Başlıklar
İSA – ÂDEM – BEŞER – NÂS – İNSAN -(1)-
Kur’an’da geçen Âdem kıssaları iki farklı üslûpla anlatılmaktadır: Birinde, doğrudan ‘Âdem’ ismi kullanılarak; diğerinde ise sadece ‘beşer’ kelimesi kullanılarak. İsim verilerek anlatılan Âdem kıssalarında, Âdem’in yaratılışı ile ilgili bir anlatım hiç geçmez. Doğrudan Âdem’in ismini vererek yaratılışından bahseden tek âyet Âl-i İmrân sûresi 59. âyetidir -ki burada bile Âdem’den değil, İsa’dan bahsedilmekte ve her iki resûlün yaratılmasındaki ‘benzerliğe’ dikkat çekilmektedir. Âdem’in isminin zikredildiği Bakara sûresinin 30-39. âyetlerindeki Âdem kıssasında, onun halîfe tayin edilişi ve sonrasında gelişen olaylardan bahsedilmektedir. Yine isminin zikredildiği Â’râf sûresi 11-23. âyetlerde anlatılan kıssa, Âdem’in yaratılışı ile değil meleklerin onun için yaptıkları secde ile başlamaktadır (Â’râf 11). Hatta kıssanın devamında tam dört kez (26, 27, 31, 35. âyetlerde) “Ey Âdem oğulları!” denilerek kıssaya onun oğulları dahil edilmektedir. Kur’an’da toplamda 7 kez geçen “benî Âdem” ifadesinin 5 tanesi Â’râf sûresinde, bir tanesi İsrâ sûresinde (17/70), bir tanesi de Yâsîn sûresinde (36/60) geçmektedir. ‘Âdem’ ismi ise Kur’an’da toplamda 25 kez geçmektedir. Fakat bu isimlerin geçtiği yerlerin hiçbirinde Âdem’in yaratılışından bahsedilmemektedir. İşte bu noktada Âl-i İmrân sûresindeki âyet daha bir önem kazanmaktadır.
Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona “Ol!” dedi ve oluverdi. (TDV meâli)
Bu meâlde, âyette geçen كَمَثَلِ (kemeseli) ifadesine sadece ‘gibidir’ mânâsı verilmiştir. Oysa bu kelime iki benzetme edatının birleşimidir, dolayısıyla kelimenin anlamı daha da kuvvetlendirilerek verilmelidir. Birazdan âyette kullanılan teşbih üslûbu ile ilgili detaylar verilecektir ama ona geçmeden önce hemen belirtelim ki her durumda, yaratılış açısından İsa’nın durumu Âdem’in durumuna benzetilmiştir. Oysa yukarıda da belirttiğimiz gibi Âdem’in ismi verilerek anlatılan Âdem kıssalarında Âdem’in yaratılışından bahsedilmemektedir. Âdem’in yaratılışı ‘beşer’ kelimesi üzerinden anlatılmıştır. Her iki anlatımın birleştirildiği ve ‘beşer’ kelimesinin kullanıldığı bu kıssaların ‘Âdem’ ile alâkalı olduğu yargısına her iki kıssada geçen ortak olaylar üzerinden varılmaktadır. Her iki kıssa arasındaki en benzer yön ise “-İblis hariç- Meleklerin beşere ve Âdem’e secde etmeleri”dir. İblis’in secde etmemesinin akabinde gelişen olayları konu alan İblis kıssaları, hem ismi zikredilerek anlatılan Âdem kıssalarında hem de ismi zikredilmeden anlatılan ‘beşer’ kıssalarında aynıdır.
Fakat hem ‘beşer’ kelimesi üzerinden anlatılan hem de ‘Âdem’ ismi verilerek anlatılan kıssaların hiçbirinde Âdem’in yaratılışı ile ilgili bir detay verilmemektedir. Meselâ, yukarıdaki âyette “İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir.” denmektedir ama yaratılışla ilgili hem İsa’nın annesinin (Meryem’in) hem de bizzat İsa’nın doğumu için detaylı bilgiler verilirken Âdem ile ilgili hiçbir detay verilmemiştir. Bu durumda şu soru gündeme gelmektedir:
Yukarıda alıntıladığımız, İsa’nın durumunu Âdem’in durumuna benzeten Âl-i İmrân sûresi 59. âyet, bu iki isim arasındaki hangi benzerlikten bahsetmektedir? Yani benzetmenin konusu nedir? Çünkü iki isim arasındaki benzetme konusu tespit edilmeden benzerliğin hangi konuda olduğunu da söylemek mümkün değildir. İşte bu durum ‘teşbih üslûpları’nın anlaşılması ile mümkün olacaktır. Çünkü teşbih üslûplarında en temel kurallardan biri de iki şey arasındaki benzerliğin hangi hususta olduğunun belirtilmesidir. Eğer benzetilme konusu belirtilmiyorsa bu teşbih nasıl anlaşılacaktır? İşte bu durum, âyette anlatılmak istenen şeye geçmeden önce ‘teşbih üslûpları’ ile ilgili temel kuralların bilinmesini zorunlu hâle getirmektedir.
Nahiv kitaplarında kalıplarından, kullanılan edatlardan, çeşitlerinden ve öğelerinden kısaca bahsedilen ‘teşbih’ konusu ‘belâgat ilmi’nin en temel konularından biridir. Hatta ‘belâgat ilmi’ üzerine kitap yazanların neredeyse tamamı belâgat ilmine ‘teşbih’ konusunu anlatarak başlamaktadır. Konu, oldukça detaylı ve hacimli bir konudur. Belâgat kitaplarında en ince detayına kadar anlatılan teşbih konusunun tüm ayrıntılarını buraya taşımayacağız. Konu ile ilgili daha detaylı bilgi edinmek isteyenler metin içerisinde alıntıladığımız kaynak kitaplara başvurabilirler.
- TEŞBİH’İN TANIMI
Teşbih (اَلتَّشْبِيه): Sözlükte شَبَّهَ (şebbehe) fiilinin mastarı olup “bir şeyi, başka bir şeye benzetmek” mânâsındadır.
Bir “Beyan” terimi olarak “Teşbih”; belirli bir maksat için, bir edat ile aralarındaki ortak nitelikten dolayı bir şeyi başka bir şeye benzetmektir.
Başka bir ifadeyle, bir veya birkaç şeyin bir veya daha fazla vasıfta ortak olduklarını, ك (ke=gibi) veya benzeri bir edatı zikrederek veya bunları varsayarak açıklamaktır. Veya bir gâye için, bir şeyi (benzeyeni) herhangi bir vasıfta (benzeme konusunda) diğer bir şeye (kendisine benzetilene) bir edatla birleştirmektir (benzetmektir).
- TEŞBİH’İN UNSURLARI (اَرْكَانُ التْشْبِيهِ)
- Müşebbeh (bir başkasına benzetilen)
- Müşebbeh bih (kendisine benzetilen)
Bu iki unsura “teşbihin iki tarafı” denilir. Çünkü teşbihte bunlardan herhangi birinin hazfedilmesi (cümleden düşürülmesi) mümkün değildir. Benzetme konusunun müşebbeh bih’de (kendisine benzetilende), müşebbehte (benzetilende) bulunandan daha kuvvetli ve net olması gerekir.
- Vech-i şebeh (benzetme yönü / benzetilen husus / benzetme konusu): Benzeyen (müşebbeh) ile kendisine benzetilen (müşebbeh bih) arasındaki ortak vasıftır.
- Teşbih edatı: Teşbih edatları hem (ك- كَاَنَّ – مِثْلُ – شِبْهُ – نَظِيرُ) gibi isim,
hem (يُمَاثِلُ – يُضَارِعُ – يُشَابِهُ) gibi fiil olarak gelebilirler.
