Başlıklar
İNSAN KALMANIN MÜCADELESİNİ VERENLERİN CANHIRAŞ FERYADI
İçinde yaşadığımız dünyada Allah’ın bizden razı olacağı doğru tavırlar edinebilmemizin üzerine temelleneceği zemini istemek; arzulamak, gıpta etmek, heveslenmek, konuşmak, tartışmak, araştırmak değildir. Çünkü istesek de istemesek de arzulasak da arzulamasak da heveslensek de heveslenmesek de bu dünyada insana yakışır bir hayat ve öldükten sonra da sıkıntı çekmeden yaşamak istiyorsak Kur’an’ın gösterdiği istikametten başka seçeneğimiz veya alternatifimiz yoktur. Bu alternatifsiz durum, Kur’an’ın insan türünün özgür iradesini yok eden bir zorunluluk değildir. Tam tersi bu, aklımızın bize gösterdiği bir zorunluluktur. Bireyler ve toplumlar ahlâki veya hayata yön veren sistemler açısından amansız, sinsi bir hastalığın pençesine düşmüş hasta konumundadırlar ve insanlık beğense de beğenmese de hoşlansa da hoşlanmasa da istese de istemese de bu hastalıktan kurtulmanın tek çaresi KUR’AN’ın önerdiği tedavi biçimidir. İnsan türü Kur’an’ın önerdiği tedavi yöntemine inanır veya inanmaz, artık bu onun seçimidir.
Fakat şu da bir gerçektir ki Kur’an’ın geçmişteki ve günümüzdeki sunumlarının tamamı Kur’an’ın insan türünü tedavi edebileceği yönündeki şüpheleri gidermeye yetmemiş, onları sadece çoğaltmıştır. Yani insan türü, hastalıklarından Kur’an ile kurtulabileceğinden, Kur’an’ın hastalıkları tedavi edebilecek yeterliliğe sahip olduğundan çok büyük şüphe duymaktadır. İnsanlığın tamamında Kur’an’ın “doktorluğunun” kabile büyücülüğü seviyesinde bir şey olduğuna dair yerleşmiş bir inanç vardır. İnsanlık Kur’an’ın ne bireysel ne toplumsal ne de global boyutta insanlığın herhangi bir derdine deva olacağına kesinlikle inan-ma-mak-tadır.
İnsan türünün sahip olduğu bu olumsuz algı Kur’an’ın düşmanları tarafından değil tam tersi Kur’an adına mücadele edenler ve onu savunanlar tarafından oluşturulmuştur. Hangi tefsire, hangi meale veya hangi söyleme bakarsak bakalım Kur’an’ın, içinde bolca karanlık noktaları, bolca ezoterik anlatımları, bolca mantık hataları, bolca anlatım bozuklukları ve bolca çelişkileri bulunan bir kitap olarak sunulduğu çok rahatlıkla görülecektir. “Kur’an yeter!” diyen koca koca ilâhiyatçıların bizzat kendilerinin “Rivayetler olmadan Kur’an’ı nasıl anlayacaksın!?” dediği bir ortamda, tefsir ana bilim dalı bölüm başkanlarının “Kur’an ile bırakın bir ülkeyi küçük bir köyü bile yönetemezsiniz.” dediği bir ortamda, hayatını Kur’an mücadelesine adadığını söyleyenlerin “Kur’an tek kaynaktır.” dendiğinde canla başla müktesebat savunuculuğuna soyunduğu bir ortamda insanlığın derin şüphe içine düşmesinin vebâlini kafirlere veya Kur’an düşmanlarına yüklemek hem haksızlık hem de çok büyük bir ahmaklık olacaktır.
Kur’an üzerinden oluşturulan müktesebâtın genetik yapısının kodlarında içinde sadece Kur’an’ın olduğu en ufak bir bilgi kırıntısı bile yoktur. Bunun böyle olmasının en temel sebebi tarih boyunca Kur’an’ın tek başına ayakta duramayacak kadar zayıf ve cılız bir kitap olduğunun, tek başına yeterli ışığı vermesi mümkün olmayan bir kandil olduğunun peşinen kabul edilmesi yatmaktadır. Böylesine zayıf bir kitabın ayakta durabilmesi için destekçilere, ışığını daha canlı verebilmesi için ateşini harlayan nefesi kuvvetli üfürükçülere ihtiyaç duyacağı gayet açıktır.
