Başlıklar
“İNSAN-ALLAH” BULUŞMASININ ZEMİNİ
Geleneksel anlayıştan kurtulma gereği
Şu kesin ki geleneksel dini anlayışın sırtımıza yüklediği ağır bagajlardan kurtulmak zorundayız ve biz bu meselelere ilkelerini Kur’an’dan alan ama tamamen kendimize ait, kimsenin taklidi, kopyası olmayan bir yaklaşımla çözüm bulmak zorundayız. Önümüzdeki tek bariyer yine kendimiz olmalıyız.
‘Kur’an’ ve ‘kitap’ ilişkisini kurmadan önce her ikisinin var olma sahasına bakalım.
Mesela, Yüce Allah, Kur’an için ‘İLİM’ kelimesini kullanıyor. Bu ilmin var olma sahasına baktığımızda onun mutlak olanla bir olabileceğini, varlık var olmasa bile onun mutlak alanda varlığını koruyabileceğini hatta varlık olmasa bile anlamlı olabileceğini biliyoruz. Fakat ‘yazı’ öyle değildir. “Yazı ve mutlaklık”, biri diğerini gerekli kılan şeyler değillerdir. Nitekim insanlar da her an yazı üretebilirler, icat edebilirler.
Bu açıdan ‘kitap’ ve ‘Kur’an’ kelimelerine ilk önce mutlak karşısındaki anlamları, daha sonra ise mukayyet açısından anlamları üzerinden yaklaşmalıyız.
Mutlak olan açısından ‘yazı’, mutlak olanın maksadını açık etmede kullandığı bir enstrümandır. Fakat eğer maksat açık ediliyorsa bir de maksadın kendisi için açık edildiği bir muhatap var demektir. Bu durumda ‘yazı’, mutlak olanın, muhatap aldığı mukayyetin durumuna göre belirlediği bir şeyi olmaktadır.
‘Kur’an’ ise mutlak olanın Zat’ında var olan ilmidir. Maksadı açık edecek bir muhatap olmasa bile o vardır.
Maksadı açık etmenin farklı yolları olmasına rağmen “Neden yazı seçildi?” sorusu da önem kazanmaktadır. Bu sorunun cevabını derslerimizde kısmen verdim sanırım. Şöyle ki Yüce Allah’ın muhatap aldığı insan mukayyet bir varlıktır. Bu mukayyetlik onu daima şimdiki zamanı yaşamaya mecbur bırakmaktadır. Mutlak olan ise mutlak olduğu için hep şimdiki zamandadır. Birinin şimdiki zamanı yaşaması mutlaklığından, diğerinin şimdiki zamanı yaşaması ise mukayyetliğindendir. İşte bu durum mutlak olanı ve mukayyet olanı ‘şimdiki zaman’ zemininde buluşturmaktadır. Daha doğrusu ‘şimdiki zaman’ her ikisinin buluşmasını mümkün hâle getirmektedir.
İşte ‘yazı’, insan açısından, hangi şimdiki zamanda yazılmış olursa olsun, isterse o yazıda kullanılan işaretler binlerce yıl önce tedavülden kalkmış olsun hiç fark etmez, daima ‘şimdiki zaman’da kalan bir enstrümandır. Daha doğrusu hep ‘şimdiki zaman’da kalması mümkün olan bir enstrümandır.
Yazının şimdiki zaman işlevi
Bu son açıklama cümlesini şundan dolayı yaptım. ‘Yazı’nın daima ‘şimdiki zaman’da kalması tek başına ‘yazı’nın nesneline bağlı değildir. Evet, her ‘yazı’ “nesnel” açıdan her zaman şimdiki zamandadır (kaldığı müddetçe) fakat her ‘yazı’ sözdür, sadece yazının nesnel olarak şimdiki zamanda kalması tek başına içeriğinin de şimdiki zamanda kaldığı anlamına gelmez. Bu açıdan, durduğu müddetçe her ‘yazı’ nesnel açıdan daima şimdiki zamandadır fakat her ‘yazı’ içerik açısından şimdiki zamanda olmayabilir.
Bu açıdan tam burada bir KAİDE çıkmaktadır: Kur’an, zamana ve mekâna mukayyet olmayan Yüce Allah’ın ilmiyle gelmiştir. Yüce Allah’ın ilmi zamana ve mekâna mukayyet değildir. O halde Kur’an da zamana ve mekâna mukayyet olmaz çünkü ‘yazı’nın içeriğini belirleyen, mekâna mukayyet değildir.
Buna göre Kur’an nesnel’i durduğu müddetçe daima şimdiki zamana seslenir, daima şimdiki zamanı anlamlı ve amaçlı kılar. Eğer ki nesnel’i yok olursa ‘söz’ olarak kalsa bile işte o dakika, işte o saniye TARİHSEL olur.
Bu açıdan Kur’an’ın yazılı olmasının sebebi öğretisinden değil, muhatabından dolayıdır. Mutlak olanla mukayyetin bulaşabileceği tek zemin olmasından dolayıdır.
Müktesebatın insanlığa bıraktığı en kötü miras, Allah ile insanı karşı karşıya konumlandırmasıdır. Kur’an, Yüce Allah’ın insana salladığı parmağı değildir ama ne yazık ki Kur’an, bir öğreti olmaktan çıkarılıp bir tehdit unsuruna, bir sınırlama unsuruna dönüşmüştür.
Bundan yıllar öncesinde, daha çiçeği burnunda bir tıfılken “Biz Kur’an’a değil, Kur’an’ı gönderen Allah’a tapıyoruz.” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu ayrım çok önemlidir. “Kur’an”, bizim tanrımız değil, İlah’ımızın bize öğretisidir. Öğreti, öğrettiği şeyin önüne geçemez. Öğreti, öğrettiği kişilerin önüne geçer.
Kur’an, Yüce Allah’ın sınırlarını belirleyen sınırlar değildir. Yüce Allah mutlaktır ve Yüce Allah, Kur’an’ın anlattığından ibaret değildir. Sonsuz kere hâşâ, sakın ola ki “burada Kur’an’ı küçümsediğim” gibi bir sonuç çıkmasın. Allah mutlaktır ve hiçbir sınıra gelmez. Eğer Yüce Allah Kur’an’ın anlattığından ibaret olsaydı bu O’nun için sınırların olduğu anlamına gelirdi.
Kur’an Yüce Allah’ın tanım ve tarifini yapmak için de inmemiştir. Yüce Allah mutlaktır, O’nun tanıma ve tarife ihtiyacı yoktur. O’nun sıfata ve isme de ihtiyacı yoktur. Fakat şimdiki zaman zemininde gerçekleşen “İnsan-Allah” buluşmasında tarafların belli olması şarttır, yoksa kim kime nasıl davranacağını bilemez.
Yüce Allah, Kur’an’ı, muhatabı için mukayyet bir zemine göndermiştir. O halde Kur’an’daki her şeyin, mukayyeti anlamlı hâle getirecek, mukayyeti öğretecek şekilde dizayn edilmesi ve manaların yani ‘öğreti’nin buna göre şekillenmesi gerekmektedir.
‘Radıyallahu anhum ve radu anh’ … Eğer, “Mutlak olanla mukayyet olan nasıl olur da bir zeminde buluşur?” diye soran varsa işte bu cümledir cevabı.