Örnek cümle;
اَلْعِلْمُ كَالنُّورِ فِي الْهِدَايَةِ … İlim, doğru yolu göstermede ışık gibidir.
فِي الْهِدَايَةِ | النُّورِ | كَ | اَلْعِلْمُ |
Benzetme yönü | Kendisine benzetilen | Benzetme edatı | Teşbih üslûbunun öğeleri ve kurallarıBenzeyen |
اَنْتَ كَالّلَيْثِ فِي الشَّجَاعَةِ وَالْاِقْدَامِ … Sen, cesaret ve atılganlıkta aslan gibisin.
فِي الشَّجَاعَةِ وَالْاِقْدَامِ | الّلَيْثِ | كَ | اَنْتَ |
Benzetme yönü | Kendisine benzetilen | Benzetme edatı | Benzeyen |
(Prof. Dr. Nusrettin Boleli / Belâgat / s.35)
- TEŞBİH’İN KISIMLARI
Teşbih üslûbu, teşbih edatı ve teşbih yönünün (benzetme hususunun) zikredilip zikredilmemesi bakımından farklı isimler alır.
- Teşbih-i Mürsel: Teşbih edatı zikredilen teşbih.
- Teşbih-i müekked: Teşbih edatı hazf edilen (zikredilmeyen) teşbih.
- Teşbih-i mücmel: Teşbih yönü (benzetme konusu) hazf edilen (zikredilmeyen) teşbih.
- Teşbih-i mufassal: Teşbih yönü zikredilen teşbih.
- Teşbih-i beliğ: Teşbih yönü ve teşbih edatı hazf olunan (zikredilmeyen) teşbih.
(Prof. Dr. Nusrettin Boleli / Belâgat / s.41)
Teşbih üslûbu ile ilgili bu temel konuları belirttikten sonra Âl-i İmrân 59. âyette كَمَثَلِ (kemeseli) olarak geçen edat için Râgıb el-İsfahânî’nin el-Müfredât’ındaki açıklamalarını da vermemiz yerinde olacaktır.
Meselun (مَثَلٌ) ise, “biri diğerini açıklasın ve tasvir etsin diye, aralarındaki bir benzerlikten hareketle bir şeyle ilgili – başka bir şeyle ilgili söylenen bir söze – benzer bir söz söylemeyi ifade eder. Bu sözcük (مَثَلٌ) iki şekilde kullanılır:
- Birincisi: شِبْهٌ – شَبَهٌ kullanımlarına benzer bir şekilde, anlamında kullanılır. Bir nesnenin vasfının ifade edildiği söylenmiştir.
- İkincisi: Bir şeyin – hangi anlam olursa olsun – anlamlardan birinde bir başkasına benzediğini ifade eder. Benzerlikle ilgili vaz edilmiş olan lafızların en genel anlamlısı budur. Çünkü;
نِدٌّ (niddun) yalnızca bir şeyin cevherde ortak olanlarında kullanılır.
شِبْهٌ (şibhun) yalnızca nitelikte ortak olanlarda kullanılır.
مُسَاوِ (müsavi) yalnızca nicelikte ortak olanlarda kullanılır.
شَكْلٌ (şeklun) yalnızca miktar ve mesafede; yer, yüzey ölçümünde ortak olanlarda kullanılır.
مِثْلٌ (mislun) ise bunların tümünü kapsar. Bundan dolayı Yüce Allah benzetmeyi her yönden nefyetmek istediğinde hassaten bunu zikreder (Şûrâ 11).
(Ragıb el-İsfahani / El-Müfredata / MSL md.)
Tüm bu açıklamalardan sonra Âl-i İmrân 59. âyetteki ‘teşbih üslûbu’nun öğelerini tespit etmeye çalışalım:
ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ | خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ | اٰدَمَۜ | كَمَثَلِ | عِنْدَ اللّٰهِ | مَثَلَ ع۪يسٰى | اِنَّ |
Benzetme yönü | Kendisine benzetilen | Benzetme edatı | Benzetilen |
Konu, şimdilik, âyetteki teşbih üslûbunu tespit etmek olduğu için önce âyette teşbih üslûbunu oluşturan öğeler üzerinde durulmuştur. Buna göre, âyette teşbih üslûbunun bütün öğeleri mevcuttur. Yani herhangi bir hazf yoktur. Arapça bilmeyenler için âyete verilen meâl üzerinden teşbih üslûbunun öğelerini belirtelim.
Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona “Ol!” dedi ve oluverdi. (TDV meâli)
ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ | خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ | اٰدَمَۜ مَثَلِ | كَ | عِنْدَ اللّٰهِ | مَثَلَ ع۪يسٰى | اِنَّ |
Sonra +dedi+ona+ol+böylece oluyor | Yarattı onu topraktan | Âdem’in meseli | Gibidir | Allah katında | İsa’nın meseli | |
Benzetme yönü | Kendisine benzetilen | Benzetme edatı | Benzetilen |
Bu âyetteki “İsa’nın meseli Âdem’in meseli gibidir, onu topraktan yarattı.” ifadesi teşbih üslûbunun temel cümlesidir. Geri kalan kelimeler cümlenin tamamlayıcı unsurlarıdır.
Metindeki teşbihin çözümü ve yorumu
Kur’an’ın tamamında, ‘Âdem’ ismini zikrederek onun yaratılışını konu edinen tek âyet budur. Bunun dışında, ‘Âdem’ isminin zikredilip ‘Âdem’in yaratılmasının kökeni’ne dâir bilgi veren başka bir âyet yoktur. Biraz önce de bahsetmiştik, kıssalarda o detaylar ‘Âdem’ ismi zikredilerek değil ‘beşer’ kelimesi zikredilerek verilmektedir.
Âdem’i insan türünün ilki ve insanlığın atası olarak kabul eden ulemâ, Âl-i İmrân 59. âyette İsa ile Âdem’in yaratılışlarına yönelik yapılan bu teşbihi her ikisinin de ‘babasız’ oluşu anlamında yorumlamışlardır.
Yüce Allah’ın “Gerçek şu ki; Allah katında İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı” buyruğu kıyas yapmanın doğruluğuna delildir. Benzetmenin mahiyeti şudur: Hz. İsa da Hz. Âdem gibi babasız yaratılmıştır. Yoksa Hz. İsa da onun gibi topraktan yaratılmış değildir. Bir şey başka şeyle belli oranda niteliğe sahip olduğu takdirde -aralarında büyük fark bulunsa dahi- benzetilebilir. Gerçekten Hz. Âdem topraktan yaratıldığı hâlde, Hz. İsa topraktan yaratılmış değildir. Bu açıdan her ikisi arasında fark vardır. Fakat aralarındaki benzerlik, Allah Teala’nın her ikisini de babasız yaratmış olması bakımındandır.
Diğer bir sebep de şudur: Her ikisinin de yaratılışının aslı topraktır. Çünkü Âdem, bizzat topraktan yaratılmadı. Fakat toprak çamur hâline getirildi, sonra ses veren kuru bir çamura dönüştürüldü, sonra da Hz. Âdem ondan yaratıldı. İşte Yüce Allah Hz. İsa’yı da bir hâlden bir hâle dönüştürdü, arkasından babasız bir insan hâline getirdi.
(Kurtubî / el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an / c.3.s.228)
Âyetteki benzetmenin aslında bir ‘benzememe’ olduğunu söyleyen Kurtubî, ileri sürdüğü bu görüşünde yalnız değildir. Ulemânın ezici bir çoğunluğu Kurtubî ile aynı görüştedir. Biraz önce de belirttiğimiz gibi ulemânın böyle düşünmesine sebep olan ana etken, Âdem’in ilk insan olarak kabul edilmesidir. Âdem’in ilk insan olup olmadığı tartışmalarını ilerleyen bölümlere bırakarak âyetteki ‘teşbih üslûbu’na dönüp acaba gramer açısından Kurtubî’nin -dolayısıyla ulemânın çoğunun- dediklerinin bir temeli var mı, ona bakalım.