Kur’an’ın yanına eklenenlerin tehlikesi
Bu saiklerle yapılan Kur’an mücadelelerinde veya propagandalarında daima Kur’an’ın yanına bir şeyler koyma çabasına girişilmiştir. Oysa çok basit ve sıradan bir akıl yürütme ile bile bu davranış kalıbının ne kadar yanlış olduğu kolayca anlaşılacaktır, Şöyle ki; Kur’an, sözlerin en sağlamı, en sahihi, en güvenilir olanıdır. Işığı en parlak olan nurdur. Ondan daha sahih bir sözün, ondan daha parlak bir nurun olması mümkün değildir. Böylesine sahih ve parlak olan bir şeye payanda olacak şeylerin tamamının ondan daha sönük olacağı ve asla onun kadar sahih olamayacağı gayet açıktır. Bu durumda Kur’an’dan daha aşağı olan bir payanda veya Kur’an’dan daha sönük olan bir ışık kaynağı Kur’an’ın gücünü ve ışığını somurarak dikkatleri kendi üzerine çekecek, asıl ışık kaynağı ise karanlıkta kalacaktır. Sahih olan bir sözün yanına spekülatif bir söz koyduğunuzda spekülatif bilgi değer kazanırken sahih bilgi değer kaybedecektir. Nasıl ki sağlam ve sağlıklı meyvelerin yanına çürük bir meyve konulması durumunda çürük olan sağlam olanları da çürütüp kendisine benzetiyorsa ve kendisiyle beraber sağlam meyvelerin de daha çok kokmasına ve bozulmasına sebep oluyorsa Kur’an’ın yanına spekülatif bilgi koymak da aynı etkiyi yapacaktır.
Kur’an kadar sahih bir bilgi kaynağının yanına, arkasına, önüne, altına, üstüne, sağına, soluna konulacak her sahih olmayan bilgi Kur’an’ın enerjisini somurarak meşruiyet kazanacaktır ama bizzat Kur’an’ın kendisi meşruiyetinden ödün verecektir. Nitekim öyle de olmuştur. Mesela rivayet temelli bir yaklaşımın alt yapısını “KUR’AN’I DAHA ANLAŞILIR HÂLE GETİRMEK” gibi süslü bir söylem oluşturmaktadır. Ama sadece bu cümleyi ele alsak bile ortada bir “hokus-pokus” olduğu görülecektir. “KUR’AN’I DAHA…” denmesi Kur’an’ın, olduğundan daha güzel, daha açık, daha anlaşılır hâle gelebileceğinin de peşinen kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Oysa Kur’an’ın DAHASI yoktur.
Kendisini ‘AHSEN’ olarak tanıtan bir kitabın “DUBLE AHSEN, SUPER AHSEN, MULTİ AHSEN, SUPERSONİC AHSEN” gibi gelebileceği bir “DAHASI” olmaz, olamaz.
“Dahası” olmayan bir kitabı daha anlaşılır, daha güzel, daha aydınlık yapmak için ona rivayet, hadis, kıyas, ulema görüşü, bilim vs. gibi şeyleri yamamanın Kur’an’ı daha güzel yapamayacağı ama böyle yapmakla Kur’an’a yamanan şeylerin Kur’an’ı da kendilerine benzeterek yani Kur’an’ı da kendi seviyelerine indirerek zemin bulacağı gayet açıktır.
Müktesebatın oluşmasının formülü küçük farklılıklar olsa bile tüm ulema çevresinde şu şekilde betimlenmiştir:
KUR’AN + HADİS + MEDİNELİLERİN UYGULAMASI + KIYAS + İCMA
Bu formülün sağ tarafında bulunanların tamamı en solda Kur’an olunca meşruiyet ve değer kazanmaktadır. Ulemanın “dinin kaynağı” olarak lanse ettiği formülden en soldaki Kur’an’ı çıkarırsak geri kalanların çöp kadar bile değeri kalmayacaktır.
En sola KUR’AN’IN konulmadığı durumlarda hiçbiri artı değer kazanmayacak ve meşru olmayacaktır.
Bu şeytani denklem böyle durduğu müddetçe Kur’an daima değer kaybedecek, sağdaki artılardan sonra gelenler ise daima değer kazanacak ve hatta öyle olacak ki en soldaki KUR’AN değersiz hale gelecektir.
VE ne yazık ki Müslümanların tarihindeki birikimlerin tamamı bu şeytani formülün sonundaki EŞİTTİR mesâbesindedir.
