İsa Adem Beşer Nas İnsan 2

MÛCİZE, SIRADIŞILIK VE OLAĞANÜSTÜLÜK

İSA – ÂDEM – BEŞER – NÂS – İNSAN -(2)-

Etrafımızı saran varlıkların oluşumunda, gelişiminde ve varlıklarını sürdürmesinde Yüce Allah’ın etkisinin olduğuna inanılsın veya inanılmasın azıcık aklı olan her insan, varlıkların belirli bir düzene tâbi olarak değişmeyen bazı ilkeler çerçevesinde hareket ettiğini görmüyor, bilmiyor ve anlamıyor olması mümkün değildir. İnsan türünün, etrafını saran varlıklardan -iyi yönde- fayda elde etmesi de -kötü yönde- zarara uğraması da türün tâbi olduğu bu değişmeyen ilkeler sebebiyle gerçekleşmektedir. Eğer etrafımızı saran varlıkların tâbi olduğu değişmez ilkeler var olmasaydı ne insan onlardan faydalanabilirdi ne de şu an gördüğümüz varlıklar mevcut hâllerinde olabilirdi. Eğer hayat için vazgeçilmez olan su ne zaman ve nereden geldiği belli olmayan, tadı, rengi, kokusu durmadan değişiklik gösteren bir sıvı olsaydı ne onu içebilirdik ne de onunla çiçekleri sulayabilirdik. Yoğunluğu durmadan değişseydi ne üzerinde gemi yüzdürebilirdik ne de derinliklerinde balık avlayabilirdik hatta içerisinde balık türü de yaşayamazdı. Eğer güneş mevcut konumunu sürekli değiştirseydi hareketleri hiç öngörülmezdi; sıcaklığı, ışığının özellikleri sürekli farklılaşsaydı ne üzerinde yaşadığımız gezegen ne de güneş sistemi var olabilirdi.

İster bilimsel yollarla ister sadece gözlem yoluyla olsun, varlıklar hakkında bilgi elde etmemizi, bu bilgileri geliştirmemizi ve elde ettiğimiz bilgileri bir başkasına veya bir sonraki nesle aktarmamızı sağlayan şey bile varlıkların ‘kararlı ve değişmez’ (stabil) ilkelere göre var olması ve bu stabil ilkelere göre varlıklarını devam ettirmesidir.

Kaynağının Allah olduğuna inanılsın veya inanılmasın, etrafımızı saran varlıkların belli ilkelere göre var olması insan türünde bu ilkelere karşı ‘güven’ duygusunun oluşmasına da neden olmaktadır. Güneşin her sabah doğacağına inanıldığı/güvenildiği için üzerinde rahat yatılan yataklar edinilmektedir. Güneşin tekrar doğacağına emin olamadığın bir gecede uyuyabilmenin imkânı yoktur. Akşamı olacağına güvenilmeyen bir gündüz için mesâî saati belirlemenin hiçbir anlamı yoktur.

Etrafımızı saran varlıkların tamamının belli ilkelere göre hareket etmesinin sağlanması aynı zamanda potansiyellerinde bulunan dehşet boyuttaki güçlerin zapturapt altına alınması anlamına da gelmektedir. Dehşet boyutlarda enerji sahibi olan güneşin dünyaya biraz yaklaşması veya biraz uzaklaşması bile asla tahmin edemeyeceğimiz sonuçlar doğuracaktır. İnsan tarafından zapturapt altına alınması mümkün olmayan, inanılmaz boyutlarda enerji sahibi olan güneşin sâhip olduğu enerjisinin ilkesiz olması durumunda hiç kimse onu gördüğüne memnun olmayacaktır.

Sadece güneş mi? Etrafımızı saran varlıkların temel yapı taşı olan ‘atom’ taneciklerinin sâhip olduğu enerji belli ilkelere tâbi kılınmasaydı ve bu ilkelerle zapturapt altına alınmamış olsaydı şu gördüğümüz varlığın ortaya çıkması mümkün olmazdı. Bu sadece cansız varlıklar için geçerli bir durum değildir. Belli ilkeler çerçevesinde hareket etmeyen bir ineği kim zaptedebilirdi ki? Kendi yaşam biçimini değiştirme kabiliyetine sâhip olan bir aslanı kim durdurabilirdi ki? Akıl edip sorgulayan bir fili insanların kurduğu yapıları yok etmekten kim alıkoyabilirdi ki? Varlık dengesinde akıl sır ermeyen işlevi olan karıncalar akıl edebiliyor olsalardı kim onların minik ısırıklarından kendini koruyabilirdi ki? Meyve vereceği zamanı kendi belirleyen bir ağaç kime sevimli gelebilirdi ki?

Varlıkların düzeni ve ilkeler

İster canlı ister cansız olsun, varlıkların tamamı insan türünün hiçbir şekilde baş edemeyeceği bir güce sâhiptir. Hatta çok rahat bir şekilde “canlı türleri arasında biyolojik yapısı itibarıyla insandan daha güçsüz ve özellikleri daha sâde olan bir varlık yoktur” diyebiliriz. O varlıkların belli ilkelere tâbi kılınması sebebiyle en fazla güvende olan, onların tâbi olduğu ilkeli var oluş düzenini en fazla lehine çeviren ve etrafındaki varlıklardan en çok faydalanan bu insan türünü bu hâliyle yegâne varlık türü hâline getiren şey işte o ilkelerdir. Çünkü zapturapt altına alınmayan veya ilkeler üzerinden hareket etmeyen her güç, yapım değil yıkım, güven değil korku getirir.

Var ettiği varlıklarla (hâşâ) kıyaslandığında, Yüce Allah’ın sâhip olduğu güç asla bir ölçüye gelmeyecek boyuttadır. Yüce Allah’ın gücü de kudreti de imkânları da sınırsızdır. O, akıl sır ermeyen, insan tarafından üretilmiş hiçbir ölçü birimiyle ölçülmesi mümkün olmayan, bu varlığın sâhip olduğu dehşetengiz boyutlardaki potansiyelleri var edendir. Elbette ki varlığı bu şekilde yaratanın gücü tüm bunların toplamından çok daha fazla olacaktır. Yerinde durmayan, zapturapt altına alınamayan güneş, kontrolsüz gücüyle evreni fesada uğratabilirse de bunu yapması milyonlarca, milyarlarca hatta trilyonlarca yıl gerektirecektir. Fakat Yüce Allah’ın, değil güneş sistemini, varlığın tamamını ardında tek bir iz bırakmadan yok etmesi bir göz açıp kapama süresinden daha kısa olacaktır. Aynı göz açıp kapama süresi içerisinde, gördüğümüz veya göremediğimiz sonsuz sayıda evreni var etme kudretine de sâhiptir.

Güneş dâhil etrafımızdaki varlıkların dehşet boyutlardaki güç potansiyelinden bizi güvende kılan ve onlara karşı değişmeyen stabil tavırlar geliştirmemizi sağlayan şey, onların belli ilkeler çerçevesinde zapturapt altına alınmaları ve sâhip oldukları gücü kontrolsüz kullanmalarının engellenmiş olmasıdır. İnsan türünün baş edemeyeceği bir güç potansiyeli taşıyan bu varlıkların insan türünün kendisinden faydalandığı varlıklar hâline getirilmesi yaratılmış varlıklar olmasından dolayıdır. Yani dehşet boyutlarda güç potansiyeli olan güneşin belli ilkeler çerçevesinde kalması ondan daha üst bir gücün olmasından dolayıdır.

Peki, varlıkların tamamından daha fazla ve hiçbir şekilde sınırı olmayan bir güce sâhip Yüce Allah’ın bu gücüne karşı nasıl emin olunacak ve O’na nasıl güvenilecektir? İnsan türüne her an müdâhale etme ve onu yok etme kudreti olan bir güce karşı kendimizi nasıl güvende hissedeceğiz? Böylesi bir güç insanda güven duygusunu değil korku duygusunu oluşturur. Ne zaman patlayacağı bilinmeyen bir bombanın üstünde oturan bir insan bile asla kendisini güvende hissetmezken bomba ile kıyaslanamayacak bir güce her an mâruz kalabilecek insan türü o güce karşı ‘güven’ duygusunu nasıl elde edecek ve o güce karşı nasıl tavır geliştirecektir?

Hangi oranda olursa olsun, herhangi bir güç hâline gelen şey kontrol edilmezse insan o güce karşı asla güven duygusu geliştiremez ve sadece her an bin kere ölümü yaşatan korku duygusuna sâhip olur.

Sınırı olmayan ve daha üst başka bir varlık tarafından da sınırlandırılıp kontrol altına alınması mümkün olmayan bir gücü ve imkânı olan Yüce Allah, böyle olmasına rağmen kendisinden korkmamızdan daha çok kendisine güvenmemizi ve tüm hareketlerimizi de o güven duygusu üzerine temellendirmemizi istemektedir. Allah korkusuna sâhip olunsa dahî Yüce Allah insanları o korku duygusu üzerinden değil ‘imân edenler’e atfettiği güven duygusu üzerinden tanımlamıştır. Hatta insan türünü ‘inananlar’ ve ‘inanmayanlar’ olarak (Asr sûresi) sadece iki ana gruba ayırmış ve tüm öğretisini bu iki ana gruba göre şekillendirmiştir.

Tüm bunları göz önüne aldığımızda biraz önce sorduğumuz “Sınırsız güç ve imkân sahibi olan Allah’ın bu gücünü kontrol eden, O’nu denetleyen bir üst varlık olmadığına göre sınırsız olan bu güce karşı nasıl güven duygusu geliştireceğiz?” sorusu daha bir önem kazanmaktadır.

Miktârı ne olursa olsun, herhangi bir güce karşı güven duygusunun gelişmesi o gücün ‘ilkeler’ üzerine temellenmiş olmasına ve ‘ilkeler’ üzerinden devam ediyor olmasına bağlıdır. Gücü sınırsız olan ve bir üst varlık -ki böyle bir varlık yoktur- tarafından da sınırlandırılmamış olan Yüce Allah’a güven duyulması da ancak ve ancak onun ‘ilkeler’ üzerinden güç kullanıyor olması ile mümkündür. Hatta öyle ki bu ilkeler varlığın oluşmasıyla sonradan ortaya çıkan veya sonradan edinilen ilkeler değil varlığı gereği zaten kendisinde olan ilkeler olmak zorundadır. Kullandığımız ‘zorunda’ kelimesi hâşâ O’nun istese de istemese de cebren mecbûr kalması anlamında değildir. Bu O’nun Allah oluşunun gereğidir. Çünkü sınırsız bir güce sâhip olmasına rağmen kendisinden korkulmasını değil kendisine güvenilmesini ve bu güven duygusu üzerinden kendisine karşı tavır geliştirilmesini isteyen O’dur. O hâlde varlığı var etmiş olsun ya da olmasın, biri onu bilsin ya da bilmesin, O, varlığı gereği ilke sahibidir ve bu ilkeler mecburiyetinin değil gücüne güvenilmesini istemesinin bir gereğidir.

Herhangi bir ilkeye göre var etmeyen, devamlı değişen ilkelerle varlığın devamlılığını sağlayan ve varlığın yapısına koyduğu güç potansiyelini belli kurallara bağlamayan bir Allah’a güven duymak -istense bile- mümkün değildir. Üstelik sadece bunlar da değil, herhangi bir kurala göre ilke koymayan yani ilke koyma ilkeleri stabil olmayan, dilediğini dilediği zaman hiçbir ilke gözetmeden yücelten veya zelil eden bir Allah’a istense bile güven duymak mümkün değildir. Bağışlaması, ödül veya cezâ vermesi hiçbir kurala bağlı olmayan bir Allah’a -istense bile- doğru tavır geliştirmek mümkün değildir ve hatta ‘doğru’ diye bir şeyin olması bile mümkün değildir.

İşte Kur’an baştan sona Yüce Allah’ın ilkeleri ile dolu bir kitaptır. Kur’an Yüce Allah’ın ne zaman ne yapacağını, neye ne şekilde cezâ veya mükâfat vereceğini uzun uzadıya anlatarak Yüce Allah’ın ‘öngörülebilir’ bir ilâh olduğunu -hem de evire çevire- anlatmaktadır. Yüce Allah hakkında kullandığımız ‘öngörülebilir’ kelimesi ilk bakışta yakışıksız bir kelime olarak algılanıp yadırganabilir. (Bilerek ve isteyerek saygısızca ifadeler kullanmaktan Yüce Allah’a sığınırım, bilmeyerek yaptıklarımdan dolayı ise O’ndan bağışlanma dilenirim.) Fakat bu ‘öngörü’ kelimesi üzerinde biraz düşündüğümüzde kelimenin yadırganmayacak bir anlama sâhip olduğu (en azından anlama niyetindekiler tarafından mutlaka) anlaşılacaktır. Kötü niyetliler ve anlama çabası içerisinde olmayanlar için şu açıklamayı yapayım; ‘öngörü’ kelimesinden kastettiğimiz şey O’nun, koyduğu ilkelere hiçbir zaman uygunsuz davranmayacağı, bu ilkeler üzerinden geliştirilen tavırlara karşı vâdettiği şeyleri mutlaka yerine getireceği, koyduğu ilkelere uyulmasına rağmen vâdettiklerinden caymayacağı, varlığın temeline koyduğu ilkeleri her an farklı bir şekle sokmayacağı anlamındadır.

Yüce Allah’ın ilkeler sahibi olması sadece O’na karşı stabil tavırlar geliştirmemiz için değildir. Aynı zamanda etrafımızı saran varlık hakkında elde edeceğimiz bilgiler ve o bilgiler üzerinden varlıklardan faydalanmamız da bu ilkelerin belirlediği çerçeve dâhilindedir. Meselâ; her gün farklı bir şekle ve yapıya bürünen ve her gün farklı hareket döngüsü içerisinde olan bir güneş olsaydı ondan edineceğimiz tek bilgi, onun hiçbir sabit kurala göre hareket etmediği olacaktı.

Etrafımızı saran varlıkların -insan türü de dâhil- tümünün belli bir düzen içerisinde, stabil ilkeler çerçevesinde hareket ediyor olduğu; Allah’a imân etmiş olsun ya da olmasın, her aklı olanın gördüğü ve anladığı bir şeydir. Fakat etrafımızda bulunan varlıkların tamamının değişmez ilkelere göre hareket etmesi, bunların insan türü tarafından ‘sıradan ve olağan’ şeyler olarak görülmesi gibi bir sonucu da beraberinde getirmiştir. Güneşin doğuşu ve batışı, gece ve gündüz döngüsü, yağmurun yağması, bitkilerin yetişmesi, çiçeğin kokması, arının bal yapması, insanın doğması, ineğin süt vermesi, kuşların uçması vs. ve daha binlerce şey insan türü tarafından vakayi âdiye (basit ve sıradan olaylar) olarak algılanmış ve hâlâ da öyle algılanmaktadır.

Günümüz insan türü, etrafındaki muhteşem düzeni, zaman ayarlı bir çamaşır makinası gibi görmekte ve etrafımızdaki bu akıl sır ermez düzenin otomatiğe bağlı bir şekilde kendiliğinden işlediğini sanmaktadır. Ona göre meselâ; yağmurun yağması otomatik olarak kendiliğinden çalışan sebep-sonuç ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Güneş ışınları otomatik olarak dünyadaki suları ısıtmakta, ısınan su otomatik olarak buharlaşmaya ve rüzgârların oluşmasına sebep olmakta, buharlaşan su otomatik çalışan rüzgârlar tarafından bulut olarak sürüklenmekte, rüzgâr tarafından sürüklenen bulutlar otomatik olarak çalışan soğuk hava tabakasına denk gelmekte, buhar tekrar suya dönüşmüş olarak yeryüzüne inmekte ve aynı döngü otomatik olarak durmadan tekrarlanmaktadır. Bu yüzden günümüz insanına göre bu otomatik döngüde herhangi bir ‘olağanüstülük’ yoktur. Hatta ona göre kendi başına evin tozunu alan robotik elektrik süpürgeleri bile bu otomatik döngüden daha olağanüstüdür.

Kur’an’a baktığımızda yağmurun yağmasından çiçeklerin kokmasına, arının bal yapmasından bir yaprağın ağaçtan düşmesine, bir kadının hâmile kalmasından rüzgarların esmesine, güneşin ısıtmasından ayın hareketlerine, yıldızların durduğu yerden kuşların uçmasına kadar insan türünün otomatik çamaşır makinası gibi işlediğini düşündüğü tüm bu döngüleri gerçekleştirenin ve tüm bu süreçleri yönetenin Yüce Allah olduğu söylenmektedir.

اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِرِزْقًا لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Bakara 2 / 22

O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın. (TDV meâli)

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَايَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّدَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Bakara 2 / 164

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır. (TDV meâli)

Etki-tepki ve sebep-sonuç ayrımı

وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَاَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُخْرِجُ مِنْهُحَبًّا مُتَرَاكِبًاۚ وَمِنَ النَّخْلِ مِنْ طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِنْ اَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَمُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍۜ اُنْظُرُٓوا اِلٰى ثَمَرِه۪ٓ اِذَٓا اَثْمَرَ وَيَنْعِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكُمْ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
En’âm 6 / 99

O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde üstüste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır. (TDV meâli)

اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَالنَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًاۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَاللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ
A’râf 7 / 54

Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir! (TDV meâli)

İşte, sadece bu durum bile etrafımızda gerçekleşen döngü üzerine daha kapsamlı veya çok daha dikkatli düşünmemizi, gözlem yapmamızı zorunlu kılmaktadır. Çünkü günümüz insanı daha küçük yaşlarda, tabiatın ve evrenin ilkelere bağlı muhteşem döngüsünün kendiliğinden çalıştığına dâir eğitim almaktadır. Aldığı bu eğitim üzerinden varlığa bakan insan türü ‘kapitalizm dîninin ruhbanlarından başka bir şey olmayan bilim insanlarının’ da katkısıyla etrafını saran ve her biri âyet olan varlığa karşı yıkıcı ve fesat edici boyutlarda duyarsız hâle gelmiştir. Sağır edici bir gürültüyle ardında kesif bir duman bırakarak gökyüzüne yükselen roketlere hayran hayran bakan insan türü, o roketin yükseldiği gökyüzünü üzerine yazı yazılan müsvedde kâğıt gibi görmektedir. Ağaçlar kesilerek yapılmış ormandan geçen bir otoyolu olağanüstü olarak gören insan türü, bizzat o ormanın kendisini sobada yanacak odundan daha değersiz ve daha sıradan görmektedir. Bilim tanrısının ruhbanları tarafından ellerine tutuşturulmuş aletlerden gözü kamaşan insan türü artık hiçbir varlığın farkına varamaz hâle gelmiştir. Hele, adı var ama kendisi yok, sahte bir kavramdan (isimden) başka bir şey olmayan ‘bilim/sel’ sözcüğünün büyüsü insan türünü hepten kör etmiştir.

‘Bilim’ kelimesi, hemen hemen her toplumda en hakîkî gerçeğin ta kendisiymiş gibi üzerinde düşünülmeyen ve bir o kadar da ne olduğu bilinmeyen bir şeydir ve bütün söylemlerine rağmen ‘elle tutulur’ bir târifi yoktur.

  • Bilimsel değil.
  • Bilime aykırı.
  • Bilimsel bir mesele.
  • Bilim olmadan gelişme kaydedilemez.
  • Bilimin öncülüğünde gelişeceğiz.
  • Bilim, aydınlık yarınlar için yol göstericimizdir.
  • Bilimin kuralları.
  • Bilime karşı olmak çağdışılıktır.
  • Bilim aydınlanmadır.
  • Bilimsel gerçeklik.

İçinde ‘bilim’ geçen daha binlerce cümle günümüz insanı tarafından en çok dile getirilen cümlelerdir. Üstelik bu cümlelerin hiçbiri ‘sorgulanmaya’ açık değildir. İçinde ‘bilim’ kelimesinin geçtiği her cümle insanlık tarafından sorgulanamaz ve hatta sorgulanması akıldan geçirilemez ‘en kutsal âyetler’ olarak kabul görmektedir. Fakat öte yandan, tüm kutsallığına rağmen ‘bilim’ denilen şeyin ittifak edilmiş açık bir tanımı dahî yapılamamaktadır. Bilim dînine mensup bazı ruhbanlar tarafından geliştirilen tanımlamalar diğer bazıları tarafından kabul edilmemiş ve onlar da diğerlerinden farklı olarak kendi tanımlamalarını getirmişlerdir.

İçinde yaşadığımız evreninin muhteşem döngüsü her bir varlığın diğerleriyle senkronize şekilde çalışması ile oluşmaktadır. Bu senkronize çalışmanın kopmaz parçaları olan varlıkların tek başlarına diğerlerinden bağımsız olarak anlamlı bir şekilde hareket edebilmeleri mümkün değildir. Zaten o varlıklar hakkında bilgi sahibi olmamızı ve hakkındaki öngörüler üzerinden tavır geliştirmemizi sağlayan şey tam da bu senkronize çalışma biçimidir.

Varlıkların senkronize bir şekilde çalışması aynı zamanda, ortaya çıkan her bir durumun sebep-sonuç ilişkisi hakkında elle tutulur veriler elde edebilme imkânı vermektedir. Çünkü herhangi bir şeyin nedensiz ve etki edicisi olmadan gerçekleşmesi aklen mümkün değildir. Fizik ilminin en temel kurallarından biri de “etki olmadan tepki olmaz” kuralıdır. Hatta diyebiliriz ki tüm bilim insanlarının derlediği bilgilerin hepsi de etki ve tepki tespitleridir. Bir etken olmadan bir şeyin olmayacağı âşikârdır. Fakat hangi etki ele alınırsa alınsın ve o etkinin ne kadar derinine inilirse inilsin, hep “Ona etki eden neydi?” sorusu devamlı var olacaktır. Ocağın üstüne koyduğumuz bir çaydanlığın içindeki su kaynadığında etki edenin ateş, tepkinin ise suyun kaynaması olduğunu sanabiliriz. Oysa her şeyden önce o çaydanlığın içine su konulabilmesi, o ateşin yanabilmesi, o suyun kaynayabilmesi, -en uzağından en yakınına- sayısız varlığın senkronize bir şekilde çalışmasıyla mümkün olabilmektedir. Eğer bir etki-tepki tespiti yapılacaksa olaya dâhil olan tüm etkilerin ve tepkilerin hesaba katılması gerekmektedir. Çünkü suyu ısıtan ateşin yanmasını sağlayan başka etkilerdir, o etkiler daha başka etkilerden dolayıdır, o başkaları da daha başkalarından dolayıdır. Şu muhteşem döngünün içinde diğerlerinden bağımsız herhangi bir etkinin olması mümkün değildir.

Tam burada şu soru çok önem kazanmaktadır: Sonsuz bir zincir hâlinde gerçekleşen bu etki ve tepkiler, biri diğerinin sebebi midir? Yani gözlemlenebilir olan etki-tepki ilişkileri aynı zamanda sebep-sonuç ilişkisi midir? Ne demek istediğimizin anlaşılması için etki-tepki ilişkisi ile sebep-sonuç ilişkisi arasında nasıl bir farklılığın olduğunu biraz daha anlaşılır hâle getirmeye çalışalım.

Masanın üzerinde dilimlenmiş bir elma görüldüğünde, o elmanın dilimlenmesine ‘etki’ eden şeyin bir bıçak olduğunu kimse söylemese bile anlaşılmaktadır. İşte bu etki-tepki ilişkisidir. Etki-tepki olayını anlamada kim yaptı, nasıl yaptı, neden yaptı gibi sorulara yer yoktur. Orada söz konusu olan şey; sadece, dalından tüm hâlde koparılan elmanın soyulup dilimlenmiş hâle gelmesine kadar geçen süreçlerin oluşmasına neyin etki ettiğinin tespiti söz konusudur. O elmayı sirke yapmak için mi, içki yapmak için mi, yemek için mi yoksa başka bir sebepten mi dilimlemiş olmamız bile ‘etki-tepki’ meselesinin konusu değildir. Bilim insanlarının ortaya koydukları bilgilerin tamamı da işte sadece bu mesele üzerinedir. Sonsuz bir zincir hâlinde uzayıp giden etki-tepki silsilesini tespit etmenin adına ‘bilim’ denmiştir. Yani ortaya çıkan herhangi bir şeyin etki-tepki süreçlerini gözlemleyerek bilgi elde etmenin adına ‘bilim’ denmektedir.

Sebep-sonuç ilişkisi ise bundan farklı olarak bizzat o etki-tepki zincirini ortaya çıkaran şeyle alâkalıdır. Bir şeyin ortaya çıkmasına etki eden şeyi aynı zamanda o şeyin sebebi olarak gördüğümüzde elmanın dilimlenmeye, bıçağın ise dilimlemeye kendileri karar vermiş ve bunu birlikte planlamış olmaları gerekmektedir. Varlığın içindeki hiçbir etki, etki ettiğinde ortaya çıkacak durumun karar vericisi, planlayıcısı ve uygulayıcısı değildir. Her etkinin ortaya çıkması için etkiler sonucunda ortaya çıkacak durumları planlamış -hem de önceden planlamış- bir başka gücün olması zorunludur. Değilse her etki akıllı -hem de çok akıllı- ve iradeli -hem de çok iradeli- olma durumundadır.

Üzerinde yaşadığımız gezegendeki canlı varlıkların tamamının hayatı ‘su’ denilen sıvıya bağlıdır. Her bir canlı varlığın hem oluşmasında hem de oluştuktan sonra hayatına devam etmesinde ‘su’ vazgeçilmez bir unsurdur. İşte suyun böyle olması ‘etki’dir. Fakat eğer masanın üzerinde dilimlenmiş bulduğunuz elmanın oluşmasının sebebi de sudur dediğinizde suyun, elmanın tüm oluşum süreçlerini hem de önceden planlayan çok akıllı ve iradeli bir varlık olduğunu da kabul etmek zorundasınız demektir. Gökten tatsız ve kokusuz hâlde inen suyun elmada elma tadı ve kokusu, armutta armut tadı ve kokusu, karpuzda karpuz tadı ve kokusu olmasını planlayanın da su olduğunu kabul etmek zorundasınız demektir. Muhteşem mekanizmalara sâhip canlı varlıkların ortaya çıkmasına sebep olacak kudret ve güce sâhip olanın da su olduğunu kabul etmek zorundasınız demektir. Çünkü tüm gelişmişliğine, akıllı ve iradeli oluşuna rağmen insan türü o elmayı sıfırdan yapıp masanın üstüne koyma kudretine sâhip değilken suyun bunu tasarlama, planlama ve gerçekleştirme kudreti var demektir. Hem de bunu diğer varlıklarla senkronize olacak şekilde planlamış ve yapmış demektir. Çünkü elmanın ortaya çıkmasına sadece ‘su’ değil evrendeki her şey etki etmektedir.

Etrafını saran varlıklara sadece etki-tepki ilişkisi üzerinden bakan insan türü, işte bu yüzden muhteşem bir düzene ve akıl sır ermez sebep-sonuç ilişkisine sâhip varlığı zaman ayarlı çamaşır makinası gibi görmektedir.

Varlıkların etki-tepki süreçlerini inceleyen ‘bilim insanları’ o süreçlerin birtakım faydalar ortaya çıkardığını tespit etmekte ve bu tespitler üzerinden güya insan hayatını kolaylaştıracak aletler üretmektedirler. Her ne kadar kendilerini ‘gerçeğe adanmış’ gönüllü fedâiler olarak tanıtsalar da hepsi de (istisna var mı bilmiyorum) kapitalist kodamanların ruhsuz sistemlerinde birer memur olan bilim insanları varlıklara hâkim olan ilkelerin parçası olan etki-tepki süreçlerini, göz kamaştırıcı aletlerle akıllarını aldıkları insanlığa ‘sebep-sonuç’ ilişkisi olarak takdim etmektedirler. Kapitalizm dininin en üst mertebesindeki ruhbanları olarak sahneye çıkan ‘bilim insanlarının’, Allah’ın yaratılmış âyetlerindeki ‘sebep-sonuç’ ilişkisinin mutlaka bir üst sebebe -hem de uyumlu, çelişkisiz, eksiksiz, kusursuz, biri diğerini tamamlayan, kaos oluşturmadan varlıkları idâre eden bir üst sebebe- muhtaç olduğunu görmemiş olmaları mümkün değildir.

Yazının ekseni olan Âdem–İsa–Beşer–İnsan konusuna yaklaşabilmek adına, ileride detaylarına gireceğimiz asıl konumuzu anlamada çerçeve olacak bir örnek daha verelim:

Hamilelik süreçleri ve mucize

Günümüzde bir insanın anne rahmindeki tüm gelişim süreçleri (etki-tepkileri) tek tek tespit edilmiş hatta ana rahmindeki çocuğun gelişimine dâir görsel kayıtlar bile yapılmıştır. O süreçler, çocuk doğuracak kadının bizzat kendisi annesinin rahmine düştüğünde başlamaktadır. Anne rahmine düşen bir kız çocuğunun ilk tamamlanan organlarından birisi bir sonraki neslin tohumları olan ‘yumurtaları’ içinde taşıyan ve bilim dilinde adına ‘ovary’ (over) denilen yumurta kesesidir. Anne rahminde şekillenmeye başlayan kız çocuğunun yumurta keselerinde (over) ilk başlarda birkaç milyon yumurta bulunmaktadır. Kız çocuğu annesinden doğana kadar o yumurtaların büyük bir kısmı ölmekte ve ölenler diğerlerinin yaşaması, şekillenmesi ve gelişmesi için gıda olmaktadır. Annesinden doğduktan sonra yine yumurtaların büyük bir kısmı ölerek diğerlerini besleyen gıdaya dönüşmektedir. Fakat tüm bu süreçlerde kız çocuğunun tüm hücrelerinde 46 kromozom varken sadece yumurta kesesindeki yumurtaların tamamında 23 kromozom vardır. Ergenlik çağına gelen kızlar her ay tekrarlanan düzenli rahim kanamaları (regl) yaşarlar. Bu kanamalar aynı zamanda yumurta keselerinde bulunan yumurtalardan bir tanesinin üremeye hazırlık dönemidir. Kanama günlerinden sonra yumurta keselerinden salınan bir yumurta (ovum), üreme kanalı adı verilen 8-10 cm. uzunluğundaki bir kanala çekilir. Bu arada eğer kadın cinsel ilişkiye girmişse erkekten boşalan yüz milyonlarca sperm, üreme kanalı içerisinde ilerleyen yumurtaya erişmek için zamana karşı bir yarışa başlamıştır. Üreme kanalına ulaşan çok az sayıdaki spermden sadece bir tanesi o yumurtanın içine girer. Yumurtanın içine giren sperm, bir zar içinde sakladığı, tıpkı kadın yumurtası gibi 23 kromozom yapısına sâhip hücreyi serbest bırakır. İşte bu, kadın yumurtasının döllenmesidir. İki farklı hücre birleşerek tek hücreye dönüşür. Daha sonra bu tek hücre 2, 4, 16, 32 şeklinde bir yandan bölünerek diğer yandan yuvarlanarak yaklaşık beş günde rahim boşluğuna ulaşır. Eğer başarılı bir şekilde rahim duvarlarının onu yakalaması ve içine çekmesi gerçekleşirse artık hâmilelik başlamış demektir. Durmadan bölünen hücrelerin bir kısmı çocuğu oluştururken diğer bir kısmı da gaz değişimlerini, besinlerin bebeğe ulaşmasını ve atıkların anneye taşınmasını sağlayan, bebeğin, içinde gelişeceği plasentayı oluşturur. Kısaca böyle başlayan hâmilelik bundan sonra bir aşamanın bir sonraki aşamaya etkisiyle çocuğun doğumuna kadar devam eder.

Benim gibi işin aslını bilmeyen insanların bile hâmilelik süreçlerini kendi yazısının konusu yapması çeşitli şekillerde bu süreçleri izleyen, çaba sarf eden, kayıt altına alan ‘bilim insanlarının’ gayretlerinden dolayıdır. Bu noktada, az önce istisnalarını göz önünde bulundurarak kendilerini ‘kapitalizm dîninin ruhbanları’ olarak tanımladığımız bilim insanlarının hakkını teslim etmemiz gerekmektedir. Fakat bir yandan sıradan insanların bile ana rahminde nelerin olup bittiğini anlamasını sağlayarak kendilerine alan açan bilim insanları öte yandan bu bilgileri insanlığa etki-tepki ilişkisi olarak değil sebep-sonuç ilişkisi olarak sunarak, açtıkları alanlarda Allah’ı yok saymayı bilimin temel kuralı hâline getirmişlerdir.

Onlara göre varlıkların hepsi saat gibi tıkır tıkır işlemektedir. Bu işleyişin içerisinde “Allah’ın müdâhalesi” denilerek işi ilâhî bir sebebe dayandıracak hiçbir şey yoktur. Onlara göre, biraz önce verdiğimiz kadının hâmile kalma süreçlerindeki her adım bir sonraki adımın etkisi değil sebebidir. O süreçler, o süreçlere iştirak eden varlıkların (yumurtanın ve spermin) planlaması, yönetmesi ve karar vermesi sebebiyledir. Yani annesinden -bildiğimiz mânâda- bir insanın çıkmasına sebep olan şey o akılsız ve iradesiz yumurtadır. Bütün mahâret ondadır, her şeyin sebebi odur. “Allah” dememek için akılsız bir yumurtaya ilâhî bir özellik kazandırmaktan bile çekinmeyen ‘kapitalizm dîninin ruhbanları’, her adımında bir mûcizenin gerçekleşip Allah’ın müdâhalesinin görüldüğü bu süreçleri gözlemleyip kayıt altına almakla ‘kimin ilâh olacağını tâyin eden en büyük ilâh’ olduklarını zannetmektedirler.

Sanılmasın ki bilim denilen ‘put’ bu süreçleri gözlemlemekle insanın bilmediklerinin sayısını azaltmıştır. Hayır, tam tersi, elde edilen her bilgi bir bilinmezi bilinir hâle getirmemiş, sadece neyi bilmediğimizi göstermiştir. Onlar da çok iyi bilmektedir ki insan bildikçe sorusu çoğalan, bildikçe bilmedikleri artan âciz bir varlıktır. Daha önce ‘gözlemleyemediği’ için ovaryumdan, yumurta kesesinden, fallopi tüpünden, spermin yumurtayı döllemesinden haberi olmayan insanın bunlarla ilgili sorusu yoktu. Ama onları bildikten sonra “O kadar yumurta içinden, hangi yumurtanın keseden çıkacağına karar veren kimdir veya nedir? O yumurtayı yıllarca hazırlayan kimdir veya nedir? O yumurtaya hangi spermi ve neden içine alacağını söyleyen kimdir veya nedir? İki hücreden tek hücre hâline geldikten sonra insan gibi muhteşem bir varlığı meydana getirmek için onu yönlendiren kimdir veya nedir? İnsan gibi muhteşem bir varlığı inşa etme projesi o yumurta ve spermin kendisi tarafından mı tasarlanmıştır?” gibi daha binlerce soru sadece bu süreçleri izlemenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu süreçlerin hiçbiri diğerinin sebebi değildir. Eğer bu süreçler bir sonraki sürecin sebebi olsaydı o süreçler insandan daha akıllı bir üst akıl olurdu. Ama bir yandan o süreçlere ilâhî misyon yükleyip daha sonra o süreçleri gözlemin nesnesi hâline getirmek ‘acıkınca helvadan yaptığı putunu yiyen müşrik’ tavrıdır. Mâdem o süreçler insan gibi muhteşem bir varlığı tasarlama ve yapma kudretine sâhip, o hâlde her şeyi planlayan ve gerçekleştiren üst akıl o süreçlerdir. Çünkü insan gibi bir varlığı yapmak insandan daha akıllı ve çok daha kudretli olmayı zorunlu hâle getirmektedir.

Söylediğimiz süreçlerin hepsine ait sebep-sonuç ilişkilerini henüz çözememiş olan ‘kapitalizm dîninin ruhbanları’ insanlıkla dalga geçerek “bir gün onların da sebebini bulacağız” demektedirler. Sanılmasın ki onların bu söylemleri hakîkat peşinde koştukları içindir. Hayır, sadece ve sadece “Allah” dememek içindir. Yoksa hiçbir olayın sebep-sonuç ilişkisini bulmuş, keşfetmiş veya anlamış değillerdir. Onlar sadece süreçleri gözlemleyerek bu süreçlerden ortaya çıkan rantı kapitalizmin hizmetine sunmuşlardır.

İşte bu öğretilerle varlığı gözlemleyen insan türü her şeye zaman ayarlı çamaşır makinasına baktığı gibi bakmakta ve etrafındaki her şeyi ‘sıradan ve olağan’ işler olarak görmektedir. Şu evren içindeki herhangi bir olayın meydana gelmesi için evrendeki her şeyin senkronize bir şekilde çalışması gerektiğini bilmesine rağmen bu bilgiyi göz ardı etmektedir. En basit bir olaydaki etkileri o olayın sebebi olarak gördüğü için olağan-olağanüstü, sıradan-sıra dışı kavramları arasındaki benzersizliği birbirine karıştırmıştır.

Etrafındaki varlığa ve olaylara bu yaklaşım biçimleriyle bakan insan türü, Kur’an’da detaylıca anlatıldığı gibi herhangi bir cinsel ilişki olmadan annesinden doğan İsa’yı nereye konumlandıracağını bilememiştir. (Hâşâ) Allah’ın oğlu mu? Mûcize mi? Ona göre ‘cinsel ilişki’ sonucu bir kadının hâmile kalması son derece sıradandır, bunda herhangi bir olağanüstülük (mûcize) ve şaşılacak bir durum yoktur. Olağanüstü ve şaşılacak tek şey “Meryem’in bir erkekle cinsel ilişki kurmadan” hâmile kalmasıdır.

Herhangi bir olayın mûtat yani alışılagelmiş bir şekilde gerçekleşmesi sıradandır. Fakat bir olayın alışılagelen şekilde gerçekleşmesi o olayın mûcize olmadığı anlamına asla gelmez, gelemez. Bir kadın cinsel ilişki sonucu yani alışılagelen şekilde hâmile kalıyor diye o olayda mûcize yoktur denemez. Bir erkekle cinsel ilişki kurup hâmile kalan ile herhangi bir cinsel ilişki kurmadan hâmile kalan kadın arasındaki tek fark; birinin cinsel ilişki kurmuş, diğerinin kurmamış olmasıdır. Yoksa hâmileliğin bütün süreçleri her ikisinde de aynıdır. Her iki kadında da hâmilelik süreci bir mûcizenin arkasından diğer bir mûcize gelerek devam etmekte ve sonuçlanmaktadır. Anne rahmindeki bir yumurtanın geçirdiği süreçler sebep-sonuç ilişkisi değil etki-tepki ilişkisidir. Tüm gelişmişliğine rağmen ‘bilim’ bu süreçlerin hiçbirinin sebebini bilememekte ve “Allah” dememek için her türlü bahâneye sarılmaktadır. Kadının regl olması, yumurtalılarındaki bir tek yumurtanın fallopi tüpüne (üreme kanalına) atılmasının sebebi değil etkisidir, o yumurtanın kendisine gelen spermlerden birini içeri almasını sağlayan cinsel ilişki sebep değil etkidir, o yumurtanın rahme doğru itilmesini sağlayan mikro çıkıntılar sebep değil etkidir, o yumurtayı bölüne bölüne büyüten şey sebep değil etkidir, rahim duvarına gömülen yumurtayı geliştiren besinler sebep değil etkidir, muhteşem bir planlamayla şekillenen cenine gıda olanlar sebep değil etkidir. Bunların hepsi mûcizedir. Aklı olmayan bir yumurtanın insan denen muhteşem mekanizmalara dönüşmesi mûcizedir.

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِنَ الْبَعْثِ فَاِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِنْ مُضْغَةٍ مُخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِنُبَيِّنَ لَكُمْۜ وَنُقِرُّ فِي الْاَرْحَامِ مَا نَشَٓاءُ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُٓوا اَشُدَّكُمْۚ وَمِنْكُمْ مَنْ يُتَوَفّٰى وَمِنْكُمْ مَنْ يُرَدُّ اِلٰٓى اَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا يَعْلَمَ مِنْ بَعْدِ عِلْمٍ شَيْـًٔاۜ وَتَرَى الْاَرْضَ هَامِدَةً فَاِذَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَٓاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَاَنْبَتَتْ مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَه۪يجٍ
Hac 22 / 5

Ey insanlar! Kabirlerden kalkma konusunda şüpheniz varsa (düşünün): Sizi topraktan, sonra döllenmiş yumurtadan, sonra alakadan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık. Bu, size olup biteni açıklamamız içindir. Yaşamasını uygun gördüğümüzü belirli bir süreye kadar rahimlerde tutar, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarırız. Sonra da güçlü kuvvetli hâlinize gelesiniz diye (sizi yaşatırız). Kiminiz vefat ettirilir, kiminiz de ömrünün en düşkün çağına kadar yaşatılır ki bilirken bilemez hâle gelsin. Toprağı da kupkuru görürsün ama üzerine suyu indirdik mi kıpırdar, kabarır ve her türlü güzel bitkiden bir eş (erkeği veya dişiyi) bitirir. (Süleymaniye Vakfı Meâli)

Masa’nın üstündeki dilimlenmiş bir elmayı gördüğünde o elmanın ağacını birinin ektiğini, birinin meyveyi dalından kopardığını, birinin sebze-meyve pazarına ulaştırdığını, birinin manava getirdiğini, birinin manavdan satın aldığını, birinin bıçak ürettiğini, bıçağı tutanın akıllı ve iradeli akıl sahibinin elleri olduğunu, o bıçağın o akıl sayesinde elmayı soyup dilimlediğini hiçbir açıklamaya gerek duymadan anlayan insan nasıl olur da akılsız ve iradesiz bir yumurtanın, o bıçağı tutacak, o elmayı soyacak akıllı ve iradeli insanın planlayıcısı, tasarlayıcısı, dahası, gerçekleştiricisi olduğuna inanabilir?

İster cinsel ilişki olsun isterse olmasın, mûcize olan şey bir kadının hâmile kalması, hâmileliğinin tüm süreçleri ve insan doğurmasıdır. Annesinin rahminde mûcize üstüne mûcize ile şekillenen her çocuk mûcizedir. İnsan türünün bu mûcizevi olayları mûtat yani alışılagelen şekilde yaşamış ve yaşıyor olması hâmilelik süreçlerini artık biliyor olması onun mûcize oluşunu ortadan kaldırmaz.

Aslına bakılırsa şu varlık içinde mûcize olmayan tek bir şey yoktur. Çiçeğin kokmasından arının bal yapmasına, yerin üstünde gezmemizden güneşin ışınlarına, denizlerden karalara, ormanlardan yer altındaki böceğe, evrenin dizaynından sivrisineğin dizaynına kadar her şey mûcizedir. Çünkü bunların hiçbirinin sebep-sonuç ilişkisi Yüce Allah’a bağlanmadan asla anlamlı değildir. Etrafımızda gördüğümüz her şey mutlak bir üst aklın varlığını zaten zorunlu kılmaktadır. Mutlak üst aklı Allah olarak görmeyenler, ana rahmindeki akılsız bir yumurtayı üst akıl olarak görmek zorundadırlar. Yani Allah’ı İlâh olarak kabul etmeyenler o yumurtayı ilâh olarak görmek zorundalar.

Bir mü’min olarak Âl-i İmrân 59. âyette İsa ve Âdem arasındaki benzetmenin hangi çerçevede gerçekleştiğini anlamak istiyorsak her şeyden önce etrafımızdaki mûcizeleri ve hassaten her kadının hâmile kalıp çocuk doğurmasındaki mûcizeleri fark etmek zorundayız. Çünkü herhangi bir kadının hâmile kalması ile Meryem’in hâmile kalması arasındaki tek fark birinde cinsel ilişki olması diğerinde olmamasıdır. Eğer sadece Meryem’in hâmileliğini mûcize olarak görürsek işin mûcize kısmını belirleyen şeyin ‘cinsel ilişki’ olduğunu kabul etmiş oluruz. Oysa Meryem’in karnında mûcize üstüne mûcize ile oluşan İsa’nın anne karnında geçirdiği süreçlerle herhangi bir bebeğin anne karnında geçirdiği süreçler arasında hiçbir fark yoktur. Yani başlatan etken dışında Meryem’in hâmileliği de herhangi bir kadının hâmileliği gibidir. Meryem’in yumurtalıklarındaki akılsız yumurtanın İsa’ya dönüşmesi nasıl mûcizeyse herhangi bir kadının yumurtalıklarındaki akılsız yumurtanın bir çocuğa dönüşmesi de aynı şekilde mûcizedir.

Meryem olayında sormamız gereken asıl soru; “Bir kadının herhangi bir cinsel ilişki olmadan hâmile kalması Yüce Allah’ın ilkeleri arasında var mıdır?” sorusu olmalıdır. Çünkü bir kadının cinsel ilişki sonucunda hâmile kalması da Yüce Allah’ın koyduğu ilkeler sebebiyledir. Her ne şekilde olursa olsun bir kadının hâmile kalması insan türünün ‘imkânlarıyla’ değil Yüce Allah’ın imkânlarıyladır. Hiçbir insan kendi imkânıyla var olmamakta ve hatta hiçbir insan kendi imkânlarıyla yaşamını devam ettirmemekte, dahası, hiçbir insan kendi imkânlarıyla ölmemektedir. Bir insanın başka bir insanı öldürmesi bile Yüce Allah’ın insan vücuduna koyduğu ilkeleri sebebiyledir. Çünkü insan vücudundaki her organ insana rağmen işlemektedir. Canlılık dediğimiz şey insan tarafından satın alınan veya elde edilen bir şey değildir. Üstelik bir insanın canlı olarak doğması ve canlı olarak hayatına devam edebilmesi için evrendeki her şey senkronize (uyumlu) bir şekilde ve hep birden çalışmaktadır ve insan buna da müdâhale edememektedir. İnsanın kontrol edebileceği tek şey sadece kendisinin ‘aklı ve iradesidir’. Acıkması, susaması ve hatta tuvalete gitmesi bile kendi iradesi sonucunda değildir. Acıkan insan asla acıkmasını durduramaz ve burada irade kullanamaz. Onun kullanacağı tek irade, ne zaman ve neyi yiyeceğine karar vermesidir. Gerisi iradesinin kontrol altına alamayacağı süreçlerdir.

İsa ile Âdem benzetmesi

İşte bundan dolayı bir kadının hâmile kalması insanın imkânları üzerinden değil Yüce Allah’ın imkânları üzerinden değerlendirilmelidir. Nitekim Âl-i İmrân 59. âyetteki benzetme “insanın indi” üzerinden değil “Allah’ın indi” üzerinden ifade edilmektedir.

اِنَّ مَثَلَ ع۪يسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَۜ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
Âl-i İmrân 3 / 59

Allah’ın indinde İsa’nın durumu Âdem’in durumunun tıpkısının aynısıdır. Onu da bâkireden yarattı, sonra ona “Ol!” dedi, o da bundan dolayı olmaya başladı.

Etrafını saran sayısız mûcizelerin mûtat şekilde gerçekleşmesinden dolayı o mûcizelere sıradan olaylar gözüyle bakan insan türü için kadınların hâmileliklerinin hepsi birbirinin aynısı, sıradan olaylardır. Oysa hiçbir kadının hâmileliği sıradan olmadığı gibi hiçbiri insanın indinden değildir. Bu yüzden cinsel ilişkiye girmemiş bir kadının hâmile kalması da cinsel ilişkiye girmiş bir kadının hâmile kalması da insânî imkânlara göre değil Allah’ın imkânlarına göre değerlendirilmek, anlaşılmak ve bilinmek zorundadır. Çünkü âyet, İsa ile Âdem’in benzerliğinin merkezine insanın indini değil Allah’ın indini koymaktadır. Âyette geçen عِنْدَ اللّٰهِ (indellah) ifadesi birçok meâl yazarı tarafından “Allah’ın katı” olarak çevrilmiştir. “Allah’ın katı” ifadesinin zihinlerde, tasavvurlarda ve hakîkatte bir karşılığı yoktur. Çünkü ‘kat’ kelimesi bir mekân olarak anlaşılmaktadır ve Yüce Allah’ın bir mekânı olması söz konusu değildir.

Zarf olarak kullanılan ‘ind’ (عِنْدَ ) kelimesinin kullanımı şu şekildedir:

İnd (عِنْدَ ) kelimesi: Yakınlık için vaz edilmiş bir lafızdır.

  1. Bazen mekânda (yakınlık) anlamında.
  2. Bazen inançta (yakınlık) anlamında kullanılır, örneğin şöyle denir:

عِنْدِي كذا “benim inancıma göre şöyledir.”

  1. Bazen de “derecede” ve konumda/mertebede yakınlık anlamında kullanılır.

(R. el-İsfahani / el-Müfredat/ AND md.)

Devamlı muzaf olarak cümlelerde yer alan bu kelime, zaman ifade eden kelimelere muzaf olduğunda zaman, mekân (yer) anlamı ifade eden kelimelere muzaf olması hâlinde de “mekân zarfı” olur.

Misaller: عِنْدَ الصُّبْحِ =sabahleyin. عِنْدَ الشِّتَاءِ = Kışın. عِنْدَ الصّيْف= Yazın. Kelime bu misallerde zaman zarfıdır.

هَلْ كِتَابِي عِنْدَكُمْ= Kitabım sizde (yanınızda) midir? Bu örnekte ise mekân zarfıdır.

(Hasan Akdağ / Edatlar /s.285)

Kelimenin, yaratılmış varlık türlerinden herhangi birine atfedilmesi herhangi bir anlama problemi oluşturmamaktadır. Ama Yüce Allah’a atfedilmesi durumunda çok ciddi anlama problemi çıkmaktadır. Çünkü kelime, zaman veya mekân zarfıdır ve Yüce Allah her ikisinden de münezzehtir. “Allah’ın yanında”, “Allah’ın katında” gibi kelimeler lafız olarak mekân anlamı verseler de aslında bu ifadelerden kastedilen şey mekân değil Yüce Allah’ın hükmetmesidir. Bu kelime Kur’an’ın birçok yerinde Allah’a izâfeten gelmiştir. Böyle gelen ifadelere anlam verilirken Yüce Allah’a bir mekân atfediliyormuş görüntüsü veren anlamlardan kaçınmak gerekmektedir. Meselâ; aynı kelime عِنْدِى (indi) “bence, bana göre” şeklinde de kullanılmaktadır. Bu durumda âyette geçen geçen عِنْدَ اللّٰهِ (indellah) ifadesine “Allah’a göre” anlamı verilmesi “Allah’ın katı” şeklinde bir anlam verilmesinden çok daha isabetli olacaktır. Fakat biraz önce de belirttiğimiz gibi kelimenin kastettiği anlam, daha çok, bir şeye hükmetmek, hâkim olmak, hükmün geçtiği alanı belirtmek gibidir. Hatta “bence, bana göre” anlamı bile bu anlama gelmektedir. Çünkü birinin herhangi bir konuda “bence, bana göre” demesi için o konu üzerinde fikir elde edecek kadar hükmünün olması gerekmektedir. Öte yandan ‘ind’ kelimesinin mekân zarfı olarak kullanılması durumunda söz konusu olan şeyin o an orada hâzır olması lazımdır. Çünkü ‘ind’ kelimesi hâzırda olmayan için kullanılmaz.

Bu açıklamalardan sonra, âyette geçen عِنْدَ اللّٰهِ (indellah) ifadesinin daha isâbetli mânâsı “Allah’ın hükmü, Allah’ın hükmüne göre” olmalıdır.

Âyette geçen مَثَلَ ع۪يسٰى  (mesele İsa) ifadesindeki مَثَلَ  (mesel) kelimesi genelde meâllere “durum, örnek, hâl, mesel, misal” şeklinde yansımıştır. Bu kelime Kur’an’da tüm türevleriyle birlikte 169 kez geçmektedir. Bunların 168 tanesinde ‘isim’ olarak geçen bu kelime Kur’an’da sadece bir kez fiil olarak geçmektedir ve o da Meryem kıssası (Meryem 19/17) bağlamındadır. Resûllerin hemen hepsi, karşılarındaki inanmayanlar, olmayacak şeyleri kendilerinden istemelerine karşın اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ (ene beşeran mislukum) demişlerdir. Bu yönden de önem arz eden bu kelimenin sözlük mânâları şu şekildedir:

مَثَلَ بِفُلَان – مَثْلا – مُثْلَةً ……. İşkence yapmak, başkalarına gözdağı ve ibret olması için vücut organlarını kesmek.

مَثَلَ بَيْنَ يَدَىْ فُلَانٍ – مُثُلاً……. Önünde durmak, huzuruna çıkmak, huzurunda dikilmek, heykeli yontmak, benzetmek, eşit tutmak, yerine geçmek, temsil etmek.

مَثُل فُلانٌ – مَثَالَة…………….. Faziletli olmak, üstün olmak.

اَمْثَلَ فُلَانا – اِمْثَالا……………. Kısas yoluyla öldürmek, müsle yapmak, işkenceye karşı işkence yapmak.

مَثَّلَ الشَّىءَ – تَمْثِيلاً……… Temsil etmek, heykel yapmak, benzetmek, rolünü oynamak, sahneye koymak, gözdağı vermek, işkence yapmak.

مَثَّلَ الطَّعَامَ…………………….. Özümledi.

مَثَّلَ دَوْرًا………………………. Rol yaptı.

مَثَّلَ الزُّرْقَةَ بِالسَّمَاءِ …………… Maviyi gökyüzüne benzetti.

مَاثَلَ……………………………. Benzemek, benzetmek.

يُمَاثله اَدَبًا………………………. Edep yönünden ona benziyor /benzer.

تَمَثَّلَ الشَّىءُ لَهُ – تَمَثُّلًا في……. Temsil edilmek, görülmek, kısas yapmak, misal vermek, benzemek.

تَمَاثَلَ …………………………. Benzeşmek, birbirine benzemek, …-e yönelmek.

مَاثِلٌ ………………………….. Hazır, mevcut. Düşünülen, gelen, açık.

مَاثِلٌ لِلْعَيَان ……………………. Apaçık, göz önünde.

مِثَالٌ – (ج) اَمْثِلَة – مُثُلٌ …….. Model, örnek, numune, misal.

(Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı / Yeni Sözlük MSL md. S.1936)

مُثُولٌ (musulun) Sözcüğü temelde (ayağa kalkıp) dikilmek anlamındadır.

اَلْمُمَثَّلُ (el-mumesselu)Bir başkasının misali () üzerine musavver; biçimlendirilmiş, belirli şekil verilmiş, tasvir edilmiş, şekillendirilmiş, hakkedilmiş, ya da resmedilmiş olan. Bir nesne (ayağa kalkıp) dikilmek ve biçimlendirilmiş, belirli şekil verilmiş, tasvir edilmiş, hakkedilmiş ya da resmedilmiş idi ya da o hâle geldi. تَصَوَّرَ (tasavver) anlamında مَثُلَ الشَّيْءُ (mesule’ş şey) denir.

Meselun (مَثَلٌ) ise, “biri diğerini açıklasın ve tasvir etsin diye, aralarındaki bir benzerlikten hareketle bir şeyle ilgili – başka bir şeyle ilgili söylenen bir söze – benzer bir söz söylemeyi ifade eder. Bu sözcük (مَثَلٌ) iki şekilde kullanılır:

  1. Birincisi: شِبْهٌ – شَبَهٌ kullanımlarına benzer bir şekilde anlamında kullanılır. Bir nesnenin vasfının ifade edildiği söylenmiştir.
  2. İkincisi: Bir şeyin – hangi anlam olursa olsun – anlamlardan birinde bir başkasına benzediğini ifade eder. Benzerlikle ilgili vaz edilmiş olan lafızların en genel anlamlısı budur. Çünkü;

نِدٌّ (niddun), yalnızca bir şeyin cevherde ortak olanlarında kullanılır.

شِبْهٌ (şibhun) yalnızca nitelikte ortak olanlarda kullanılır.

مُسَاوِ (müsavi) yalnızca nicelikte ortak olanlarda kullanılır.

شَكْلٌ (şeklun) yalnızca miktar ve mesafede; yer, yüzey ölçümünde ortak olanlarda kullanılır.

مِثْلٌ (mislun) ise bunların tümünü kapsar. Bundan dolayı Yüce Allah benzetmeyi her yönden nefyetmek istediğinde hassaten bunu zikreder (Şûrâ 11).

(Ragıb el-İsfahani / El-Müfredata / MSL md.)

Tüm bu açıklamalardan sonra, meâller tarafından kelimeye verilen “durum, hâl” gibi mânâların kelimenin sözlük mânâları içinde bulunmadığı umarım görülmüştür. Yine meâllerin kelimeye verdiği “örnek” anlamı ‘mesel’ kelimesinin sözlük anlamları içinde vardır. Ama âyette geçen مَثَلَ ع۪يسٰى (mesele İsa) ifadesine “İsa’nın örneği” mânâsını vermek “İsa’nın modeli, prototipi” mânâsına gelecektir. Haddizâtında Türkçedeki ‘örnek’ kelimesi “örnek vermek” anlamında kullanılmakta ve bu kelime “duruma uygun başka bir şeyi benzer olarak almak” anlamındadır. Bu durumda âyette geçen ع۪يسٰى مَثَلَ  (mesele İsa) ifadesine “İsa’nın benzeri” şeklinde bir anlam verilmesi gerekecektir. Oysa âyette bir benzetme edatı (ك/ke) zaten vardır. Türkçedeki ‘örnek’ kelimesinin “model, örnek veya benzer” anlamları üzerinden anlam verilirse şu şekilde bir cümle çıkmaktadır:

Allah indinde İsa’nın benzeri tıpkı Âdem’in benzeri gibidir.

Allah katında İsa’nın modeli tıpkı Âdem’in modeli gibidir.

Allah katında İsa’nın örneği (numunesi) Âdem’in örneği gibidir.

Kurulan bu üç cümleye dikkat edilecek olursa ortaya “İsa’nın ve Âdem’in benzeri / modeli / örneği” gibi yeni bir şey ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Kur’an’da Âdem ve İsa modeli / örneği / benzeri olacak bir şey bulunmak zorundadır.

Bu âyetle ilgili son bir şeye daha değinmek gerekmektedir. Meâllerin ve tefsirlerin tamamında âyette geçen عِنْدَ اللّٰهِ  (indellah) ifadesine sanki önünde bir فِي (fi) harf-i cer’i varmış gibi “Allah’ın indinde” veya “Allah’ın nezdinde” veya “Allah’ın katında” mânâları verilmiştir. Biraz önce belirttiğimiz gibi, olmadığı hâlde âyette bir harf-i cer varmış gibi mânâlar verilmesinin sebebi عِنْدَ اللّٰهِ  (indellah) ifadesinin mekân zarfı olarak görülmesinden dolayıdır. Bazı durumlarda kelimeler arasında harf-i cer olmasa da harf-i cer varmış gibi mânâ vermek zarûrîdir. Meselâ; عِنْدَ اللّٰهِ  (indellah) ifadesine “Allah (ın) indi” şeklinde ‘-ın’ ekini verdiren şey izâfet tamlamalarında iki isim arasında ‘min, fi, li’ harf-i cerlerinden birinin var olduğu varsayılmasından dolayıdır. Hatta muzâfun ileyh’in son harekesinin mecrûr olmasının sebebi olarak, olmadığı hâlde varsayılan harf-i cer olduğu söylenmektedir. İsim tamlamasındaki muzâfun ileyh’in son harfinin harekesinin mecrûr olması, olmadığı hâlde var kabul edilen o harf-i cer’in hazfedildiğine delil olur. Hatta o isim tamlamaları ‘hakîkî izâfet’ ise o harf-i cer’in yazılmaması gramer kuralı şartıdır. Yani harf-i cer’in cümleden düşmesi gramer kuralı gereğidir.

Fakat عِنْدَ اللّٰهِ  (indellah) ifadesine verilen “Allah’ın nezd+inde” veya “Allah’ın kat+ında” mânâları bu ifadenin عِنْدَ اللّٰهِ ف۪ي (fi indillah) şeklinde olmasını gerektirmektedir. Mekân zarflarında (mefûlü fih) çoğu kere, olmadığı hâlde varmış gibi harf-i cer eklemek yapılagelen bir şeydir ama bu, başka imkânın kalmadığı ve harf-i cer eklemenin gramer delilleri olması durumunda geçerlidir. Asıl olan şey karşımızdaki cümleyi hiçbir şey eklemeden ve hiçbir şey çıkarmadan anlamaya çalışmaktır. Kaldı ki eğer عِنْدَ  (inde) kelimesi zarf olarak alınırsa gelmesi gereken harf-i cer ‘fi’ değil ‘min’ olmalıdır.

Biraz önce de belirttiğimiz gibi bu kelime zaman veya mekân zarfı olarak kullanılmaktadır. Allah dışında kime izâfe edilirse edilsin, herhangi bir sorun yoktur. Fakat zamandan ve mekândan münezzeh olana bir zaman ve mekân zarfı izâfe edilmesi durumunda kelimeye somut mânâda bir mekânı ifade edecek anlam verilmesi büyük sorunlar yaratacak ve insanvârî bir Allah tasavvuru oluşacaktır. Oysa kelimenin somut mânâda bir mekân anlamına gelmeyen mânâları da vardır. Biz burada, kelimeye kelimenin mânâları arasında olmayan bir mânâ verme peşinde değiliz veya kelimeyi hiç kullanımı olmayan şekillerde kullanalım şeklinde bir sav içerisinde de değiliz. Biraz önce açıkladığımız gibi insanlar için bile kullanılan ve kelimenin yaygın kullanımlarından biri olan عِنْدِى (indi) “bence, bana göre” örneğinde olduğu gibi kelimeye somut olmayan bir anlam da verilmesi mümkündür. Bir kişinin herhangi bir meselede “bence, bana göre” demesi için kesinlikle o mesele hakkında bilgisi ve hatta mesele üzerinde “bence, bana göre” diyecek kadar hâkimiyetinin olması gerekmektedir. Zaten herhangi bir kişinin hâkim olmadığı bir konu hakkında kalkıp “bence, bana göre” demesi ‘sallamaktan’ başka bir anlama gelmeyecektir. Dahası yine biraz önce ifade ettiğimiz gibi ‘ind’ kelimesinin ifade ettiği mânâ, sadece ve sadece hâzır olan içindir. Meselâ; bir kişinin yanında / yakınında olmayan ama ulaşabileceği başka bir yerde olan biri ya da bir eşya için “o benim indimdedir” demesi asla doğru değildir. Bu durumda kullanılacak kelime başka bir yakınlık edatı olan ‘ledeyye’ kelimesidir. Kişi yanında hâzır olmayan ama kendisinin olan bir eşya için ‘ledeyye’ kelimesini kullanabilir. Ama kendisinin olduğu hâlde yanında olmayan bir eşya için ‘indi’ kelimesini kullanamaz. Yani kelime kesinlikle hâzırda bulunan bir şey için kullanılmaktadır.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı âyette geçen عِنْدَ اللّٰهِ  (indellah) ifadesine çok daha dikkatli ve seçici bir mânâ verilmesi gerekmektedir. Bazı meâllerde عِنْدَ اللّٰهِ  (indellah) ifadesine “Allah’ın nezdi” mânâsı verilmektedir. Fakat böyle yapmak Arapça olan bir kelimeyi Farsçaya taşımak demektir ki ‘nezd’ kelimesinin Farsçadaki mânâsı “yan, taraf, huzur, yakın” şeklindedir. Yani Türkçe “Allah’ın katı/huzuru/yanı/tarafı” demek ile Farsça “Allah’ın nezdi” demek aynı şeydir. Buraya kadar anlattıklarımızdan sonra âyete verilmesi gereken daha isâbetli mânâ şu şekilde olmalıdır:

اِنَّ مَثَلَ ع۪يسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَۜ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
Âl-i İmrân 3 / 59

İsa’nın ortaya çıkışı, tıpkı Âdem’in çıkışı gibi Allah’ın hükmüne göredir, onu da bir bâkireden yarattı, sonra “Ol!” dedi, o da bundan dolayı olmaya başladı.

(Daha önce de ifade ettiğimiz gibi âyette geçen كُنْ فَيَكُونُ (kun fe yekun) cümlesi çok kapsamlı bir çalışma gerektirmektedir. Allah izin verirse başka çalışmalarda ele almak üzere o ifade hakkında şimdilik hiçbir şey demiyoruz.)

Üzerinde uzunca durduğumuz عِنْدَ اللّٰهِ (indellah) ifadesine verdiğimiz “Allah’ın hükmüne göredir.” mânâsının gerekçesi ‘ind’ kelimesinin kastettiği, dâima hâzır bulunma zorunluluğundan dolayıdır. Yüce Allah şu varlık üzerinden hâkimiyetini bir an bile çekmemektedir. Onun için O’nun hâkimiyet alanı -ki sınırsızdır, dâima O’nun erişimindedir. O (hâşâ) kendisini fildişi kulelerde avutan “Yunan tanrısı Zeus” değildir. Varlık tamamıyla onun mülküdür ve O, mülkünü yönetmede ortağı olmayandır. O’nun mülkü daima O’nun indindedir. O’nun hâkimiyet alanı (indi) dışında olan hiçbir şey yoktur. O mülkünü yönetirken yorulmaz, bundan münezzehtir; yardımcılara ihtiyaç duymaz, bundan münezzehtir, yöneteceği varlıklar -ki hepsini O yaratmıştır, ne kadar çok olursa olsun hepsine tek başına yeterlidir. Uyuma, dikkat dağınıklığı, işlerin çokluğundan karar vermede yetersizlik, bazılarını ihmâl etmek gibi eksiklikler O’ndan uzaktır. Yönettiklerinin tamamı O’nun hâkimiyet alanı, O’nun hükmü, O’nun boyunduruğu altındadır ve işte bunların hepsi O’nun indi, yani O’nun hâkimiyetine göre, O’nun hâkimiyeti altındadır. İşte âyetteki عِنْدَ اللّٰهِ (indellah) ifadesine verdiğimiz “Allah’ın hükmüne göredir.” mânâsının gerekçeleri bunlardır.

(Yüce Allah’ın kelimeleri hususunda bilerek yanlış yapmaktan Yüce Allah’a sığınırım. Bilmeyerek ve yetersizliğimden dolayı yaptığım yanlışlardan dolayı sadece O’ndan merhamet, bağışlanma ve istiğfar dilenirim. Hep söylediğimiz gibi, “bunların tamamı belli bir metot çerçevesinde çalışarak bizim Kur’an’dan anladıklarımızdır. Asla Kur’an’ın kendisi değildir.” Çabalarımız karşısında Yüce Allah’ın bize kılavuzluk yapacağına ve bu çabalarımı âhirette mâzeretim sayacağına imân ediyor ve karşılığı sadece O’ndan bekliyorum.)

Bu bölümün başında da dediğimiz gibi her kadının hâmile kalması ve çocuk doğurması mûcize üstüne mûcizedir. Bu mûcizelere insânî imkânlar değil Yüce Allah’ın imkânları sebep olmaktadır. Cinsel ilişki sonucu hâmileliğin oluşmasında erkek ve kadının tek katkısı tarafların kiminle ve ne şekilde cinsel ilişkiye gireceklerine karar vermeleridir. Meşrû ya da gayrimeşrû girilen cinsel ilişkide alınan haz bile Yüce Allah’ın ilkeleri sebebiyledir. Bir kadının hâmile kalmasında cinsel ilişki sebep değil sadece ve sadece etkidir. Kadının hâmileliğinin tüm süreçlerinin tek sebebi vardır: ALLAH. Hâmilelik süreçlerinin hiçbiri diğerinin sebebi değildir, hepsi de etkidir. Çünkü bu süreçler, biri diğerini meydana çıkaracak ne akla ne iradeye ne de plana sâhiptir. Eğer bu süreçler sebep olsaydı tüm süreçlerin insandan daha akıllı ve insandan daha iradeli bir üst akla sâhip olmaları gerekirdi. İnsan gibi akıllı ve iradeli bir varlığı ortaya çıkaracak sebep kesinlikle insandan daha akıllı olmalıdır. Hatta bu da yeterli değildir. Şekil verdiği insanın anne karnından çıktıktan sonra şekil verdiğine uygun bir evren tasarlaması gerekmektedir. Çünkü insan şekillenirken anne karnına göre değil şu yaşadığımız evrene göre şekillenmektedir. Var olduğundan beri güneşi görmemiş bir yumurtanın, güneşe göre yaşayacak bir insan yaratması için güneşi de yaratmış olması gerekmektedir. Var olduğu günden beri gözü olmayan yumurtanın sadece insanın gözünü değil aynı zamanda anne karnından çıktıktan sonra o gözlerin görmesini sağlayacak varlığı da yaratmış olması gerekmektedir. Her çocuk ilk ânından doğumuna kadar mûcizelerle şekillenir.

Meryem gibi cinsel ilişki olmadan bir çocuğa hâmile kalan bir kadının cinsel ilişki etkisiyle hâmile kalan kadından tek farkı cinsel ilişki eksikliğidir. Yoksa İsa annesinin karnında nasıl şekillenmişse herhangi bir çocuk da öyle şekillenmiştir. Hâmileliğin tüm süreçleri aynıdır ve her ikisi de mûcizedir.

Doğan her çocuğa bindiği arabayı üreten fabrikadan daha az değer veren modern insan, kadının hâmile kalmasından çocuğun doğumuna kadar gerçekleşen mûcizelerin hepsini birden göz ardı ederek kafayı Meryem’in kurmadığı ‘cinsel ilişkiye’ takmış ve şu meşhur soruyu sormuştur: “Meryem cinsel ilişki olmadan nasıl hâmile kalır?” Her şeyden önce bu soru kesinlikle Kur’an’ın çok kolay cevaplayacağı bir sorudur. Fakat bu soruyu soran akıl kendisini sanki cinsel ilişki sonucu olan hâmileliğin tüm süreçlerini sebep ve sonuçları ile anlamış gibi konumlandırmaktadır. Yani cinsel ilişki sonucu olan hâmileliği anlamış, keşfetmiş, o konudaki tüm meseleleri hâlletmiştir de geriye bir tek İsa meselesi kalmıştır. İsa meselesini de getirip Meryem’in kurmadığı cinsel ilişkiye indirgemiştir. Yani onu ilgilendiren şey aslında Meryem’i kimin hâmile bıraktığıdır. Ötesi onu asla ilgilendirmemektedir. Oysa Meryem kıssasının da anlatıldığı Meryem sûresinde kendisine Yahyâ müjdelendi diye şaşkınlıktan şaşkınlığa savrulan Zekeriyyâ’ya şöyle denmektedir:

قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي غُلَامٌ وَكَانَتِ امْرَاَت۪ي عَاقِرًا وَقَدْ بَلَغْتُ مِنَ الْكِبَرِ عِتِيًّا
Meryem 19 / 8

Zekeriyyâ: Rabbim! dedi, karım kısır olduğu, ben de ihtiyarlığın son sınırına vardığım hâlde, benim nasıl oğlum olabilir? (TDV meâli)

قَالَ كَذٰلِكَۚ قَالَ رَبُّكَ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَقَدْ خَلَقْتُكَ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ تَكُ شَيْـًٔا
Meryem 19 / 9

Allah: Öyledir, dedi; Rabbin: O bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım, buyurdu. (TDV meâli)

Yüce Allah’ın hiçbir fiili insan ayarında değildir. O’nun her işi insanı âciz bırakan mûcizedir. Bir kadının rahmine sırf sperm boşalttı diye kendisini ‘yaratılışın’ baş aktörü sayan insan, rahmine sperm boşaltacak bir erkek olmadan hâmile kalan Meryem’i asla anlamamakta ve hatta anlamak istememektedir. Çünkü kapitalizm dîninin ruhbanları olan bilim insanları, bir kadının rahmine boşaltılan spermi tüm bu süreçlerin planlayıcısı, yöneticisi ve gerçekleştiricisi gibi takdim etmişlerdir. Bu yüzden Zekeriyyâ’nın ihtiyarlığına rağmen çocuk sahibi olması, kısır karısının çocuk doğurmaya müsâit hâle gelmesi gibi iki olağanüstü olayı es geçmektedir. Ne yapmıştır Zekeriyyâ? Tüp bebek yöntemi ile karısına sperm mi enjekte etmiştir? Bu hâmileliğin Meryem’in hâmileliğinden aşağı kalır hangi yanı vardır?

Hiç yokken nasıl meydana geldiğini unutan insana, Meryem kıssası anlatılmadan hemen önce Zekeriyyâ kıssası anlatılmakta ve koca Resûl üzerinden insanlığın gözüne sokulan bir cümle söylenmektedir: “O bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım, buyurdu.” (TDV meâli)

“Sen hiçbir şey değildin.”

Bu söze diller susmaz mı? Bu söze başlar eğilmez mi? Bu söze secde edilmez mi?

Nasıl olur da insan, eline almaktan tiksindiği spermini yaratılışın baş aktörü olarak görür? Nasıl olur da spermi kadına boşaltmayı bu kadar önemser de devamındaki mûcize ardına mûcizeyi yok sayar? Nasıl olur da yaratılış konusunda sadece “Kim kiminle cinsel ilişki kurdu?” sorusunu en temel soru hâline getirir? Elbette ki ‘yaratılış’ konusunda bunun da kendine ait bir yeri vardır ama bu hiçbir zaman temel öğe değildir. İşin aslı şudur ki varlığın tamamında olduğu gibi yaratılış da insanın imkânlarıyla değil Yüce Allah’ın kudretiyle gerçekleşmiş, gerçekleşmekte ve gerçekleşecektir.

Sınırsız gücü ve imkânları olmasına rağmen ilkelerle hareket ettiğini bildiğimiz ve bundan dolayı kendisine güven duyduğumuz Yüce Allah’a karşı bu olayda bizim soracağımız tek soru; “Rabbimiz, senin ilkelerin arasında bir kadının cinsel ilişki olmadan hâmile kalması var mıdır?” sorusudur. Bu soruyu da O’na olan güvensizliğimizden değil her işini mükemmel ilkelerle yaptığına inandığımızdan dolayı sormaktayız.

Elbette ki sorumuza cevap arayacağımız tek kaynak Yüce Allah’ın âyetleridir. Çünkü biz mübârek Kur’an’ın herhangi bir soruyu cevapsız bırakma ihtimâlini aklımızdan dahî geçirmiyoruz.

Kavramlar: