları bir taklitçilik” anlamının gerekçesi budur. Aslında bu kelimeyi kısaca Türkçeye aktarmak çok zordur. Zira bizim verdiğimiz mana bile kelimenin tam karşılığı değildir. Kelime tam olarak; “gerçek bir şeyi kopyalayıp sahtesini yaparak kopya olana da gerçek olanın değerini yüklemek” anlamına gelmektedir. Sahte para basıp, gerçeklerin arasına karıştırarak onun da gerçek para gibi değer kazanmasını sağlayan “kalpazanlık” gibi.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda “gerçeklerin ters yüz edilerek iftiraya dönüştürülmesi veya yalana dönüştürülmüş şey anlamındadır” anlamında kullanılmaktadır.

وَقَالُٓوا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلٰى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَاَص۪يلًا
Furkân 25 / 5

“Evvellerin esatirleri…, onları kopya etmiş. O’(nlar) ona aceleyle ve bozularak dikte ettiriliyor.

(*) اَسَاط۪يرُ (esâtîru): Ragıp el-İsfahânî bu kelimenin anlamları hakkında şunları söylemiştir:

سَطْر ve سَطَر : Yazılan yazıdan, dikilen ağaçtan ve ayakta duran insanlardan oluşan saf. سَطَرَ فُلاَنٌ كَذَا : Falan kişi şunu satır satır yazdı. Allah buyurur ki:

ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ …Nûn! Yemin olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına (68/Kalem 1); وَالطُّورِ * وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ …Andolsun Tûr’a * Satır satır yazılmış Kitaba (52/Tûr 1-2); yani sağlam korunmuş Kitab’a. سَطْر ’ın çoğulu أَسْطُر, سُطُور ve أَسْطَار şeklinde gelir. Şair şöyle der: 

إِنِّي وَأَسْطَارٍ سُطِرْنَ سَطْرًا *[ لَقَائِلٌ يَا نَصْرُ نَصْرُ نَصْرًا] -233 

233- Yazılmış satırların hakkı için ben, [ey Nasır! ey Nasır! yardım et diyorum.] 

Müberred’e göre; أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ : Eskilerin esâtırı (6/En’âm 25) âyetinde geçen أَسَاطِير kelimesi, أُسْطُورَة kelimesinin çoğuludur; tıpkı أُرْجُوحَة –أَرَاجِيحَ, أُثْفِيَّة-أُثَافِي, أُحْدُوثَة-أَحَادِيث gibi. وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ مَاذَا أَنْزَلَ رَبُّكُمْ قَالُوا أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ : Kendilerine “Rabbiniz ne indirdi” diye sorulduğunda “Bunlar eskilerin masallarıdır” dediler (16/Nahl 24). Yani onların iddialarına göre, vahiy olduğu söylenen şeyin Allah adına yazılan yalan ve iftiralardır. Şu âyet de bu anlamdadır: وَقَالُوا أَسَاطِيرُالاَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلاَ : Kur’ân öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır dediler(25/Furkân 5). 

فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنتَ مُذَكِّرٌ * لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُصَيْطِرٍ : Öğüt ver, çünkü sen; ancak bir öğütçüsün * Onların üzerine zor kullanıcı değilsin (88/Ğaşiye 21-22);

أَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ : Yoksa her şeye hakim olan kendileri midir? (52/Tûr 37).

تَسَيْطَرَ فُلاَنٌ عَلَى كَذَا ve سَيْطَرَ عَلَيْهِ… ifâdeleri, birinin bir şeyin üzerine dimdik durmasıdır. Buna göre Yüce Allah yukarıdaki âyette şunu demiş oluyor: لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِقَائِمٍ وَحَافِظٍ : Sen onların üzerine hükümran ve onları koruyucu değilsin. 

Bu âyetlerde المُسَيْطِر ’in kullanımı, أَفَمَنْ هُوَ قَآئِمٌ عَلَى كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ : Bütün kazandıklarıyla her bir nefsin üzerinde böylesine hükümran olan başka kim vardır? (13/Ra’d 33) âyetteki قَائِم ’in ve وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِحَفِيظٍ : Ben sizin başınızda zorlayıcı/hafiz değilim (6/En’âm 104) âyetindeki حَفِيظ ’in kullanımı gibidir. 

Bazıları bu âyeti, لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِحَفِيظٍ /Sen onların yaptıklarını kaydedici değilsin, şeklinde yorumlamaktadırlar. Buna göre المُسَيْطِر kelimesi, وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ : Yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar (43/Zuhruf 80) âyetindeki كَاتِب ile aynı anlamda olur. Âyette sözü edilen yazı, şu âyette zikredilendir:

أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ إِنَّ ذَلِكَ فِي كِتَابٍ إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ : Allah’ın gökte ve yerde bulunan her şeyi bildiğini bilmiyor musun? Bunların hepsi (O’nun katındaki) bir kitapta kayıtlıdır. Bu, Allah için kolay bir iştir (22/Hac 70). 

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

(*) الْاَوَّل۪ينَ (el-evvelîne): Ragıp el-İsfahânî bu kelimenin anlamları hakkında şunları söylemiştir:

التَّأْوِيل [Te’vîl], asla dönüş anlamına gelen أَوْل kökünden gelmektedir. Onun için dönülen yere مَوْئِل denmiştir. Buna göre تَأْوِيل [te’vîl], bir şeyi, ilmen veya fiilen kendisinden kastedilen manaya çevirmektir. İlim açısından olanına örnek:

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ …Onun te’vilini ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilir (3/Âl-i İmrân 7);

Fiil açısından örnek ise, Şairin şu sözündeki gibidir: 

35- وَلِلأحِبَّةِ أَيَّامٌ تُذَكِّرُهَا 

وَلِلنَّوَى قَبْلَ يَوْمِ اْلبَيْنِ تَأْوِيلُ

35- [Sevgililerin kendilerini hatırlatan günleri vardır] 

Uzaklığın da ayrılık gününden önce bir te’vili/bilgisi vardır.

هَلْ يَنْظُرُونَ إِلاَّ تَأْوِيلَهُ يَوْمَ يَأْتِي تَأْوِيلُهُ…Onların bütün bekledikleri onun te’vîlidir; te’vîli geldiği gün (7/A’râf 53) âyetindeki تَأْوِيلٌ [te’vîl] ise, onun bildiriliş gayesi olan açıklamasıdır/ortaya çıkmasıdır. Yüce Allah’ın:

ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً…Bu, daha hayırlı ve te’vîl açısından daha güzeldir (4/Nisâ 59) sözü ise, mana ve tercüme olarak daha güzeldir, denmiştir. Kimisi de: Âhirette sevap olarak daha güzeldir, demiştir. 

اَلأَوْلُ sonucu gözetilen siyasettir. Bu anlamda أُلْنَا ve إِيلَ عَلَيْنَا denir. 

أَوَّلَ fiili, el-Halîl’e göre, bir hemze, bir vâv ve bir lâm’dan oluşmuştur. Buna göre kalıbı فَعَلَ olmaktadır. İki vâv bir lâm’dan yapılmıştır da denmiştir. O zaman da, أَفْعَلَ kalıbına girer. Birincisi daha fasihtir. Çünkü: دَدَنَ …Dedene gibi birinci ve ikinci harfi عَيْنٌ [ayn] olan maddeler azdır. Birinci görüşe göre, أَوَّل kelimesi, آلَ يَؤُولُ fiilinden alınmıştır ve aslı آوَلَ olup harf çokluğundan medde/uzatması idgam edilmiştir (harfleri iç içe girdirilmiştir). Bu aslında bir sıfattır, çünkü, müennesi أُخْرَى [uhrâ] gibi, أولَى [ûlâ]’dır. 

Buna göre أَوَّل , başkasının kendisi ile sıraya girdiği şeydir ve birkaç şekilde kullanılır: 

Birincisi. Zaman olarak önce gelendir. Abdulmelik evveldir/öncedir, sonra Mansûr gelir, sözü gibi. 

İkincisi. Başkanlıkta başta olan/başta gelip diğerlerinin onun yolunda gitmesidir. Emir evveldir/önce gelir, sonra vezir gelir, sözü gibi. 

Üçüncüsü. Konum ve oran olarak önde olandır. Sözgelimi, Irak’tan dışarıya gidene Kadisiye evveldir, sonra ise Feyd gelir. Mekke’den çıkana ise, Feyd evveldir sonra Kadisiye gelir, sözü gibi. 

Dördüncüsü: Yapı sistemi açısından önde gelendir. Temel evveldir, sonra bina gelir, sözü gibi. 

Yüce Allah’ın sıfatları bağlamında O, evveldir dendiğinde ise, varlıkta hiçbir şey ona yetişemez, O her şeyden önce vardır, anlamına gelir. أَوَّل başkasına ihtiyacı olmayan kimsedir, diyenlerin sözü de bu anlamdadır. O, kendi kendine yeter olandır, diyenlerin sözü de bu manaya gelir. 

Allah buyurur ki: وَأَنَا أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ …Ve ben Müslümanların ilkiyim (6/En’âm 163);

وَأَنَا أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ …ve ben mü’minlerin ilkiyim (7/A’râf 143) âyetlerinin manası, İslâm ve İman konusunda ben kendisine uyulacak kişiyim. Yine buyurur ki:

وَلاَ تَكُونُوا أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ …Onu ilk inkâr eden siz olmayınız (2/Bakara 41). Yani: Siz kâfirlikte kendisine uyulan kişilerden olmayın. 

أَوَّل [ilk] kelimesi, zarf olarak da kullanılır; o zaman zamme üzere mebnî olur. جِئْتُكَ أَوَّلُ sana daha önce de geldim, gibi. Kadim/önce anlamında da kullanılır. جِئْتُكَ أَوَّلاً وَآخِرًا yani: Sana önce de sonra da geldim, gibi. Yüce Allah’ın: أَوْلَى لَكَ فَأَوْلَى …Yazık sana yazık (75/Kıyame 34) sözü tehdit ve korkutmadır; uçurumun kenarında olan kişiye söylenir ki, kendisini ondan sakınsın veya ezilmiş bir hâlde tehlikeden kurtulan adama söylenir ki, ikinci bir kere ona düşmekten sakınsın. Çoğunlukla tekrar edilerek söylenir. Sanki, kişiyi, işinin varacağı sonucu düşünmeye teşvik eder ki, kişi kendini ondan sakındırsın.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

(*) اكْتَتَبَ (ektetebehâ): İftial babından bir fiil olan bu kelimenin iftial babındaki anlamları şu şekildedir: “Ortak olup teberruda bulunmak, yazılmak, kaydolmak, kopya etmek.”

(*) تُمْلٰى (tumlâ): “Koşmak, genişlemek ve uzamak, yazdırmak, imla ettirmek, dikte ettirmek, geçmek, mühlet vermek.”

(*) بُكْرَةً (bukraten): Bu kelimenin sözlüklerdeki anlamları şu şekilde geçmektedir: (Fiil olarak) “Erkenden gelmek, erkenci olmak, herkesten önce koşmak, aceleci olup erkenden davranmak, acele etmek.” (İsim olarak): “sabahın erken vakti, erkenci, bir şeyin ilki, bekaret, erken doğan, bekar kız ya da erkek, masura, makara, erkencilik, bekarlık, orijinal.”

(*) اَص۪يلًا (asîlâ(n)): Fiil olarak “bozulmak, acılaşmak, aslını araştırmak, köküne inmek, kökenine inmek, asaletli olmak, orijinal olmak, soylu olmak, köklü olmak, ikinci-akşam arasında girmek, bir asla dayandırmak” gibi anlamlara gelen bu kelime isim olarak: “asıl, kök, dip, kaide, metot, ilke, usül, ikindi-akşam arası, orijinal, özgün, köklü, soylu, ana, temel” gibi anlamlara gelmektedir.

قُلْ اَنْزَلَهُ الَّذ۪ي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اِنَّهُ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا
Furkân 25 / 6

De ki: O’nu es-semavat’ta ve el-ard’da bulunan bütün gizlilikleri bilen indirdi. Çünkü O, Ğafur’dur, Rahim’dir

Not: Aşağıda bu ayetlere ayet bölünmeleri olmadan verilen manalar vardır. Bu Asım b. Behdele kıraatindeki ayet bölünmelerinin anlamı bölmedeki etkisinin görülmesi için prototip bir denemedir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

تَبَارَكَ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ لِلْعَالَم۪ينَ نَذ۪يرًاۙ اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْلَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا

وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةً لَا يَخْلُقُونَ شَيْـًٔا وَهُمْ يُخْلَقُونَ وَلَايَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا وَلَا يَمْلِكُونَ مَوْتًا وَلَا حَيٰوةً وَلَانُشُورًا

 وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اِفْكٌۨ افْتَرٰيهُ وَاَعَانَهُعَلَيْهِ قَوْمٌ اٰخَرُونَۚ فَقَدْ جَٓاؤُ۫ ظُلْمًا وَزُورًاۚ وَقَالُٓوا اَسَاط۪يرُالْاَوَّل۪ينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ 

تُمْلٰى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَاَص۪يلًا 

 قُلْ اَنْزَلَهُالَّذ۪ي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اِنَّهُ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا

Es-Semavat’ın ve el-Ard’ın mülkü kendisinin olan, alemlere uyarıcı olması için kuluna el-Furkan’ı indiren ilahi hayrın devamlılığını sağladı. O, hiçbir veled edinmedi ve mülkte onun için hiçbir ortak da olmadı. Her bir şeyi o yarattığı için on(lar)a nevi şahsına münhasır ölçü koydu.

(Ama şunlar kalkıp) Ne hiçbir çoğaltmaya ne hiçbir yaşama ne hiçbir ölüme hükmedemeyen kendileri için bile ne herhangi bir zarara ne de herhangi bir faydaya sahip olan, hiçbir şey yaratamayıp kendileri yaratılmışları onun dışında (ondan aşağıda) koruyucular/mabutlar/otoriteler/ilahlar edindiler.

(İşte böylesi) Kafirlik edenler, “bu, onu, başka bir kavmin onun hakkında ona yardım ederek, kendisinin kurgulayıp tasarladığı, bir ifk (gerçeğin ters yüz edilerek yalana dönüştürülmesin)’den başka şey değildir” dediler. Zira bir ilkesizlik ve (sahtesini gerçekmiş gibi gösterdikleri) bir sahtecilik/kalpazanlık sergilemişlerdi. (Sanki biliyorlarmış gibi bir de kalkıp) (Bunlar) “Evvellerin esatirleri…, onları kopya etmiş. O’(nlar) ona aceleyle ve bozularak dikte ettiriliyor” dediler.

De ki: O’nu es-semavat’ta ve el-ard’da bulunan bütün gizlilikleri bilen indirdi. Çünkü O, Ğafur’dur, Rahim’dir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

تَبَارَكَ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ

لِلْعَالَم۪ينَ نَذ۪يرًاۙ اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْلَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا

وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةً لَا يَخْلُقُونَ شَيْـًٔا وَهُمْ

يُخْلَقُونَ وَلَايَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا وَلَا

يَمْلِكُونَ مَوْتًا وَلَا حَيٰوةً وَلَانُشُورًا

وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا 

اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اِفْكٌۨ افْتَرٰيهُ وَاَعَانَهُعَلَيْهِ قَوْم

اٰخَرُونَۚ فَقَدْ جَٓاؤُ۫ ظُلْمًا وَزُورًاۚ وَقَالُٓوا اَسَاط۪يرُ

الْاَوَّل۪ينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلٰى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَاَص۪يلًا

 قُل

 اَنْزَلَهُالَّذ۪ي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اِنَّهُ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا

Es-Semavat’ın ve el-Ard’ın mülkü kendisinin olan, alemlere uyarıcı olması için kuluna el-Furkan’ı indiren ilahi hayrın devamlılığını sağladı. O, hiçbir veled edinmedi ve mülkte onun için hiçbir ortak da olmadı. Her bir şeyi o yarattığı için on(lar)a nevi şahsına münhasır ölçü koydu.

(Ama şunlar kalkıp) Ne hiçbir çoğaltmaya ne hiçbir yaşama ne hiçbir ölüme hükmedemeyen kendileri için bile ne herhangi bir zarara ne de herhangi bir faydaya sahip olmayan, hiçbir şey yaratamayıp kendileri yaratılmışları onun dışında otoriteler edindiler.

(İşte böylesi) Kafirlik edenler, “bu, onu, başka bir kavmin onun hakkında ona yardım ederek, kendisinin kurgulayıp tasarladığı, bir ifk’den başka şey değildir” dediler. Zira bir ilkesizlik ve bir sahtecilik sergilemişlerdi. (Sanki biliyorlarmış gibi bir de kalkıp) (Bunlar) “Evvellerin esatirleri…, onları kopya etmiş. O’(nlar) ona aceleyle ve bozularak dikte ettiriliyor” dediler.

(Sen onlara) De ki: O’nu es-semavat’ta ve el-ard’da bulunan bütün gizlilikleri bilen indirdi. Çünkü O, Ğafur’dur, Rahim’dir.

  1. ONUNCU BAĞLAM
فَاَلْقٰى مُوسٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ
Şu’arâ 26 / 45

Musa asasını bıraktı ve o aniden olduğundan başka hâle sokup farklı gösterdiklerini yutuyor.

Çalışmanın ana konusu olan ifk kelimesi burada bir ism-i mevsulün sıla cümlesinde muzari bir fiil olarak geçmektedir. İsmi mevsul yargı ve zaman bildiren muzari fiili yargı ve zaman bildirmeyen kavrama dönüştürmüştür. İçinde ifk kelimesi bulunan bu ayetin bir benzeri A’raf suresinde de geçmişti.

وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ
A’râf 7 / 117

Musa’ya “asanı bırak” diye vahyettik, o aniden olduğundan başka hâle sokup farklı gösterdiklerini yutuyor.

  1. ON BİRİNCİ BAĞLAM

‘İfk’ kelimesi Mushaf diziliminde 11. kez Şu’arâ suresinin 222. ayetinde mübalağa kalıbında bir ism-i fail olarak gelmektedir. Fakat kelimenin bağlamı 190. ayetten hatta daha da geriden başlamaktadır. Ama bu çalışma temelinde tüm bağlamı ele almamız mümkün değildir. Bu yüzden biz de anlamaya çalıştığımız kelimenin manasının ortaya çıkmasına yeteceğine kanaat getirdiğimiz 190. ayetten başlayacağız.

اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Şu’arâ 26 / 190

İşte bu anlatılan kıssalarda, kesinlikle göründüğünden çok daha fazlasına işaret vardır. Onların çoğu iman edenler olmamışlarsa da!

(*) ذٰلِكَ (żâlike): Bu kelime bir ism-i işarettir ve ism-i işaretler daima bir başka şeye bedel olurlar. Bu ism-i işaretin mübdelun minh’i surenin en başından beri anlatılan kıssaların tamamıdır.

(*) اَكْثَرُهُمْ (ekśeruhum): “Onların çoğu” anlamına gelen bu kelimedeki “onlar” (هُمْ) (hum) zamiri de tıpkı ism-i işaretler gibi daima bir isme bedeldirler. Bu zamirin mübdelun minhi kıssalarda anlatılan inanmayanların hepsidir.

(*) اٰيَةًۜ (âye(ten)): ‘Ayet’ kelimesine “göründüğünden çok daha fazlasını işaret eden şey” gibi uzun bir mana vermemizin gerekçesi, kelimenin anlamının “kendisi ile bir başka varlığa ulaşılan işaret” veya “kendisi ile bir başka varlığın anlaşılmasını sağlayan şey” olmasından dolayıdır. Bu kelime ile ilgili R. el-İsfahânî şu açıklamaları yapmıştır:

Bilgi almak istemede أَيُّ bir şeyin cinsini, türünü sormak, onu belirtmek için kullanılır. Bu hem haberde hem cevap cümlesinde kullanılır.

 أَيّاً مَا تَدْعُوا فَلَهُ اْلأَسْمَاءُ الْحُسْنَى …Hangisini çağırırsanız fark etmez; çünkü O’nun Güzel İsimleri vardır (17/İsrâ 110);

 أَيَّمَا اْلأَجَلَيْنِ قَضَيْتُ فَلاَ عُدْوَانَ عَلَيَّ …iki süreden hangisini bitirirsem bana karşı bir haksızlık edilmeyecek (28/Kasas 28).

الآيَة …Âyet ise, apaçık alâmet, gerçekliği açık olan her şey için kullanılabilir, açıklığı ortaya çıkmamış şeylerden asla ayrılmaz. Bir kişi onların açık kısmını kavradığında, onun bizzat idrak edemediği diğer tarafını da kavradığını anlar. Çünkü, onların her ikisinin de hükmü aynıdır. Bu mahsûsât/maddî hem de ma’kûlât/aklî alanlarda açıktır. Meselâ bir kişi izlediği yolun şartlar ne olursa olsun işaretsiz olmayacağını biliyorsa, işareti bulduğunda, yolu da bulduğunu bilir. Aynı şekilde bir şeyin yaratılmış olduğunu öğrendiğinde, onun bir yaratıcısının da olması gerektiğini bilir. 

الآيَة âyetin türediği kelime ya أَيُّ kelimesidir, çünkü: O, bir şeyi diğerinden ayırmaktadır ya da أَوَى إلَيْهِ sözünden alınmadır. 

Doğru olan ise, آيَة …âyet kelimesinin sağlamlaştırma ve bir şey üzerinde durma anlamına gelen تَأَيُّي sözcüğünden türetildiğidir. Bu anlamda تَأَيَّ denir ki, yumuşak davran demektir ya da أَوَى إِلَيْهِ sözünden alınmıştır. Yüksek binaya da bunun için آيَة …âyet denmiştir;

أَتَبْنُونَ بِكُلِّ رِيعٍ آيَةً تَعْبَثُونَ …Siz her yüksek yere bir âyet (çok yüksek bir bina) dikerek eğlenmek mi istiyorsunuz? (26/Şuarâ 128) gibi. 

Kur’ân’nın bir hüküm bildiren her demetine de âyet denir. Bu bir sure, birkaç cümle veya bir surenin bir cümlesi olabilir. Lafzi açıdan birbirinden ayrılmış her Kur’ân sözüne de âyet dendiğine rastlanmaktadır. Sureleri meydana getiren âyetler, bu son tanıma göre belirlenmiş ve böylece surelerin âyetleri tespit edilmiştir. 