YANİ … KUR’AN + SÜNNET + İCMA + KIYAS = Kaos, bilinmezlik, müşkül meseleler, hastalık, karanlık meseleler, çözümsüzlük, çelişki, akıl tutulması, kan, gözyaşı, huzursuzluk, mutsuzluk… İşte böyle olmuştur.
Geçmişten günümüze, yazılan her tefsir, yazılan her meal, söylenen her söz işte bu formülün EŞİTTİRidir.
Bizim bu söylemimize tarihte müktesebat meydanında biriken kalabalığın çokluğuna bakarak şöyle diyenler çıkmıştır ve çıkacaktır… “NE YANİ, KİMSE DEĞİL DE SİZ Mİ? TARİHTEKİ ONCA ÂLİM, ONCA İNSAN KİTLESİ BİLEMEDİ DE BİR SİZ Mİ BİLDİNİZ? HERKES YANLIŞ DA BİR SİZ Mİ DOĞRUSUNUZ?”
Müktesebat formülünün yarattığı hasar
Bir biz mi doğruyuz yoksa sadece biz mi biliyoruz, bunu bilmemiz mümkün değildir. Ama gelmiş geçmiş insan kitleleri arasında KELAYNAK kuşu gibi durduğumuz ortadadır.
Ulema eliyle oluşturulan müktesebâtın GENETİĞİNİN bozuk olduğu, o genetik üzerinden yapılan DNA transferlerinin herhangi bir kalıba girmeyen, kendisine de tanım getirilemeyen MUTANT bir DİN oluşturduğu artık ispat etmenin bile gereksiz olduğu bir hâle gelmiştir. Çünkü her şey ortadadır.
Fakat her bilginin en küçük hücresinin içinde gizli ya da açık bir şekilde bulunan müktesebat geninin tedavi edilerek hücrelerin dışına atılması damardan yapılan bir iğne kadar kolay ve acısız değildir.
İnsan olarak bizler kendimizden öncekilerin devamıyız ve bizim varlığımızı anlamlı hale getiren alt yapının tamamını onlardan almışızdır. Biz İSLÂM’IN BUGÜNÜ değiliz. Biz MÜSLÜMANLARIN BUGÜNÜYÜZ. Bizi ortaya çıkaran toplulukların yapısında İSLÂM değil hep MÜKTESEBAT vardı.
Yani aslında biz de MUTANT varlıklarız. Çünkü genlerimizin tamamını MÜKTESEBATTAN almışız.
Şimdi, Allah bize lütfetti de merhamet etti de acıdı da O’ndan başka sığınağımızın, Kur’an’dan başka bir kılavuzumuzun olmadığını anladık (elhamdülillah)… Ama bunu anlamış olmamız en kılcal damarlarımıza kadar işlemiş müktesebat mikrobundan kurtulduğumuz anlamına asla gelmemektedir. Sancının, acının, karamsarlığın, yalnızlığın, ölene kadar bitmeyecek bir ıstırabın eşiğindeyiz.
Kur’an ile kendimizi tedavi edebileceğimize kesin olarak inanıyoruz ama bu inanç, bedeli olmayan ve sadece “inandık” demekle hastalıklardan kurtulabileceğimiz bir inanç değildir.
Aklımıza, ruhumuza, vicdanımıza, zihnimize en acı ilacı içirmek, en keskin neşteri vurmak, en zorlu tedavi yöntemlerini uygulamak zorundayız.
Biz Kur’an ile tedavi olmayı seçmekle NEYİ SEÇTİĞİMİZİ, NEYİ GÖZE ALDIĞIMIZI BİLMEK ZORUNDAYIZ.
Şu an önümüzde öyle bir yol var ki bu yol, bilinen yolların en tehlikelisi, en zorlusu, en acılısı, en engellisi, en düşmanı bol olan bir yoldur. Bizim durduğumuz nokta hiç mübalağa etmeden söylüyorum ki İNSANLIĞIN DÖNÜM NOKTASIDIR.
Böylesine ağır bir yükün, eksikliklerle ve yetersizliklerle dolu bizim gibi insanların payına düşmesi karşılaşabileceğimiz en hüzünlü ironidir.
Çünkü, karşımızda müktesebat dağının altında kalmış bir kitabımız var ama bir koşu anlamadıklarımızı sormak için Cebrail’e gidemiyoruz işte, evinde oturan bir resulün kapısını çalamıyoruz işte… Şimdi söyleyeceklerim belki hadsiz sözler olacaktır. Bundan dolayı Yüce Allah’tan bağışlanma diliyorum. Resullerden hiçbirinin kendisine verilen kitabı AN-LA-MA-MAK gibi bir sorunu yoktu. Sorunu olsa bile sorununu güvenli bir şekilde çözebileceği İMKÂNLARI vardı. Onlar iyilerdi, biz iyi olmaya çalışıyoruz. Onlar seçilmişlerdi, biz görmediğimiz, duymadığımız halde seçilmişlere uymaya çalışıyoruz. Onlar korunuyordu, biz korunmaya çalışıyoruz. Onlar beşerdi, biz İNSAN kalmaya çalışıyoruz.