Teşbih üslûbu Kur’an’ın birçok yerinde kullanılmaktadır. Özel gramer üslûplarının en önemlilerinden biri olan ‘teşbih’in söz söylerken kullanılma amacı, anlatılan konunun muhâtap tarafından daha iyi anlaşılması içindir. Çünkü söz söylemenin asıl amacı, bir anlamı eksiksiz, açık ve net bir şekilde muhâtaba aktarmaktır. Sözünün değeri hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar yüksek olan Kur’an’ın, teşbih üslûbuna başvurmasının da bundan başka bir nedeni olmasa gerektir. Çünkü Kur’an tüm insanlığı muhâtap almış bir kitaptır. İki benzemez şey arasında benzeştirilemeyecek konular üzerine benzetme yapmak zikredilen sözün anlaşılmamasına sebep olur.
Ulemâya göre, kokuşmuş bir çamurun hamur gibi yoğrulmasıyla heykel hâline getirilmiş, daha sonra burun deliklerinden üflenerek kendisine canlılık verilmiş Âdem (bkz. Kurtubî Bakara 30. âyet tefsiri) ve bir anneden yaratılmış İsa’nın ‘babasız’ olmaları bir benzerliği değil ‘benzememeyi’ getirmektedir. Çünkü teşbih, ‘olmayan’ vasıflar üzerinden değil ‘olan’ vasıflar üzerinden yapılan özel bir üslûptur. Kaldı ki eğer teşbih, ‘olmayan’ vasıflar için yapılacaksa bile, bu ‘olmayan’ vasıflardaki benzerliğin de net bir şekilde belirtilmesi gerekmektedir. Meselâ, “Ahmet de Hasan gibi babasızdır.” cümlesini kurduğunuzda iki kişinin ‘babasız’ dünyaya geldikleri değil babalarının ölmüş olduğu yani her iki kişinin de ‘yetimlikte’ benzer olduğu vurgulanmak istenmektedir. Kaldı ki âyetin metninde İsa’nın da Âdem’in de ‘babasız’ oluşlarından bahsedilmemektedir. Ulemânın Âdem’e yönelik ‘ilk insan’ kabulleri, âyetin metnine rağmen böyle yorumlar yapmalarına neden olmaktadır.
Belâgat ilmi ile uğraşanlar, söz söylerken teşbih üslûbuna başvurma gâyelerini şöyle açıklamışlardır:
- TEŞBİH’İN GÂYELERİ
- Müşebbehe (benzeyene) isnat olunan şeyin mümkün olduğunu açıklamak için:
Bu da garip ve tuhaf olan bir şey, müşebbehe (benzeyene) isnat edildiğinde ve garipliği de ancak müşebbeh bih’in (kendisine benzetilenin) zikredilmesiyle ortadan kalktığı zaman yapılır.
- Müşebbeh’in (benzeyenin) durumunu belirtmek için:
Bu şöyle yapılır: Teşbih yapılmadan önce müşebbehin (benzeyenin) durumu bilinmiyor ise teşbih yapılarak onun vasfı hakkında bilgi verilir.
- Müşebbehin (benzeyenin) durumunun miktarını ortaya koymak için:
Bu şöyle yapılır: Teşbih yapılmadan önce müşebbehin (benzeyenin) taşıdığı nitelik hakkında az bir bilgi vardır. Teşbih yapılarak onun bu niteliğinin miktarı belirtilir.
- Müşebbehin (benzeyenin) durumunu zihne yerleştirmek için:
Bu da müşebbehe (benzeyene) isnat edilen şeyi misâl ile ispat etmeye ve açıklamaya ihtiyaç duyulduğu zaman yapılır.
- Müşebbehi (benzeyeni) süslemek ve rağbet edilmesini sağlamak üzere durumu güzelleştirmek için:
Ebu’l Hasan el-Enbari (öl.328/940), asılan bir şahsın görüntüsünü tasvir etmek için şöyle demiştir: “Sen, bol ikramda bulunmak üzere ellerini onlara doğru uzatmışsın. (Tıpkı) Yaptığın bağışlarla onlara uzattığın gibi.”
- Sevilmemesini ve rağbet edilmemesini sağlamak üzere müşebbehi (benzeyeni) çirkin göstermek (kötülemek) için:
Antere el-Absi, bir şiirinde şöyle demiştir:
“Ben, alnı siyah bir kadının oğluyum.
O, sanki evin köşelerinde dolaşan bir kurt gibidir.
Onun bacağı sanki deve kuşunun bacağı gibidir.
Saçları da kara biber tanesi gibidir.”
(Prof. Dr. Nusrettin Boleli / Belâgat s.68-76)
‘Teşbihin gâyeleri’ açıklamaları üzerinden ulemânın İsa ile Âdem arasındaki benzerliği belirtmek için getirdiği yorumlara baktığımızda getirilen bu yorumların âyette anlatılanlarla hiç örtüşmediğini görmekteyiz. ‘Babasız olma’ benzerlikleri âyette hiç belirtilmemesine karşın teşbih üslûbunu ‘babasız olma’ anlamında kullanmaları bir benzerliği benzememeye dönüştürmüştür. Teşbih, vasıflar üzerinden yapılır ve kesinlikle üzerinde kapalılık olan bir konuyu daha anlaşılır hâle getirmek, muhâtabın zihnindeki kapalılığı açmak için tercih edilir. Olmayan şeyler üzerinden teşbih yapılması zaten teşbih üslûbunun gerekçesine aykırıdır.
İsa ile Âdem arasındaki benzerliğin ‘yaratılış’ açısından olduğu, âyetteki ‘halaqahu’ kelimesinden anlaşılmaktadır. Fakat ortada tuhaf bir durum vardır. Zîra ister Âdem ismi üzerinden isterse de ‘beşer’ kelimesi üzerinden anlatılan kıssalara baktığımızda Âdem’in yaratılışı ile ilgili uzun uzadıya bir detay verilmezken kendisinin doğumu bir kenara, annesi Meryem’in bile doğumunun detayları verilen İsa, Âdem’e benzetilmektedir. Oysa teşbih üslûbunun gâyesi, hakkında daha az bilgiye sâhip olunanı hakkında daha fazla bilgi bulunana, bilinen hususlarda benzeterek daha bilinir hâle getirmektir.
‘Âdem’ ismi verilerek anlatılan kıssaların en detaylısı Bakara sûresi 30-39. âyetleri arasında anlatılan kıssadır, orada bile kıssa “Ben bir halîfe atayacağım.” ifadesiyle başlamakta “Âdeme isimleri öğretti.” ifadesiyle devam etmektedir. Âdem’in hangi şeyden ve ne şekilde yaratıldığına dâir hiçbir ayrıntı yoktur. Â’râf sûresindeki (11. âyet), İsrâ sûresindeki (61. âyet), Tâ-Hâ sûresindeki (116. âyet) Âdem kıssaları doğrudan “Meleklere dedik ki; Âdem için secde edin.” ifadesiyle başlamakta, onun yaratılışından hiç bahsetmemektedir.