Yüce Allah’ın: إِنَّ فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ ِلآيَاتٍ لِلْمُؤْمِنِينَ …Göklerde ve yerde mü’minler için âyetler vardır (45/Câsiye 3) sözünde geçen âyetler ise, insanların bilgi düzeylerine göre farklılık arz eden, bunlara göre değişik bilgilere işaret eden ma’kûl âyetler demektir. Yüce Allah’ın şu sözü de bunun gibidir:

بَلْ هُو آيَاتٌبَيِّنَاتٌ فِي صُدُورِ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَمَا يَجْحَد بِآيَاتِنَا إِلاَّ الظَّالِمُونَ…Aksine O, apaçık âyetlerdir, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde. Bizim âyetlerimizi zalimlerden başkası inkâr etmez (29/Ankebût 49);

وَكَأَيِّن مِنْ آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ  …Göklerde ve yerde nice âyetler vardır..(12/Yûsuf 105). 

Bu kelime, Kur’ân’da bazı yerlerde آيَة …âyet (tekil), bazı yerlerde ise, آيَاتٌ …âyetler (çoğul) şeklinde zikredilmektedir. Bunun özel bir anlamı vardır, fakat bu kitap o tür konuların açıklandığı bir eser olmadığından bu konulara girmiyoruz. 

وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ آيَةً …Biz Meryem oğlunu ve annesini bir âyet yaptık (23/Mü’minûn 50) sözünde, bir âyet deyip, iki âyet dememiştir; çünkü: Her biri, kendi başına değil, diğeri ile bir âyet olmuştur. Yüce Allah’ın:

وَمَا نُرْسِلُ بِاْلآيَاتِ إِلاَّ تَخْوِيفاً  …Biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz (17/İsrâ 59) sözündeki âyetler ise, bir görüşe göre, çekirge, kımıl, kurbağa ve benzeri gibi önceki ümmetlere gönderilen âyetlerdir. Böylece bunun ancak korkutulmak istenenlere gönderildiğine dikkat çekilmiştir. Bu ise, emir altında bulunanların en düşük derecesidir. Çünkü insan, hayır olan işleri üç şeyden dolayı elde etmek ister: 

1. Arzu ettiğinden veya korktuğundan dolayı. Bu en düşük derecedir. 

2. Elde etmek istediği şeyin övgüye değer olmasından dolayı. 

3. Fazilet/erdem olduğundan dolayı. Bu da, o şeyin kendisi için [bir arzu, korku veya ihtiyaç değil] fazlalık olmasıdır. İşte derecelerin en yükseği budur. 

Bu ümmet, Yüce Allah’ın: كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ  …Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz (3/Âl-i İmrân 110) sözünde ifâde edildiği gibi, ümmetlerin en hayırlısı olduğundan, onları bu düşük dereceden kurtarmış ve içlerinde bulunan cahiller:

فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَاءِ أَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍ  …Bizim üzerimize gökten taş yağdır ya da bize dayanılmaz bir azap ver (8/Enfâl 32) deseler de kendilerine umumi azap gönderilmeyeceğine dikkat çekmiştir. 

Âyetlerden maksat, delillerdir, diyenler de vardır. Böylece onlara sadece deliller gönderileceğine, Yüce Allah’ın: يَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ …Senden acele azap istiyorlar (29/Ankebût 54) beyanında dile getirdiği azaptan onları koruyacağına dikkat çekmiştir. 

آيَة (Âyet) kelimesinin kökeni konusunda üç görüş vardır. Birine göre, kalıbı فَعَلَة ‘dir. Bunun, حَيَاة (hayat] ve نَوَاة (nevât] gibi ikinci harfinin değil, üçüncü harfinin illet harfi olması gerekir, fakat, üçüncü harfinden önce ya harfi geldiğinden, رَايَة (râyet] gibi, bu harfi “sahîh” kılınmıştır. Diğer bir görüş ise, آيَة (âyet] kelimesinin kalıbı فَعْلَة ‘dir. Şeddeli olması istenmediğinden طيِّئُ kelimesinin طَائِيُّ şekline dönüşmesi gibi, bu da dönüşmüştür. 

Bir başka görüş ise, آيَة (âyet], فَاعِلَة kalıbındadır, aslı ise, آيِيَة olup tahfif edilerek آيَة (âyet] olmuştur. Bu görüş zayıftır, çünkü: Tasgirinde أُيَيَّة denmektedir; eğer فَاعِلَة kalıbından olsaydı, أُوَيَّة denmesi gerekirdi.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟
Şu’arâ 26 / 191

Ve şu kesindir ki senin rabbin kesinlikle el-Aziz’dir, er-Rahim’dir

وَاِنَّهُ لَتَنْز۪يلُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ
Şu’arâ 26 / 192

Ve şu da kesindir ki o, elbette rabbi’l alemin’in ikramıdır.

(*) اِنَّهُ (innehu): Bu ifadedeki ‘hu’ zamirinin mercisi iki ayet önceki müzekker işaret ismi olmalıdır.

(*) تنزيل (tenzîlu): Tefil babının mastarı olan bu kelime şu anlamlara sahiptir: (Tef’il babı) “İndirmek, alçaltmak, hafifletmek, ağırlamak, misafire ikram etmek”.

نُزُول : Aslında yüksekten aşağıya inmek, düşmek demektir. Bu anlamda نَزَلَ عَنْ دَابَّتِهِ …bineğinden indi, نَزَلَ فِي مَكَانٍ كَذَا …şöyle bir mekânda konakladı ve أَنْزَلَهُ غَيْرُهُ …Başkası onu konakladı, ifâdeleri bunun değişik kullanımlarıdır. Allah buyurur ki:

وَقُلْ رَبِّ أَنْزِلْنِي مُنْزَلاً مُبَارَكًا وَأَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ …Ve de ki: Rabbim! Beni mübarek bir yere indir. Sen, konuklatanların en hayırlısısın (23/Mü’minûn 29). 

Bir yere konaklamak eylemi hem نَزَلَ بِكَذَا hem de أَنْزَلَهُ şeklide söylenebilir. 

Yüce Allah’ın nimetleri ve belaları kullarının üzerine indirmesi, bunları onlara vermesidir. Bu ya Kur’ân gibi, onun bizzat kendisini indirmek şeklinde olur. Ya da demiri ve elbiseyi indirmesi gibi, onun sebeplerini indirmesi ve ona giden yolu göstermesi şeklinde olur. 

Allah buyurur ki: الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنْزَلَعَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا …Hamd, o Allah’a mahsustur ki kulu (Muhammed’e) kitabı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı (18/Kehf 1);

اللَّهُ الَّذِي أَنْزَلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَالْمِيزَانَ …Bu kitabı ve ölçüyü hakla indirenAllah’tır (42/Şûrâ 17)

لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَأَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْمِيزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِ وَأَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ …Ant olsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır (57/Hadîd 25). 

Yine Allah buyurur ki:وَأَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلأَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ …Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi (39/Zümer 6);

 وَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً طَهُورًا …gökten tertemiz bir su indiren O’dur (25/Furkân 48);

 وَأَنْزَلْنَا مِنَ الْمُعْصِرَاتِ مَاءً ثَجَّاجًا …Yoğunlaşmış bulutlardan şarıl şarıl bir su indirdik (78/Nebe 14);

يَا بَنِي آَدَمَ قَدْ أَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْآَتِكُمْ …Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, (7/A’râf 26);

قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللَّهُمَّ رَبَّنَا أَنْزِلْ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ …Meryem oğlu İsa da: Allah’ım, Rabbimiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki, (5/Mâide 114);

أَنْ يُنَزِّلَ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ …Allah’ın kullarından dilediğine kendi lütuf ve kereminden vahiy indirmesine (2/Bakara 90). 

Azabın indirilmesi/gönderilmesine ilişkin bir misal: Allah buyurur ki:

إِنَّا مُنْزِلُونَ عَلَى أَهْلِ هَذِهِ الْقَرْيَةِ رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ :..Biz şüphesiz bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık (feci) bir azab indireceğiz (dediler)(29/Ankebût 34). 

Kur’ân ve meleklerin birer vasfı olarak geçen إِنْزَال ve تَنْزِيل kelimeleri arasındaki farka gelince, تَنْزِيل , Kur’ân’ın birbirinden ayrı bölümler hâlinde ve birinden sonra bir başkasının geldiğine işaret edilmek istendiğinde kullanılmıştır. إِنْزَال ise, geneldir. 

تَنْزِيل formunun kullanıldığı yerler: Allah buyurur ki:

 نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ اْلأَمِينُ …Onu Rûhu’l-emin (Cebrail) indirdi(26/Şuarâ 193), bu fiil, نَزَّلَ …şeklinde de okunmuştur. 

وَنَزَّلْنَاهُ تَنْزِيلاً …biz onu yavaş yavaş indirdik (17/İsrâ 106);

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَاالذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ …Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız (15/Hicr 9);

وَقَالُوا لَوْلاَ نُزِّلَ هَذَا الْقُرْءانُ عَلَى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ …Yine Onlar: Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi? dediler (43/Zuhruf 31);

وَلَوْ نَزَّلْنَاهُعَلَى بَعْضِ اْلأَعْجَمِينَ …Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, bunu o okusaydı, yine de ona iman etmezlerdi (26/Şuarâ 198);

ثُمَّ أَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَنْزَلَ جُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا …Sonra Allah, Resûlünün üzerine ve mü’minlerin üzerine sekinetini (kalplere huzur veren rahmetini) indirdi ve gözle görmediğiniz ordular indirdi de kendisini tanımayan kâfirleri azaba uğrattı (9/Tevbe 26). 

وَيَقُولُ الَّذِينَ آَمَنُوا لَوْلاَ نُزِّلَتْ سُورَةٌ فَإِذَا أُنْزِلَتْ سُورَةٌ مُحْكَمَةٌ و …Keşke cihad hakkında bir sûre indirilse, derlerdi. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de.. (47/Muhammed 20). 

Bu âyette fiilin birinci formu نُزِّلَ ikincisi ise, أَنْزَلَ şeklinde yer almıştır. Böylece dikkat çekilmiştir ki: Münafıklar, savaş hakkında teşvik edici âyetlerin azar azar inerek gelmelerini ve kendilerini böylece yavaş yavaş onları uygulamalarını önermişlerdir. Birden savaşmaları istenince ondan kaçmışlar ve kendilerine verilen emri yerine getirmemişlerdir. Yani, onlar çoğu öneriyorlar ama azı bile yerine getirmiyorlar. 

إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ …O apaçık Kitab’a ant olsun ki biz onu gerçekten mübarek bir gecede indirdik (44/Duhân 3)

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآَنُ …O Ramazan ayı ki, insanları irşat için, hak ile batılı ayıracak olan Kur’ân onda indirildi (2/Bakara 185)

إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ …Biz o (Kur’ân)nu Kadir gecesinde indirdik (97/Kadir 1). 

Bu âyetlerde geçen fiil formu özellikle, تَنْزِيل olarak değil de إِنْزَال olarak kullanılmıştır. Zira rivâyette denmiştir ki: أَنَ اْلقُرْآَنَ نَزَلَ دَفْعَةً وَاحِدَةً إِلَى سَمَاءِ الدُّنْيَا، ثُمَّ نَزَلَ نَجْمًا فَنَجْمًا …Kur’ân, toplu olarak dünya semasına inmiş, sonra buradan pey der pey bölüm bölüm inmeye başlamıştır. 

Yüce Allah’ın şu sözüne gelince:

اْلأَعْرَابُ أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَأَجْدَرُ أَلاَّ يَعْلَمُوا حُدُودَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ …Bedeviler inkâr ve münafıklık bakımından daha beterdirler, bununla beraber Allah’ın, Resûlüne indirdiği(hükümlerin) sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar (9/Tevbe 97). Burada özellikle inzâl formunun kullanılmış olması, daha genel olmasına matuftur. Zira biz az önce inzâl’in tenzîl’den daha genel olduğunu belirtmiştik. 

لَوْ أَنْزَلْنَا هَذَا الْقُرْآَنَ عَلَى جَبَلٍ لَرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ …Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu baş eğmiş, parça, parça olmuş görürdün (59/Haşr 21). Burada da fiil formunun bu şekilde verilip لَوْ نَزَّلْنَا denmemiş olması çok manidardır. Böylece dikkat çekilmiştir ki: Eğer biz onu bir kerede dağa ihsan etseydik, sana böyle defalarca bahşetmezdik. 

قَدْ أَنْزَلَ اللَّهُ إِلَيْكُمْ ذِكْرًا رَسُولاً يَتْلُو عَلَيْكُمْ آَيَاتِ اللَّهِ مُبَيِّنَاتٍ لِيُخْرِجَ الَّذِينَ آَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ …Allah size bir uyarıcı gönderdi. * Size Allah’ın açık açık âyetlerini okuyan bir elçi (gönderdi) ki inanıp faydalı işler yapanları, karanlıklardan aydınlığa çıkarsın (65/Talâk 10-11). 

Bu âyette geçen zikrin inzâliyle kastedilen mana, Hz. Peygamberin (sas) gönderilmesidir, denmiştir. Hz. İsa’yı nasıl ki, Kelime/Söz diye adlandırmışsa, Onu da Zikr diye isimlendirmiştir. Bu durumda Resûl kelimesi, Zikr kelimesinin yerine bedel olarak tekrar edilmiştir. Kimisi de der ki: Onun zikrinin inzalini kastetmiştir. Bu durumda ise, Resûl kelimesi, Zikr kelimesinin mef’ûlü olur. Yani: Resûl olan bir Zikir. 

Aynı fiilin تَنَزُّل formu ise, bir şeyi indirmek formu gibidir. نَزَلَ اْلمَلَكُ بِكَذَا Melek şunu indirdi, dendiği gibi, تَنَزَّلَ de denebilir. Fakat Yüce Allah için ne نَزَلَ ne de تَنَزَّلَ fiili kullanılabilir. Bazı misaller:

 نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ اْلأَمِينُ …(Resûlüm!) Onu Rûhu’l-emin (Cebrail) indirdi; (26/Şuarâ 193);

 تَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ  …Melekler iner(97/Kadir 4);

وَمَا نَتَنَزَّلُ إِلاَّ بِأَمْرِ رَبِّكَ …(Cebrail dedi ki: Ey Muhammed!) Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz (19/Meryem 64);

 يَتَنَزَّلُاْلأَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ …Emir bunlar arasında iner ki Allah’ın her şeye kâdir olduğunu bilesiniz (65/Talâk 12). 

Uydurulmuş, yalan ve şeytan gelenler için تَنَزُّل formundan başkası kullanılmaz. Allah buyurur ki: وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاطِينُ …Onu şeytanlar indirmedi (26/Şuarâ 210);

هَلْ أُنَبِّئُكُمْ عَلَى مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاطِينُ تَنَزَّلُ عَلَى كُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ …Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günâha, iftiraya düşkün olan herkesin üzerine inerler (26/Şuarâ 221-222). 

نُزُل ise, gelen misafire azık olarak hazırlanan yolluktur. Allah buyurur ki:

فَلَهُمْ جَنَّاتُ الْمَأْوَى نُزُلاً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ …yaptıklarına karşılık bir konukluk olarak me’vâ cennetleri vardır (32/Secde 19)

;نُزُلاً مِنْ عِنْدِ اللَّهِ Allah katından ağırlanacaklardır (3/Âl-i İmrân 198). 

Ateşe girenlerin sıfatı hakkında buyurur ki:

لَآَكِلُونَ مِنْ شَجَرٍ مِنْ زَقُّومٍ فَمَالِئُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ الْحَمِيمِ فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْهِيمِ هَذَا نُزُلُهُمْيَوْمَ الدِّينِ …Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyâfet budur (56/Vâkıa 52-56);

 فَنُزُلٌ مِنْ حَمِيمٍ …İşte ona da kaynar sudan bir ziyâfet vardır(56/Vâkıa 93). 

أَنْزَلْتُ فُلاَنًا deyimi, falanı misafir ettim, demektir. 

Bazen zorluk, felaket de نَازِلَة diye adlandırılır. Bunun çoğulu نَوَازِل şeklindedir. 

Savaşta نِزَال ise, karşılıklı uzlaşma, feragat etmek, saf tutmaktır. 

نَزَلَ فُلاَنٌ deyimi ise, Hac veya Umre’de Minâ’ya gidip orada gecelemektir. Bu anlamda Şair şöyle der: 

436- أَنَازِلَةٌ أَسْمَاءُ أَمْ غَيْرُ نَازِلَةٍ

436- Esma, Minâ’da konaklayacakmı yoksa konaklamayacak mı? 

نُزَالَة ve نُزْل sözcükleri ise, kinâye yoluyla erkeğin erlik suyu, akıntıyı anlatırlar. 

طَعَاٌم نُزُلٌ وَذُو نُزُلٍ ifâdesi, çok güzel bir yemek, manasındadır. 

خَطٌّ نَزِلٌ de, bu çok güzel yemeğe benzetilerek, derli toplu hâle gelmiş, toplanmış çizgi demektir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

(Not: Bundan sonraki üç ayet bölünmesi imkânsız tek cümledir. Bir tek cümlenin bölünüp üç parçaya ayrılması her üçünde de anlam kaybına yol açmaktadır. Biz Asım b. Behdele kıraatinde üç ayet şeklinde bölünen cümleleri bir ayet olarak alacağız.)

Şu’arâ 26/193-194-195

نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ

Bunları (onu), adanmışlardan biri olman için senin kalbine mübin ve berrak bir lisan ile Ruhu’l Emin indirdi.

(*) بِهِ (bihi): Bu ifadedeki ‘hu’ zamirinin mercisi de daha önceki ‘hu’ zamirlerinin kendisine döndüğü 191. ayetteki ism-i işaret (ذٰلِكَ) (żâlike) olmalıdır. Yani bu surede anlatılan kıssaları.

(*) الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ (er-rûhu-l-emîn(u)): Meal ve tefsirlerde ‘Cebrail’, ‘Ruhu’l Kuds’ ve bu ayette geçen ‘Ruhu’l emin’ kelimelerinin hepsine “Cebrail” denmiştir. Bu üç kelimenin onun üç farklı sıfatla anılması anlamına gelmesi mümkündür ama eğer Kur’an’da üç farklı ifade varsa mutlaka ifadeleri farklı kullanmanın anlama da katkısı var demektir. Bu sıfat tamlamasındaki kelimelerin anlamları şu şekildedir.

(*) الرُّوحُ (er-rûhu) Sulasi mücerred fiil olarak: “Gitmek, akşamüzeri gitmek, ölmek, bir işe koyulmak, başlamak, dalmak, sürdürmek, rüzgarlı olmak, kokmak, yaptığı şeyden zevk almak, alışkın olmak, ayak arası geniş olmak, geniş olmak” (if’al babı) “dinlendirmek, rahatlamak, rüzgara tutulmak, vermek, kokmak, soluk almak, yorgunluktan sonra dinlenmek, rahat bırakmak” (tef’il babı) “akşam vakti gitmek, koku sürmek, canlandırmak, hayata kavuşturmak, rahatlatmak, havalandırmak, yellemek, dinlendirmek, rahatlamak” (müfaale babı) “aynı şeyi nöbetleşe yapmak” (iftial babı) “yetinmek, razı olmak, sevinmek, zevk almak” (tefaul babı) “dönüşümlü olmak, nöbetleşe yapmak (tefa’ul babı) “boy atmak, kokuyu almak, akşam vaktinde gitmek, yürümek, kokmak, yüz tutmak” (istif’al babı) “dinlenmek, rahata kavuşmak, yorgunluğu gitmek, sakinleşmek, mola vermek istemek, sevinmek, koklamak, hayata kavuşturmak, sarkmak.”

Fiil olarak bu anlamlara gelen kelime mastar veya isim olarak şu manalara gelmektedir:

Ravhau………………yayvan

Eryahu………………geniş, bol.

Eryahiyyun……Cömert, eli açık kişi, cömert ve hoş sohbet, iyilik yapmayı seven kişi.

Raihun………………Akşam üzerin giden, çok rüzgarlı.

Raihatun (ç) revaihu….koku, akşam yağmuru.

Ra’hun……………Alkollü içki (müennes olur). El ayaları. Rahatlık, huzur, rüzgârlı.

Rahatun……… Rahatlık, tatil, istirahat, refah, huzur, konfor, bayan eş, hanım, gelin.

Revahun…………Gidiş, ayrılış, terkediş. Akşamleyin gitmek. Her zaman, her işinde.

Ruhun……………(müzekker ve müennes aynıdır) Can, ruh, öz, cevher.

Ruhu’l kelam…………….Sözün özü, sözün ana fikri, özeti.

El-Ervahu’l habis………Şeytanlar.

Ervahu’t tahirat………..Melekler

Hafifu’r ruhi……………Sevecen, sevimli

Tavilu’r ruhi……………Sabırlı, uysal, yumuşak huylu.

Amelun la ruhi fihi…….Etkisi olmayan eylem, tesirsiz iş.

(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)

Bu kadar geniş anlamlara sahip bu kelimenin anlamları hakkında İsfahânî şunları söylemiştir:

رَوْح ve رُوح temelde birdirler; ama رُوح nefse isim yapılmıştır. Şair ateşi anlatırken şöyle der: 

202- فَقُلْتُ لَهُ ارْفَعْهَا إِلَيْكَ وَأَحْيِهَا 

بِرُوحِكَ وِاجْعَلْهَا لَهَا قِيتَةً قَدْرًا 

202- Ona dedim ki; ateşi kendine çek ve onu canlandır; 

Ruhunla [Nefesinle] ve ateşe ölçülü, yavaş bir şekilde üfle. 

Zira nefs ruhun bir bölümüdür. Bu, tıpkı insanın hayvan diye isimlendirilmesi gibi nevin; cinsin isimi ile isimlendirilmesidir. Ruh; hayatın, hareketin, menfaatleri elde etmenin ve zararları defetmenin kendisiyle meydana geldiği cüzüne isim olmuştur. İşte şu âyette zikredilen budur:

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِقُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي: Sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (17/İsra 85).

وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي : Ona ruhumdan üfledim(15/Hicr 29). 