Denilebilir ki “NE FARK EDER, SİZİN ELİNİZDE DE ONA VERİLEN KİTAP VAR YA!”
Kur’an’la tedavi olmanın bedeli
Değil, değil işte… Kazın ayağı öyle değil!
Zaten bizim sorunumuz tam da bu işte!
Evet, elimizde ondan kalan bir kitap var ama hem o kitap anlaşılmaz hâle getirilmiş hem de biz o kitabı anlayacak insanlar olmaktan uzaklaştırılmışız.
Yani kitap bizden, biz kitaptan uzaklara sürüklenmişiz.
Yahu, tüm çabamız İNSAN KALMAK. Biz, dağları yerinden oynatan resuller olmaya, denizleri yaran Musa olmaya, ateşlerde yanmayan İBRAHİM olmaya çalışmıyoruz çünkü öyle olamayacağımızı peşinen kabul ettik, biz hepi topu sadece İNSAN KALMAK istiyoruz.
Niye bu, bu kadar zor? Niye bu, bu kadar imkansız?
Vallahi kimsenin namusunda, malında, mülkünde, tarlasında, tapanında, ırmağında, dağında, bahçesinde, evinde gözümüz yok.
RESULLER RİSÂLETİN MÜCADELESİNİ VERDİLER, biz ise sadece insan kalmanın mücadelesini veriyoruz.
Evet, bu haksızlıktır, bu zulümdür. Bu “insanlık” denen varlığın biriktire biriktire önümüze diktiği engeldir.
Evet bu, bir isyandır. Allah’tan başka her şeye ama her şeye isyandır.
Evet bu, canhıraş bir feryattır. İçi cayır cayır yananların, insan kalmanın zorluğu yüreğinde göğe yükselen yangınların yandığı zavallıların feryadıdır.
İsyanımızın EN BAŞINA müktesebat geniyle Kur’an’a atılan tüm bakışlara karşı olan isyanımızı koyuyorum… Bu isyan her bir ayetin, her bir kelimenin, her bir edatın müktesebâta isyanıdır.
Allah aşkına, gözlerinizi kapatıp Kur’an’ın herhangi bir sayfasını açın, kapalı gözlerinizle parmağınızı herhangi bir ayetin üstüne koyun, sonra gözlerinizi açın ve ayeti okuyun, tarih boyunca biriktirilmiş tüm okuyuşları yanınıza koyun ve isyan etmeyeceğiniz bir tane, TEK BİR TANE okuyuş bulun.
İnsan kalma mücadelesinin feryadı
Hadi, ben sizin yerinize yapayım…
Velev neşâu letamesnâ ‘alâ a’yunihim festebekû-ssirâta feennâ yubsirûn(e)
SV Meali – (Sapmalarını) Biz tercih etseydik elbette gözlerini büsbütün yok ederdik. O zaman yolu bulmak için koşuşurlardı ama onu nasıl göreceklerdi ki!
Gözlerimi kapadım, Kur’an’ı açtım ve parmağımı bastım, işte bu ayet çıktı!
“SAPMALARINI BİZ TERCİH ETSEYDİK GÖZLERİNİ BÜSBÜTÜN YOK EDERDİK. O ZAMAN YOLU BULMAK İÇİN KOŞUŞURLARDI AMA ONU NASIL GÖRECEKLER!” … Allah aşkına, ne diyor bu meal? Gözler kör olunca doğru yol seçilmeyecek mi? DOĞRU YOL denilen o yol bir otoban mı ki gözlerin görmesi mümkün olsun!…
Allah aşkına, “SAPMALARINI BİZ TERCİH ETSEYDİK” demek ne demek?
Gözlerin körlüğü ile doğru yol bulunamayacaksa kör olanlar ne yapacak?
Yoruyorlar, sadece yoruyorlar… Bu meal yazarları için her bir söz, üzerinden yorum devşirecekleri sermayeden başka bir anlam ifade etmemekte. Sözün kendisinin anlamlı olması veya olmaması onlar için hiç önemli değil!
Neyse…