‘Beşer’ kelimesi üzerinden anlatılan yaratılış kıssalarında ise beşerin yaratılışı ile ilgili verilen detaylar oldukça sınırlıdır:
Teşbîh-i maklub kavramı ve örnekleri
Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.” (TDV meâli)
“Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!” (TDV meâli)
Sudan (meniden) bir insan yaratıp onu nesep ve sıhriyet (kan ve evlilik bağından doğan) yakınlığa dönüştüren O’dur. Rabbinin her şeye gücü yeter. (TDV meâli)
Sizi topraktan yaratması, O’nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan insanlar oluverdiniz. (TDV meâli)
Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. (TDV meâli)
Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhâl ona secdeye kapanın! (TDV meâli)
Hemen belirtelim ki yukarıdaki meâllerde ‘insan’ olarak çevrilen kelimeler âyetlerin metninde ‘beşer’ olarak geçmektedir. Geleneksel anlayış, ‘beşer’ ve ‘insan’ kelimeleri arasında bir fark gözetmemiş, her iki kelimeyi de aynı mânâya gelen iki farklı kelime saymıştır. Oysa bir sözü anlamının en temel kurallarından biri de “kelimelerin farklılığı, anlamın farklılığına delâlet eder” ilkesidir. Bu iki kelime arasındaki anlam farkının ne olduğuna ileride değinilecektir.
Yukarıya aldığımız âyetler, sadece ‘beşer’ kelimesi bağlamında anlatılan ‘yaratılış’ detaylarına dikkat çekmek içindir. Yoksa Kur’an’ın birçok yerinde ‘insan’ kelimesi ile karşılanan veya hiçbir detaylı açıklama getirmeden ‘sizi’ zamiri kullanılarak anlatılan pek çok ‘yaratılış’ kıssası vardır. Allah izin verirse ilerleyen bölümlerde onlara da değinilecektir. Anlamaya çalıştığımız şey Âl-i İmrân 59. âyetteki İsa’nın Âdem’e benzetilmesi yani ‘teşbih üslûbu’ olduğu için şimdilik konuyu bu dar çerçevede ele almaktayız.
Bu noktada, kendisinin ve hatta annesinin bile doğumundan oldukça detaylı bir şekilde bahsedilen İsa’nın hem ‘Âdem’ ismi verilerek anlatılan kıssalarda hem de ‘beşer’ kelimesi kullanılarak anlatılan kıssalarda, yaratılışı ile ilgili oldukça az bilgi verilen Âdem’e hem de ‘yaratılış açısından’ benzetilmesi nasıl anlaşılacaktır? Aslında bu sorunun açıklaması yine teşbih üslûbu ile ilgili geçerli kurallarda bulunmaktadır:
- TEŞBÎH-İ MAKLUB (اَلتَّشْبِيهُ الْمَقْلُوبُ)
Teşbîh-i maklub (makus veya maksur): Benzetme yönünün müşebbehte (benzeyende), müşebbeh bih (kendisine benzetilenin)’dekinden daha kuvvetli ve daha belirgin olduğunu iddia ederek müşebbehi (benzeyeni), müşebbeh bih (kendisine benzetilen) hâline getirerek yapılan teşbihtir.
Misaller;
Muhammed b. Vüheyb el-Himyeri (öl.225/840) halîfe el-Me’mun’u överek şöyle demiştir:
وَ بَدَا الصَّبَاحُ كَانَ غُرَّتَهُ — وَجْهُ الْخَلِيفَةِ حِينَ يُمْتَدَحُ
“Sabah oldu. Onun ilk ışıkları, övüldüğünde halîfenin (parlak) yüzüne benziyor.”
Muhammed b. Vüheyb el-Himyeri, bu şiirinde sabahın ilk ışıklarını, övüldüğünde halîfenin yüzüne benzetiyor. Buradaki teşbihin alışılan kurala yapılmadığı görülüyor. Çünkü kurala göre; teşbihte daima bir vasıfta zayıf olan şey, benzetme yönünde kendisinden daha kuvvetli olan şeye benzetilir. Fakat şair burada mübalağa ederek ve ileri giderek yüzünün sabahtan daha fazla parlak olduğunu iddia etmiştir. Bundan dolayı bu teşbihe “teşbîh-i maklub” denilir.
- Meltem rüzgârı, sanki incelikte onun ahlakıdır.
- Ve sanki su, durulduğunda onun huyudur.
- Ve sanki gündüzün ışığı onun alnıdır.
- Açık geceden sonraki sabah, kumral tayın yüzündeki beyazlık gibidir (el-Buhturi).
- Gemi bizi, senin bağışlamânâ benzeyen bir denizde dolaştırdı.
- Ayın nuru yayılmış. O sanki senin yüzünün güzelliğidir.
- Gecenin karanlığı, sanki siyah saç gibidir.
TEŞBÎH-İ MAKLUB İLE İLGİLİ ÂYETLER
“Alım-satım da ancak faiz gibidir…” (Bakara 275)
Bu âyette, “teşbîh-i maklub vardır. Zira benzeyen (müşebbeh), kendisine benzetilen (müşebbeh bih) yerine kullanılmıştır.
“Hiç yaratanla yaratmayan bir olur mu?” (Nahl 16/17)
İsa ve Âdem’in yaratılışının karşılaştırılması
Bu âyette de “teşbîh-i maklub vardır. Benzeyen (müşebbeh) ile kendisine benzetilen (müşebbeh bih)’in yeri değiştirilmiştir.
“Yoksa biz, takva sahiplerini, azgın günâhkarlar gibi mi yapacağız” (Sâd 38/28).
Bu âyette, “teşbîh-i maklub vardır. Çünkü kendisine benzetilen (müşebbehun bih) benzeyen (müşebbeh), benzeyen (müşebbeh) de kendisine benzetilen (müşebbehun bih) yapılmıştır.
“Müslümanları, suçlular gibi mi tutacağız” (Kalem 68/35).
Bu âyette de “teşbîh-i maklub vardır. Kendisine benzetilen (müşebbehun bih) benzeyen (müşebbeh), benzeyen (müşebbeh) de kendisine benzetilen (müşebbehun bih) yapılmıştır. Çünkü bu âyetin açılımı şöyledir:
“Sevap ve mükafatta, kafirleri Müslümanlar gibi mi yapacağız?”
Daha beliğ ve parlak olması için, teşbih ters çevrilmiştir.
(Prof. Dr. Nusrettin Boleli / Belâgat s.77-81)
Hemen belirtelim ki konuya açıklık getirmek için başvurduğumuz müellifin örnek olarak aldığı, ‘halîfeye yağ çekici şiirler söyleyen şairlerin yaptıkları’ bizim açımızdan asla ölçü değildir. O şiirlere başvurmayla onları fikren kabul etmenin bir bağlantısı yoktur. Amacımız ‘teşbih’ konusuna açıklık getirmek, teşbih üslûbunda benzeyenin, kendisine benzetilen yerine bazen kullanılabildiğini göstermektir. Nitekim aynı üslûbun Kur’an’da kullanıldığına dâir örnek âyetler de verilmiştir.
Bu açıklamalardan sonra Âl-i İmrân 59. âyette kullanılan teşbih üslûbunun; benzeyenin, kendisine benzetilenden daha kuvvetli olduğu ‘teşbîh-i maklub’ olduğunu söylememizin önünde hiçbir engel kalmamaktadır. Çünkü âyette İsa ile Âdem arasındaki benzeme yönünün ‘yaratılış’ olduğu, ‘halaqahu’ (onu yarattı) denilerek belirtilmiştir. Yaratılış açısından ise Kur’an’da Âdem hakkında daha az bilgi verilmiştir. Âdem’den çok daha detaylıca anlatılan İsa’nın yaratılışı -bu yönden- Âdem’den daha belirgin, daha açık ve daha detaylıdır. O hâlde benzetme kullanılarak biri diğerini daha anlaşılır kılacaksa Âdem İsa’yı değil, İsa Âdem’i daha çok açıklamaktadır.
Bilindiği gibi Kur’an’da anlatılan İsa kıssalarında İsa’nın annesinden babasız doğduğu, Meryem’in kendi türünden herhangi biriyle cinsî münâsebette bulunmadan İsa’ya hamile kaldığı detaylıca anlatılmaktadır. Âl-i İmrân 59. âyette ‘teşbîh-i maklub’ üslûbu kullanılarak İsa ile Âdem arasında yaratılış açısından bir benzerlik -hatta ‘kemeseli’ edatının anlamını da işin içine katarsak bir ‘aynîlik’- olduğu bildiriliyorsa kesinlikle İsrâiliyat temelli olan ‘Âdem’in ilk insan olduğu’ savının etkisiyle âyetteki teşbihi tam tersine yani ‘benze(me)me hâline’ çevirmek kabul edilebilir bir davranış olmayacağı gibi kesinlikle tahriftir. Âyetin söylediği gâyet açıktır. Nasıl ki İsa, -birçok yerde detaylıca anlatıldığı gibi- herhangi bir cinsî münâsebet sonucu olmadan annesinden doğmuşsa Âdem de bir anneden, tıpkı İsa gibi doğmuştur.
Yahûdi uydurmaları üzerinden Âdem’in ilk insan olduğunu söyleyen ulemâ, görüşlerini oldukça geniş insan kitlelerine kabul ettirmesine ettirmiştir ama bir görüşün çok insan tarafından kabul edilmiş olması onun doğru olduğuna asla delil değildir. Nitekim Yahudi uydurmalarını adım adım izlemeyi mahâret sayan ulemâ (!) Âdem’in ilk insan olduğuna veya insanlığın ilk atası olduğuna dâir Kur’an’dan hiçbir delil getirmemekte, getirememektedir. Hatta bu kör taklitleri uğruna Kur’an âyetlerine mânâ vererek, sanki âyetler onların dediklerini diyormuş gibi meâl yazmaktadırlar:
Atanızı yarattık, sonra biçim verdik. Daha sonra meleklere “Âdem’e secde edin!” dedik. Hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı. O, secde edenlere katılmadı. (Süleymaniye Vakfı Meâli)
Ey İnsanlar! Atanızı bir tek nefisten yaratan, eşini de o nefisten yaratan, o ikisinden pek çok erkeği ve kadını üreten Sahibinizden çekinerek kendinizi koruyun. Birinden bir şey isterken adını andığınız Allah’a, bir de akrabalık bağlarına saygılı olun. Allah sizi gözetlemektedir. (Süleymaniye Vakfı Meâli)
Allah sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yarattı, sonra ondan da eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz? (TDV meâli)
Bu âyetlerin Arapça metinlerinde geçen ‘nefsin vahidetin’ ve ‘halaqakum’ ifadeleri meâllerde ‘Âdem’ ve ‘atanızı’ kelimeleri ile karşılanmıştır. Oysa bu ifadeler ne âyetlerin öncesinde ne âyetlerin sonrasında ne de Kur’an’ın herhangi bir yerinde vardır. Hatta Kur’an’ın hiçbir yerinde “Ey insanlar atanızı (Âdem’i) bir tek nefisten yarattık.” olarak çevrilecek bir ifade yoktur. Âdem’in ‘ilk insan’ veya ‘insanlığın atası’ olduğu peşin kabulü ile Kur’an âyetlerindeki kelimeleri bile tahrif etmekten çekinmeyen bu meâl yazarlarının, söylemlerinin arkasına âyetleri tahrif etmeden, kelimelere olmadık mânâlar vermeden tek bir tane Kur’an âyeti koymaları mümkün değildir.
Onlara göre insan türü bir erkekten (Âdem’den) türemiştir. Buna dâir de getirebildikleri tek bir âyet yoktur. İsmi verilsin veya verilmesin Kur’an’ın hiçbir yerinde bir erkekten başka bir varlık çıkacağına, yani bir erkeğin başka bir insanı doğurabileceğine dâir tek bir âyet yoktur. Biraz önce verdiğimiz âyetlere göre onların ‘Âdem’ veya ‘atanız’ olarak çevirdikleri ‘nefsin vahidetin’ kelimesi bile müennes yani dişil kelimedir. Âdem’i insanlığın ilk atası olarak kabul eden bu hastalıklı akıl, Âdem’in veya çocuklarının üremesine yönelik ileri sürdükleri şey ise ‘ensest ilişki’dir. Yani onlara göre ‘Âdem’den bir şekilde ‘Havva’ çıkmış, bu ikisinden de çocuklar olmuş, o çocuklar da ensest ilişki kurarak üremişlerdir. Allah’a imân eden her mü’minin tiksineceği bu durum ulemâ tarafından kökenlerimize dâir bir inanç olarak savunulmuş ve hâlâ da savunulmaktadır. Süleymaniye Vakfı meâlinin müellifi “Âdem ile Nûh arasındaki dönemde ensest ilişkinin haram olmadığı; Nûh zamanında bunun neshedilerek haram edildiği” sözlü olarak çok çeşitli platformlarda dile getirmiş, arkasından utanmadan “Size ne kardeşim, Allah istediği zaman istediğini yapar, Allah’a din mi öğretiyorsunuz!” diyerek sanki hakîkaten Kur’an’da insan türünün bir erkekten türediğine, kendisinden türeyen kadınla birlikte olduğuna ve ondan çocukları olduğuna, daha sonra da o çocukların ensest ilişki ile ürediğine dâir bir şey varmış gibi (hâşâ) Allah savunuculuğu yapmıştır. Aslına bakılırsa bu sadece Süleymaniye Vakfı meâli yazarının görüşü değildir. Eski-yeni birçok ulemâ onunla aynı fikirdedir. Geniş bir halk kitlesi işte böylesi ulemâ tarafından bu saçmalığa inandırılmıştır. Bu ulemânın söylediklerine ‘fikir’ gözüyle bakmak mümkün değildir. Sadece “iğrenç” diyebileceğimiz bu yaklaşım biçimlerini Allah’a havâle ediyoruz.
Az önce İsa ile Âdem arasındaki benzetmenin yani teşbih üslûbunun ‘teşbîh-i maklub’ olduğunu ve her ikisi arasındaki benzerlik konusunun da âyette geçen ‘halaqahu min turabin’ cümlesinden yola çıkarak ‘yaratılış’ konusu olduğunu söylemiştik. Bu cümle meâllerde “Onu topraktan yarattı.” olarak yer almıştır. Bu cümlenin ne anlama geldiğini irdelemeden önce gramer açısından ‘halaqahu’ kelimesindeki ‘hu’ zamirinin Âdem’e mi yoksa İsa’ya mı döneceğinin bilinmesi gerekmektedir. Aslında bu konuda gramer kuralları son derece açıktır. Bir zamir kendisinden önceki en yakın isme döner. Buna göre o ‘hu’ zamiri Âdem’i göstermektedir. Fakat böyle olması durumunda, âyette kullanılan benzetme üslûbu ‘teşbîh-i maklub’ olduğu için, Kur’an’da Âdem veya İsa’nın topraktan nasıl yaratıldığına dâir açıklamalar bulunması gerekmektedir. Madem ki her iki ismin birbiriyle benzerlik yönü ‘halaqahu min turabin’ (خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ) cümlesidir ve madem ki Âdem’in yaratılışı bu benzerlik üzerinden daha açık hâle getirilmektedir ve madem ki bu benzetmeyi yapan herhangi bir insan değil bizzat Kur’an’ı gönderenin Kendisi’dir, o hâlde bu durumun açıklamasının da mutlaka Kur’an’da olması gerekmektedir. Dahası, ‘turab’tan yaratılmış olmak sadece İsa ve Âdem için söz konusu değildir.
Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: “Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’ı inkâr mı ettin?” (TDV Meâli)
Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. (TDV Meâli)
Sizi topraktan yaratması, O’nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan insanlar oluverdiniz. (TDV Meâli)
Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. O’nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bunlar, Allah’a kolaydır. (TDV Meâli)
Turab kelimesinin anlamları ve bağlamı
Sizi topraktan, sonra meniden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan) yaratan sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlamanız -ki içinizden daha önce vefat edenler de vardır- ve belli bir vakte ulaşmanız için sizi yaşatan O’dur. Umulur ki düşünürsünüz. (TDV Meâli)
Bu âyetleri de göz önüne aldığımızda, İsa ve Âdem dışında ‘turab’tan yaratılan başkaları da vardır. Yani ‘turab’tan yaratılmış olmak İsa ve Âdem arasında özel olan bir durum değildir. Hatta ‘turab’tan yaratılmanın bizzat kendisi özel bir durum değildir. Hatta Hac sûresinin 5. âyeti ‘Ya eyyühen nâs’ diyerek tüm insanlığı işin içine katmakta, onların da ‘turab’tan yaratıldığını söylemektedir. Bunun yanında Kehf sûresinde anlatılan bahçe sahipleri kıssasında yine “Seni ‘turab’tan yaratan” denilerek, ‘turab’tan yaratılmanın özel bir durum olmadığı söylenmektedir. Bu durumda, eğer insan türüne mensup olan her birey ‘turab’tan yaratılmışsa bu noktada resûl olsun ya da olmasın her insan yaratılış açısından Âdem ile İsa’ya benziyor demektir. Beşer ya da insan fark etmeksizin herkes ‘turab’tan yaratılmışsa sanki özel bir durum varmış gibi sadece İsa ile Âdem arasında teşbih üslûbunun kullanılması kafa karıştırıcıdır. Hatta anlamsız ve hedefi anlaşılmayan bir teşbih olmaktadır. Tüm insanların iki gözlü olduğu bir dünyada “Ahmet, Mehmet gibi iki gözlüdür.” demenin veya herkesin başının, gövdesinin üzerinde olduğu bir dünyada “Hasan’ın başı tıpkı Mehmet’in başı gibi gövdesi üzerindedir.” demenin veya “Ahmet tıpkı Mehmet gibi iki ayağı üzerinde yürüyor.” demenin veya “Cumali tıpkı Fikret gibi annesinden doğmuştur.” demenin hiçbir anlamı yoktur. Bu durumların hiçbirinde bir benzetmeye yani teşbih üslûbuna gerek yoktur çünkü bu durum üzerinde hem kapalılık yoktur hem de her akıllı varlık tarafından bilinmektedir. Bu noktada teşbih üslûbunun tercih edilmesinin gâyesini bir daha hatırlayalım:
TEŞBİH’İN GÂYELERİ
- Müşebbehe (benzeyene) isnat olunan şeyin mümkün olduğunu açıklamak için:
Bu da garip ve tuhaf olan bir şey, müşebbehe (benzeyene) isnat edildiğinde ve garipliği de ancak müşebbeh bih’in (kendisine benzetilenin) zikredilmesiyle ortadan kalktığı zaman yapılır.
- Müşebbeh’in (benzeyenin) durumunu belirtmek için:
Bu şöyle yapılır: Teşbih yapılmadan önce müşebbehin (benzeyenin) durumu bilinmiyor ise teşbih yapılarak onun vasfı hakkında bilgi verilir.
- Müşebbehin (benzeyenin) durumunun miktarını ortaya koymak için:
Bu şöyle yapılır: Teşbih yapılmadan önce müşebbehin (benzeyenin) taşıdığı nitelik hakkında az bir bilgi vardır. Teşbih yapılarak onun bu niteliğinin miktarı belirtilir.
- Müşebbehin (benzeyenin) durumunu zihne yerleştirmek için:
Bu da müşebbehe (benzeyene) isnat edilen şeyi misâl ile ispat etmeye ve açıklamaya ihtiyaç duyulduğu zaman yapılır.
- Müşebbehi (benzeyeni) süslemek ve rağbet edilmesini sağlamak üzere durumu güzelleştirmek için:
Ebu’l Hasan el-Enbari (öl.328/940), asılan bir şahsın görüntüsünü tasvir etmek için şöyle demiştir: “Sen, bol ikramda bulunmak üzere ellerini onlara doğru uzatmışsın. (Tıpkı) Yaptığın bağışlarla onlara uzattığın gibi.”
- Sevilmemesini ve rağbet edilmemesini sağlamak üzere müşebbehi (benzeyeni) çirkin göstermek (kötülemek) için.
(Prof. Dr. Nusrettin Boleli / Belâgat s.68-76)
Bu tanımları biraz daha açalım. Söz söylerken teşbih üslûbuna müracaat edilmesi ya mümkün gözükmeyen bir durumun başkasına benzetilerek mümkün olduğunu göstermek için ya bir şey hakkında bilinmeyen bir durumu bir başkasına benzeterek bilinir kılmak için ya hakkında çok az malumat olan birinin veya bir şeyin durumunu başkasının durumuna benzeterek daha çok malumat vermek için ya bir kişinin veya bir şeyin durumunu ispat etmek ve zihne yerleştirmek için ya birini süsleyip ona rağbet edilmesini sağlamak için ya da birinin durumunu kötü benzetmeler yaparak başkasının onu sevmemesini, ona rağbet edilmemesini sağlamak içindir.
Bu tanımlar üzerinden Âl-i İmrân 59. âyete baktığımızda ‘topraktan yaratılmış olmak’ bilinmeyen, üzerinde kapalılık olan bir durum değildir ki bu benzetme sadece Âdem ve İsa arasında özel, onlara özgü bir durum olsun. İsa’nın topraktan yaratılmış olma özelliği herhangi başka birine isnat edilseydi de aynı sonuç ortaya çıkacaktı.
Bu soruların ortaya çıkma sebebi, hem âyette kullanılan ‘teşbîh-i maklub’ üslûbunun anlaşılmaması hem de âyette geçen ‘turab’ kelimesine yüklenen ‘toprak’ anlamından dolayıdır. Tekrar belirtelim ki Kur’an’ın tamamını göz önüne aldığımızda yaratılışı hakkında daha fazla bilgi verilen Âdem değil İsa’dır. Kur’an’ın tamamında, özel bir yaratılışa sahip olduğu belirtilen ve hakkında en detaylı bilgilerin verildiği tek kişi İsa’dır. Onun dışında Kur’an’da ismi geçen resûllerden hiçbirisinin doğumundan bahsedilmez hatta annesinin doğumundan bahsedilen ikinci bir resûl daha yoktur. Âyette kullanılan teşbih üslûbu (az önce detaylıca anlattığımız) ‘teşbîh-i maklub’ olduğu için İsa Âdem’e değil, Âdem İsa’ya benzetilmiştir.
Kur’an’ın hiçbir yerinde İsa’nın ‘turab’tan yaratıldığına dâir tek bir kullanım dahî yoktur. O hâlde âyette geçen ‘turab’ kelimesinin ‘toprak’ dışında daha özel ve Kur’an’da anlatılan İsa-Meryem kıssalarında karşılığı olan bir anlama sahip olması gerekmektedir. Bunu anlamak için kelimenin mânâlarına bakalım:
تَرِبَ فُلاَنٌ – تَرَبًا …………Toprağa bulaşmak, topraklanmak, yerin toprağı çok olmak.
تَرِبَ فُلاَنٌ ……………….. Muhtaç olmak, fakir olmak, ziyana uğramak, kaybetmek.
تَرِبَ يَدَاهُ …………………..Eli bereket dola! Eli dert görmeye! Dua.
تَرِبَ يَدَاهُ …………………..Avucunu yalasın, eline bir şey geçmesin, muhtaç olsun!
تَرَبَ الرجلُ الشىءَ ……… Üzerine toprak serpmek.
اَتْرَبَ فُلاَنٌ اِتْرَابًا ………… Malı çoğalmak, zengin olmak.
اَتْرَبَ الشىءُ ……………. Topraklattı, toprağa bulaştırdı, üzerine toprak attı.
تَرَّبَ الْمَكان – تَتْرِيبًا ……. Üzerine toprak atmak.
تَارَبَ فُلاَنٌ فُلاَنًا …………. Akran olmak, yandaş olmak, aynı yaşta olmak.
تُرْبٌ ………………………. Toprak.
تِرْبٌ – اَتْرَابٌ …………… Yaşıt, akran.
(Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı / Yeni Sözlük TRB md.s.288)
‘Etrabun’ (اَتْرَابٌ) sözcüğü, birlikte büyüyen yaşıtlar anlamındadır. Bu kullanımda birbirlerine denk ve emsal olmaları yönüyle göğüs, (kaburga) kemiklerine bir benzetme yapılmıştır, ya da yere birlikte (aynı zamanda) düşmelerinden dolayı böyle adlandırılmıştır.
(R. El-İsfahani / Müfredat / TRB md.)
Sözlüklerde bu anlamlarda geçen ‘turab’ kelimesi Kur’an’ın şu âyetlerinde bambaşka anlamlarda kullanılmaktadır:
Birbirleriyle yaşıt, dolgun göğüslü kadın hizmetçileri olacak. (Süleymaniye Vakfı Meâli)
Bu ve daha birçok eski-yeni tefsir ve meâl ulemâsı âyette geçen وَكَوَاعِبَ اَتْرَابًاۙ (kevaibe etraben) ifadesine ya yukarıdaki meâlde olduğu gibi ‘yaşıt, dolgun göğüslü hizmetçi kadınlar’ ya da ‘göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar’ anlamı vermişlerdir. Hemen belirtelim ki اَتْرَابًا (etrab) kelimesi hem eril hem de dişil için kullanılan ortak formda bir kelimedir. Bu kelimenin eril kişiler için mi yoksa dişil kişiler için mi kullanıldığı cümlenin diğer öğelerinden anlaşılmak zorundadır. Meâl ve tefsir ulemâsının çoğu Nebe’ sûresinde kullanılan ‘eril formdaki’ kelimeleri sadece erkekleri ilgilendiren bir şey olarak almış olacaklar ki, kadınları cennette erkeklere sunulan birer hediyelik eşyâ gibi algılamışlardır. Dahası, cennette erkeklere hediye olarak sunulacak kadınlar; (utançla ifade ediyoruz ki) göğüslerinin yeni tomurcuklanmasından anlaşıldığı kadarıyla ergenlik yaşına henüz girmek üzere olan çocuk diyebileceğimiz yaştakilerdir.
Cenab-ı Hakk’ın وَكَوَاعِبَ اَتْرَابًاۙ “memeleri tomurcuklanmış bir yaşıt kızlar…” (Nebe’ 33) ifade ettiği husustur. كَوَاعِبَ kelimesi “kaib” kelimesinin çoğulu olup, bu da, memeleri tomurcuklanıp yuvarlaklaşan genç kız anlamındadır. Yani memeleri görünme bakımından, tıpkı topuk değirmi, yuvarlak bir biçim alırlar.
(F. Razi / Tefsir-i Kebir /c.22.s.437)
Bilindiği gibi Türk dilinde kelimelerin eril-dişil gibi bir ayrımı yoktur. Eril-dişil ayrımı olan dillerde ise asıl olan ve kadınları ilgilendiren özel bir durum yoksa muhâtapların ister çoğunluğu kadın olsun ister çoğunluğu erkek, dâima ‘eril’ sîga kullanılır. Tüm bireyleri ilgilendiren meselelerde eril form kullanılıyor olması sadece ‘erkek’ olanları ilgilendiren şeyler söyleniyor anlamına gelmemektedir. Üstelik bu durum sadece Arapçaya has değil, eril-dişil ayrımı olan tüm diller için geçerli bir durumdur. Eğer âyetleri anlamak için meâl ve tefsir ulemâsı gibi yaklaşacak olursak ve üslûbun eril formda gelmesinden dolayı sadece erkekleri ilgilendiren bir durum olduğu sonucunu çıkarırsak Nebe’ sûresinde en başından beri eril form kullanılmasından dolayı bu sûre kadınları hiç ilgilendirmiyor dememiz lazımdı. Mâdem tefsir ve meâl ulemâsı Nebe’ sûresi 33. âyette geçen كَوَاعِبَ اَتْرَابًاۙ (kevâ’ibe etrâbân) ifadesini -ki ifade hem eril hem de dişil için kullanılabilir olmasına rağmen- sadece dişil formdaymış gibi ele aldılar, o hâlde Nebe’ sûresini en başından itibaren eril formda alıp bakalım. Çünkü o âyetlerin hiçbirinde ‘dişil’ bir anlatım yoktur:
(Onlara Cehennemde şöyle denecek:) Tadın bakalım; size daha ne azaplar tattıracağız! (Süleymaniye Vakfı Meâli)
Meselâ, bu âyette sadece eril sîgaya âit ‘kum’ zamiri kullanılmıştır. Buradan yola çıkarak cehennem azabını tadacak olanlar sadece erkeklerdir diyebilir miyiz?
Neyi soruşturuyorlar? (Süleymaniye Vakfı Meâli)
O büyük haberi (Allah’tan başka ilah olmadığı haberini) (Süleymaniye Vakfı Meâli)
Yani üzerinde anlaşamadıkları şeyi mi? (Süleymaniye Vakfı Meâli)
Yok; yakında öğrenecekler. (Süleymaniye Vakfı Meâli)
Teşbihin metinsel sonuçları ve çıkarımları
Yok, yok (Allah ile araya kimsenin giremeyeceğini) eninde sonunda öğreneceklerdir. (Süleymaniye Vakfı Meâli)
Ya da bu âyetlerde kullanılan sîga eril sîgasıdır bu yüzden burada kadınları ilgilendiren bir şey yoktur diyebilir miyiz? Ya da hiç dişil formda gelmeyen “içki içmeyin” emrinden sırf eril form kullanıldı diye kadınları muaf tutabilir miyiz? Ya da sadece eril formda gelen ‘abdest’ âyetinin kadınları ilgilendirmediğini, kadınların namaz kılarken abdest almalarına gerek olmadığını söyleyebilir miyiz?
Örnekleri uzatmak mümkündür fakat sanırım ulemânın Kur’an’a, insana, kadına, âhirete bakışını en iyi deşifre eden şey, Kur’an’daki eril sîga kullanımıdır. Biraz önce belirttik, yine belirtelim. Kelimelerin eril-dişil ayrımının olduğu lisanların tümünde, dişil sîga kullanımı sadece dişileri ilgilendiren durumlar söz konusu olduğunda devreye girmektedir. Geneli ilgilendiren durumlarda ise eril sîga kullanılması esastır.
Konumuza dönecek olursak, birçok yerde ‘toprak’ anlamı verilen ‘turab’ kelimesi Nebe’ sûresi 33. âyette ‘akran, yaşıt, genç, evlenmemiş genç’ anlamlarında kullanılmıştır. Yine belirtelim ki bu kelime hem eril hem de dişil sîga için geçerlidir. Yani söz konusu olan genç erkekler de olsa genç kızlar da olsa kullanılacak kelime âyette geçtiği اَتْرَابًا (etrâbân) kelimesi gibi aynı formdadır. Konumuz ‘turab’ kelimesini anlamak olduğu için Nebe’ sûresi 33. âyetteki diğer hususları anlatım dışında bırakıyoruz.
Bu âyetten de anlaşıldığı kadarıyla ‘turab’ kelimesi hem eril hem de dişil için ‘evlilik çağına gelmiş bâkire/bâkir genç kız veya genç erkek’ demektir. Burada asıl olan şey, eril de olsa dişil de olsa ‘evlilik çağına girmiş olmak ama henüz evlenmemiş olmak’tır. Bu kelimenin Âl-i İmrân 59. âyette İsa ile Âdem arasındaki benzerliğin ana konusu olmasından dolayı az da olsa Meryem kıssalarına girme zorunluluğu vardır.
Bilindiği gibi Meryem daha bebekken Zekeriyyâ’nın kefâletine verilmiştir (Âl-i İmrân 3/37). Tâbiri câizse bebek yaştayken kucağına aldığı Meryem, Zekeriyyâ için kızı konumundadır. Küçücük bir bebekken kucağına aldığı bir çocuğa karşı babalık duyguları hissetmesinden daha doğal bir şey yoktur. Nitekim Zekeriyyâ nâdîde bir çiçek gibi baktığı Meryem için duâ etmiş ve Yüce Allah’tan Meryem üzerinden tertemiz bir zürriyet istemiştir.
Tam burada yine bir ara verelim ve hem Âl-i İmrân 38. âyette hem de Meryem sûresi 2-5. âyetlerde Zekeriyyâ’nın duâ etmesini ve Yüce Allah’tan ‘velî ve zürriyyet’ istemesini irdeleyelim. Zekeriyyâ bu duâyı kendisi için değil Meryem için yapmıştır. Zâten Meryem sûresinde, duâ ederken kullandığı ifadelerin aynısını duâsı kabul edildikten sonra îtiraz olarak yeniden dillendirmiştir. Onun bu şaşkınlığının tek açıklaması vardır. Zürriyyet veya velî isterken bunu kendi eşinden değil Meryem üzerinden istemiştir. Nitekim Meryem sûresinde zaten karısının kısır olduğunu söylemektedir. Tam burada Meryem’in Zekeriyyâ’nın karısı olduğu söylemi devreye girebilir, konuyu dağıtmamak için bu söylemi geçiyoruz çünkü bizim çalışmalarımıza göre böyle bir iddianın temeli yoktur.
Zekeriyyâ, Meryem için dua ettiğine ve duasında da ‘zürriyyet ve velî’ isteğinde bulunduğuna göre bu demektir ki Meryem evlilik çağına girmiş ama henüz evlenmemiş genç bir kızdır yani ‘TURAB’tır. Yine Âl-i İmrân sûresinin 42. âyetinde Meryem’in bir ‘Nisâ’ olduğu da belirtilmektedir. Yani bu, artık onun biyolojik olarak çocuk doğurabilecek yaşta olduğunu göstermektedir. Yine aynı şekilde Âl-i İmrân 45. âyetinde kendisine İsa’yı doğuracağı söylendiğinde o, cevap olarak “Benim nasıl çocuğum olur, bana bir beşer dokunmadı.” demektedir. Yani çocuk doğurma imkânı vardır, çocuk doğuracak yaştadır. Onun itirazı çocuk doğuramayacak kadar küçük yaşta olduğuna dâir değil, kendisine bir beşerin dokunmadığına dâirdir. Bu da göstermektedir ki Meryem evlilik çağına gelmiş, çocuk doğurabilecek kadar biyolojik gelişimini tamamlamış ama henüz evlenmemiş genç bir kızdır yani ‘TURAB’tır.
İşte Âl-i İmrân 59. âyette geçen ‘turab’ kelimesinin karşılığı da ‘toprak’ değil ‘bâkire genç kız’ olmalıdır. Tam burada şu îtiraz gelebilir: Az önce ‘turab’ kelimesinin hem eril hem de dişil formda kullanılabileceğini belirtmiştik. Ama burada kelimeye anlam verirken ‘bâkire genç kız’ anlamı vererek ‘turab’ kelimesini ‘dişil’ formda kullanmış olduk. Bu da bir çelişki olabilir mi?
Bu îtiraz haklı ve yerinde bir îtiraz olacaktır. Evet, Âl-i İmrân sûresinin 59. âyetinde ‘turab’ kelimesinin eril mi yoksa dişil mi olduğu anlaşılmamaktadır. Fakat bunun anlaşılması için İsa kıssalarına baktığımızda İsa’nın bir erkekten değil Meryem’den doğduğu uzun uzadıya anlatılmaktadır. Bu yüzden İsa ile Âdem arasında yapılan bu benzetmede geçen ‘turab’ kelimesi İsa kıssalarının da yardımıyla ‘evlilik yaşına gelmiş bâkire genç kız’ yani kısaca BÂKİRE (erkek için bâkir kelimesi kullanılmaktadır) anlamındadır. Tüm bu açıklamalardan sonra Âl-i İmrân 59. âyete verilmesi gereken daha isabetli mânâ şu şekilde olmalıdır:
Allah’ın indinde İsa’nın durumu Âdem’in durumunun tıpkısının aynısıdır. Onu da bâkireden yarattı, sonra ona “Ol!” dedi, o da bundan dolayı olmaya başladı.
Bu âyette geçen عِنْدَ اللّٰهِ (indillah) ifadesi üzerinde de biraz durmak istiyoruz. Çünkü âyetteki teşbihin geçerli olduğu yeri (durumu) ifade eden bu kelime, teşbihin insanlar indinde değil Allah’ın indinde olduğunu bildirmektedir. Yani bu benzerlik insanın açısından değil Yüce Allah’ın indi açısındandır. Âyette geçen عِنْدَ ‘ind’ kelimesi zarftır ve عِنْدَ اللّٰهِ (indillah) ifadesi de bir isim tamlamasıdır (izâfet terkîbi). Yüce Allah zaman ve mekândan münezzeh bir varlık olduğu için isim tamlamasına “Allah’ın katı” gibi bir mânâ verilmesi doğru değildir. Bu kelimenin kastettiği anlam, bir kişinin hâkimiyet alanı ile ilgilidir. İfadeye verilen “Allah’ın nezdinde” anlamı kısmen isâbetli olsa da kelimenin mânâsını tam olarak yansıtmamaktadır. Bu ifadeye “Allah’ın kurallarında, Allah’ın hâkimiyetinde, Allah’ın bilinen ilkelerinde” anlamlarının verilmesi daha doğru gözükmektedir. Çünkü herhangi bir ‘kişi’ için; kendi kontrolü, hâkimiyeti veya sâhipliği de olamayacak bir yere “onun indi” denemez.
Âyetteki ‘kun fe yekun’ ifadesini ise başka bir çalışmaya bırakıyoruz. Çünkü bu kısacık cümle çok kapsamlı bir çalışma gerektirmektedir.
Tüm bu açıklamalardan sonra özet olarak ifade edecek olursak, Âl-i İmrân 59. âyetteki teşbih üslûbu ‘teşbîh-i maklub’ cinsindendir. Âyette İsa’nın Âdem’e değil, Âdem’in İsa’ya yaratılış açısından benzerliği ifade edilmektedir. Çünkü Âdem ile İsa’nın yaratılışları söz konusu olduğunda Kur’an’ın tamamında İsa hakkında çok daha fazla detay verilmiş, bu konuda İsa daha bilinir olmuş, daha kuvvetli hâle getirilmiştir. Âyetteki benzeme yönü ‘halaqahu min turabin’ (onu da bir ‘turab’tan yarattı) ifadesindeki ‘turab’ kelimesi asla ‘toprak’ anlamında değildir. Aslında kelimenin nekira olarak gelmesi bile kelimenin anlamının bildiğimiz mânâda ‘toprak’ olamayacağına yeterli delildir.
Bu âyet, yaratılışı hakkında çok az bilgi verilen ama öte yandan risâlet kurumunun kendisine göre şekillendiği Âdem’in, İsa’nın üzerinden anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir. Yani âdeta “İsa’yı anlamayan Âdem’i anlayamaz” denmiştir. İleride de değineceğimiz gibi insanlık tarihinde yaratılışı hususunda en fazla spekülasyon yapılan iki isim; İsa ve Âdem’dir. Biri, erkek olduğu hâlde insan türünü doğuran konumuna; diğeri ise (hâşâ) Yüce Allah’ın oğlu olma konumuna sürüklenmiştir. Onları bu hâle getiren şey, yaratılışlarındaki sıra dışılıktır.