Yüce Allah, ruhu, mülkü olduğu için kendi nefsine izafe etmiş; bununla da onu şereflendirmiş ve yüceltmiştir. Tıpkı şu âyetlerde olduğu gibi:

وَطَهِّرْ بَيْتِيَ : Evimi temizle (22/Hac 26);

يَا عِبَادِيَ : Ey Kullarım! (39/Zümer 53). Meleklerin ileri gelenleri de ruh diye isimlendirilirler:

يَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُوَالْمَلائِكَةُ صَفًّا : O gün Rûh ve melekler, sıra sıra dururlar(78/Nebe’ 38);

تَعْرُجُ الْمَلائِكَةُ وَالرُّوحُ : Melekler ve Ruh yükselirler (70/Meâric 4). 

Cebrail şu âyette Ruh: نَزَلَ بِهِ الرُّوحُالْأَمِينُ : Onu Güvenilir Ruh indirmiştir (26/Şu’arâ 193); şu âyetlerde ise Ruhul kudüs diye isimlendirilmiştir:

قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ : De ki: “Ruhulkudüs onu indirdi” (16/Nahl 102); وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ : Onu Ruhulkudüs’le güçlendirdik(2/Bakara 153). 

Şu âyette de Hz. İsa, ölüleri dirilttiği için Ruh diye isimlendirilmiştir:

 وَرُوحٌ مِنْهُ : Kendisinden bir Ruh’la(4/Nisâ 171).

Kur’ân’a da; وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ : Âhiret yurdu gerçek hayattır (29/Ankebût 64) âyetinde belirtilen âhiret hayatına vasıta olduğu için şu âyette Ruh denilmiştir:

وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا : İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik (42/Şûra 52). 

رَوْح…Nefes alıp vermektir. أَرَاحَ اْلإِنْسَانُ İnsan nefes alıp verdi. فَرَوْحٌوَرَيْحَانٌ : Ona rahatlık ve reyhânvardır (56/Vakıa 89) âyetinde geçen رَيْحَانٌ kelimesi kokusu olan şey; bazılarına göre ise rızık anlamındadır. Şu âyette, yenen tane’ye رَيْحَان denir:

وَالْحَبُّ ذُو الْعَصْفِ وَالرَّيْحَانُ : Yapraklı ve hoş kokulu taneler(55/Rahman 12). 

Bir bedeviye, “Nereye?” diye soruldu; o da şöyle cevap verdi: أَطْلُبُ مِنْ رَيْحَانِ اللهِ : Yani Allah’ın rızkını aramaktayım. Fakat bu kelimenin asıl anlamı yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Hadiste de şöyle rivâyet edilmektedir:

“ اَلْوَلَدُ مِنْ رَيْحَانِ اللهِ : Çocuk Allah’ın reyhanındandır/güzel kokulu bitkisindendir.” Bu tıpkı şairin şöyle dediğine benzer: 

يَا حَبَّذّا رِيحُ الْوَلَدْ *** رِيحُ الْخُزَامَى فِي الْبَلَدْ -203 

203- Çocuğun kokusu ne güzel! 

Memleketteki lavanta çiçeği kokusu. 

Hadisin anlamı şu da olabilir: “Çocuk Allah’ın rızkındandır.” رِيح /Rüzgâr: Bilinmektedir. “O, hareket eden havadır” şeklinde tanımlanmaktadır. Yüce Allah’ın tekil formuyla rüzgâr gönderdiğini zikrettiği her yerde ondan kasıt azap; çoğul formuyla zikrettiği her yerde ise rahmettir. 

Tekil forma örnekler:

إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا : Biz onların üstüne şiddetli bir kasırga gönderdik(54/Kamer 19);

فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًاوَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا : Biz onların üzerine bir kasırga ve sizin görmediğiniz ordular gönderdik (33/Ahzâb 9);

كَمَثَلِ رِيحٍ فِيهَا صِرٌّ : Dondurucu bir rüzgâra benzer (3/Âl-i İmran 117);

اشْتَدَّتْ بِهِ الرِّيحُ : Rüzgârın hışımla saçıp savurduğu (14/İbrahim 18). 

Çoğul forma örnekler:

وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ : Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik (15/Hicr 22);

وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ يُرْسِلَ الرِّيَاحَ مُبَشِّرَاتٍ : Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi O’nun âyetlerindendir(30/Rûm 46);

وَهُوَ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَبُشْرًا : Rüzgârları müjde olarak gönderen O’dur (7/A’râf 57). 

اللَّهُ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا : Allah rüzgâr göndererek bulutu sürer (30/Rûm 48). Bu âyetin rahmet anlamında olması daha açıktır. Âyetteki bu kelime, çoğul olarak da [الرِّيَاحَ şeklinde] okunmuştur; sahih olan da budur. Kimi zaman istiâre yoluyla “galip gelme” anlamında da kullanılır:

وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ : Rüzgârınız/Kuvvetiniz elden gider (8/Enfâl 46). 

أَرْوَحَ الْمَاءُ : Suyun kokusu değişti. Bu kokuşmayla alâkalıdır. رِيحَ اْلغَدِيرُ يُرَاحُ : Gölet rüzgârla savruldu, savrulmaktadır. أَرَاحُوا : Rüzgâra girdiler/kapıldılar. دُهْنٌ مُرَوَّحٌ : Hoş kokulu yağ. Hadiste şöyle rivâyet edilmektedir:

“ لَمْ يَرَحْ رَائِحَةَ الْجَنَّةِ : Cennet kokusunu alamaz.” Hadisteki لَمْ يَرَحْ sözü, لَمْ يَجِدْ / bulamaz / alamaz anlamındadır. 

مَرْوَحَة : Rüzgârın estiği yer. مِرْوَحَة /Yelpaze: Rüzgâr estiren alet. رَائِحَة : Rüzgâr esintisi. رَاحَ فُلاَنٌ إِلَى أَهْلِهِ : Falan kişi ailesine gitti. Bu söz şu iki anlamda söylenmiş olabilir: Sözü edilen şahıs, ailesine rüzgâr gibi hızlı gitmiş; veya ailesine dönmekle onlara hoş bir mutluluk vermiştir. 

رَاحَة kelimesi رَوْح kökünden gelmektedir. اِفْعَلْ ذَلِكَ فِي سَرَاحٍ وَرَوَاحٍ : Şu işi serbest ve rahat bir şekilde yap. مُرَاوَحَة : Bir işi iki kişinin nöbetleşe yapmasıdır. رَوَاح kelimesi istiâre yoluyla, insanın gün ortasında istirahat ettiği zaman için kullanılır. Bu anlamdan şöyle denilmektedir:

أَرَحْنَا إِبَلَنَا : Develerimizi barınaklarına koyduk.

أَرَحْتُ إِلَيْهِ حَقَّهُ : Hakkını ona verdim, sözü de

أَرَحْتُ اْلإِبِلَ : Develeri barınaklarına yerleştirdim, anlamından istiâre edilmiştir. مُرَاح : Develerin barındığı yerdir. تَرَوَّحَ الشَّجَرُ وَرَاحَ يَرَاحُ : Ağaç yaprak çıkardı. 

رَوْح kelimesinden genişlik anlamı düşünülmüş ve قَصْعَةٌ رَوْحَاءُ /geniş çanak, denilmiştir. وَلاَ تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِاللّهِ : Allah’ın ravhinden ümidinizi kesmeyin (12/Yûsuf 87); yani Allah’ın ferahlık vermesinden ve O’nun rahmetinden. Bu da رَوْح kelimesinin içerdiği anlamlardan biridir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Bu açıklamalar göre, الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ (er-rûhu-l-emîn(u)) ifadesindeki الرُّوحُ (er-rûhu) kelimesine ya vahiy getirmesinden dolayı kelimenin sözlüklerdeki “gidip gelmek” anlamı üzerinden ya insan fıtratına, özüne aslî özellikleri kazandıran şeyler getirmesinden dolayı “öz” anlamı üzerinden ya da bu işle görevlendirilmesi göz önüne alarak “yetkili, etkili” anlamı üzerinden anlam verilmelidir. Biz meale bu kelimenin anlamını “yetkili” olarak yansıttık. Tüm Kur’an’a bakınca Allah resullerine ondan başka kitap getiren kimse yoktur. Bu da vahiy hususunda onun “en yetkili kişi” olduğu anlamına gelmektedir.

(*) قَلْبِكَ (kalbike): Kur’an’ın “hitap” olduğunu söyleyenler buradaki ‘kalb’ kelimesini de “kan pompalayan organ” olarak anlamışlardır. Oysa hem Kur’an “hitap” olarak değil “kitap” olarak indirilmiştir hem de Kur’an’daki ‘kalb’ kelimeleri “kan pompalayan organ” anlamında değildir. Fakat bu konu bu çalışmanın konusu değildir. Bu bağlamda bir bahis açmamak için ayetteki ‘kalb’ kelimesini hiç çevirmeden meale yansıttık.

(*) الْمُنْذِر۪ينَۙ (el-munżirîn(e)): Meal ve tefsirlerde hemen hemen geçtiği her yerde bu kelimeye “uyarmak (uyarıcılar, uyarı)” anlamı üzerinden manalar verilmiştir. Filhakika kelimenin bu anlamları da vardır. Fakat kelime geçtiği her bağlamda bu anlamda olmamalıdır. Bizim kanaatimize göre bu ayette geçen الْمُنْذِر۪ينَ (el-munżirîn(e)) kelimesi “uyarıcılar” değil “kendisini adayanlar” anlamına gelmektedir. Ayete, ayetin öncesine ve sonrasına baktığımızda bu anlam daha uygun görünmektedir. İsfahânî bu kelimenin anlamı için şunları söylemiştir:

نَذْر : Kişinin kendisi için zorunlu olmayan bir şeyi, bir işin olması şartına bağlı olarak üzerine zorunlu kılmasıdır. نَذَرْتُ لِلَّهِ أَمْرًا …Allah için bir şeyi adadım, deyimi de bundandır. Allah buyurur ki:

إِنِّي نَذَرْتُ لِلرَّحْمَنِ صَوْمًا …Ben Rahmâna bir oruç adadım. (19/Meryem 26);

وَمَا أَنْفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ أَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُهُ …Her ne çeşit nafaka verdinizse veya ne türlü bir adak adadınızsa, Allah onu kesinlikle bilir (2/Bakara 270). 

إِنْذَار ise, içinde korku bulunan haber vermedir. Nasıl ki, تَبْشِير de, içinde sevinç bulunan haberdir. Allah buyurur ki:

 فَأَنْذَرْتُكُمْ نَارًا تَلَظَّى …Ben sizi köpürdükçe köpüren bir ateşe karşı uyardım (92/Leyl 14);

فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ …Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semud’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım(41/Fussilet 13);

وَاذْكُرْ أَخَا عَادٍ إِذْ أَنْذَرَ قَوْمَهُ بِاْلأَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتِ النُّذُرُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ …Âd kavminin kardeşi Hud’u hatırla. Hani O, Ahkâf denilen yerde kavmini uyarmıştı. O’ndan önce ve sonra da nice uyarıcılar gelip geçmiştir. (46/Ahkâf 21);

وَالَّذِينَ كَفَرُوا عَمَّا أُنْذِرُوا مُعْرِضُونَ …İnkâr edenler uyarıldıkları şeyden yüz çeviriyorlar (46/Ahkâf 3). 

Yine Allah buyurur ki: لِتُنْذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنْذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لاَ رَيْبَ فِيهِ …şehirlerin anasını ve etrafındakileri uyarasın ve hakkında hiç şüphe olmayan kıyamet gününün dehşetine karşı onları uyarasın (42/Şûrâ 7);

 لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَا أُنْذِرَ آَبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ …Babaları uyarılmamış ve kendileri de gafil olan bir kavmi, çok güçlü ve çok merhametli olan Allah’ın indirdiği (Kur’ân) ile uyarasın (36/Yâsîn 6). 

نَذِير ise, uyaran kişidir. Bu kavram, insan olsun başka bir şey olsun, uyarma niteliği taşıyan her şey için kullanılır. 

قَالَ يَا قَوْمِ إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُبِينٌ …Dedi ki, Ey kavmim! Gerçekten ben size açık bir uyarıcıyım (71/Nûh 2);

وَقُلْ إِنِّي أَنَا النَّذِيرُ الْمُبِينُ …De ki: Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım (15/Hicr 89);

وَمَا أَنَا إِلاَّ نَذِيرٌ مُبِينٌ …Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım (46/Ahkâf 9);

أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَاءَكُمُ النَّذِيرُ …Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti (35/Fâtır 37);

 نَذِيرًا لِلْبَشَرِ …İnsanlar için bir uyarıcı olarak (74/Müddesir 36). 

نُذُر ise, kelimesinin çoğuludur. Allah buyurur ki:

هَذَا نَذِيرٌ مِنَ النُّذُرِ …Bu da ilk uyarıcılardan bir uyarıcıdır (53/Necm 56) yani: Daha önce gelmiş olan peygamberlerden biridir. Allah buyurur ki:

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِالنُّذُرِ…Semûd da o uyarıları yalanladılar (54/Kamer 23)

وَلَقَدْ جَاءَ آَلَ فِرْعَوْنَ النُّذُرُ …Firavun Ailesine de kesinlikle uyarıcılar gelmiştir (54/Kamer 41);

كَذَّبَتْ عَادٌ فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ …Âd (kavmi) da yalanladı, azabım ve uyarılarım nasıl oldu? (54/Kamer 18). 

قَدْ نَذِرْتُ deyimi ise, ben bunu bildim ve ondan sakındım, demektir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

İlk anlamı “adamak, nezretmek” olan kelimenin “uyarıcı” anlamının da olduğu doğrudur. Fakat birinin uyarıcı olması için önce o işe kendisini adaması lazımdır. Çünkü resullerin yaptığı uyarı tek bir seferlik uyarı değildir. Onlar resul olduktan sonra hayatlarının sonuna kadar kendilerini bu işe adayarak uyarmaya devam etmektedirler. Dolayısıyla resullerin adanmışlıklarını da ön plana çıkarak bu kelimeye her bağlamda “uyarıcı” anlamı vermek o adanmışlığın görülmemesine yol açmaktadır. Bu yüzden biz kelimeye bu bağlamda “adanmışlar” anlamı verilmesinin daha isabetli olduğuna kanaat getirdik.

(*) بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍ (Bilisânin ‘arabiyyin mubîn(in)): Bu bağlamda zincirleme sıfat tamlaması olan bu ifadeler üzerinde durmamız çalışmanın hacmini oldukça büyütecektir. Bu ifadelerle ilgili oldukça fazla söz söylediğimiz için bu konuya bu bağlamda değinmeden geçiyoruz.

Şu’arâ 26/193-194-195

نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ

Bunları (onu), kendisini adayanlardan biri olman için senin kalbine açıklayıcı ve son derece berrak bir lisan ile Ruhu’l Emin (güvenilir yetkili) indirdi.

Ruhu’l emin (güvenilir yetkili) bunları, kendisini adayanlardan biri olman için senin kalbine benzersiz ve berrak bir lisan ile indirdi.

(Not: Birinci meal özellikle ‘Ruhu’l Emin’ ifadesinin altını çizmektedir. Bunun sebebi ilerleyen ayetlerde bunu indirenin “şeytanlar” olmadığının söylenecek olmasıdır. Bu yüzden birinci mealin bağlama daha uygun olduğu kanaatindeyiz.)

(Not: En sondaki sıfatlar arasına koyduğumuz “ve” bağlacının gerekçesi, sondaki her iki kelimenin de ‘lisan’ kelimesine sıfat olmasından dolayıdır.)

وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ
Şu’arâ 26 / 196

Kuşkuşuz ki bunlar, “evvelinlerin zuburları”nda da bulunmaktadır.

(*) زُبُرِ (zuburi): Bu kelimenin sözlüklerdeki anlamı şu şekildedir. (Sülasi) “İki omzunun arası büyük olmak, azarlamak, kovmak, defetmek, hakaret edip kovmak, yazmak, iyi yazmak, gereksiz olanı temizlemek, vazgeçirmek, alıkoymak, engel olmak, örmek, bir şeyin etrafını taş vb. şeylerle çevrelemek,” (tef’il babı) “yazmak” Kelime isim olarak şu manalarda kullanılmaktadır:

Tezbiratun…………………yazı, yazı şekli, hat, çizgi.

Zebrun……………………..Yazmak, kuyu vb.etrafına taş duvar örmek.

Zibrun (ç) zuburun…………Kitap, yazılan şey, yazı.

Zeberun……………………..hepsi, tümü, bütünü.

Zeburun……………………..yazılan şey, kitap.

Zebirun………………………kitap, yazılan şey, yazı.

(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)

R. el-İsfahânî aynı kelime ile alâkalı olarak şu açıklamaları yapmıştır.

زُبْرَة : Büyük bir demir parçasıdır. Çoğulu, زُبَر şeklinde gelir:

آتُونِي زُبَرَالْحَدِيدِ : Bana demir kütleleri getirin(18/Kehf 96).

Saça da زُبْرَة denir; çoğulu زُبُر şeklinde gelir ve istiâre yoluyla bölünen şeyler için de kullanılmaktadır:

فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًا : Onlar din konusunda aralarında bölük bölük oldular(23/Mü’minûn 53); yani din konusunda değişik guruplara ayrıldılar. زَبَرْتُ الْكِتَابَ : Kitabı kalın bir yazıyla yazdım. 

Kalın yazıyla yazılan her kitaba, zebur ismi verilir. Zebur, Hz. Dâvud’a inen Kitab’a özel isim olmuştur:

وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا : Dâvud’a da Zebur’u vermiştik (4/Nisâ 123);

وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ : Andolsun, Zikir’den sonra Zebur’da şunu yazmıştık (21/Enbiyâ 105). زُبوُر (ز ) harfinin zammıyla da okunmuştur. Bu kelime, زَبُور ’in çoğuludur. Tıpkı ظَرِيف ’in çoğulu ظُرُوف geldiği gibi; veya زِبْر ’in çoğuludur. زِبْر , tıpkı كِتَاب gibi isim yapılan bir mastardır. Sonra زُبُر şeklinde çoğul yapılmıştır; tıpkı كِتَاب ’in كُتُب şeklinde çoğulu yapıldığı gibi. 

Kimisi, ilâhî kitaplardan anlaşılması zor olan her kitabın Zebur diye isimlendirildiğini söyler. Allah buyurur ki:

وَإِنَّهُ لَفِي زُبُرِ الْأَوَّلِينَ …O, şüphesiz daha öncekilerin zübüründe / kitaplarında da vardır(26/Şu’arâ 196);

فَإِنْ كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ جَآؤُوا بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِوَالْكِتَابِ الْمُنِيرِ : Eğer seni yalanladılarsa,açık deliller, zübür ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla itham edilmişlerdi (3/Âl-i İmran 184);

أَمْ لَكُمْ بَرَاءةٌ فِي الزُّبُرِ : Yoksa sizin için zübür’de bir beraat mı var? (54/Kamer 43);

وَكُلُّ شَيْءٍ فَعَلُوهُ فِي الزُّبُرِ : İşledikleri her şey, zübür’de mevcuttur. 

Bazılarına göre zebûr, şer’î hükümleri değil, sadece aklî hükümleri içeren kitabın adıdır. Kitab ise, ahkâm ve hikmetleri içeren şeyin ismidir. Hz. Dâvud’a inen Zebûr’un hiçbir hükmü içermemesi, buna delil teşkil etmektedir. زِئْبُرُ الثَّوْبِ (Elbisenin görünen dikişi), bilinmektedir. أَلأَزْبَر : Omzunun çıkıntısı büyük olan kişiye denir. Bu anlamdan, kızan kişiye; هَاجَ زَبْرَؤُهُ : Omzu hiddetlendi, denir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

(*) زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ (zuburi’l evvelin): Bu ifadedeki ‘evvelin’ kelimesi üzerinde daha önce işlediğimiz Furkân suresi 5. ayet bağlamında geniş açıklamalarda bulunmuştuk. İsfahânî özetle kelimenin anlamını şu şekilde açıklamıştı:

Buna göre أَوَّل , başkasının kendisi ile sıraya girdiği şeydir ve birkaç şekilde kullanılır: 

Birincisi. Zaman olarak önce gelendir. Abdulmelik evveldir/öncedir, sonra Mansûr gelir, sözü gibi. 

İkincisi. Başkanlıkta başta olan/başta gelip diğerlerinin onun yolunda gitmesidir. Emir evveldir/önce gelir, sonra vezir gelir, sözü gibi. 

Üçüncüsü. Konum ve oran olarak önde olandır. Sözgelimi, Irak’tan dışarıya gidene Kadisiye evveldir, sonra ise Feyd gelir. Mekke’den çıkana ise, Feyd evveldir sonra Kadisiye gelir, sözü gibi. 

Dördüncüsü: Yapı sistemi açısından önde gelendir. Temel evveldir, sonra bina gelir, sözü gibi. 

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Bu açıklamalara göre ayette geçen الْاَوَّل۪ين (evvelin) kelimesi, “kendilerinden sonra gelenlerin onlara göre sıraya girdiği kişiler” anlamına gelmektedir. Kelimenin marife gelmesi kastettiği kişilerin bahsinin ya açıkça ya da kinaye yolu ile Kur’an’da yapılmış olduğu anlamına gelmektedir. Müfessir ve meal yazarları bu kelimeye genelde “öncekiler” manası vermişlerdir. Onların bu manadan kastettikleri şey, geçmiş zamanda yaşayanlardır. Oysa İsfahânî’nin kelime ile ilgili açıklamalarını temel aldığımızda geçmiş zamanda yaşayanlar kimine göre ‘evvel’ kimine göre ‘ahir’ olacaktır. Mesela, kişinin babası o kişi için ‘evvel’dir ama babası için de onun babası ‘evvel’dir. Birilerine “öncekiler” diyebilmek için bir referans noktası alınması şarttır. Aynı kelime Hadid suresinde Allah’ın sıfatlarından biri olarak geçmiştir.

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
Hadid 57 / 3

O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir (TDV meali).

Mesela; الْاَوَّل۪ين (evvelin) kelimesine geçtiği her bağlamda “öncekiler” manası vermiş olan bu mealin yazarları, bu ayette Yüce Allah’a sıfat olarak gelen kelimeye “ilk” manası vermişlerdir. Oysa her iki kelime de aynı kelimedir. Sadece biri tekil diğeri çoğuldur. Bu ayette kelimeye verilen manayı temel aldığımızda الْاَوَّل۪ين (evvelin) kelimesine “ilkler, ilk olanlar” manası verilmesi gerekmektedir. Bütün varlıkların tamamını yaratan O olduğu ve tüm varlıklar ona göre sıraya girdiği için Hadid suresinde Yüce Allah’a sıfat olarak gelen kelimeye “evveli olmayan evvel” manası vermek şarttır. Çünkü ondan daha evvel olan kimse yoktur, olamaz da.

Bu kelimenin yaratılmış varlıklar için kullanılması durumunda ister “öncekiler” isterse de “ilkler” manası verilsin mutlaka bir şeyin referans noktası alınması gerekmektedir. Çünkü Yüce Allah’tan başka hiç kimse mutlak manada evvel değildir. Her kim olursa olsun mutlaka onun da bir evveli vardır. Mesela, M.S. 1011 yılı 2022 yılını yaşayan bizler için evveldir ama M.S. 110 yılında yaşayanlar 1011 yılında yaşayanlardan daha evveldir. Bu zinciri “evveli olmayan evvele” kadar uzatmak mümkündür. İşte bu durumda ayette hem de marife olarak geçen ‘evvelin’ kelimesinin kim ya da ne referans alınarak ‘evvelin’ dendiğinin tespiti önem arz etmektedir.

Biraz empati yaparak bu ayetin M.S. 617 yılında indiğini düşünelim. Bu durumda eğer ‘evvelin’ derken M.S. 617 yılından evvel olanlar kastediliyorsa bu 617 yılından ta Yüce Allah’a kadar uzanan oldukça geniş ve anlaşılmaz bir evvel olacaktır. Yok eğer ‘evvelin’ derken Allah resulü Muhammed referans noktası alınıyorsa bu durumda ‘evvelin’ kelimesi Muhammed’den daha evvel gelmiş resulleri kastediyor olacaktır. Bu durumda زُبُرِ (zubur) kelimesinin anlamlarından çoğunun “kitap, yazıt” olduğunu göz önüne aldığımızda زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ (zuburi’l evvelin) ifadesi “Muhammed’den evvel gelmiş resullerin kitapları/yazıtları/yazmaları” anlamına gelecektir.

Fakat bu anlam ister istemez şu soruyu beraberinde getirecektir. Peki neden direkt olarak ‘kitap’ ve ‘rusul’ kelimeleri kullanılarak ‘kutubi’r rusuli min kablik’ (senden önceki resullerin kitapları) veya ‘kutubi’r rusuli’l evvelin’ (evvelki resullerin kitapları) denmemiştir de ‘zuburi’l evvelin’ denmiştir?

Şu kesindir ki eğer Kur’an (isterse aynı durumlar ve hatta aynı kişiler için olsun), farklı kelimeler kullanıyorsa, bu farklı kullanımların anlam üzerinde mutlaka bir etkisi var demektir.

Ortaya çıkan bu haklı soruyu cevaplamak için yine içinde ‘zuburi’l evvelin’ kelimesinin geçtiği ayete biraz daha yakından bakmak gerekmektedir. Çünkü bu soru, gayet kısa olan bu (وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ) (Ve-innehu lefî zuburi-l-evvelîn(e)) ayetteki وَاِنَّهُ (innehu) ifadesindeki ‘hu’ zamirinin mercisini tespit etmeyi zorunlu kılmaktadır. Çünkü “‘evvelin’ olanların ‘zubur’larında” bulunan şey işte bu ‘hu’ zamirinin mercisidir. “Bir zamirin mercisi kendisinden önce aranır” kuralı gereği geriye doğru tarama yaptığımızda bu zamirin mercisinin 190. ayette geçen (zalike) olduğunu görmekteyiz. Hatırlanacağı üzere o ayet bağlamında işaret isimlerinin bedel olarak kullanılan kelimeler olduğunu ve bu kelimenin kendisinden bedel olduğu (mübdelun minh) şeyin kendisinden önce anlatılan tüm kıssalar olduğunu belirtmiştik. Ayete verdiğimiz meal şöyleydi.

اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Şu’arâ 26 / 190

İşte bu anlatılan kıssalarda, kesinlikle göründüğünden çok daha fazlasına işaret vardır. Onların çoğu iman edenler olmamışlarsa da!

Bu durumda ‘hu’ zamirinin mercisi ‘zalike’ olduğuna ve bu kelimenin de surede anlatılan kıssalardan bedel olduğuna göre:

وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ
Şu’arâ 26 / 196

Kuşkuşuz ki bunlar, ilk olanların yazıtlarında bulunmaktadır.

İlk olanların ‘zubur’larında bulunan şey bu surenin başından beri anlatılan kıssalardır. O halde kıssalara bakarak hem referans noktasını hem de neden “evvelki resullerin kitapları” değil de ‘zuburi’l evvelin’ dendiği sorusuna cevap bulmak için kıssada anlatılan kıssaların kimlerle alâkalı olduğuna bakmak gerekmektedir. Buna göre surede şu kıssalar anlatılmaktadır:

  1. 10-68. ayetler arasında Musa kıssası
  2. 69-104. ayetler arasında İbrahim kıssası
  3. 105-122. ayetler arası Nuh kıssası
  4. 123-140. ayetler arası Hud kıssası
  5. 141-159. ayetler arası Salih kıssası
  6. 160-175. ayetler arası Lut kıssası
  7. 176-190. ayetler arası Şuayb kıssaları (Ashabu’l Eyke)

İşte “‘evvelin’lerin ‘zubur’unda” bulunanlar bunlardır. Bu durumda ‘evvelin’ kelimesinin içine kıssaları anlatılan bu resuller girmemiş olacaktır. Daha önce işlediğimiz Şu’arâ 194. ayette geçen قَلْبِكَ (kalbike) (senin kalbin) ifadesindeki “sen” zamirini referans noktası aldığımızda, ‘evvelin’ olanlar “sen” denilen kişinin evvelindeki ama Şu’arâ suresinde kıssaları anlatılanların ‘ahiri’ndeki yani sonrasındaki resuller olacaktır.

Surede anlatılan kıssaların bir kronoloji takip etmediği açıktır. Çünkü Musa İbrahim’den sonradır ama ilk onun kıssası anlatılmıştır. Aynı şekilde İbrahim Nuh, Hud ve Salih’ten sonradır ama onlardan önce İbrahim kıssası anlatılmıştır. Bu durumda kıssada anlatılanları bir sıralamaya tabi tutmak gerekecektir. Her ne kadar bazı noktalara katılmasak da müktesebata göre Şu’arâ suresinde kıssaları anlatılan resullerin geliş sıralaması şu şekildedir:

  1. Nuh
  2. Hud
  3. Salih
  4. İbrahim
  5. Lut
  6. Musa
  7. Şuayb

İşte bu kıssalar ‘evvelin’lerin ‘zubur’larında da olan kıssalardır. O halde ‘evvelin’ denilenler “sen” denilen resulden önce ama Şuayb’tan sonrakiler olmaktadır.

Bir kronoloji olmasa bile Şuayb sonrası resulleri Kur’an’dan çıkarmamız mümkündür. Davut, Süleyman, Yunus, Eyüp, Lokman, Zekeriya, Yahya, İsa, el-Yesa, İlyas kesinlikle Musa’dan sonra yaşamış resullerdir. İşte buna göre “sen” denilerek kendisine hitap edilen resulü “Muhammed” olarak aldığımızda ‘evvelin’ bunlar olmaktadır. Daha iyi anlaşılsın diye bu durumu bir tablo ile göstermeye çalışalım.

“Sen” denilerek referans alınan resul

‘EVVELİN’ olanlar

Kıssaları ‘zuburi’l evvelin’de de geçen resuller

“Sen” zamiri ile kendisine hitap edilen “Muhammed”.

İsa, Zekeriya, Yahya, Yunus, Lokman, Eyüp, el-Yesa, İlyas, Süleyman, Davut.

  1. Nuh
  2. Hud
  3. Salih
  4. İbrahim
  5. Lut
  6. Musa
  7. Şuayb

Fakat bu tespit, “Neden ‘önceki resullerin kitapları’ denmedi de ‘zuburi’l evvelin’ dendi?” sorusuna cevap olmamaktadır.

Hâlâ cevaplanmamış bu haklı soruyu cevaplamak için önce bir şeye dikkat çekeceğiz. Kur’an’ın birçok yerinde genel olarak resuller ve o resullerle beraber ‘el-kitap’ gönderildiği belirtilmektedir (mesela bkz. Bakara 2/213). Fakat yukarıdaki tabloda ‘evvelin’ olarak gösterdiğimiz resullerin Kur’an’da anlatılan kıssalarında kendisine “kitap” verildiğinden bahsedilen tek resul İsa’dır. Diğerleri ‘el-kitap’ ile direkt değil dolaylı olarak ilintilendirilmektedirler. Mesela, Âl-i İmrân ve Meryem surelerinde kıssaları eş zamanlı olarak anlatılan Zekeriya, İsa ve Yahya’dan sadece İsa’nın ‘el-Kitap’, ‘İncil’, ‘Tevrat’ ve ‘Hikmet’ ile alâkası kurulmaktadır (bkz: Âl-i İmrân 3/48). Bunun yanında yine ‘evvelin’lerden olan Davut da ‘el-kitap’ ile direkt olarak hiç alâkalandırılmamakta ve hatta ona verilen şeyin de ‘Zebur’ olduğu söylenmektedir. Davut ile alâkalı olarak şu da çok dikkat çekicidir. Diğer resullere ‘el-kitab’ın ulaştırılması ile alâkalı olarak “indirdik, verdik ve vahyettik” kelimeleri kullanılırken Davut ile alâkalı sadece “Bir ‘zebur’ verdik.” ifadesi kullanılmaktadır.

وَرَبُّكَ اَعْلَمُ بِمَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيّ۪نَ عَلٰى بَعْضٍ وَاٰتَيْنَا دَاوُ۫دَزَبُورًا
İsrâ 17 / 55

Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Davud’a da Zebur’u verdik (TDV meali).

اِنَّٓا اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ كَمَٓا اَوْحَيْنَٓا اِلٰى نُوحٍ وَالنَّبِيّ۪نَ مِنْ بَعْدِه۪ۚ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَوَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَع۪يسٰى وَاَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهٰرُونَ وَسُلَيْمٰنَۚ وَاٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ زَبُورًاۚ
Nisâ 4 / 163

Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbâta (torunlara), İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebûr’u verdik (TDV meali).

Bahsettiğimiz bu durum yukarıdaki Nisâ 163. ayette çok net bir şekilde görülmektedir. Ayette 12 resul ismi sayılarak “onlara vahyettik” denilirken Davut hepsinden ayrılarak “Davut’a bir ‘zebur’ verdik.” denilmektedir. Yine bu ayette bizim tabloda ‘evvelin’ler arasında gösterdiğimiz “Eyyüp, Yunus ve Süleyman” içinde “vahyettik” kelimesi kullanılmaktadır ama bu ayette vahyedilen şeyin ‘el-kitap’ olduğu söylenmemektedir. İşte bu durum ‘zubur’ ve ‘kitap’ kelimelerine farklı yaklaşmamız gerektiğini göstermektedir. Ayrıca aşağıdaki ayetler direkt olarak ‘el-kitap’ ile ‘zubur’ kelimesini zaten ayrı saymaktadır.

فَاِنْ كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ جَٓاؤُ۫ بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ
Âl-i İmrân 3 / 184

(Resûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla itham edildi (TDV meali).

بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِۜ وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Nahl 16 / 44

Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an’ı indirdik (TDV meali).

وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۚ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالزُّبُرِ وَبِالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ
Fâtır 35 / 25

Eğer seni yalanlıyorlarsa (üzülme), onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. (Oysa ki) peygamberleri onlara açık âyetler (mucizeler), sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirmişlerdi (TDV meali).

(Not: Ne yazık ki böylesi ilkesiz meal yazarları yüzünden sürekli asıl konumuzdan uzaklaşıp Yüce Allah’ın kelimelerine verilen bu meallerdeki bile bile görmezden gelmeler üzerinde durmak zorunda kalmaktayız. Yukarıdaki mealin sahipleri üç ayette hepsi de marife hepsi de aynı kalıpta hepsi de çoğul olan ‘ez-zubur’ kelimelerine hem kelimenin sözlük ve hatta ıstılah anlamları içinde olmayan anlamlar vermiş hem de birine başka diğerine başka manaları uygun görmüşlerdir. Âl-i İmrân 3/84 ve Fâtır 35/25. ayette geçen ‘ez-zubur’ kelimesine “sahifeler”, Nahl 16/44. ayette geçene ise “kitaplar” manası vermişlerdir. Bu ilkesizliği bir kenara bırakarak devam edelim.)

Yukarıya aldığımız üç ayetin üçünde de resullerin üç şeyle geldikleri söylenmiştir:

  1. ‘Beyyinat’
  2. ‘Ez-Zubur’
  3. ‘El-Kitap’

İşte bu durum kesinlikle ‘ez-zubur’ ile ‘el-kitap’ kelimelerinin birebir aynı şeyler olmadığını küçücük bile olsa aralarında farklar olduğunu göstermektedir. Tekrar belirtelim ki ‘ez-zubur’ kelimesinin “sahifeler” şeklinde bir anlamı bulunmamaktadır kaldı ki Kur’an’da “sahifeler” anlamına gelen ‘suhuf’ kelimesi zaten 9 kez kullanılmıştır. (bkz: Tâ-Hâ 20/133 – Zuhruf 43/71 – Necm 53/36 – Müddessir 74/52 – Abese 80/12 – Tekvir 81/10 – Alak 18, 19 – Beyyine 98/2)

وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
Enbiyâ 21 / 105

Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: “Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır” diye yazmıştık (TDV meali).

(Not: Bir ilkesizlik de bu ayette vardır ama bu sefer ilkesizliği yapan meal yazarları değil kıraat imamlarıdır. Normal şartlarda bu ayette marife ve tekil olarak geçen ‘ez-zebur’ kelimesinin de çoğul olarak ‘ez-zubur’ şeklinde harekelenmesi gerekmektedir. Çünkü Davut’a verilen ‘zebur’ iki ayette geçmektedir ve ikisi de nekradır. Kıraat imamlarının “Davut” bağlamında bile geçmeyen bu ayetteki kelimeyi hem marife hem de tekil olarak harekelemelerinin arkasında Zemahşerî’nin bu ayete getirdiği, tefsirindeki şu açıklamalar vardır.)

Gerçek şu ki; Tevrat’tan sonra Zebur’da da şunu yazdık: Yeryüzüne Benim salih kullarım mirasçı olacaktır.

(Zemahşerî / El-Keşşaf)

Şaʻbî Rahimehullâh [v. 104/722] Zebur’un Hazreti Davud (a.s)’ın kitabı olduğunu söylemiştir. الذِّكْرِ  ise Tevrat’tır. Zebur’un, peygamberlere indirilen bütün kitaplar için cins ismi olduğu, zikrin ise Ümmü’l-Kitâb yani Levh-i Mahfuz olduğu da söylenmiştir.

(Zemahşerî / El-Keşşaf)

Ayetin metnindeki ‘ez-Zikr’ kelimesini direkt “Tevrat” diye çevirmekten çekinmeyen Zemahşerî, tefsirini yaptığını Kur’an’ı hiç mi okumamıştır da Kur’an’da iniş sıralamasında Davud’a verilen ‘zebur’dan sonra indirildiği söylenen ‘Tevrat’ı Davut’tan öncesine almaktadır. Bu yanlış bilgi böylesi ulema yüzünden insanların kafasına yerleşmiş ve en sonunda ‘Tevrat’ın Musa’ya verilen kitabın adı olduğu algısı bir imana dönüşmüştür. Oysa Kur’an’ın tamamında Musa’ya verilene ‘el-kitap’ denmektedir ve ‘Tevrat’ın da Musa’dan sonra indirildiği bildirilmektedir. Nasıl olacak da ‘ez-zikr’ Tevrat olacak? Böylesi yanlış bilgiler yüzünden ipin ucu kaçmakta ve durum çözülemez bir düğüme dönmektedir. “La Havle ve La Kuvvete İlla Billah”

Yukarıdaki ayette geçen kelimeyi tekil alsak bile ‘ez-zikr’ den sonra “‘ez-zebur’da da yazdık” cümlesinden yine de Musa’ya verilen ‘el-kitap’tan sonrakilerin ‘ez-zebur’ diye adlandırıldığını görmekteyiz. Musa ile İsa arasında gelen vahiylerle alâkalı olarak kullanılan kelimeleri toparlarsak şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır:

İSA

(Musa ve İsa arası)

MUSA

‘Kitap’, ‘Hikmet’, ‘İncil’, ‘Tevrat’

‘Zebur’ (nekra olarak), ‘ez-Zebur’ (marife olarak), ‘ez-Zubur’ (marife ve çoğul olarak), ‘el-kitap’, ‘Tevrat’

‘Kitap’ ve ‘Furkan’ (Bakara 2/53), ‘ez-Zikr’.

İşte bu duruma göre Musa ile İsa arasındaki resullerin ellerinde bulunanına ‘ez-Zebur’ denmektedir. İsa ile ilgili bağlamların tamamında İsa’ya ‘el-kitap’, ‘el-hikmet’, ‘Tevrat’ ve ‘İncil’in öğretileceği söylenmektedir ama tek bir kere bile kendisinden önce verildiği belirtilen ‘ez-zebur’ ve ‘ez-zubur’un öğretileceğinden hiç bahsedilmemektedir. İşte bu durum Şu’arâ 26/196. ayette anlamaya çalıştığımız ‘zuburi’l evvelin’ ifadesinin bir dönemi işaret ettiğini göstermektedir. Öte yandan bir sonraki ayette ‘ulemau beni İsrail’ ifadesi geçecek ve bu kıssaları onların da bildiğinden bahsedilecektir. Bilindiği gibi gerek ‘beni İsrail’ gerekse de Yahudiler hem İsa’yı resul olarak kabul etmemektedirler hem de ona verilen İncili tanımamaktadırlar. Oysa Hıristiyanların tamamı önce Yahudilerin ellerindeki “eski ahit” dedikleri kitaba daha sonra da “yeni ahit” dedikleri İncil’e inandıklarını söylemektedirler. Ve Şu’arâ suresinde anlatılan kıssaların tamamı “yeni ahit”te değil “eski ahit”te geçmektedir. İşte bizim kanaatimize göre ayette ‘zuburil evvelin’ denmesinin gerekçesi budur. Çünkü eğer “önceki kitaplar” denseydi İsa’ya verilen kitabın içinde bu kıssalar bulunmadığı için yanlış bir söz olacaktı.

Aslında konu bizim buraya aktardıklarımızdan çok daha geniştir. Ama bilindiği gibi bu çalışmanın konusu ‘ifk’ kelimesidir. Bu yüzden Şu’arâ 196. ayetin mealini verip devam edeceğiz.

وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ
Şu’arâ 26 / 196

Kuşkuşuz ki bunlar, “evvelinlerin zuburlarında da bulunmaktadır.

(*) Okuyucunun, konunun bizim bu bağlamda anlattıklarımızdan çok daha geniş olduğunu unutmaması ve çok daha detaylı çalışmaların yapılması gerektiğini görmesi için ‘Zubur’ ve ‘evvelin’ kelimelerini meale olduğu gibi aldık, mana vermedik.

اَوَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ اٰيَةً اَنْ يَعْلَمَهُ عُلَمٰٓؤُ۬ا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ
Şu’arâ 26 / 197

Onlara, İsrail’in oğullarının ulemasının da bunları (kıssaları) bilmesi kanıt olmamış mıydı?

وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلٰى بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ َقَرَاَهُ عَلَيْهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ مُؤْمِن۪ينَۜ
Şu’arâ 26 / 198

Eğer biz bunları, bunları onlara okuyan o ea’cemilerden birine indirmiş olsaydık, yine de bunlara inanmazlardı.

Eğer biz bunları, ea’cemilerden birine indirmiş olsaydık, ona inanmıyor olsalardı bile o bunları onlara okurdu.

(Not: Asım b. Behdele kıraatinde iki ayet sayılan bu cümle “şart-cevap” cümlesidir ve bu cümleyi bölmenin imkânı yoktur.)

(*) بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ (ba’di-l-a’cemîn(e)): Düz bir çeviri ile “‘ea’cemi’lerden bazısı” anlamına gelen bu ifadeye “‘ea’cemi’lerden biri” anlamı vermemizin gerekçesi hemen bu kelimeden sonra gelen ‘qarae’ kelimesinin tekil olmasından dolayıdır.

(*) مَا كَانُوا بِه۪ مُؤْمِن۪ينَۜ (mâ kânû bihi mu/minîn(e)): Verdiğimiz ikinci mealde bu cümle, cevap cümlesinde hal cümlesi olarak alınmıştır. Zil hal olan kelime ‘aleyhim’deki ‘hum’ zamiridir.

كَذٰلِكَ سَلَكْنَاهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۜ
Şu’arâ 26 / 200

(Not: Bu ayete meal vermeden önce bazı durumların açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Çünkü bu ayetin de önceki iki ayette geçen cümlenin bir parçası olma durumu vardır. Bu cümle meallerde şu şekilde geçmektedir.)

Biz onu, suçlu-günahkarların kalbine işte böyle işlettik…… (A. Bulaç meali).

Onu, günahkârların kalplerine böyle soktuk…… (B. Bayraklı meali).

Onu günahkârların kalplerine böyle soktuk…… (TDV meali).

Biz onu (Kur’an’ı), suçluların kalplerine (gözlerinin içine) böylece soktuk. (M. Okuyan meali).

Biz onu, suçluların kalblerine öyle soktuk…… (S. Ateş meaali).

Biz onu mücrimlerin kalblerine öyle sokmuşuzdur…… (Elmalılı meali)

Bu meallerin tamamına göre cümleden şöyle bir şey anlaşılmaktadır. Kendisine “o” denilen bir şey vardır ve o şey mücrimlerin kalplerine sokulmuştur. Peki nasıl sokulmuştur? “İşte böyle” sokulmuştur. Bu durumda “işte böyle, böyle, öyle” ifadeleri bir şekli belirtiyor olması gerekmektedir. Zaten meallerdeki “böyle, öyle” ifadeleri “bu şekilde” anlamına gelmektedir. O zaman sorulması gereken soru “ne şekilde?” sorusudur.

Meal yazarlarının “işte böyle, böyle, öyle” anlamını verdikleri كَذٰلِكَ (kezalike) ifadesi diğer ism-i işaretlerde olduğu gibi daima bedel olarak kullanılırlar. Bu kelimenin mutlaka bir mübdeulün minh yerine kullanılması gerekmektedir. Kendisinden önceki ayette كَذٰلِكَ (kezalike) ifadesine mübdelün minh olacak bir şeyden bahsedilmemektedir hatta bir önceki ayette olmuş bir şeyden değil “olmamış” bir şeyden bahsedilmektedir.

Eğer bu كَذٰلِكَ (kezalike) kelimesinin mübdelün minhi kendisinden önceki cümlede anlatılanlarsa, kendisinden önceki cümle yargı bildirmeyen şart-cevap cümlesidir. Üstelik bu şart cümlesi geçmiş zaman içindir ve لَوْ (lev) edatıyla kurulan geçmiş zaman şart-cevap cümlelerinde anlam her zaman “şöyle olsaydı böyle olurdu” şeklindedir. İşte bu anlam fahval hitap “ama öyle olmadı” şeklinde bir arka plan barındırmaktadır. Bu durumu bir önceki ayetteki şart-cevap üslubu üzerinde biraz detaylıca durarak açmaya çalışalım. Bir önceki ayette şart cümlesi şudur.

لَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلٰى بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ (Velev nezzelnâhu ‘alâ ba’di-l-a’cemîn(e)) …… “Eğer biz bunları ea’cemilerden bazısına indirseydik”

İşte bu cümledeki “indirseydik” ifadesinin arka planında “biz bunları ea’cemilerden birine indirmedik ama eğer indirseydik” şeklinde bir anlam vardır. Zaten geçmiş zaman ile ilgili söylenen “indirseydik” sözünün başka bir manaya gelmesi mümkün değildir. Yani bu şart cümlesinde belirtilen şeyler olmuş olan şeyler değil “eğer böyle yapsaydık, şöyle olurdu” anlamına gelen olmamış şeylerdir. Bu durumda كَذٰلِكَ (kezalike) ifadesinin bu kendisinden önceki söyleme bedel olması mümkün değildir. Çünkü kendisinden önceki ayet olmuş bir şeyden değil olmamış bir şeyden bahsetmektedir. Daha da açmak için yukarıya aldığımız meal yazarlarının bu ayete ve bu ayetten önceki şart-cevap cümlesine ne şekilde mana verdiklerine bakalım.

Diyanet Vakfı Meali

198, 199, 200 – Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, bunu onlara o okusaydı, yine ona iman etmezlerdi. Onu günahkârların kalplerine böyle soktuk.

Mehmet Okuyan Meali

198,199, 200 – Biz Kur’an’ı, Arap olmayanlardan birine indirseydik de onu kendilerine (farklı bir dilde) okusaydık yine de ona inanmazlardı. Biz onu (Kur’an’ı), suçluların kalplerine (gözlerinin içine) böylece soktuk.

Daha fazlasına gerek yoktur çünkü hepsi bunlarla tıpatıp aynıdır. Bu iki meale dikkat edilirse 198 ve 199. ayetteki ifadeler “indirseydik – okusaydık (m.o) – okusaydı (tdv) – etmezlerdi” şeklinde, olan şeylerden değil, olmamış ama eğer olsaydı şöyle olurdu anlamında olduğu görülecektir. Ama 200. ayete verilen meale dikkat edilirse bu sefer daha öncesinde bir şey yapılmış ve o yapılmış şey örnek getirilerek, “işte bu şekilde biz onu mücrimlerin kalbine soktuk” denmiş olmaktadır. Oysa önceki ayet “olmamış ama olması durumunda şöyle olurdu” demektedir. Bu durumda كَذٰلِكَ (kezalike) ifadesinin önceki ayette söylenenlere bedel olması mümkün değildir.

Bizim kanaatimize göre 200. ayette 198 ve 199 şeklinde bölünen ama aslında tek bir cümle olan şart-cevap cümlesinin bir parçasıdır. Yani bölünmesi imkânsız olan ve bölünmesi durumunda üçü de anlamını yitirecek olan bir tek cümle üç parçaya bölünerek anlamın üstü örtülmüştür. Buna göre üç ayet olarak bölünen tek cümlenin meali şu şekilde olmalıdır.

Şu’arâ 26/198-199-200

وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلٰى بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ َقَرَاَهُ عَلَيْهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ مُؤْمِن۪ينَۜ كَذٰلِكَ سَلَكْنَاهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۜ

Eğer biz bunları, ea’cemilerden birine indirmiş olsaydık, ona inanmayacak olsalardı bile o bunları onlara okurdu, nitekim (en nihayetinde – sonuçta – böylece) yine de bunları mücrimlerin aklına (kalbine) sokardık.

لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَۙ
Şu’arâ 26 / 201

(Not: Uzun uzun anlatıp sözü uzatmaya gerek yoktur. Bu ayet de yukarıdaki cümlenin kopmaz parçasıdır. Parçalanmaz bir bütün olan cümleler sırf ses uyumu için kırparak bölük pörçük hâle getirilmiştir. Biz bu ayeti de yukarıdaki cümleye dahil edip şu manayı vermenin hem insafa hem imana hem Kur’an’a hem de nahive daha uygun olduğuna inanıyoruz.)

Şu’arâ 26/198-199-200-201

وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلٰى بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ َقَرَاَهُ عَلَيْهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ مُؤْمِن۪ينَۜ كَذٰلِكَ سَلَكْنَاهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۜ لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَۙ

Eğer biz bunları, ea’cemilerden birine indirmiş olsaydık, ona inanmayacak olsalardı bile o bunları onlara okurdu, nitekim (en nihayetinde – sonuçta – böylece) yine de bunları, elim bir azabı görene kadar bunlara inanmayacak mücrimlerin aklına (kalbine) sokardık.

Eğer biz bunları, ea’cemilerden birine indirmiş olsaydık, ona inanmıyor olsalardı bile o, yine de bunları onlara okurdu, böyle olsaydı bile biz bunları, elim bir azabı görene kadar bunlara inanmayacak mücrimlerin kalbine (aklına) yine de sokardık.

فَيَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَۙ فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنْظَرُونَۜ
Şu’arâ 26 / 202

O (azap) onlara hiç farkında değillerken ansızın gelirdi de ardından “bize mühlet verilmez mi” derlerdi.

اَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ
Şu’arâ 26 / 204

Hâlâ azabımızın bir an önce gelmesini istiyorlar mı?

Şu’arâ 26/205-206-207

اَفَرَاَيْتَ اِنْ مَتَّعْنَاهُمْ سِن۪ينَۙ ثُمَّ جَٓاءَهُمْ مَا كَانُوا يُوعَدُونَۙ مَٓا اَغْنٰى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يُمَتَّعُونَۜ

(Şu söyleyeceğimizi) Anladın mı şimdi? Onları saygıdeğer olanlarla bir tutsaydık ardından da tehdit edildikleri şey onlara gelseydi, bir tutuluyor olmaları yine de onlara bir değer katmazdı.

Onları değerli olanlarla bir tutsaydık ardından da tehdit edildikleri şey onlara gelseydi, bir tutuluyor olmalarının onlara bir zenginlik (değer) katmayacağını şimdi anladın mı?

(Not: Nahiv açısından bölünmesi imkânsız bir bütün olan bu ayet, Asım b. Behdele kıraatinde üç ayet olarak bölünmüştür.)

(*) اَفَرَاَيْتَ (eferaeyte): Nahiv açısından bu ayetin ilk irabı اَفَرَاَيْتَ (eferaeyte) fiil + fail, cümlenin geri kalanı ise mefulü bih’tir. “Anladın mı?” diye sorulan şey cümlenin tamamında söylenen şeydir. Bu yüzden yukarıdaki iki mealden ikincisinin daha isabetli bir meal olduğu kanaatindeyiz.

(*) مَتَّعْنَا (mette’ûn(e)): Tefil babından bir fiil olarak geçen bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir: (metaa – mutuan) “Son derece iyi olmak, çok kıymetli olmak, çok değerli olmak,” (emtea – imtaen): “bir şeyi sevip ona devam etmek, faydalanmak, istifade etmek, uzatmak” (mettea – temtian): “faydalandırmak, zevklendirmek, uzatmak” (temettaa – temettuan): “faydalanmak, iyi olmak, birleştirmek, iki farklı şeyi bir yapmak (mesela: umre ile haccı birleştirmek anlamına gelen temettü haccı gibi)” (Karslı).

مُتُوع kelimesi, uzama ve yükselme demektir. Bu bağlamda مَتَعَ النَّهَارُ …Güneş yükseldi denir. Bitki ilk çıkarken biraz yükselmeye başladığında مَتَعَ النَّبَاتُ denir. 

مَتاَع hoş vakit geçirme demektir. Bu anlamda مَتَّعَهُ اللهُ بِكَذَا، وَأَمْتَعَهُ‎‎؛ وَتَمَتَّعَ بِهِ Allah ona mutlu bir hayat verdi, onu hayatının tadına erdirdi ve o da bunun tadına erdi, denmektedir. 

Yüce Allah da bu manada şöyle buyurur:

 وَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ …ve onları bir süre daha bu dünyada faydalandırdık (10/Yûnus 98);

 نُمَتِّعُهُمْ قَلِيلاً …Onları az bir süre faydalandırırız (31/Lokmân 24);

 فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلا …İnkar edeni de az bir müddet faydalandırırız (2/Bakara 126)

 سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ …Ama birçok toplulukları da faydalandıracağız, sonra onlara can yakıcı bir azap vereceğiz(11/Hûd 48). 

Kur’ân-ı Kerim’de تَمَتَّعُوا fiili, dünya ile ilgili olarak geçtiği tüm yerlerde tehdit için kullanılmıştır. Bunun sebebi, fiilin genişleme/rahatlık anlamını da taşımasıdır. 

اِسْتَمْتَعَ fiili ise, faydalanmayı istedi, demektir. Yüce Allah bu anlamda buyurur:

 اِسْتَمْتَعَ بَعْضُنَا بِبَعْضٍ …Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık (6/Enam 128)

فَاسْتَمْتَعُوا بِخَلاقِهِمْ فَاسْتَمْتَعْتُمبِخَلاَقِكُم كَمَا اسْتَمْتَعَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ بِخَلاَقِهِمْ …Sizden öncekiler, hisselerince faydalandıkları gibi siz de hissenizce faydalandınız (9/Tevbe 69). 

Yüce Allah’ın şu sözü: وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ …Yeryüzünde bir müddet için yerleşip faydalanacaksınız (2/Bakara 36), her kişinin dünyadan belirli bir müddet faydalanacağına dikkat çekmektedir. 

Yüce Allah’ın: قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ …De ki: Dünyadan faydalanma çok azdır (4/Nisâ 77) sözü ise, âhiretin yanında dünyaya itibar edilmeyeceğine ilişkin bir uyarıdır. Buna göre Yüce Allah’ın: فَمَا مَتَاعُالْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ قَلِيلٌ …Oysa dünya hayatından faydalanma âhirete göre pek azdır (9/Tevbe 38) sözü de, âhiret ile karşılaştırıldığında, anlamına gelir. 

Yüce Allah şöyle buyuruyor: وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ مَتَاعٌ…dünyadaki hayat âhiret yanında sadece kısa bir faydalanmaktan ibarettir (13/Ra’d 26). 

Ev eşyasına da مَتَاع adı verilmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ابْتِغَاء حِلْيَةٍ أَوْ مَتَاعٍ …Süslenmek veya faydalanmak için (13/Ra’d 17). 

مَتَاع ve مُتْعَة kelimeleri, herhangi bir şekilde kendisinden faydalanılan şeylere denir. Yüce Allah’ın şu sözü bu manaya göredir: وَلَمَّا فَتَحُوا مَتَاعَهُمْ…Eşyasını açtıkları zaman (12/Yûsuf 65); yani, azıklarını/yiyeceklerini. Burada, yiyecek, مَتَاع diye adlandırılmıştır. Bazılarına göre de, buradaki meta kelimesi, kap demektir. Gerçek şu ki: Kap ve yemek birbiriyle bağlantılıdırlar. Çünkü yemek kabın içinde idi. 

Yüce Allah’ın وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ …Boşanan kadınlara uygun bir surette faydalandırma vardır (2/Bakara 241). 

مَتَاع ve مُتْعَة boşanan kadına bekleme müddetince faydalanması için verilen nafakadır. Bu anlamda أَمْتَعْتُهَا ve مَتَّعْتُهَا denir. Kur’ân’da bu anlamların ikincisi kullanılmıştır. Misal: فَمَتِّعُوهُنَّ وَسَرِّحُوهُنَّ …Onları faydalandırın ve serbest bırakın (33/Ahzâb 49). Yüce Allah şöyle buyuruyor: وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدْرُهُ …Onları zengin kendi çapına, fakir kendi çapına uygun bir şekilde faydalandırın (2/Bakara 236). 

مُتْعَةُ النِّكَاحِ deyimi, bir adamın bir kadınla belli bir müddete kadar belli bir miktar mal karşılığında beraber olmak üzere anlaşması, müddet dolunca da boşanmadan ayrılması demektir. 

مُتْعَةُ اْلحَجِّ terimi, Hacca, Umre ilave ederek her ikisini birlikte yapmak demektir. Allah buyurur ki: فَمَنْ تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ إِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ …Hacca kadar Umreden faydalanabilen kimseye kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir (2/Bakara 196). 

شَرَابٌ مَاتِعٌ ifadesinin, kırmızı şarap olduğu söylenmiştir. Doğrusu kalitesinden dolayı hoşa giden şarap demektir. Kırmızılık direkt kendisinin değil, kalitesinin bir özelliğidir. 

جَمَلٌ مَاتِعٌ deyimi, güçlü deve demektir. 

Şair şöyle der: 

وَمِيزَانُهُ فِي سُورَةِ البرِّ مَاتِعُ – 

Terazide onun iyilikteki şerefi çok yücedir. 

Yani: Daha ağır ve daha fazladır.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

(*) سِن۪ينَۙ (sinîn(e)): Meal ve tefsirlerin tamamında sulasi mücerred kök harfleri س ن و (sin + nun + vav) olan ve anlamı “ışık saçmak, parlamak, yükselmek, yüksek olmak, değerli olmak, kıymetli olmak, saygın olmak, mümkün olmak” anlamlarına bu kelimeye “seneler” anlamı verilmiştir. Fakat sözlüklerde sulasi mücerred kökünde fiil olarak “yıllanmak, üzerinden yıllar geçmek” isim olarak “sene, yıl” anlamına gelen kelimenin kök harfleri س ن ه (sin + nun + he) olarak geçmektedir. Müfredatta kök harfleri س ن و (sin + nun + vav) olan kelime ile ilgili açıklama sadece aşağıdaki kadardır.

سَنَا : Parlayan ışık. سَنَاء : Yükseklik/yücelik. سَانِيَة : Kendisiyle sulanılan şeydir/su dolabı; yüksekliğinden dolayı bu şekilde isimlendirilmiştir. Allah buyurur ki: يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِالاَبْصَارِ : Şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır (24/Nûr 43): سَنَتِ النَّاقَةُ تَسْنُو : Deve su dolabıyla/çarkıyla toprağı suladı.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Bizim bir cümle olarak aldığımız ayet, şart-cevap cümlesi olmasına rağmen Asım b. Behdele kıraatinde hem de şart cümlesi bile ikiye bölünerek ve cevap cümlesini de ayrı bir ayet olarak göstererek üç parçaya bölünmüştür. Meal ve tefsirler şart cümlesinin yarısı olan Asım b. Behdele kıraatine göre Şu’arâ suresinin 205. ayeti sayılan şart cümlesine (اَفَرَاَيْتَ اِنْ مَتَّعْنَاهُمْ سِن۪ينَۙ) (eferaeyte in metta’nâhum sinîn(e)) tek bir istisnası dahi olmadan “gördün mü, eğer onları yıllarca faydalandırsak” şeklinde mana vermişlerdir. Oysa ayette geçen مَتَّعْنَاهُمْ (mettea) kelimesine “faydalandırmak” anlamı verilmesi durumunda anlamın “yıllarla faydalandırsak” şeklinde olması gerekmektedir. Yani bu durumunda faydalandırılan şey “yıllar” olmaktadır. Ama hem ayetteki سِن۪ينَۙ (sinin) kelimesinin sözlük anlamları içinde böyle bir anlam yoktur hem de “yıl” anlamına gelen kelime bu değil kök harfleri س ن ه (sin + nun + he) olan başka kelimedir. Kaldı ki soyut bir zaman ölçü birimi olan “yıl” kendisinden faydalanılacak bir meta da değildir.

(*) مَٓا اَغْنٰى (Mâ aġnâ): Şart cümlesinin cevap fiili olarak gelen bu kelimesin sözlük anlamları şudur: “(sulasi): zengin olmak, muhtaç olmamak, ihtiyacı olmamak, ikamet etmek, vatan edinmek, yerleşmek, yetinmek (eğna–iğnaen): “zengin kılmak, zenginleştirmek, faydası olmak, fayda vermek” (Karslı).

وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا لَهَا مُنْذِرُونَۗ ذكرى وَمَا كُنَّا ظَالِم۪ينَ
Şu’arâ 26 / 208

Zikir ile ikaz etmeyen uyarıcıları bulunmayan karye(ler)’den hiçbirinin durumunu bozmadık (izini silmedik – yok etmedik – helak etmedik – etkisiz hâle getirmedik). Çünkü biz ilkesiz davrananlar olmadık.

Akıldan çıkmayacak doğru bilgilerle uyarılar yapanları bulunmayan karye(ler)’den hiçbirinin izini biz silmedik. Çünkü biz ilkesiz davrananlar olmadık.

Akıldan çıkmayacak şekilde uyarılar yapanları bulunmayan karye(ler)’den hiçbirinin izini biz silmedik. Çünkü biz ilkesiz davrananlar değiliz.

(Not: Kopması mümkün olmayan bir anlamın tek bir cümlesi olan bu ayet, Asım b. Behdele kıraatinde iki ayet olarak geçmektedir.)

(*) اَهْلَكْنَا (ehleknâ): İf’al babından bir fiil olan bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir: (heleke–helaken–huluken–mehluken–mehliken): “fena halde can vermek, ölmek, mahvolmak” (ehleke–ihlaken): “fena halde öldürmek, helak etmek, yok etmek, mahvetmek, berbat etmek” (Karslı).

(*) قَرْيَةٍ (karyetin): Bu ifadeyi meale hem hiç çevirmeyip Arapçasını yazmamızın hem de çoğul olacak şekilde (-ler) eki eklememizin gerekçesi şudur. Kelime çok detaylı çalışmalar isteyen bir kelimedir ve biz bu çalışmayı henüz yapmadık. Çoğul olarak çevirmemizin gerekçesi ise kelimedeki tenvinin “kesret” olarak gelmesinden dolayıdır ki kelime zaten ism-i cins’tir.

(*) مُنْذِرُونَۗ (munżirûn(e)): İf’al babının ism-i faili olarak geçen bu kelimenin sözlük anlamları şudur: (nezera–nuzuran–nezran): “adamak, kendine gerekli kılmak” (enzera–inzaren): “uyarmak, ikaz etmek, bir şeyi haber verip korkutmak, ültimatom vermek” (Karslı).

وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاط۪ينُ وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُمْ وَمَا يَسْتَط۪يعُونَۜ اِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَۜ
Şu’arâ 26 / 210

Bunları şeytanlar indirmedi. Çünkü hem (bu kıssaları indirmek) onlara yaraşmaz hem (bunları indirmeye) güçleri yetmez, hem de onlar kesin olarak dinlemekten azledilmişlerdir.

(Not: Kopması mümkün olmayan bir anlamın tek bir cümlesi olan bu ayet, Asım b. Behdele kıraatinde üç ayet olarak geçmektedir.)

(*) يَنْبَغ۪ي (yenbeġî): İnfial babından bir fiil olarak geçen bu kelimenin anlamları şunlardır: (beğaye–bağyen) “saldırmak, haksız yere birine sataşmak, haksızlık yapmak” (bağa–buğyeten (sulasi)): “istemek, dilemek, amaçlamak, arzulamak, günah işlemek, fuhuş / zina yapmak” (ebğa–ibğanen) “temin etmek, bulup getirmek, tedarik etmek” (tebeğğa–tebğiyen): “isteyip durmak, devamlı istemek, zina suçu işlemek, zinaya iştirak etmek (tebeeğa–tebeeğiyen): “haksız yere birbirine saldırmak, birbirlerine zulüm yapmak” (ibteğa–ibtiğaen): “istemek, bir şeyi hararetle istemek ve elde etmeye çalışmak” (inbeğa–inbiğaen): “gerekli olmak, yaraşmak, gerekmek, sevmek, istemek” (Karslı).

(*) مَعْزُولُونَ: İf’al babından ism-i meful olan bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildir: (azele–azlen): “azletmek, ayırmak, uzaklaştırmak, görevden almak, işten uzaklaştırmak, tecrit etmek, izole etmek” (ea’zele–ia’zalen): “görevini bırakmak, istifa etmek, işten çekilmek, kenara çekilmek” (Karslı).

Bu kelime bir zamanlar şeytanların gaybi alemde Yüce Allah’ın ayetlerini dinleme yetkilerinin olduğunu ama görevden uzaklaştırılıp tüm yetkilerinin ellerinden alındığını göstermesi açısından çok önemli bir istikamet belirlemektedir. Cin 8-9. ayetlerde cinlerin daha önceden dinlediklerini artık dinleyemedikleri, yine Cin 26-28. ayetlerde ayetlerin vahyedilmesi sırasında bir koruma ordusunun bu işe muhafızlık ettiği, Hicr 18. ayette şeytanların dinlemek için kulak hırsızlığı yapmaya kalkışacakları ama yapamayacakları, Sâffât 8. ayette her türlü merid şeytanların ‘Melei Âla’yı dinlemek isteyecekleri ama buna izin verilmeyeceği bildirilmektedir. İşte bu ayet ise onların bir zamanlar buna yetkili olduklarını ama bu yetkilerinin ellerinden alındığını bildirmektedir.

فَلَا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّب۪ينَۚ
Şu’arâ 26 / 213

Sakın ha! (bu ayetleri) Allah ile beraber başka otoritelere mal etmeye kalkışma çünkü o zaman sen de yoksun bırakılanlardan biri olursun.

(*) تَدْعُ (ted’u): Bu kelimenin sözlüklerdeki manaları şu şekildedir: “Çağırmak, davet etmek, teşvik etmek, dua etmek, nispet etmek, isim vermek, bir şeyi birine nispet etmek veya bir kişiyi bir şeye nispet etmek.

(*) الْمُعَذَّب۪ينَۚ (el-mu’ażżebîn(e)): Tef’il babından ism-i meful olarak gelen bu kelimenin sözlük anlamları şudur: (azebe–azben) “çok susadığı için yemeği terketmek, vazgeçmek, terk etmek, alıkoymak, engellemek” (azzebe–tea’ziben) “işkence etmek, çile çektirmek, alıkoymak, engel olmak” (Karslı).

Bu ayeti kendinden önceki ayetlerle birlikte okuduğumuzda arka planında şeytanların görevlerinden azledilmelerinin sebebinin Yüce Allah’ın ayetlerini Allah ile beraber başka otoritelere -ki bu otoriteler kendileri olmaktadır- nispet etmek istemeleri olduğu anlaşılmaktadır. Ayetin son cümlesi “sen de ‘muazzabin’den biri olursun” şeklindedir. Bu kelimenin kastettiği “engellemek, yoksun bırakmak” manası “başka şeyleri çok istemesinden dolayı elindekinden mahrum kalmak” şeklindedir. Bu tıpkı önünde nefis yemekler duran birinin sürekli tuz yalamasından dolayı, yemeği yiyememesi ama aynı anda su da bulamaması gibi bir yoksunluktur. Kişinin elinde kalan tek şey, tuz yalaması sırasında tattığı aldatıcı hazdır. Şeytanlar da meleklerin içindeyken, tuz yalar gibi Yüce Allah’a isyanı yalamışlar ve en sonunda ne tuz yaladıktan sonra içine girdikleri şiddetli susuzluktan kurtulabilmişler ne de ellerinde herhangi bir yetki kalmamıştır. İşte “sen de ‘muazzabin’lerden biri olursun” denilen resule de bu denmektedir. “Resul olmak” gibi bir kişinin olabileceği en onurlu ve en yüksek mertebe ile şereflendirilen bir resulün “tuz yalamak” gibi Yüce Allah’ın ayetlerini Allah ile beraber başka otoritelere nispet etmesi hem onu risaletten edecek hem de Allah’ın ayetlerini başkasına nispet etmekle elde etmek istediğini elde edemeyecektir. Bu ayetin hemen öncesindeki ayetleri göz önüne aldığımızda bu cümle ile “şeytanların azledilmesi” gibi onun da azledileceği yani mahrum bırakılacağı uyarısı yapılmaktadır (Allah’u ea’lem).

وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَۙ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَۚ
Şu’arâ 26 / 214

Yakın akrabaların da olsalar (inanmayan) tanıdıklarını uyar ama müminlerden sana tabi olanlar için tarafını indir.

Müminlerden sana tabi olanlar için tarafını indirmekle beraber, yakın akrabaların da olsalar (inanmayan) tanıdıklarını uyar.

Müminlerden sana tabi olanlar için tarafını indirmekle beraber, yakın akrabaların da olsalar (inanmayan) bildiğin herkesi uyar.

(*) عَش۪يرة (aşîrate): “Onuncusu olmak, onda birini almak” gibi kök anlamlara sahip bu kelime isim olarak şu anlamlara gelmektedir: “karışmak, katılmak, iyi geçinmek, dost olmak, eşlerden her biri, arkadaş, yakın kişi, eş, oymak, klan, aşiret”

(*) اخْفِضْ (aḣfid): Emir fiil olarak gelen bu kelimenin sözlüklerdeki anlamı şudur: (khfade–khafeden): “indirmek, eksiltmek, azaltmak, küçültmek, indirim yapmak, aşağı indirmek, itibar etmek, bir yerde ikamet etmek, bir yere yerleşmek, sünnet etmek” (Karslı).

(*) جَنَاحَ (cenâha): Bu kelimenin isim olarak sözlüklerdeki manası; “kanat, kısım, bölüm, el, pazu, yan, koruma, himaye, koltuk altı, bir şeyin kendisi” (Karslı).

Bu ayette iki emir bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi “uyar” emridir. Kur’an’da resullere verilen emirlere bakıldığında inanmayanlar için sadece “uyar” emrinin inananlar içinse çoğunlukla “müjdele” emrinin verildiği görülmektedir. Zaten birçok ayette “Kur’an’ın” inananlar için “müjde” inanmayanlar için “uyarı” olduğu bildirilmiştir. Parantez içinde (inanmayan) şeklindeki ifadenin gerekçesi budur. Ayetteki emir وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ (Vaḣfid cenâhake) (kanadını/tarafını/himayeni/korumanı indir) şeklindedir. Bu emir müfessirler tarafından genelde “kol kanat ger” şeklinde anlaşılmıştır.

Şu’arâ 26/216-217- 218-219-220

فَاِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَۚ وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ اَلَّذ۪ي يَرٰيكَ ح۪ينَ تَقُومُۙ وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِد۪ينَ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

Eğer (uyarmana rağmen) sana karşı çıkarlarsa, sen artık, kıyama kalktığın zamanda da, es-sacidinler içinde dolandığın zamanda da seni gören el-Aziz ve er-Rahim’e tevekkül ederek, “ben sizin işleyip durduklarınızdan beri’yim” de. Şu kesindir ki O, es-Semi’ ve el-Alim’dir.

هَلْ اُنَبِّئُكُمْ عَلٰى مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاط۪ينُۜ
Şu’arâ 26 / 221

Şeytanların indiği (ineceği) kimseleri size bildireyim mi?

Şu’arâ 26/222-223-224

تَنَزَّلُ عَلٰى كُلِّ اَفَّاكٍ اَث۪يمٍۙ يُلْقُونَ السَّمْعَ وَاَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَۜ وَالشُّعَرَٓاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُ۫نَۜ

(Şeytanlar) (kendilerine) kulak veren ve birçoğu yalancı olan Daima yasak olanları işleyerek, kötüye dönüşmeyi karakter hâline getirmiş olan herkese ve cehaletini inanç diye benimsemiş, onlara (şeytanlara) tabi olan şairlere iner.

(*) اَث۪يمٍۙ (eśîm(in)): Mübalağa ile ism-i fail olan bu kelime, “günahkâr, günaha bulaşmış, çok günah işleyen” anlamındadır. Daima şeklindeki ifademizin gerekçesi budur.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu ayette اَفَّاكٍ (effâkin) şeklinde “mübalağa ile ism-i fail” kalıbında geçmiştir. Kelimenin asıl manasının “olması gereken iyi durumdan olmaması gereken kötü duruma dönüşmek, gitmesi gereken yönden gitmemesi gereken başka yönlere yönelmek” anlamını göz önüne aldığımızda, kelime mübalağa ile ism-i fail olduğu için bu bağlamda kelimeye verilecek en isabetli anlamın “kötüye dönüşmeyi karakter hâline getirmek” şeklinde olması gerekmektedir. Ya da ism-i fail özelliğini göz önüne alarak “iyi ve doğru olan her ne varsa kötüye dönüştürmeyi kendine iş edinmiş veya karakter hâline getirmiş olan kişi”

(*) وَالشُّعَرَٓاء (Ve-şşu’arâu): Kök anlamı “şiir okumak, hissetmek, duymak, kanıya varmak, kılla kaplamak, saçlanmak, saçı uzamak” anlamlarına gelen bu kelime Kur’an’da 40 kez geçmektedir. Elimizdeki Asım b. Behdele kıraatinde “merfu” olan bu kelime bizim verdiğimiz mealde “mansub” olarak alınmış ve ona göre anlam verilmiştir. Asım kıraatinin bu kelimeyi merfu okumasının sebebinin sırf kafiye uyumu olsun diye ayetleri hiç olmayacak yerlerden bölmüş olmasından dolayı olduğu kanaatindeyiz.

Kelime, çoğul olarak sadece bu bağlamda geçmektedir ama (شَاعِرٌ) şeklinde Enbiya 5, Tur 30 ve Hakka 41.ayetlerde tekil olarak geçmektedir. Yasin 69. ayette ise “şiir” (الشِّعْرَ) anlamında bir kez geçmektedir. Kelimenin tekil kullanımlarının hepsinde nekra, bu ve Yasin 69. ayette marife olarak geçmesi dikkat çekicidir. Yasin suresindeki الشِّعْرَ (eş-şia’ra) kelimesinin marife gelmesinin “cins” için olduğu gayet açıktır. Bu “şiir” cinsinden her ne varsa anlamına gelmektedir. Kelimenin bu ayette وَالشُّعَرَٓاء şeklinde marife olarak gelmesinin “cins” için olması muhtemeldir ama böyle kabul edilmesi durumunda kelimenin anlamı, iyi ya da kötü, mümin ya da kafir hiç fark etmeden tüm şairleri kapsayacak hâle gelecektir. Kelimenin başındaki harf-i ta’rif’i cins için alıp anlamı tüm şairleri kapsayacak şekilde genişletmek aklen muhal bir durumdur. Çünkü içeriği ne olursa olsun sırf şiir yazmak veya okumaktan dolayı ‘el-ğavun’ olmak çelişki getirecektir. Üstelik ayette şöyle ya da böyle öyle şairler diyerek hiçbir istisna da getirilmemiştir. Bu karışık durumu fark eden meal yazarları cümleyi tepetaklak ederek şu manaları vermişlerdir.

Şairler ise; gerçekten onlara azgın-sapıklar uyar …………….A. Bulaç meali.

Şairlere gelince, onlara da sapıklar uyarlar……………………B. Bayraklı meali.

Şairler (e gelince), onlara da sapıklar uyarlar…………………TDV meali.

Şairlere ise azgınlar uyar………………………………………….E. Yüksel meali.

(İnançsız) şairler (e gelince), onlara azgınlar uyarlar………..M. Okuyan meali.

Ve (Şamanlığa soyunan) şairler Onları bâtıl inanç peşindeki cahil ve bilinçsizler izlerler…M. İslamoğlu meali.

Şa’irlere gelince onlara da azgınlar uyar………………………..S. Ateş meali.

Hemen belirtelim ki bu meallerin hepsi de ayette merfu geçen الشُّعَرَٓاء kelimesine meallerinde mansub mana vermişlerdir. Meal yazarlarının kimisinin ayette olmamasına rağmen “şairler” kelimesinin önüne parantez içinde “(inançsız) ve (şamanlığa soyunan) şairler” şeklinde ekleme yapmalarının ne ayetten ne ayetin öncesinden veya sonrasından ne nahivden ne de Kur’an’dan bir delilleri vardır. Diğer mealler ise “şairler ise, gerçekten onlara azgın-sapıklar uyar” şeklindedir. Dikkat edilirse şairler derken “şu” ya da “bu şairler” denmemiş, şair cinsinden her ne varsa hepsi işin içine dahil edilmiştir. Dediğimiz gibi bu şekilde bir mana mümin olan şairi de kafir olan şairi de kapsayacak bir manadır.

Bizim verdiğimiz mealde ise cümle önceki ayetlerin bir parçası olarak alınmış ve her şair değil, “cehaleti inanç diye benimsemiş, şeytanlara tabi olan şairler” manası verilmiştir.

(*) الْغَاوُ۫نَۜ (el-ġâvûn(e)): İsfahânî bu kelimenin anlamı hakkında şunu demiştir:

“Bozuk bir inançtan kaynaklanan cehalettir. Şöyle ki; kimi zaman cehalet, insanın ne sahih ne de fasit/bozuk bir inanca sahip olmamasından kaynaklanabilir, kimi zaman da bozuk bir şeye olan inancından kaynaklanabilir. İşte bu ikinci tür cehalete “ğava” denir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

اَلَمْ تَرَ اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَۙ وَاَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَۙ
Şu’arâ 26 / 225

Onların her mecrada amaçsızca dolanmalarını ve yapamayacakları şeyleri söylemelerini hiç görmedin mi?

(*) Ayetteki cümlelere mastar manası vermemizin gerekçesi iki defa geçmiş olan ‘enne’ edatıdır.

اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللّٰهَ كَث۪يرًا وَانْتَصَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُواۜ وَسَيَعْلَمُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَيَّ مُنْقَلَبٍ يَنْقَلِبُونَ
Şu’arâ 26 / 227

(Ama) İman eden, salihatları yerine getiren, çoğunlukla Allah’ı hiç akıllarından çıkarmayan, uğradıkları haksızlığın ardından karşılık veren (şair)’ler bunun dışındadır. İlkesiz davrananlar, hangi tersine dönüşe döndürüldüklerini yakında bilecekler.

اِنّ َف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ

 وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَالْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟  

وَاِنَّهُ لَتَنْز۪يلُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ 

 نَزَلَبِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ

 بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ 

وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ 

 اَوَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ اٰيَةً اَنْ يَعْلَمَهُ عُلَمٰٓؤُ۬ا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ  

وَلَوْنَزَّلْنَاهُ عَلٰى بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ فَقَرَاَهُ عَلَيْهِمْ مَا كَانُوابِه۪ مُؤْمِن۪ينَۜ كَذٰلِكَ سَلَكْنَاهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۜ لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَۙ 

 فَيَأْتِيَهُمْ بَغْتَةًوَهُمْ لَا يَشْعُرُونَۙ فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنْظَرُونَۜ 

 اَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ

 اَفَرَاَيْتَ اِنْ مَتَّعْنَاهُمْ سِن۪ينَۙ ثُمَّ جَٓاءَهُمْ مَا كَانُوا

 يُوعَدُونَۙ مَٓا اَغْنٰى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يُمَتَّعُونَۜ  

  وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍاِلَّا لَهَا مُنْذِرُونَۗ ذِكْرٰى۠ وَمَا كُنَّا

 ظَالِم۪ينَ  

وَمَاتَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاط۪ينُ وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُمْ وَمَا يَسْتَط۪يعُونَۜ اِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَۜ 

 فَلَا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًااٰخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّب۪ينَۚ 

 وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَۙ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَۚ  

فَاِنْعَصَوْكَ فَقُلْ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَۚ وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَز۪يز

الرَّح۪يمِۙ اَلَّذ۪ي يَرٰيكَ ح۪ينَ تَقُومُۙ وَتَقَلُّبَكَ فِيالسَّاجِد۪ينَ اِنَّهُ هُوَ

 السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ 

 هَلْ اُنَبِّئُكُمْعَلٰى مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاط۪ينُۜ 

 تَنَزَّلُ عَلٰى كُلِّ اَفَّاكٍ اَث۪يمٍۙ يُلْقُونَ السَّمْعَ وَاَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَۜ 

 وَالشُّعَرَٓاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُ۫نَۜ 

 اَلَمْ تَرَ اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَۙ وَاَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا 

لَا يَفْعَلُونَۙ 

 اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُواالصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللّٰهَ كَث۪يرًا وَانْتَصَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُواۜوَسَيَعْلَمُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَيَّ مُنْقَلَبٍ يَنْقَلِبُونَ  

Şu’arâ 26/190-227

Bu kıssalardaki kişilerin çoğu iman etmemiş olsalar bile anlatılan kıssalarda, kesinlikle göründüğünden çok daha fazlasına işaret vardır.

Ve şu kesindir ki senin rabbin el-Aziz’dir, er-Rahim’dir.

Ve şu da kesindir ki bu (kıssalar), elbette rabbi’l alemin’in ikramıdır.

Kendini adayanlardan biri olman için, bu kıssaları senin kalbine açık ve berrak bir lisan ile Ruhu’l Emin indirdi.

Şu bir gerçek ki bunlar, ‘evvelin’lerin ‘zubur’larında da bulunmaktadır.

İsrail’in oğullarının ulemasının da bunları (kıssaları) bilmesi onlara kanıt olmamış mıydı?

Eğer biz bunları, ea’cemilerden birine indirmiş olsaydık, ona inanmıyor olsalardı bile o, yine de bunları onlara okurdu, böyle olsaydı bile biz kıssaları, elim bir azabı görene kadar bunlara inanmayacak mücrimlerin kalbine (aklına) yine de sokardık.

O (azap) onlara hiç farkında değillerken ansızın gelirdi de ardından “bize mühlet verilmez mi” derlerdi.

Hâlâ azabımızın bir an önce gelmesini istiyorlar mı?

Onları değerli olanlarla bir tutsaydık ardından da tehdit edildikleri şey onlara gelseydi, bir tutuluyor olmalarının onlara bir zenginlik (değer) katmayacağını şimdi anladın mı?

Akıldan çıkmayacak doğru bilgilerle uyarılar yapanları bulunmayan karye(ler)’den hiçbirini biz helak etmedik. Çünkü biz ilkesiz davrananlar olmadık

Bunları şeytanlar indirmedi. Çünkü hem (bu kıssaları indirmek) onlara yaraşmaz hem (bunları indirmeye) güçleri yetmez hem de onlar kesin olarak dinlemekten azledilmişlerdir.

Sakın ha! (bu ayetleri) Allah ile beraber başka otoritelere mal etmeye kalkışma çünkü o zaman sen de yoksun bırakılanlardan biri olursun.

Yakın akrabalar da olsalar (inanmadığını) bildiğin herkesi (tavizsizce) uyar ama müminlerden sana tabi olanlara kol kanat ger.

Eğer (uyarmana rağmen) sana karşı çıkarlarsa, sen artık, kıyama kalktığın zamanda da es-sacidinler içinde dolandığın zamanda da seni gören el-Aziz ve er-Rahim’e tevekkül ederek, “ben sizin işleyip durduklarınızdan beri’yim” de. Şu kesindir ki O, es-Semi’ ve el-Alim’dir.

Şeytanların indiği (ineceği) kimseleri size bildireyim mi?

(Şeytanlar) (kendilerine) kulak veren ve birçoğu yalancı olan hep günah işleyerek kötüye dönüşmeyi karakter hâline getirmiş olan herkese ve cehaletini inanç diye benimsemiş, kendilerine (şeytanlara) tabi olan şairlere iner.

Onların her mecrada amaçsızca dolanmalarını ve yapamayacakları şeyleri söylemelerini hiç görmedin mi?

(Ama) İman eden, salihatları yerine getiren, çoğunlukla Allah’ı hiç akıllarından çıkarmayan, uğradıkları haksızlığın ardından karşılık veren (şair)’ler bunun dışındadır. İlkesiz davrananlar, hangi tersine dönüşe döndürüldüklerini yakında bilecekler.

  1. ON İKİNCİ BAĞLAM
وَاِبْرٰه۪يمَ اِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاتَّقُوهُۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Ankebut 29 / 16

İbrahim’i de göndermiştik. Hani kavmine “Allah’a kulluk edin ve onu korunak edinin. Bu size dediğim sizin için en uygun olan (davranış)’dır, tabi eğer bilirseniz…” demişti.

(*) Bu ayetin başında “gönderdik” diye bir fiil yoktur fakat ayetin en başındaki ‘vav’ atıf edatı cümleyi 14. ayette geçen وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا (velekad erselnâ nûhan) işte bu cümledeki ‘erselna’ fiiline atfetmektedir. Mealdeki “göndermiştik” ifadesinin gerekçesi budur.

اِنَّمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْثَانًا وَتَخْلُقُونَ اِفْكًاۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَا يَمْلِكُونَ لَكُمْ رِزْقًا فَابْتَغُوا عِنْدَ اللّٰهِ الرِّزْقَ وَاعْبُدُوهُ وَاشْكُرُوا لَهُۜ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ankebut 29 / 17

Siz sadece hakikatleri tersyüz edip yalanlar uydurarak Allah’ın berisinde birtakım putlara tapınıyorsunuz. Şunu bilin ki, Allah’ın berisinde tapındıklarınız, sizin için hiçbir rızkı veremez. O’na kulluk ederek ve sadece ona minnet duyarak her türlü rızkı Allah’ın indinde arayın, ona döndürüleceksiniz..

(*) اَوْثَانًا (evśânen): Bu kelimenin manası sözlüklerde şu şekildedir: “İkamet etmek, yerleşmek, bir yerde kalmak, tapınılan her türlü maddi varlık” (Karslı).

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda “hakikati ters yüz ederek yalana çevirmek” manasında kullanılmıştır.

  1. ON ÜÇÜNCÜ BAĞLAM
وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَاۗ اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْۘ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
Ankebût 29 / 60

Dabbe’lerden nicesi vardır ki kendi rızkını taşıyamaz. Allah, sizi de onları da rızıklandırmaktadır. O, es-Semi’ ve el-Alim’dir.

وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۚ فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Ankebût 29 / 61

Eğer onlara es-Semavat’ı ve el-Ard’ı kim yarattı, eş-semse ve el-kamere kim boyu eğdirdi diye sorsan, “elbette Allah” diye cevaplar. O halde nasıl olur da hakikatten yalana yönlendiriliyorsunuz.

Çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi meçhul-muzari fiil olarak geçmektedir. Anlamı “olunması gereken doğru halden, olunmaması gereken yanlış hâle döndürülmek” şeklindedir.

اَللّٰهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ وَيَقْدِرُ لَهُۜ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
Ankebût 29 / 62

Allah, kullarından dilediği için rızkı yayar ve onun için ölçüler koyar. Çünkü Allah, her bir şeyi bilmektedir.

  1. ON DÖRDÜNCÜ BAĞLAM
وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُقْسِمُ الْمُجْرِمُونَۙ مَا لَبِثُوا غَيْرَ سَاعَةٍۜ كَذٰلِكَ كَانُوا يُؤْفَكُونَ
Rûm 30 / 55

Es-Saat kalktığı zaman (gün) mücrimler, “bir saatten başka kalmadık” diye yemin ederler. Tıpkı bunun gibi, hakikatten yalana yönlendirilmişlerdi.

Çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi meçhul-muzari fiil olarak geçmektedir. Anlamı “olunması gereken doğru halden, olunmaması gereken yanlış hâle döndürülmek” şeklindedir.

وَقَالَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ وَالْا۪يمَانَ لَقَدْ لَبِثْتُمْ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ اِلٰى يَوْمِ الْبَعْثِۘ فَهٰذَا يَوْمُ الْبَعْثِ وَلٰكِنَّكُمْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
Rûm 30 / 56

Bu ilme ve bu imana yönlendirilenler; “Allah’ın ilkesinde olduğu gibi el-ba’s’ın gününe kadar kaldınız ve işte bu da el-ba’s’ın günüdür. Fakat siz anlamamaya devam ediyordunuz” dediler.

  1. ON BEŞİNCİ BAĞLAM
وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا رَجُلٌ يُر۪يدُ اَنْ يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬كُمْۚ وَقَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اِفْكٌ مُفْتَرًىۜ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۙ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ
Sebe’ 34 / 43

Beyyinat olan ayetlerimiz onlara okununca “bu, atalarınızın kulluk ettiklerinden sizi çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir” derler ve (şunu eklerler) “bu kurgulanıp tasarlanmış bir gerçeğin ters yüz edilmesinden başka bir şey değildir” derler. Bile bile kafirlik edenler ise kendilerine geldiğinde el-hak için “bu apaçık bir sihirden (ütopyadan) başkası değildir” derler.

Çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi “bir gerçeğin ters yüz edilmesi” anlamında mastar olarak geçmiştir.

وَمَٓا اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَٓا اَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَذ۪يرٍۜ
Sebe’ 34 / 44

Oysa onlara ders görecekleri kitaplardan herhangi birini vermemiş, senden önce uyarıcılardan herhangi birini de göndermemiştik.

  1. ON ALTINCI BAĞLAM
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْۜ هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللّٰهِ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۘ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ
Fâtır 35 / 3

Ey en-Nas, Allah’ın üzerinizdeki nimetini aklınızdan çıkarmayın. Allah’ın gayrısında siz es-sema’dan ve el-ard’dan rızıklandıracak herhangi bir yaratıcı var mı? O’ndan başka otorite yok ki. O halde nasıl olurda olmanız gereken doğru yönde olmamanız gereken yanlış yöne yönlendiriliyorsunuz.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda meçhul-muzari bir fiil olarak ve “olunması gereken doğru istikametten / halde olunmaması gereken yanlış istikamete / hâle yönlendirilmek / dönüştürülmek” anlamında kullanılmıştır.

  1. ON YEDİNCİ BAĞLAM
وَاِنَّ مِنْ ش۪يعَتِه۪ لَاِبْرٰه۪يمَۢ اِذْ جَٓاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍ
Sâffât 37 / 83

Şu bir hakikattir: Rabbine selim bir kalple geldiğinde İbrahim zaten onun (Nuh’un) şia’sından biriydi.

(*) ش۪يعَتِه (şî’atihi): Bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir: (şee’a–şuyuan–şeyaanen–meşaan) “yayılmak, ortaya çıkmak, yaygınlaşmak, bir şeyde müşterek olmak, doldurmak” (eşea – işaeten) “yaymak, yaygınlaştırmak, bir şeyde müşterek yapmak, seslenmek” (şeyyea–teşyian) “yayılmak, ortaya çıkmak, yaygınlaşmak, uğurlamak, yolcu etmek, cesaretlendirmek”

Fiil olarak bu anlamlara gelen kelime tekilinde ‘şiatun’, çoğulunda ‘şiyaun’ ve ‘eşyaun’ şeklinde isim olarak geldiğinde ise “taraftar, fırka, grup” anlamına gelmektedir.

Zemahşerî bu ayetle ilgili şu açıklamayı yapmıştır:

Şayet “(Hani) zarfı nereye mütealliktir?” dersen, şöyle derim: “Şî‘a kelimesindeki “taraftarlık” anlamı taşıyan şeye mütealliktir ve “Şüphesiz İbrahim de, Rabbine arı-duru bir kalp ile geldiğinde onun dini ve takvası üzere ona tâbi ve taraftar olanlardandı.” anlamındadır. Yahut hazfedilmiş olan bir uzkur (“An!”) emir fiiliyle ilintilidir.

(Zemahşerî / El-Keşşaf)

Sâffât 37/85-86-87

اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ مَاذَا تَعْبُدُونَۚ اَئِفْكًا اٰلِهَةً دُونَ اللّٰهِ تُر۪يدُونَۜ فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Hani babasına ve kavmine; “Neye kulluk ediyorsunuz? Artık Alemlerin Rabbi hakkındaki zannınız her ne ise ters yüz edilerek yalana dönüştürülmüş hakikatlerle mi Allah’tan başka otoriteler (ilahlar mı) arzuluyorsunuz?

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda “ters yüz edilerek yalana dönüştürülmüş hakikatler” anlamındadır.

  1. ON SEKİZİNCİ BAĞLAM
فَاسْتَفْتِهِمْ اَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَۙ
Sâffât 37 / 149

Onlara “oğullar onların da kızlar senin rabbinin mi?” diye sor.

فَاسْتَفْتِهِمْ اَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَۙ اَمْ خَلَقْنَا الْمَلٰٓئِكَةَ اِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ
Sâffât 37 / 149

Onlara “oğullar onların da kızlar senin rabbinin mi” diye ya da “el-melaiket’i dişiler yarattık da buna tanıklık edenler onlar mıydı?” diye sor.

اَلَٓا اِنَّهُمْ مِنْ اِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَۙ وَلَدَ اللّٰهُۙ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
Sâffât 37 / 151

Dikkat edin; onlar, hakikati ters-yüz ederek elde ettikleri yalanları yüzünden “Allah’ın çocuğu (oldu-var)” diyorlar. Elbette onlar, yalancıdırlar.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda da “hakikati ters-yüz ederek elde edilmiş yalan” anlamında kullanılmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu kelimeyi Türkçede tek kelimeyle ifade etmemiz mümkün değildir.

اَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَن۪ينَۜ
Sâffât 37 / 153

Erkek çocuklara rağmen kız çocuklarını mı tercih etmiş?

Erkek çocuklarının üzerine kız çocuklarını mı tercih etmiş?

(*) اَصْطَفَى (Estafâ): İfti’al babından bir fiil olan bu kelimenin, anlamları şu şekildedir: (safa–safvan–safaan–sufuvven) “Berrak olmak, temiz olmak, açık olmak” (tesafe–tesafiyen) “beraber olmak, birbirlerine çok samimi ve içten davranmak, kanka olmak” (istafa–istefaen) “seçmek, tercih etmek, üstün tutmak, beğenmek” (istasfa–istisfaen) “temizlemek, tasfiye etmek, el koyup almak, müsadere etmek, hepsini almak, temiz kabul etmek” (Karslı).

مَا لَكُمْ۠ كَيْفَ تَحْكُمُونَ اَفَلَا تَذَكَّرُونَۚ
Sâffât 37 / 154

Neyiniz var sizin, nasıl böyle hükmedersiniz? Hiç mi doğru düşünmeyeceksiniz?

Neyiniz var sizin, nasıl böyle hükmedersiniz? Doğru bilgileri doğru bir şekilde hiç kullanmayacak mısınız?

اَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُب۪ينٌۙ فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Sâffât 37 / 156

Yoksa sizin için açık bir yetki mi var? O halde getirin kitabınızı. Tabi eğer doğru sözlüler olacaksanız…

  1. 20- ON DOKUZUNCU ve YİRMİNCİ BAĞLAM
اِنَّ الَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ اَتٰيهُمْۙ اِنْ ف۪ي صُدُورِهِمْ اِلَّا كِبْرٌ مَا هُمْ بِبَالِغ۪يهِۚ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
Mü’min 40 / 56

Şu kesindir ki; Kendilerine gelen yetki haricinde Allah’ın ayetleri için mücadele edenler, sudurlarında asla ulaşamayacakları kibirden başka bir şey yoktur. Allah’a sığın çünkü O, es-semi’ ve el-Basir olanın ta kendisidir.

Şu kesindir ki: Kendilerine gelen yetkinin haricinde (güya) Allah’ın ayetleri için mücadele edenlerin sudurlarında kendisine asla ulaşamayacakları sahte bir büyüklük duygusundan başka bir şey bulunmamaktadır. Sen (böylelerinden ve böyle olmaktan) Allah’a sığın çünkü O, es-Semi ve el-Basir’dir.

(*) Müktesebat ulemasının hepsinin dediklerinin zıddına bu ayet, Yüce Allah’ın ayetlerine karşı mücadele eden kafirlerden değil, “Yüce Allah’ın ayetlerini savunuyorum” diyerek sahte yetkiler, otoriteler, ayrıcalıklar elde edenlerden bahsetmektedir. Bu ayetin ilk cümlesi müktesebat uleması tarafından şu aşağıdaki meale benzer şekilde çevrilmiştir.

…. اِنَّ الَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ اَتٰيهُمْۙ

Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında münakaşa edenler…(TDV meali).

Ayetteki ilk cümleye verilen bu meale göre Yüce Allah’ın ayetlerine karşı mücadele etmek değil, kendilerine gelmiş bir delil olmadan mücadele etmek kınanmaktadır. Bu meale göre; sanki delil gelebilirmiş ve bu delil olunca da ayetlere karşı mücadele etmek kınanmayacakmış gibi bir durum oluşmaktadır. Dahası cümledeki “kendilerine delil gelmeden” ifadesini göz önüne aldığımızda bu delil nereden gelecek veya kim getirecektir? Yüce Allah’ın ayetlerine karşı, “karşı delil” getirmenin imkânı mı var ki “onlara delil gelmeden” denmektedir. Ne yerde ne de gökte Yüce Allah’ın ayetlerine karşı, “karşı delil” getirebilecek hiç kimse yoktur ve olamaz da.

لَخَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اَكْبَرُ مِنْ خَلْقِ النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Mü’min 40 / 57

Es-Semavat’ın ve el-Ard’ın yaratılışı elbette ki en-Nas’ın yaratılışından daha büyüktür. Fakat en-Nas’ın çoğunluğu bilmiyor.

(*) Ayetin sonundaki لَا يَعْلَمُونَ (la yea’lemune) kelimesinin tef’il babına göre harekelenmesi durumunda anlam “anlamaya/öğrenmeye çalışmıyor/uğraşmıyor/yanaşmıyor” şeklinde olacaktır.

وَمَا يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَلَا الْمُس۪ٓيءُۜ قَل۪يلًا مَا تَتَذَكَّرُونَ
Mü’min 40 / 58

Kör kesilen ile el-basir olan eşit olmaz ve iman edip salihatı işleyenlerle kötülük işleyenler de (bir olmaz)

اِنَّ السَّاعَةَ لَاٰتِيَةٌ لَا رَيْبَ ف۪يهَا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ
Mü’min 40 / 59

O saat kesin gelecektir -bunda şüphe yok- Fakat en-Nas’ın çoğunluğu (buna da) inanmıyor.

Şunda şüphe yok: O saat kesinlikle gelecek. Fakat en-Nas’ın çoğunluğu (deminkini anlamadıkları gibi buna da) inanmıyor.

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُون۪ٓي اَسْتَجِبْ لَكُمْۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَت۪ي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِر۪ينَ۟
Mü’min 40 / 60

Rabbiniz “beni çağırın ki size icabet edeyim zira benim ibadetimden dolayı olmadıkları halde kendilerini büyük (değerli) göstermeye çabalayanlar yakında aşağılanmış olarak cehenneme girecekler” dedi.

Rabbiniz “beni çağırın ki size icabet edeyim zira kullarıma karşı olmadıkları halde kendilerini büyük (değerli) göstermeye çabalayanlar yakında aşağılanmış olarak cehenneme girecekler” dedi.

Rabbiniz “beni çağırın ki size icabet edeyim zira bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler yakında aşağılanmış olarak cehenneme girecekler” dedi”

(*) Üç meal vermemizi zorunlu kılan şey, ayette muzaf-muzafun ileyh olarak geçen عِبَادَت۪ي (ibadeti) kelimesidir. Bu kelimenin düz çevirisi “benim ibadetim” şeklindedir. Bu kelimeye kendisinden önceki harf-i cer’i de dahil ederek “bana ibadetten” ya da “bana ibadet etmekten” şeklinde mana vermek nahiv açısından kesinlikle doğru değildir. Çünkü böyle yapılması durumunda kelime isim tamlaması olmaktan çıkarak mastar anlamlı bir cümleye yani fiil olarak amel etmiş mastara ve onun mefulüne dönüşmektedir. Kelimenin sonundaki zamirden önce bir tane kapalı ة (ta) vardır. Bu ‘ta’dan dolayı kelimenin “kulluk, ibadet” anlamına gelen عِبَادة (ibadet) kelimesi olması şarttır. Tüm meal yazarları ve müfessirler bu ifadeye “bana kulluk etmekten” veya “bana kulluk etmeyi” şeklinde çevirmişlerdir. İrabını yaparken ifadeye “muzaf-muzafun ileyh” diyen ama anlam verirken mastar anlamlı fiil cümlesinin anlamını veren ulemanın bu manaya nerden ve nasıl ulaştıklarını ben anlamadım.

اَللّٰهُ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ لِتَسْكُنُوا ف۪يهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًاۜ اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
Mü’min 40 / 61

Allah, kendisinde sakinlik bulasınız diye geceyi, aydınlık verici olarak da gündüzü oluşturandır. Allah, en-Nas üzerine elbette fadl sahibidir lakin en-Nas’ın çoğunluğu (bunun da) gereğini yerine getirmez.

ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍۢ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۘ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ
Mü’min 40 / 62

İşte size bildirilen Allah, rabbinizdir, her bir şeyin yaratıcısıdır, kendisinden başka ilah mevcut değildir. O halde nasıl olur da (bu) hakikatlerden yalana yöneltilebilirsiniz?

İşte size bildirilen Allah, her bir şeyin yaratıcısı, kendisinden başka ilah olmayan rabbinizdir. O halde nasıl olur da (bu) hakikatlere rağmen yalanlara yönlendirilirsiniz?

İşte size bildirilen Allah, her bir şeyin yaratıcısı, kendisinden başka ilah olmayan rabbinizdir. O halde nasıl olur da (bu) inanmanız gereken bu hakikatlere rağmen inanmamanız gereken yalanlara yönlendirilirsiniz?

كَذٰلِكَ يُؤْفَكُ الَّذ۪ينَ كَانُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ
Mü’min 40 / 63

Allah’ın ayetleri ile cehd edip duranlar işte bu şekilde hakikatlerden yalana yönlendiriliyorlar.

Çalışmamızın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda iki defa geçmektedir ve her ikisi de meçhul fiildir. Her ikisinin de anlamı “olunması gereken doğru hallerinden, tersyüz edilerek olunmaması gereken yanlış hâle döndürülenler” şeklindedir.

  1. YİRMİ BİRİNCİ BAĞLAM
وَلَا يَمْلِكُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Zuhruf 43 / 86

Bilerek bu hakka şahitlik edenler dışında, O’nun berisinde dua ettiklerinden herhangi birisi şefaatin hiçbir türüne sahip olamayacak.

وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُ فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَۙ
Zuhruf 43 / 87

Onlara, kendilerini kimin yarattığını sorsan kesinlikle “Allah” cevabını vereceklerdir. O halde nasıl olur da inanmaları gereken bu hakikate rağmen inanmamaları gereken yalanlara yönlendirilirler?

Çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda da “olması gereken durumları tersyüz edilerek olmamaları gereken bir hâle çevrilenler” anlamında meçhul fiil olarak geçmektedir.

وَق۪يلِه۪ يَا رَبِّ اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمٌ لَا يُؤْمِنُونَ
Zuhruf 43 / 88

Ona “Ey rabbim, şunlar kesinlikle inanmayan bir topluluktur” denildi.

فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌۜ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
Zuhruf 43 / 89

Artık “selam” diyerek onlardan yüz çevir, nasıl olsa yakında bilecekler.

  1. YİRMİ İKİNCİ BAĞLAM
حٰمٓۜ تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ
Câsiye 45 / 1

Şunlar “حم”, indirilmesi el-Hâkim, el-Aziz Allah tarafından olan bu kitabın ayetleri (işaretleri)’dir.

(*) حم: Müktesebatın ‘hurufu mukatta’ diyerek anlamsızlığa terk ettiği bu işaretlerin geçtiği her sure başında, “şunlar ‘…’ bu kitabın işaretleridir” cümlesi ahd-i zikri kuralı gereği vardır. Bu işaretlerin 29 sure başında gelmesi aslı noktasız ve harekesiz olan Kur’an yazısında kullanılan işaretlerin tanıtılmasıdır.

اِنَّ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِلْمُؤْمِن۪ينَ
Câsiye 45 / 3

Şurası muhakkak ki: inananlar için (sadece bu kitapta değil) es-Semavat’ta da ve el-Ard’da da ayetler bulunmaktadır.

(*) Bu ayet kendisinden önceki ayetlerle birlikte okunduğunda Yüce Allah’ın, gönderilen ve yaratılan ayetlere dikkat çektiği anlaşılmaktadır. Adeta “ayet” kelimesinin kapsama alanını belirleyen bu ayetlerdeki hassas bağların anlam derinliği baş döndürücüdür.

وَف۪ي خَلْقِكُمْ وَمَا يَبُثُّ مِنْ دَٓابَّةٍ اٰيَاتٌ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَۜ
Câsiye 45 / 4

Sizin yaratılışınızda da, dabbelerden yaydıklarında da ikna olmak isteyen bir kavim için ayetler vardır.

وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ رِزْقٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ اٰيَاتٌ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَۙ
Câsiye 45 / 5

Gece ve gündüzün birbirlerinin ardından gelmesinde de, es-semadan rızık için indirdiğinde de, onunla ölümünün ardından el-Ard’ı canlandırmasında da, rüzgarları farklı yönlere çevirmesinde de akleden bir kavim için ayetler vardır.

تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَ اللّٰهِ وَاٰيَاتِه۪ يُؤْمِنُونَ
Câsiye 45 / 6

İşte bunların hepsi Allah’ın ayetleridir. Bu gerçeğe mebni olarak onları sana bildiriyoruz. Artık Allah’tan ve onun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar.

وَيْلٌ لِكُلِّ اَفَّاكٍ اَث۪يمٍۙ
Câsiye 45 / 7

Daima yasak olanları işleyerek, kötüye dönüşmeyi karakter hâline getirmiş olan herkese veyl olsun.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda “iyiden kötüye yönelmeyi karakter hâline getirmiş kişi” anlamında, mübalağa ile ism-i fail olarak geçmektedir.

يَسْمَعُ اٰيَاتِ اللّٰهِ تُتْلٰى عَلَيْهِ ثُمَّ يُصِرُّ مُسْتَكْبِرًا كَاَنْ لَمْ يَسْمَعْهَاۚ فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ
Câsiye 45 / 8

(Böyleleri) Allah’ın ayetleri kendisine okunurken anlar (dinler) ama sonra sanki onları hiç anlamamış (dinlememiş) gibi kibirlenmeye devam eder. Böylelerine elim bir azabı müjdele

وَاِذَا عَلِمَ مِنْ اٰيَاتِنَا شَيْـًٔاۨ اتَّخَذَهَا هُزُوًاۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُه۪ينٌۜ
Câsiye 45 / 9

Ayetlerimizden bir şey öğrenince, onu hafife alır. İşte bunlar, bunlar içindir aşağılık duruma düşüren azap.

مِنْ وَرَٓائِهِمْ جَهَنَّمُۚ وَلَا يُغْن۪ي عَنْهُمْ مَا كَسَبُوا شَيْـًٔا وَلَا مَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَٓاءَۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۜ
Câsiye 45 / 10

Cehennem ise önlerindedir. Ne kazandıkları hiçbir şey ne de Allah’ın berisinde edindikleri evliyalar onlara değer katmayacak. Azim bir azap onlar içindir.

  1. YİRMİ ÜÇÜNCÜ BAĞLAM
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَوْ كَانَ خَيْرًا مَا سَبَقُونَٓا اِلَيْهِۜ وَاِذْ لَمْ يَهْتَدُوا بِه۪ فَسَيَقُولُونَ هٰذَٓا اِفْكٌ قَد۪يمٌ
Ahkâf 46 / 11

Kafirlik edenler iman edenler için “Eğer bir hayr olsaydı, ona doğru bizi geçemezlerdi” dediler. Onu kılavuz edinmedikleri için bir de kalkıp “bu, hakikatler ters yüz edilerek elde edilmiş eski bir yalandır” diyeceklerdir.

Bu çalışmanı ana konusu olan “ifk” kelimesi bu bağlamda “tersyüz edilerek yalana dönüştürülmüş hakikat” anlamında mastar-isim olarak geçmiştir.

  1. YİRMİ DÖRDÜNCÜ BAĞLAM
وَاذْكُرْ اَخَا عَادٍۜ اِذْ اَنْذَرَ قَوْمَهُ بِالْاَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتِ النُّذُرُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ٓ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ
Ahkâf 46 / 21

Âd’ın kardeşini de unutma: Hani ahkafta kavmini uyarmıştı. Ondan önce de ondan sonra da “Allah’tan başkasına tapmayın, çünkü ben sizin hakkınızda azim bir günün azabından korkuyorum” diye(n) uyarıcılar gelip geçmişti.

Hani kendi zamanında da kendisinden sonra da adanmışların gelip-geçtiği, en güçsüz durumunda bile kavmini “bakın, sadece Allah’a kulluk edin, çünkü ben zorlu bir günün azabının üzerinize gelmesinden korkuyorum” diye kavmini uyaran Ad’ın kardeşini unutma.

Hani kendi zamanında da kendisinden sonra da adanmışların gelip-geçtiği, ihtiyarlığına (güçsüzlüğüne) rağmen kavmini “bakın, sadece Allah’a kulluk edin, ben zorlu bir günün azabının üzerinize gelmesinden korkuyorum” diye kavmini uyaran Ad’ın kardeşi vardı ya! onu da aklında tut.

(*) بِالْاَحْقَافِ (bil-ahkâfi): Bu kelimenin sözlüklerdeki manası şu şekildedir: (ahqafu–(m)haqfau–(c)huqfun) “Zayıf ve cılız, sırtı bükülmüş, kamburlaşmış, sırtı düz iken yaşlılık ve zayıflıktan ötürü eğrilmiş olan” (Karslı).

Müfessirler bu kelimeye Ad kavminin yaşadığı yerin adı demişlerdir. Eğer kelimenin anlamının o olduğu kabul edilirse o zaman kelime “kum tepesi” anlamına gelen حِقْفٌ (hıqfun) kelimesinin çoğulu olacaktır ve anlamı da “yüksekçe kum tepeleri” olacaktır. Fakat Kur’an’da Ad kavminin kum tepelerinde değil “beldeler içinde eşi benzeri yaratılmamış sütunlar üstündeki İrem’de yaşadığı (Fecr 7-8), yüksek anıtlar diktikleri, sonsuza kadar sürmesini umdukları sanatsal yapılar inşa ettikleri (Şu’arâ 197-198) anlatılmaktadır. Bu durumda bu ayetteki ‘ahqaf’ kelimesine Ad kavminin yaşadığı yerin özel adı denmesi, Kur’an’da anlatılan diğer Ad kavmi kıssalarıyla çelişecektir. Bu kelime bir yerin ismi değil, ayetin en başında geçen “Ad’ın kardeşi” kelimesinin ve ‘enzera’ fiilindeki ‘hüve’ zamirinin şibh-i cümle (car-mecrur) olarak halidir.

(*) بَيْنِ يَدَيْهِ (beyni yedeyhi): Düz bir çeviri ile “iki eli arasında” anlamına gelen bu kelime, kişinin ne kendisinden öncesini ne de kendisinden sonrasını belirtir. Bu kelime “halihazırda, önünde” anlamına gelmektedir.

(*) اَخَافُ (eḣâfu): Düz bir çeviri ile “korkuyorum” anlamına gelen bu kelimenin ifade ettiği korku kesin bilgiye dayalı bir korkudur. Bu tıpkı uçuruma doğru giden birinin, yönünü değiştirmemesi durumunda uçuruma yuvarlanacağını bilmekten duyulan korku gibidir. Hud, olup olmayacağını bilmediği bir günün azabından değil, böyle giderlerse olacağından kesin olarak emin olduğu bir günün azabının onlara gelmesinden korkmaktadır. Onun bu söylemi basitçe içindeki korkuları dile getirmek için değil, olacağını kesin olarak bildiği şeyler hakkında onları uyarmak için dile getirmektedir.

قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِتَأْفِكَنَا عَنْ اٰلِهَتِنَاۚ فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ
Ahkâf 46 / 22

(Ama onlar): “Sen bizi, ilahlarımızdan başka tarafa çevirmek için mi geldin, (dönmüyoruz) haydi sen de bizi tehdit ettiğin şeyi getir, tabi sen de sadıklardan biri olduysan…” diye karşılık verdiler.

(*) Ayetin en başında geçen ‘qalu’ ifadesini hem en sonda hem de “diye cevap verdiler” şeklinde çevirmemizin gerekçesi, Türkçede yüklemlerin en sonda gelmesinden ve ‘qalu’ kelimesinin fiil+fail, cümlenin tamamının da “mahki” cümle olarak fiilin mefulü bihi olmasından dolayıdır.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda emir fiil olarak geçmektedir. Doğrusu bu bağlamda kelimeye kısa mana vermek, hakkını vermek değildir. Kelimenin ifade ettiği anlam “Sen bizi onlara kulluk etmemizin en doğru hâlimiz olmasını tersyüz ederek olmamamız gereken başka yönlere yönlendirerek ilahlarımızdan vazgeçirmeye mi geldin?” şeklindedir.

قَالَ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِۘ وَاُبَلِّغُكُمْ مَٓا اُرْسِلْتُ بِه۪ وَلٰكِنّ۪ٓي اَرٰيكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ
Ahkâf 46 / 23

(O da) O bilgi sadece Allah’ın indinde’dir. Ben kendisiyle gönderildiğim şeyi size ulaştırıyorum. Fakat ben anladım ki siz, cahillik yapan bir kavimsiniz.

  1. YİRMİ BEŞİNCİ BAĞLAM
وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا مَا حَوْلَكُمْ مِنَ الْقُرٰى وَصَرَّفْنَا الْاٰيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ahkâf 46 / 27

Çevrenizdeki Kur’a’lardan nicesini helak etmiştik. Oysa dönmeleri için ayetlerimizi değişik şekillerde anlatmıştık.

Olmaları gereken hâle dönsünler diye ayetlerimizi değişik şekillerde anlattığımız çevrenizdeki Kur’a’dan nicesini helak ettik.

Olmaları gereken hâle dönmeleri için ayetlerimizi değişik şekillerde anlattığımız çevrenizdeki Kur’a’dan nicesini olması gerektiği gibi helak ettik.

(*) Üçüncü mealde cümlenin en başındaki ‘leqad’ ifadesi “tahkik” edatı olarak alınmıştır.

فَلَوْلَا نَصَرَهُمُ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ قُرْبَانًا اٰلِهَةًۜ بَلْ ضَلُّوا عَنْهُمْۚ وَذٰلِكَ اِفْكُهُمْ وَمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ
Ahkâf 46 / 28

Yakınlık kurarak Allah’ın berisinde edindikleri ilahlar onlara yardım etseydi ya! Aksine onlardan kaybolup gittiler. Zaten bu, hakikatleri tersyüz edip uydurdukları kendi yalanları ve kurgulayıp tasarlaya geldikleriydi.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda “hakikatleri tersyüz edip yalana dönüştürmek” anlamında mastar-isim olarak kullanılmıştır ve kelime failine muzaf olmuştur.

  1. 27- YİRMİ ALTINCI ve YİRMİ YEDİNCİ BAĞLAM
اِنَّكُمْ لَف۪ي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍۙ يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ اُفِكَۜ
Zâriyât 51 / 8

Şurası bir gerçektir ki siz, döndürülenin de ondan döndürüldüğü çelişkili bir söylem içindesiniz.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda biri meçhul-muzari, diğeri sıla cümlesi olarak meçhul mazi şeklinde iki defa geçmiştir. Her ikisindeki anlam da “olması gereken halde çevrilmek” anlamındadır.

قُتِلَ الْخَرَّاصُونَۙ اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي غَمْرَةٍ سَاهُونَۙ
Zâriyât 51 / 10

Durmadan düzmece haberler üretenler, zorluklar yüzünden dalgın davrananları tamamen etkisiz hâle getirdi.

(Not: Asım kıraatinde hem iki ayet olarak bölünen hem de bu şekilde harekelenen bu iki ayete bu hâliyle bir anlam vermeye gücümüz yetmedi. Tefsirlerde bu ayete verilen mealler ile ayet arasında hiçbir uyumluluk olmadığı gibi kelimelere bambaşka manalar verilmiştir.)

(*) Verdiğimiz mealde Asım b. Behdele kıraatinde, meçhul olarak harekelenen ‘kutile’ fiili malum olarak ‘katele’ şeklinde alınmıştır. Faili ‘harrasun’ kelimesidir, ism-i mevsul ve sıla ise meful olarak alınmıştır.

(*) الْخَرَّاصُونَۙ (el-ḣarrâsûn(e)): Bu kelimenin sözlüklerdeki manası şu şekildedir: “tahmin etmek, hakkında zanla konuşmak, var saymak, bent yapmak, iftiracı, düzmece haberler uyduran, yalan haber uyduran” (Karslı).

Kelime mübalağa ile ism-i fail kalıbında geçtiği için bu mübalağa, meale “durmadan” şeklinde yansıtılmıştır.

(*) سَاهُونَۙ (sâhûn(e)): Bu kelimenin sözlük anlamları şudur: (seha–sehven) “yanılmak, unutmak, gaflete düşmek, dalgınlığa düşmek, (esha–ishaen) “yanılgıya düşürmek, yanıltmak, unutturmak, gaflete düşürmek” (sahiyen) “umursamaz” – (sehven) “yanılgı, gaflet, durgunluk” (sehvanun) “dalgın, dikkatsiz, unutkan” (Karslı).

(*) غَمْرَةٍ (ġamratin): Kelimenin sözlüklerdeki manası şu şekildedir: (ğamura–ğamren) “çoğalıp kaplamak” (ğamera–ğamran) “örtmek, batırmak, bürümek, üstün olmak” (ğamrun (ç) eğmarun) “tecrübesiz, toy” (ğamretun (ç) ğamaratun, ğimarun) “Şiddet, zorluk, sıkışıklık, çile” (Karslı)

  1. YİRMİ SEKİZİNCİ BAĞLAM

Necm 53/50-51-52-53

وَاَنَّهُٓ اَهْلَكَ عَادًاۨ الْاُو۫لٰىۙ وَثَمُودَا۬ فَمَٓا اَبْقٰى وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ اَظْلَمَ وَاَطْغٰىۜ وَالْمُؤْتَفِكَةَ اَهْوٰىۙ

O, ilk Ad’ı (İlk dönekleri), (onlardan) geriye bıraktığı az sayıdaki Semud’u, daha öncesinde Nuh’un kavmini – ki kesinlikle onlar (Nuh’un kavmi), bunlardan daha ilkesiz ve haksız davranıyorlardı – çok seviyesiz davranarak olmaları gereken hallerini ters yüz edip olmamaları gereken bir hâle dönüştürülenleri/dönüşenleri helak etti.

(*) عَادًا (eâden): Bu kelimenin sözlüklerdeki manaları şu şekildedir: (âde–avden–avdeten) “dönmek, geri dönmek, geri gelmek, tekrar yapmak, geldiği eski yere / eski hâle geri dönmek” (âde–avden–iyaden–iyadeten) “ziyaret etmek, hal hatır sormak, dönmek, geldiği eski yere / eski hâle geri dönmek, eski hâline gelmek” (eâde, iadeten) “geri vermek, iade etmek, tekrar etmek, yeniden yapmak” (avvede–tea’viden) “alıştırmak, şartlandırmak, yeniden yapmak” (âvede–muavedeten) “önceden yapmış olduğu şeyi yeniden yapmaya başlamak, tekrar yapmak” (Karslı).

İsfahânî bu kelime ile alâkalı olarak şunları demiştir:

عَوْد : Bir şeyden bizzat veya söz ve azmetmekle yüz çevirdikten sonra, ona geri dönmektir. Allah buyurur ki:

رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْهَا فَإِنْ عُدْنَا فَإِنَّا ظَالِمُونَ: Rabbimiz, bizi buradan çıkar, tekrar dönersek doğrusu zulmetmiş oluruz (23/Mu’minun 107);

وَلَوْ رُدُّوا لَعَادُوا لِمَا نُهُوا عَنْهُ : Eğer dünyaya geri döndürülseler yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler (6/En’âm 28);

وَمَنْ عَادَفَيَنْتَقِمُ اللَّهُ مِنْهُ : Kim dönerse/bir daha aynı suçu işlerse Allah ondan öç alır(5/Mâide 95);

وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ : Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O’dur(30/Rûm 27);

وَمَنْ عَادَ فَأُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ: Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır(2/Bakara 275);

وَإِنْ عُدْتُمْ عُدْنَا : Siz (bozgunculuğa) dönerseniz biz de (sizi cezalandırmaya) döneriz (17/İsrâ 8);

وَإِنْ تَعُودُوا نَعُدْ : Geridönerseniz biz de döneriz(8/Enfâl 19);

قَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِهِ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذِينَ آَمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَا أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا : Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: Ey Şuayb; seni ve beraberindeki inanmış olanları, ya memleketimizden çıkarırız veya mutlaka bizim dinimize dönersiniz(7/A’râf 88);

فَإِنْ عُدْنَا فَإِنَّا ظَالِمُونَ : Tekrar dönersek doğrusu zulmetmiş oluruz (23/Mu’minun 107);

قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللَّهِ كَذِبًا إِنْ عُدْنَافِي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ إِذْ نَجَّانَا اللَّهُ مِنْهَا وَمَا يَكُونُ لَنَا أَنْ نَعُودَ فِيهَا إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ رَبُّنَا : Allah, bizi ondan kurtardıktan sonra yine sizin dininize dönecek olursak; doğrusu Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi bir yana, sizin dininize dönmemiz bizim için olacak şey değildir (7/A’râf 89);

وَالَّذِينَ يُظَاهِرُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَتَمَاسَّا : Eşlerinden zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerine dönenlerineşleriyle temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuşturmaları gerekir (58/Mücâdele 3). 

Zâhir ehline göre, ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا sözünden kasıt, kişinin eşine zıharsözünü ikinci kez söylemesidir. Bu durumda onun kefaret vermesi gerekir. ثُمَّ يَعُودُونَ sözü de tıpkı; فَإِنْ فَاءُوا (2 /Bakara 226) sözü gibi olur. 

Ebu Hanife’ye göre zıharda dönüş yapmak; kişinin eşine zıhar sözünü söyledikten sonra, onunla cinsel ilişkiye girmesidir. İmam Şaifi’ye göre ise zıharda dönüş yapmak; kişinin, eşiyle zıhar yaptıktan sonra onu boşayabileceği bir müddet tutup da boşamamasıdır. Bazı müteahhir âlimler de şöyle demişlerdir: Muzahare, bir yemindir; örneğin kişinin şöyle demesi gibi: “Eğer şu işi yaparsam, eşim bana annemin sırtı gibi olsun.” Eğer kişi söz konusu işi yapıp da yeminini bozarsa, Yüce Allah’ın bu âyette belirttiği kefareti vermesi gerekir. 

ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا sözü de kişinin yapmayacağına yemin ettiği şeyi yaptığına hamledilir. Bu tıpkı şöyle demen gibidir: فُلاَنٌ حَلَفَ ثُمَّ عَادَ : Falan kişi yemin etti, sonra da yapmayacağına yemin ettiği şeyi yaptı. 

Ahfeş’e göre; لِمَا قَالُوا sözü, فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ sözüne bağlıdır. Bu da son görüşü güçlendirmektedir. Ona göre, kişi zıhar yeminini bozduğunda gerekli olan kefaret, tıpkı şu âyette belirtilen Allah’a yapılan yeminin bozulmasında gerekli olan kefaret gibidir:

لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْأَيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ : Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun kefareti; ailenize yedirmekte olduğunuzun ortalamasından, on düşkünü yedirmek, yahut giydirmek veya bir köle azad etmektir. Kim de bunları bulamazsa; üç gün oruç tutmalıdır(5/Mâide 89). 

إِعَادَةُ الشَّيْءِ كَالْحَدِيثِ وَغَيْرِهِ : Söz ve benzeri gibi bir şeyin tekrar edilmesidir. Allah buyurur ki:

قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ سَنُعِيدُهَا سِيرَتَهَا الْأُولَى : Allah buyurdu: Al onu! Korkma! Biz onu ilk hâline döndüreceğiz(20/Tâhâ 21);

إِنَّهُمْ إِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا : Eğer onlar size galip gelirlerse sizi taşlayarak öldürürler, yahut kendi dinlerine döndürürlerki, o takdirde asla iflâh olamazsınız(18/Kehf 20). 

عَادَة : Fiil ve infialin, bir huy gibi insanın kolay yapabileceği bir duruma gelinceye kadar tekrar edilmeleridir. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: اَلْعَادَةُ طَبِيعَةٌ ثَانِيَةٌ : Âdet ikinci bir tabiattır. 

عِيد : Art arda gelen şeydir. Şer’î ıstılahta, Fıtır ve Kurban günü anlamındadır. Söz konusu günler, Hz. Peygamber’in aşağıdaki hadisinde işaret edildiği gibi, şeriatta mutluluk günü olarak kabul edildiğinden عِيد ismi mutluluğun olduğu bütün günler için kullanılır oldu: أَيَّامُ أَكْلٍ وَشُرْبٍ وَبِعَالٍ : Teşrik günleri; yemek, içmek ve sevişme günleridir. Şu âyet de bu anlamdadır: رَبَّنَا أَنْزِلْ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ تَكُونُ لَنَا عِيدًا لِأَوَّلِنَا وَآَخِرِنَا : Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bayram olsun (5/Mâide 114). 

عِيد : İnsana tekrar dönen bir hâldir. عَائِدَة : İnsana dönen herhangi bir fayda. مَعَاد : Dönüşe ve dönüşün yapıldığı zamana denir. Bazen de dönüşün yapıldığı mekâna da denir. Allah buyurur ki: إِنَّ الَّذِي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْآَنَ لَرَادُّكَ إِلَى مَعَادٍ : Sana Kur’ân’ı farz kılan, seni dönülecek yereelbette döndürecektir (28/Kasas 85). Bazılarına göre dönülecek yerin Mekke olduğunu söyler. Fakat doğru olan Emiru’l-Mü’minin Ali aleyhisselâmın işaret ettiği ve İbn Abbâs’ın zikrettiği şu görüştür: Bu âyet, Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’i kuvve hâlinde Hz. Âdem’in sırtında yarattığı ve şu âyette belirtildiği gibi onu dışarı çıkardığı cennete işarettir: وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي آَدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ : Hani Rabbin, Ademoğulları’ndan onların bellerinden soylarını dışarı çıkarmıştı (7/A’râf 172). 

Yolculuk yapmayı ve çalışmayı itiyat hâline getirmesinden veya yılların peş peşe üzerinden gelip geçmesinden hareketle yaşlı deveye عَوْد denir. Birincisine göre fâil, ikincisine göre ise mef’ûl anlamındadır. Ayrıca عَوْد ; yolcuların geri döndükleri eski yola denir. عِيَادَةُ الْمَرِيضِ (Hasta ziyareti) sözü de عَوْد kökünden gelmektedir. 

عِيدِيَّة kelimesi, عِيد denilen erkek deveye mensûp deve. عُود : Asıl anlamı, kesildiği zaman tekrar yeşerme özelliğine sahip olan ağaçtır. Daha sonra bilinen ut/tef ve kendisiyle tütsü yapılan çubuk anlamlarına tahsis edilmiştir.

(R. El-İsfahânî / el-Müfredat)

Hud’un kavmi, Nuh kavminin ardından halifeler kılınmışlardır (A’râf 7/69). Bu bir kavmin yerine başka bir kavmin halife kılındığı ilk olaydır. Fakat Hud’un kavmi bu durumu terk ederek Nuh’un yok edilen kavminin karakterine bürünmüştür. İşte bu durum onları “İLK DÖNEKLER” yapmaktadır.

(*) ثَمُودَا: Fa’l vezninde mübalağa ile ism-i fail olan bu kelime, mübalağa ile ism-i fail olduğu için sulasi mücerred kökten türemiş demektir. Çünkü mübalağa ile ism-i failler sadece sulasi fiillerden türerler. Bu kelimenin sulasi mücerred kökündeki anlamları şudur: (semede–semeden) “semiz olmak, besili olmak” (semide–semeden) “bitmek, tükenmek, ihtiyaç anında kullanmak için bir şeyi biriktirmek, az bir şey bırakmak” (Karslı).

Bu anlamlara göre mübalağa ile ism-i fail kalıbında olan ‘semud’ kelimesinin anlamı şunlardan biri olmalıdır; “aşırı semiz olanlar, çok az kalanlar, çok fazla biriktirenler.”

Bu kelime ayette “geriye bırakmak, bakiye bırakmak” anlamına gelen اَبْقٰى (ebka) kelimesi ile birlikte geçmektedir. Ad kavminin Nuh kavminin halifesi olduğu gibi Semud kavmi de Ad kavminin halifesi kılınmıştır (A’râf 7/74). İşte bu durum onları Ad kavminin bakiyesi yapmaktadır. İşte kelimeye verdiğimiz “(onlardan sonra) geriye bıraktığı az sayıdaki Semud’u” ifadesinin gerekçesi bunlardır. Bu cümledeki ‘ma’ edatı ism-i mevsul olarak alınmıştır.

(*) اَهْوٰى (heva): Bu kelimenin sözlüklerdeki anlamı şudur: (heva–huviyyen–heveyenen) “yukarıdan aşağı düşmek, inmek, helak olmak” (heviye–heven) “sevmek, canı istemek, hoşlanmak” (ehva–ihvenen) “düşmek, aşağıya inmek, işaret etmek, ima etmek, elini uzatmak, …e kalkıştı” (Karslı).

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamdan iftial babının ism-i mefulü (ism-i fail de olabilir) olarak geçmektedir. Anlamı; “olmaları gereken hallerini tersyüz ederek olmamaları gereken bir hâle getirilenler (gelenler)” şeklindedir.

  1. YİRMİ DOKUZUNCU BAĞLAM
وَاِذَا رَاَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ اَجْسَامُهُمْۜ وَاِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْۜ كَاَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌۜ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْۜ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْۜ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Münâfikûn 63 / 4

Onları gördüğün vakit cisimleri hoşuna gider ve eğer sağlam dayanakları varmış gibi her azarlamayı kendileri hakkında sanarak konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar, sınırları aşanlardır, onlardan sakın. Allah onları etkisiz hâle getirdi. Nasıl da olmaları gereken halden başka hâle döndürülüyorlar.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi meçhul muzari bir fiil olarak geçmiştir. Anlamı “olmaları gereken durumdan olmamaları gereken durumlara düşürülmek” şeklindedir.

  1. OTUZUNCU BAĞLAM
وَجَٓاءَ فِرْعَوْنُ وَمَنْ قَبْلَهُ وَالْمُؤْتَفِكَاتُ بِالْخَاطِئَةِۚ
Hâkka 69 / 9

Firavun, ondan öncekiler ve ters-yüz edilerek başka yönlere sevk edilenler de bu yanlışı işlediler.

Bu çalışmanın ana konusu olan ‘ifk’ kelimesi bu bağlamda iftial babının ism-i mefulü olarak geçmektedir. Bu kelime ilgili açıklamalar, kelimenin aynı kalıpta geçtiği Tevbe 9/70. ayet bağlamında geçmişti.

Bu çalışmayı tamamlamayı lütfeden Yüce Allah’a sonsuz minnet duygularımla hamd ediyorum. Her şekilde övgülerin tamamı sadece ona aittir.

ELHAMDULİLLAHİ RABBİL ALEMİN.

Kavramlar: