İsa Adem Beşer Nas İnsan 3

OLAĞANÜSTÜ SIRADANLIK

İSA – ÂDEM – BEŞER – NÂS – İNSAN -(3)-

“Rabbimiz, senin ilkelerin arasında bir kadının cinsel ilişki olmadan hâmile kalması var mıdır?”

Bir önceki bölümün sonunda bu soruyu sormuş ve bu sorunun cevabının aranacağı tek yerin de Yüce Allah’ın âyetleri olduğunu söylemiştik. Kur’an, ‘âyet’ kelimesini hem kendi işaretleri, kelimeleri ve cümleleri için hem de varlığın tamamı için kullanmaktadır. Hem Kur’an kelimeleri âyettir hem de Yüce Allah’ın yarattığı her şey. İşin erbâbı olan mü’minler, ‘bir kadının cinsel ilişki olmadan hâmile kalışını’ yaratılmış âyetler üzerinden araştırabilirler. Zaman zaman o sâhadan alıntılar yapacak olsak da bizim bu konuyu araştıracağımız âyetler Kur’an’ın âyetleridir. Nitekim Yüce Allah, kıssasını çok detaylıca anlattığı Meryem ve oğlunu âyet yaptığını bizzat kendisi söylemektedir:

وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُٓ اٰيَةً وَاٰوَيْنَاهُمَٓا اِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَع۪ينٍ۟
Müminun 23 / 50

Meryemoğlu’nu (İsa’yı) da annesini de birer âyet/belge yaptık. Onları, düzlüğü ve suyu olan bir tepeye yerleştirdik. (Süleymaniye Vakfı meâli)

Bu âyetle ilgili mülâhazalarımıza geçmeden önce yukarıdaki âyetin meâlinde yapılan küçücük bir eklemenin dahî âyette anlatılmak istenen şeyi nasıl bambaşka yönlere götürdüğüne dikkatleri çekmek istiyoruz.

Yukarıdaki meâlin yazarı âyetin ilk cümlesinde geçen اٰيَةً (ayaten) kelimesine ‘birer âyet/belge’ anlamını vermiştir. Cümlenin tamamına verdiği “Meryemoğlu’nu (İsa’yı) da annesini de birer âyet/belge yaptık.” meâli göz önüne alındığında meâldeki ‘birer’ kelimesinin cümleye kattığı anlam; İsa ve annesinin ayrı ayrı, birer âyet yapıldığı şeklindedir. Âyete bakıldığında, aslında ne ‘bir’ ne de ‘birer’ anlamı verilebilecek bir kelime yoktur. Peki, bu meâl yazarı ‘birer’ kelimesini neye dayanarak meâline koymuştur?

Azıcık gramer bilgisi olanlar Arapçada ‘bir’ (1) sayısının genelde kullanılmadığını çünkü kelimelerin sonuna gelen ‘tenvinler’in (iki üstün, iki esre, iki ötre) zaten kelimelere böyle bir anlam katkısında bulunduğunu bilirler. “Bir kitap” demek için ‘vahidun kitabun’ demeye gerek yoktur. Tek başına ‘kitabun’ kelimesi de ‘bir kitap’ anlamını vermektedir. Hatta Arapçada, dünyada hiçbir dilde olmayan, kelimelerin tesniye olabilme özelliği, ‘iki’ (2) sayısını kullanmaya da neredeyse ihtiyaç bırakmamaktadır. Meselâ, “iki kitap” demek için ‘kitabani’ demek yeterlidir, ayrıca ‘iki’ (2) sayısını kullanmaya gerek yoktur.

Yukarıdaki meâl yazarının, اٰيَةً (ayaten) kelimesinin sonundaki tenvinden dolayı eklenmek durumunda olan ‘bir’ (1) kelimesinin sonuna hiçbir kurala riayet etmeden ve belki de hiç önemsemeden küçücük ‘-er’ ekini de eklemiş olması ‘bir’ sayısını 1+1 şekline çevirmiştir. Önemsenmeyen bu ‘-er’ ekinin cümlelerde ne gibi bir değişiklik yaptığını birkaç örnekle ifade etmeye çalışalım:

Mûsa ve Muhammed’e bir kitap verildi. / Mûsa ve Muhammed’e birer kitap verildi.

İbrâhim ve Lût’a bir kavim geldi. / İbrâhim ve Lût’a birer kavim geldi.

İsa ve Meryem’e bir ruh geldi. / İsa ve Meryem’e birer ruh geldi.

Mûsa ve Hârûn’a bir yetki verildi. / Mûsa ve Hârûn’a birer yetki verildi.

İsa ve annesini bir âyet yaptık. / İsa ve annesini birer âyet yaptık.

Âyette geçen اٰيَةً (ayaten) ifadesine ‘bir âyet’ anlamı verildiğinde anlaşılması gereken şey, ‘anne ile oğulun müştereken âyet olması’; ‘birer âyet’ anlamı verilmesi durumunda ise ‘müştereken değil ayrı ayrı iki âyet olmaları’ söz konusudur.

Bunun üzerinde durmamızın önemi şudur. Âyete bakıldığında cümle “İsa ve annesini bir âyet yaptık.” şeklinde gelmiştir ama bu kişilerin hangi konularda, neye âyet yapıldıkları açıklanmamıştır. Dolayısıyla bu âyetin ifade ettiği anlam Kur’an’ın başka yerlerinde aranmalı ve ‘İsa ve annesinin müştereken’ hangi konuda, neye âyet yapıldığı bulunmalıdır. Âyette geçen اٰيَةً (ayaten) ifadesine “birer âyet” karşılığının verilmesi durumunda Kur’an’daki arayış, ikisinin birbirinden bağımsız olduğu anlayışı üzerinden olacaktır. Nitekim meseleyi böyle anlayan birçok müfessir, bu âyetteki “âyet yaptık” ifadesini Meryem için, herhangi bir erkekle cinsel ilişkiye girmeden hâmile kalması yönünde; İsa için ise beşikte konuşması, çamurdan kuş yapıp ona can vermesi, kelleri iyileştirmesi, körlerin gözünü açması, gökten sofra indirmesi yönünde algılamış ve tefsirlerine de bu yönde açıklamalar koymuşlardır. Bütün bunları tefsirinde belirten Râzî, hepsine itiraz ederek şunları söylemiştir.

  • Doğruya en yakın olan, Cenab-ı Hakk’ın Hz. Meryem ile Hz. İsa’yı bizzat doğumları itibariyle birer âyet (mûcize) kılmıştır. Çünkü Hz. İsa babasız doğmuş, Hz. Meryem de ersiz onu doğurmuştur. Binâenaleyh onların her ikisi de doğumunda alışılmış âdet olan şeyi bozan, bu enteresan noktada müşterektirler. Yapılan bu izahın, daha doğru olduğuna şu iki şey delalet eder:
  1. Hak Teâlâ, “Meryem’in oğlunu da anasını da bir âyet kıldık” buyurmuştur. Çünkü mûcize onların elinde değil, bizzat kendilerinde zuhur etmiştir. Binâenaleyh bu, ölüleri diriltme gibi Hz. İsa’nın elinde zuhur eden mûcizeler mânâsına anlaşılmasından daha evladır. Çünkü doğum hâdisesi hem İsa’da hem de Meryem’de tahakkuk eden bir mûcizedir.
  2. Allah Teâlâ, “iki âyet” dememiş “bir âyet” demiştir. Binâenaleyh bu ifadeyi ancak ikisinin toplamı ile ikisinin müşterek oldukları bir hususa hamletmek daha evladır. Bu müşterek husus da sadece Hz. İsa’da olan mûcizeler değil, her ikisinin ortak olduğu doğum mûcizesidir.

(F. Râzî / Tefsir-i Kebir / c.16.s.431)

Râzî’nin haklı olarak îtiraz ettiği hususların hepsi de ‘bir’ kelimesinin sonuna herhangi bir ilke gözetilmeden eklenen ‘-er’ ekinden çıkmıştır. Râzî’nin de dediği gibi, anne ve oğul ayrı ayrı iki âyet değil, ikisi birden ‘bir tek âyet’ yapılmışlardır ve bunun da tek karşılığı vardır, o da Meryem’in cinsel ilişki olmadan hâmile kalması ve bu hâmileliğinin sonucunda da İsa’yı doğurmasıdır.

Aslında tam da bu durum ulemânın farketmediği çok daha önemli bir sorunu ortaya çıkarmaktadır. Âyette Meryem ve oğlunun âyet yapıldığı bildirilmektedir. Hem Meryem hem de oğlu iki ölümlüdür. Onların zamanında yaşayıp onları görenler için âyet olmaları farklı bir anlam, onların zamanında yaşasa bile onları görmeyen ve tüm zamanlarda onları hiç görmeyen bizler için farklı bir anlam taşımaktadır. Yani onların âyet olmaları onları görenler için farklı, görmeyenler için farklı anlam taşımaktadır. Bu yüzden meseleyi ‘ikisini görenler’ ve ‘görmeyenler’ açısından değerlendirmek gerekmektedir.

  1. GÖRENLER AÇISINDAN MERYEM VE OĞLUNUN ÂYET KILINIŞI

Bir kadının kimden hâmile kaldığının kesin bilgisi o kadından ve Yüce Allah’tan başka kimsede olamaz. Hatta bizzat o kadınla cinsel ilişkide bulunan erkek bile cinsel ilişkiye girdiği kadının kendisinden mi yoksa bir başkasından mı hâmile kaldığının kesin bilgisine sâhip olamaz. Çünkü hâmilelik süreci kadının kendi içinde başlamaktadır. Aslına bakılırsa bugün bile dünyadaki tüm toplumların akrabâlık ilişkileri -hangi değer üzerine oluşturulmuş olursa olsun- sadece kadının beyânı doğrultusunda yapılanmaktadır. Çünkü hiç kimse kadının rahmindeki yumurtanın döllenme ânına yani hâmile kalış ânına şâhit değildir. Hatta bazı durumlarda bizzat kadının kendisi bile buna şâhit değildir. Çok kısa zaman aralıklarıyla farklı erkeklerle cinsel temâsı olan bir kadın hâmile kaldığında, bu hâmileliğinin hangi cinsel ilişki sonucunda oluştuğunu kendisi bile bilemeyebilir.

Bir çocuğun anneye nispetini karıştırmak asla mümkün değildir ama bir çocuğun babaya nispeti kadının kötü niyetli olması durumunda pekâlâ karışıklık oluşturabilmektedir. Çünkü çocuğun babaya nispeti sadece ve sadece kadının beyânı üzerinden olmaktadır. Günümüzde DNA testleri ile soy tespiti yapmak çok kolaylaşmış olsa bile insanlığın çok büyük kısmı buna ihtiyaç duymamakta, cinsel ilişkiye girdiği kadının beyânı üzerine, doğan çocuğun soyunu üstlenmektedir.

Ne annesinin hâmile kalış ânına ne de kendisinin anne karnında şekillenişine şahit olan insanların annelerini-babalarını kabulleri asla bilimsel çalışmalarla elde edilmiş bilgiler sonucunda değil, sadece anne olarak bildiği kadının beyânı üzerinedir. İnsanlığın çok büyük kısmı, gerçek anne ve babalarını bilimsel kanıtlarla tespit etmek amacıyla -günümüzde çok kolay ve ucuz olmasına rağmen- DNA testi yapan laboratuvarlar önünde kuyruk oluşturmamaktadır. Çünkü insan türü için ‘anne’ sadece fizikî bir değer değildir.

Her ne olursa olsun, bir kadının kimden hâmile kaldığı bilgisi sadece ve sadece kendisinde ve Yüce Allah’ta kesin bilgidir. Geri kalanların bu hâmilelik hakkında edindikleri bilgi ‘kadının beyânı’ üzerinedir.

Az önce verdiğimiz Mü’minûn sûresi 50. âyette “Meryem ve oğlunun müştereken bir tek âyet yapıldığı”nı ve bunun da Meryem’in bir erkekle cinsel temas kurmadan İsa’ya hâmile kalması ve doğurması olduğunu söylemiştik. Fakat öte yandan ister cinsel ilişki sonucu olsun isterse olmasın, hâmile kalan kadının kimden veya nasıl hâmile kaldığı bilgisi sadece ve sadece kadının bildiği bir şeyse -diğer insanlar açısından- her kadının değil de sadece Meryem’in hâmile kalışının âyet olmasının hiçbir değeri olmaması gerekmektedir. Çünkü insanların, isteseler bile Meryem’in rahmindeki yumurtanın döllenme ânına ve sürecine şâhit olmaları mümkün değildir. Yani Meryem’in cinsel ilişki olmadan hâmile kalışı sadece Meryem için kesin bilgidir, diğer insanlar için değil.

Konuyu biraz daha açabilmek adına biraz empati yapalım. Kur’an bize وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُٓ اٰيَة (Meryem’in oğlunu ve annesini bir âyet yaptık) demektedir. Farzedelim ki Meryem günümüzde yaşamaktadır. Ve yine farzedelim ki Meryem kucağında bir bebekle geldi ve o bebeğe herhangi bir cinsel ilişki olmadan hâmile kaldığını söyledi ve ardından bunun Allah tarafından âyet kılındığını bildirdi. Meryem’in kucağında getirdiği bebek ile diğer bebekler arasındaki fark nedir ki biz diğer anneleri ve bebekleri değil de sadece İsa ve annesini âyet olarak görelim? Son teknolojiye sâhip âletlerle donatılmış hastanelerde Meryem’i ve çocuğunu incelediğimizde diğer bebeklerden farklı olarak İsa’da ve diğer annelerden farklı olarak da Meryem’de ne bulacağız ki sadece onlar âyet olsun? Meselâ, İsa’yı incelediğimizde karşımıza tüm insanlarda olduğu gibi 46 kromozomlu hücre yapısını değil de sadece 23 kromozomlu hücreler mi bulacağız?

Gelişmiş teknolojik imkânlarımıza rağmen iş önünde sonunda Meryem’in beyânında bitecek. Meryem’in “Ben bu çocuğa herhangi bir cinsel ilişkiye girmeden hâmile kaldım.” demesine inanacak veya inanmayacaksınız. Üstelik Meryem’in bu söylediklerini ispat etmesi için elinde hiçbir delil de olmayacaktır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi Meryem ile diğer kadınların hâmile kalışı arasındaki tek fark sadece cinsel ilişki eksikliği yani bir erkekten Meryem’e sperm transferi eksikliğidir. Hâmileliğe dâir diğer tüm süreçler tıpatıp aynıdır. Meryem, bu hâmilelik sürecinin sonunda da yaratılış açısından beşere, insana benzeyen bir varlık doğurmuştur. O’nun doğurduğu İsa ile o gün doğan bebekler arasında hiçbir fark yoktur.

مَا الْمَس۪يحُ ابْنُ مَرْيَمَ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُۜ وَاُمُّهُ صِدّ۪يقَةٌۜ كَانَا يَأْكُلَانِ الطَّعَامَۜاُنْظُرْ كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمُ الْاٰيَاتِ ثُمَّ انْظُرْ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Mâide 5 / 75

Meryem oğlu Mesîh ancak bir resûldür. Ondan önce de (birçok) resûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar. (TDV meâli)

Evet, her ikisi de yemek yiyen varlıklardı. O hâlde rahmindeki yumurtanın hangi yolla döllendiğine kimsenin şahit olamayacağı ve hâmilelik süreçlerinin tamamı diğer kadınlarla tıpatıp aynı olan Meryem’in ve herhangi bir çocuktan farksız bir şekilde doğan ve büyüyen İsa’nın bir âyet oluşları onları gören insanlar tarafından nasıl anlaşılacaktır? Eğer âyet olan şey Meryem’in bir erkek olmadan hâmile kalmasıysa sadece Meryem’in beyânına inanma temeli üzerine oturan bu âyet diğer insanlar tarafından nasıl anlaşılacaktır? Dahası, Kur’an’da anlatılan Meryem kıssalarına baktığımızda ne Meryem’in hâmileliğinin ne de doğumunun insanların şâhitliğinde olduğu anlatılmaktadır. (bkz. Meryem sûresi 19/16-34.) O hâlde kucağında bir bebekle çıkagelen Meryem’in ve oğlunun diğer annelerden ve bebeklerinden hangi ayırıcı özelliği vardır ki ikisi birden müştereken âyet yapılmıştır?

Âyetle ilgili şuna da dikkat çekmek gerekir. Âyette sadece “bir âyet kıldık” denmekte ama kimler veya hangi şey için âyet kılındıkları belirtilmemektedir. Fakat aynı meseleden bahseden başka bir âyette Meryem ve oğlunun kimler için âyet kılındıkları belirtilmiştir.

وَالَّت۪ٓي اَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا ف۪يهَا مِنْ رُوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ
Enbiyâ 21 / 91

Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i de an.) Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık. (TDV meâli)

Yukarıdaki meâlde, âyette geçen لِلْعَالَم۪ينَ (lil alemin) ifadesine ‘cümle âlem’ anlamı verilmesi ve yine âyette geçen اٰيَةً (ayaten) ifadesine ‘ibret’ mânâsı verilmesi hem çok tuhaftır hem de asla doğru değildir. Âyetin son cümlesine şu mânânın verilmesi gerekmektedir: وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ “Onu ve onun oğlunu âlemler için âyet hâline getirdik.”

Nasıl hâmile kaldığının görülmesine imkân olmayan Meryem’in oğluyla beraber âlemlere (akıllı ve iradeli insan topluluklarının tamamına) ‘âyet’ kılınması nasıl anlaşılacaktır? Meryem’den başka kimsenin bilemeyeceği bir durumun âlemlere âyet kılınması nasıl tespit edilecektir?

Bu sorunun cevap bulabilmesi için her şeyden önce her iki âyette geçen جَعَلْنَا (cealna) kelimesinin yapısına bakmak gerekmektedir. Çünkü bu fiil ‘ef’âl-i kulûb’ (soyut mânâlı) olabilen fiillerdir. Bir fiilin ef’âl-i kulûb olması bahse konu olan olayın fizikî (somut) mânâlar üzerinden değil soyut mânâlar üzerinden anlaşılması gerektiği anlamına gelmektedir. Yani eğer bu fiil normal bir fiilse bahse konu olan âyetin gözle görülen, somut bir şey olması gerekir ama bu fiil ef’âl-i kulûb ise o takdirde bahse konu olan âyetin akılla bilinmesi gerekmektedir. Bu durumda ‘ef’âl-i kulûb’ fiiler üzerinde biraz durmak gerekmektedir.

EF’ÂL-İ KULÛB: Her dilde fiiller somut veya soyut mânâlar ifade eder. Meselâ; oturdu, kalktı, yattı, yedi, içti, geldi, vurdu, öldürdü vs. gibi fiiller gözle görülebilen fiillerdir. Fakat ‘zannetti, anladı, bildi’ gibi fiiller gözle görülebilen fiiller değildir. Bu fiiller insanın iç dünyasında olup-biten fiillerdir. İşte bu şekilde, insanın iç dünyasında olup biten fiillere ‘ef’âl-i kulûb’ (kalbî filler – soyut filler) denmiştir. Arapçada bu tür fiillere ‘zan, bilgi ve değiştirme fiilleri’ veya ‘zanne (ظَنَّ) ve kardeşleri’ denmektedir. Anlamlarına göre üç grupta toplanan bu fiiller, normal isim cümlesinin başında gelirler ve isim cümlesindeki müptedâ ve haberi iki mef’ûl hâline getirirler. Bunlara iki mef’ûl alan fiiller de denmektedir.

  1. Bilmek mânâsına gelen fiiller (اَفْعاَلُ الْيَقِينِ):

تَعَلَّمْ

Bil ki

دَرَى

عَلِمَ 

Bildi

رَأَى

Gördü

أَلْفَى

وَجَدَ

  1. Zan mânâsına gelen fiiller (اَفْعاَلُ الظَّنِّ):

هَبْ

farzet

زَعَمَ

خاَلَ

عَدَّ

ظَنَّ

حَسِبَ

Zannetti, sandı, kendisine öyle geldi

  1. Değiştirme Fiilleri (اَفْعاَلُ التَّحْوِيلِ): Dönüşme, etme, edinme, kılma ve çevirme anlamına gelen fiillerdir.

إِتَّخَذَ

Edindi

رَدَّ

Çevirdi

صَيَّرَ

جَعَلَ

حَوَّلَ

Kıldı, bir hâlden bir hâle çevirdi, etti, yaptı.

Bu fiillerle ilgili bilinmesi gereken en önemli husus, iki tane mef’ûl almaları ve her iki mef’ûlün de aynı şeye veya kişiye olmasıdır. Yani bu fiille başlayan cümlede iki tane mef’ûl olacak ve bu iki mef’ûl cümleden çıkarıldığında ‘müptedâ haber’ olacak şekilde bir isim cümlesi kurabilecektir. Örnek;

اِتَّخَذُوا الْقُرْآنَ مُرْشِداً…Kur’an’ı mürşit edindiler.

Bu cümledeki birinci mef’ûl الْقُرْآنَ (Kur’an), ikinci mef’ûl ise مُرْشِداً (mürşiden) kelimesidir. Bu cümlede mef’ûl olan iki kelime ‘El Kur’an’u mürşidun’ (Kur’an mürşittir) şeklinde isim cümlesi hâline gelebilmektedir. Şu aşağıdaki cümlelerde de durum aynıdır.

ظَنَنْتُ الرَّجُلَ ناَئِماً … Adamı uyuyor zannettim ………… (Adam uyumaktadır.)

عَلِمْتُ أَخاَكَ كَرِيماً … Kardeşinin cömert olduğunu bildim ……… (Kardeşin cömerttir.)

Bu cümlelerdeki ‘bildim, zannettim, edindiler’ kelimeleri iç dünyada olan bir fiili ifade etmektedirler ve müptedâ haber olacak iki mef’ûl almışlardır.

İşte her iki âyette geçen جَعَلْنَا (cealna) fiili de yukarıdaki tabloda gösterildiği gibi ‘dönüşme, edinme, kılma, çevirme’ grubundan olabilecek bir fiildir. Âyette geçen جَعَلْنَا (cealna) fiilinin bunlardan olup olmadığı, müptedâ haber olabilecek iki meful alıp almadığından anlaşılacaktır. Bu durumda âyetlerin metnini tekrar alalım:

Mü’minûn 23/50

وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُٓ اٰيَةً وَاٰوَيْنَاهُمَٓا اِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَع۪ينٍ۟

اٰيَةً

وَاُمَّهُٓ

ابْنَ مَرْيَم

وَجَعَلْنَا

İkinci mef’ûl

Atıf h+ mâtuf

Birinci mef’ûl

Fiil + fâil

Bu âyetin başında gelen وَجَعَلْنَا (cealne) fiili harf-i cer olmadan iki tane mef’ûl almış ve bu mef’ûller müptedâ haber olacak şekildedir.

ابْنُ مَرْيَم وَاُمُّهُ يَةٌ … Meryem’in oğlu ve annesi bir âyettir.

İşte bu durum âyetin en başında gelen جَعَلْنَا (cealna) fiilinin ‘ef’âl-i kulûb’ olan fiillerden olduğunu göstermekte ve âyetin kastettiği mânânın gözle görülen somut bir şey değil akılla bilenen soyut bir şey olduğu anlamına gelmektedir. Aynı şekilde diğer âyete de bakalım:

Enbiyâ 21/91

وَالَّت۪ٓي اَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا ف۪يهَا مِنْ رُوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ

لِلْعَالَم۪ينَ

اٰيَةً

وَابْنَهَٓا

وَجَعَلْنَاهَا 

Mef’ûlu bih gayri sarih.

İkinci mef’ûl

Atıf harfi + matûf

Fiil + fâil + birinci mef’ûl

هِيَ وَابْنُهَا اٰيَةٌ لِلْعَالَم۪ينَ………O (dişil) ve onun oğlu âlemler için bir âyettir.

Görüldüğü gibi her iki âyetteki جَعَلْنَا (cealna) fiili ‘ef’âl-i kulûb’ olarak geçmektedir. Her iki âyetin kastettiği ‘âyet’ gözle görülecek bir âyet değil akılla anlaşılacak âyettir. Bu durumda Meryem zamanında yaşayanlar da Meryem’den sonraki tüm zamanlarda yaşayanlar da bu iki âyetteki ‘âyet kılınma’ya itiraz ederek ‘görmedik ki’ demeden kastedilen mânâyı akılla anlamaları gerekmektedir.

Akılla anlaşılmasından kastettiğimiz şey hiçbir ilke olmadan yorum yaparak akıl yürütmek değildir. Meryem ve oğlunun müştereken bir tek âyet yapıldığını bize bildiren Kur’an’dır. Biz onların varlığından Kur’an ile haberdar olduk, Kur’an ile onları bildik. Onları insanlığın gündemine taşıyan şey ise ‘risâlet’ kurumudur. Dolayısıyla Meryem ve İsa’nın âyet oluşlarının ne anlama geldiğinin aranacağı tek yer yine Kur’an’dır.

Bu bölümün başında “Rabbimiz, senin ilkelerin arasında bir kadının cinsel ilişki olmadan hâmile kalması var mıdır?” sorusunu sormuş ve cevabının hem yaratılan âyetlerde hem de Kur’an âyetlerinde aranması gerektiğini söylemiştik. Bir kadının hâmileliğine dâir, yaratılan âyetleri inceleme hususunda işin erbâbı olmadığımızı belirterek, bu sorunun cevabını Kur’an’da arayacağımızı söylemiştik. İşte Enbiyâ sûresi 91. âyet ve Mü’minûn sûresi 50. âyet bu sorunun cevabının Kur’an’da olduğunu açıkça göstermektedir. Kaldı ki ‘yaratılışı’ ilgilendiren bu çok önemli meselede Kur’an’ın sessiz kalma ihtimali asla yoktur.

  1. GÖRMEYENLER AÇISINDAN MERYEM VE OĞLUNUN ÂYET KILINIŞI

Âyette geçen “Onu ve oğlunu bir âyet kıldık / bir âyete çevirdik.” cümlesindeki ‘âyet kılınmanın’ kastettiği mânânın ‘soyut’ olması, Meryem’in ve oğlunun âyet kılınmasının anlaşılması için onları görme şartını artık ortadan kaldırmaktadır. Çünkü âyet bizi ‘tıbbî’ bir incelemeye değil Kur’an âyetlerini incelemeye yönlendirmektedir. Âyetin başındaki kelimenin soyut mânâlı (ef’âl-i kulûb) bir fiil olması fizikî durumu değil bu fiziki durumdan haber veren sözü daha önemli hâle getirmektedir.

Bir kadının cinsel ilişki olmadan hâmile kalmasını tıbben incelemek aklı olan herkesin yapabileceği bir şey değil sadece aklı olup o konuda uzman olmuş kişilerin yapabileceği bir şeydir. Kaldı ki tek başına böyle bir incelemeyi yapabilecek uzmanlığa sahip olmak meseleyi incelemeye yetmemektedir. Aynı zamanda hem maddî olarak hem de teknik olarak imkân sahibi olmak gerekmektedir. Fakat âyet, gâyet açık bir şekilde Meryem ve oğlunun uzmanlar için değil ‘âlemler için’ (وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ) âyet kılındığını bildirmektedir. İşte bu durumda Meryem ve oğlunun âyet kılınması sadece ‘uzmanların’ konusu değil, ‘imân edenlerin’ konusudur.

İmân etmeyenler açısından Meryem’in cinsel ilişki olmadan veya cinsel ilişki sonucunda hâmile kalmasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü bu konu Meryem’in ve İsa’nın tıbbî bir mûcize olması ile alâkalı değil Yüce Allah’ın sözüne ‘güven’ duymayla alâkalıdır. Yüce Allah’ın ‘asla yalan, yanlış ve eksik bilgi vermeyeceğine’ veya ‘yarattığı âyetlerle gönderdiği âyetlerin asla çelişmeyeceğine’ imân etmeyenlerin sadece bu konuya odaklanıp Meryem’in cinsel ilişki olmadan hâmile kalmasına ‘inanmaları’ da hiçbir değer ifade etmeyecektir. Çünkü bu mesele Meryem’in “Ben cinsel ilişki olmadan hâmile kaldım.” sözüne inanıp inanmama değil, bu olayı bize haber veren Yüce Allah’ın sözüne inanıp inanmama meselesidir. Allah’a imân ettiğini söylediği hâlde Yüce Allah’ın bize haber verdiği bu olayın fizikî karşılığını elleriyle tutup gözleriyle görmeden veya tıbbî olarak mercek altına almadan inanmak istemeyenler ve Kur’an’ın âyetlerine iknâ olmak istemeyenler Kur’an’a inanmanın ne anlama geldiğini bilmemektedirler.

Tam burada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır. Şu an biz Kur’an’da anlatılan Meryem kıssalarının tamamını okuyor, olayın nasıl başladığını, nasıl devam ettiğini ve nasıl sonuçlandığını biliyoruz ama bu olayı canlı olarak yaşayan insanların, kucağında bir bebekle gelen Meryem’e ve o çocuğa cinsel ilişki olmadan hâmile kaldığı için onun hâmileliğine inanmaları nasıl mümkün olacaktır? Hatta o durumda Meryem’in “Ben bu çocuğa cinsel ilişki olmadan hâmile kaldım.” demesine inanmaları bile Yüce Allah’ın sözlerine imân değil Meryem’in sözüne imân olacaktır. Çünkü o olayı onlara Yüce Allah değil Meryem haber vermektedir. Üstelik Meryem bu olayı haber verirken “İşte bunlar Yüce Allah’ın size gönderdiği âyetlerdir.” şeklinde bir cümle kurmamıştır. Hatta Kur’an’da anlatılan Meryem kıssalarının tamamında cinsel ilişki olmadan hâmile kalışıyla ilgili insanlara söylediği tek bir söz, verdiği tek bir haber yoktur. O hâlde bu olayda, Meryem’i görenlerin Meryem’in cinsel ilişki olmadan hâmile kaldığına inanmamaları Allah’ın âyetine de inanmamak değil midir? Ya da “Meryem ve oğlunu bir âyet kıldık.” sözü henüz bir resûl aracılığıyla yazılı bir âyet olarak insanlara iletilmediğinden Meryem ve oğlunun âyet oluşları onları sorumluluk kapsamına almamakta mıdır?

Bir kere âyet açıkça “Meryem ve oğlunu âlemler için âyet kıldık.” demekte ve hiçbir istisnâ getirmemektedir. Onları gören veya görmeyen, onların zamanında yaşayan veya yaşamayan, İsa’nın resûl olarak ortaya çıkışından öncekiler veya sonrakiler, Meryem’i sevenler veya sevmeyenler, Meryem’in akrabâları veya akrabâ olmayanları şeklinde, hiç kimseye bir ‘istisnâ’ getirmemektedir. O hâlde Meryem ve oğlunun âyet kılınışları onların âyet kılınışından itibaren herkesi ilgilendirmektedir. Hiçbir istisnânın olmaması şu soruyu sormayı zorunlu hâle getirmektedir:

Meryem ve oğlunun âyet kılınışları hangi konudadır ve ne zamandır?

Soru cümlemizde kullandığımız “ne zamandır” ifadesinden kastettiğimiz şey insan türünün sanal olarak ürettiği zaman çizelgesindeki tarih ifade eden bir zaman dilimi değildir. Bizim kastettiğimiz; annesinden doğmasıyla kıssası anlatılmaya başlanan Meryem’in ve yine annesinin kendisine ne şekilde hâmile kaldığından başlanarak kıssası anlatılan İsa’nın birlikte tek âyet kılınışlarının Kur’an’da anlatıldığı kıssaların hangi ânına denk geldiğiyle alâkalıdır.

Meryem ve oğlunun âyet kılınmalarının anlaşılması ile resûllerin ortaya çıkışı ve seçilme süreçlerine yönelik Yüce Allah’ın belirlediği ilkelerin anlaşılması arasında çok sıkı bağlar vardır. Risâlet kurumunun ilkeleri anlaşılmadan ne Meryem’in ne de oğlunun, bırakın âyet kılınışlarını, bizzat İsa’nın risâletinin bile anlaşılmasına imkân yoktur. Çünkü sınırsız gücü olduğundan dolayı kendisinden tırsmamız normal olan iken bizim O’na inanmamızı/güvenmemizi isteyen Yüce Allah, her işinde ilke sahibi olduğunu ispatlarcasına insanlığa rahmet olsun diye gönderdiği resûllerin ortaya çıkışlarından ölümlerine kadar hep ilkeler üzerinden hareket etmiştir. Risâlet kurumuna yön veren şey tesadüfler ve keyfî seçimler değil, Yüce Allah’ın ilkeleri olmuştur.

Geleneksel dinî anlayış her resûlü biri diğerinden bağımsız, tekil bireyler olarak algılamıştır. Geleneksel anlayışa göre, resûllerin Yüce Allah’tan alıp insanlığa ilettiği dinlerin birbirlerine benzer yanları olduğu gibi benzemeyen yanları da vardır. Tevhid konusunda geleneğe bağlı akımların hepsi de aynı şeyi söylemiş olsa da tevhidin detaylarda nasıl gerçekleşeceği konusu ise her birinde farklı şekilde tezahür etmiştir. Meselâ; İbrâhim, Mûsa, İsa ve Muhammed her zaman tevhide (tek ilâha) çağırmışlardır ama tevhidin uygulanması açısından bu resûllere verilen dinlerin hükümleri farklılık arz edebilmektedir. İbrâhim şeriatında kıble ve insanlığın toplanma merkezi ‘Mescid-i Harâm’ yapılmışken, Mûsa ile başlayıp Süleyman ile biten bir süreçte ‘kıble ve insanlığın toplanma merkezi’ değiştirilmiş, ikinci kıble olarak zaman içinde adı ‘Jebus, Jaruşalayim, Jarusalem, İliya ve Kudüs’ olarak değişen Filistin civarında bir bölge tâyin edilmiştir. Süleyman ile kesin olarak başlayan ikinci mukaddes belde süreci Kur’an’ın gelişine kadar devam etmiş, sonunda Muhammed’in risâletinin 16. yılında kıble ve insanlığın toplanma merkezi tekrar eski hâline, yani İbrâhim zamanında belirlenen ‘Mescid-i Harâm’a çevrilmiştir. Risâlet kurumunu bu şekilde parçalayanlar güyâ Kur’an âyetlerinden kendilerine delil getirmeyi de ihmâl etmemişlerdir. Bu konuda kendilerini gelenek karşıtı söylemlerle ve özellikle “Kur’an yeter.” sloganıyla pazarlayanlar bile geleneğin izinden gitmiş ve hatta geleneğin de önüne geçerek Kur’an’ın şâhitliği ile muharref olduğu bildirilen, Yahûdilerin elindeki safsataları Kur’an âyetlerinin dipnotu olarak referans vermekten geri durmamışlardır.

Resûllerin birbirine bağlılığı ve ilkeleri

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ
Bakara 2 / 143

Böylece sizi merkez toplum yaptık ki insanların gözü önünde olasınız,[1*] bu resûl/onun elçi olarak getirdikleri[2*] de sizin gözünüzün önünde olsun.[3*] Şu anda yönelmekte olduğun kıbleyi (Beytülmakdis’i),[4*] sırf bu resûle uyanla ona sırt çevireni bilelim diye yaptık.[5*] Bu, Allah’ın, doğru yolda olduklarını onayladığı kişilerin dışında kalanlara pek ağır gelir. Allah, (Kâbe’nin tekrar kıble olacağına dair) inancınızı boşa çıkaracak değildir.[6*] İnsanlara pek şefkatli ve iyiliği bol olan Allah’tır. (Süleymaniye Vakfı meâli)

Âyete bu meâli veren Süleymaniye Vakfı meâli müellifinin [5*] şeklinde belirttiği dipnot şu şekildedir:

[5*] İlk kıble Kâbe’dir (Al-i İmran 3/96). Kudüs’te bulunan Beytülmakdis’e, Davut aleyhisselam zamanında dönülmüştür. (Tevrat II. Samuel, 24/16-25)

(Süleymaniye vakfı meâli resmî sitesinde yayınlanan meâldeki ilgili dipnot)

Bu meâlin dipnotunda verilmiş ilgili Tevrat bölümüne de bakalım:

Melek Yeruşalim’i yok etmek için elini uzatınca, RAB göndereceği yıkımdan vazgeçti. Halkı yok eden meleğe, “Yeter artık! Elini çek” dedi. RAB’bin meleği Yevuslu Aravna’nın harman yerinde duruyordu. 

Davut, halkı öldüren meleği görünce, RAB’be, “Günah işleyen benim, ben suç işledim” dedi, “Bu koyunlar ne yaptı ki? Ne olur beni ve babamın soyunu cezalandır.”

O gün Gad Davut’a gitti. Ona, “Gidip Yevuslu Aravna’nın harman yerinde RAB’be bir sunak kur” dedi. 

Davut Gad’ın sözü uyarınca RAB’bin buyurduğu gibi gitti. 

Aravna bakınca kralla görevlilerinin kendisine doğru yaklaştıklarını gördü. Varıp kralın önünde yüzüstü yere kapandı. 

Sonra, “Efendim kral niçin kulunun yanına geldi?” diye sordu.

Davut, “RAB’be bir sunak kurmak üzere harman yerini senden satın almak için” diye yanıtladı, “Öyle ki, salgın hastalık halkın üzerinden kalksın.”

Aravna, “Efendim kral uygun gördüğünü alıp RAB’be sunsun” dedi, “İşte yakmalık sunu için öküzler ve odun için düvenlerle öküzlerin takımları! 

Ey kral, Aravna bütün bunları sana veriyor.” Sonra ekledi: “RAB Tanrın senden hoşnut olsun!”

Ne var ki kral, “Olmaz!” dedi, “Senden malını kesinlikle bir ücret karşılığında satın alacağım. Çünkü Tanrım RAB’be karşılığını ödemeden yakmalık sunular sunmam.” Böylece Davut harman yerini ve öküzleri elli şekel gümüş karşılığında satın aldı.

Davut orada RAB’be bir sunak kurup yakmalık sunuları ve esenlik sunularını sundu. RAB de ülkeyle ilgili yakarıyı yanıtladı ve salgın hastalık İsrail’den kaldırıldı.

(Tevrat II. Samuel, 24/16-25)

İşte yukarıdaki meâl yazarının yazdığı meâldeki dipnotta vermiş olduğu Tevrat pasajı budur. Bu pasajdan, İbrâhim zamanında insanlığa ilan edilerek insanlığın toplanma merkezi yapılan Mescid-i Harâm’ın hükmünün kaldırıldığını ve başka bir yerin ‘insanlığın toplanma merkezi’ kılındığını çıkarsamayı sanırım bizzat Yahûdilerin kendisi bile beceremeyecektir. Yine aynı meâl yazarı, 75. âyetinden 90. âyetine kadar 18 farklı resûl isminin sayıldığı En’âm sûresinin 90. âyetinin en sonuna şu dipnotu düşmüştür:

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُ فَبِهُدٰيهُمُ اقْتَدِهْۜ قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًاۜ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٰى لِلْعَالَم۪ينَ۟
En’âm 6 / 90

Allah’ın kendilerine rehber (kitap) verdiği kimseler onlardır; sen de onların rehberine (kitaplarına) uy[*]. De ki “Ben yaptığım bu iş için sizden bir karşılık beklemiyorum. O, herkes için sadece bir öğüt ve doğru bilgidir, o kadar!” (Süleymaniye Vakfı meâli)

[*] Bu, Nebimize verilmiş emirdir. Kendine indirilmemiş konularda Tevrat’a ve İncil’e uymak zorunda olduğu için Mekke’de ve Medine’de namaz kılarken Kudüs’e doğru dönmüştür. Mâide 3. âyetin inmesiyle birlikte dinin tamamlandığı, artık Kur’an’da olan hükümlere uyulması gerektiği bildirilmiştir.

(Süleymaniye Vakfı meâli resmî sitesinde yayınlanan meâldeki ilgili dipnot)

İşte bu yaklaşım biçimleri risâlet kurumunu tüm ilkelerden mahrûm bırakarak parça parça etmiş ve resûller arasındaki organik bağı da yok ederek her bir resûlü diğerlerinden bağımsız münferit fertler hâline getirmiştir.

Her şeyden önce tüm resûller tek bir soya mensuptur ve hepsi de birbirinin akrabâsıdır. Bu gerçek birçok Kur’an âyetinde açıkça ifade edilmektedir. Hatta bu durum az önce alıntı yaptığımız Süleymaniye Vakfı meâlinden bile açıkça ortaya çıkmaktadır. Meselâ; En’âm sûresinin 75-86. âyetleri arasında İbrâhim, İshâk, Yakup, Dâvût, Süleyman, Eyyûb, Yusuf, Mûsa, Harûn, Nûh, Zekeriyâ, Yahyâ, İsa, İlyas, İsmâil, Elyesa, Yunus, Lût isimleri sayıldıktan sonra şu âyet gelmektedir:

وَمِنْ اٰبَٓائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَاِخْوَانِهِمْۚ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
En’âm 6 / 87

Babaları, soyları ve kardeşleri… Onları da seçtik ve onlara da doğru yolu gösterdik. (Süleymaniye Vakfı meâli)

Aslında, âyetin en başında gelen وَمِنْ اٰبَٓائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَاِخْوَانِهِمْۚ (vemin âbâ-ihim veżurriyyâtihim ve-iḣvânihim) ifadesine verilmesi gereken daha isabetli mânâ; “babalar, oğullar ve kardeşler” şeklinde olmalıdır ama yukarıdaki Süleymaniye Vakfı meâlinin yazarının verdiği “babalar, soyları ve kardeşleri” ifadesinden bile resûllerin birbiriyle yakın akrabâ oldukları çıkmaktadır. Akrabâlık ilişkilerini yakından uzağa doğru düşündüğümüzde en yakın akrabâlık ‘baba, oğul ve kardeş” akrabâlığıdır. Yani resûller birbirleriyle uzaktan değil yakından, hem de birinci dereceden akrabâdırlar.

Tıpkı En’âm sûresinde olduğu gibi Meryem sûresinde de sırasıyla ‘Zekeriyâ, Yahyâ, Meryem, İsa, İbrâhim, İshâk, Yakup, Mûsa, Harûn, İsmâil, İdris’ kıssaları anlatıldıktan sonra şu âyet gelmektedir:

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْرَٓاء۪يلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا
Meryem 19 / 58

İşte bunlar Allah’ın mutluluk verdiği nebilerdendir; Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte gemiye bindirdiklerimizden, İbrâhim’in ve İsrail’in (Yakup’un) soyundan olup kendilerine doğru yolu gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdir. Onlara Rahman’ın âyetleri okununca gözleri dolarak secdeye kapanırlardı. (Süleymaniye Vakfı meâli)

Bu âyet, En’âm sûresinde sayılan isimlerin arasına Âdem’i de katmakta ve hepsinin de biri diğerinden devam eden soy olduğunu açıkça belirtmektedir:

اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
Âl-i İmrân 3 / 33

Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrâhim ailesini ve İmran ailesini çağdaşlarına seçkin konuma getirmiştir. (Süleymaniye Vakfı meâli)

ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ
Âl-i İmrân 3 / 34

Bunlardan biri diğerinin soyundandır. Allah her şeyi dinler ve bilir. (Süleymaniye Vakfı meâli)

Bu iki âyet ise Âdem’den İsa’ya kadar tüm resûllerin ‘tek bir zürriyyet’ olduğunu, hem de hiçbir yoruma, te’vile ve açıklamaya ihtiyaç duymayacak şekilde ortaya koymaktadır. Bu iki âyet aynı zamanda Âdem’in ilk insan olmadığını da ortaya koymaktadır. Çünkü eğer Âdem ilk insan olsaydı sadece Nûh, İbrâhim Âli ve İmran Âli değil, tüm insanların Âdem’den gelen bir tek zürriyet olarak nitelenmesi gerekirdi ve böylesi bir ayrımın hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmazdı. Âdem’in ilk insan olmadığı meselesi üzerinde, ilerleyen bölümlerde daha detaylıca durulacağından şimdilik burada dikkat çekmekle yetiniyoruz.

Resûller arasındaki yegâne organik bağ akrabâlık bağı değildir. Aynı zamanda, ilk ve son resûl hariç diğer resûllerin hepsi ‘öncekini tasdik et, sonrakini müjdele’ temeli üzerine oturtulmuştur. Hiçbir resûl, kendisinin geleceği haber verilmeden gelmemiştir. Bu ilke Kur’an’da anlatılan birçok resûl kıssasında defâatle dile getirilmiştir.

Meselâ; İshâk ve Yakup’un resûl olacağı, daha onlar yaratılmadan önce bildirilmiştir (6/84 -11/71 – 19/49 – 21/72 – 29/27 – 37/112-113). Yine aynı şekilde, Yusuf’un resûl olacağı daha o çocukken bildirilmiştir (12/6). Yine aynı şekilde, İsa, kendisinden sonra ‘Ahmet’in’ geleceğini çok öncesinden bildirmiştir (61/6). Tıpkı bunlar gibi, İsa’nın resûl olacağı da daha Meryem ona hâmile kalmadan bildirilmiştir (3/45-49). Melekler Meryem’e sadece bir çocuk değil resûl olacak bir çocuk müjdelemişlerdir ve asıl müjde de budur. Yoksa mesele sadece Meryem’in cinsel ilişki olmadan çocuk sahibi olma meselesi değildir.

Tam burada şöyle bir soru sorulması gerekmektedir. Acaba insanlık, annesinden herhangi bir cinsel ilişki olmadan doğacak bir resûlün geleceği hakkında çok öncesinden haberdar edilmiş midir?

Bu sorunun cevabı, rivâyetler hatırına tamamen bağlamından koparılıp bambaşka mecralara sürüklenmiş şu iki âyette bulunmaktadır:

Ümmî peygamber kavramı ve sıfatları

اَلَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّت۪ي كَانَتْ عَلَيْهِمْۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِه۪ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ۟
A’râf 7 / 157

Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. (TDV meâli)

قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعًاۨ الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۖ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذ۪ي يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِه۪ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
A’râf 7 / 158

De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- imân edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız. (TDV meâli)

Bu iki âyet Mûsa kıssaları bağlamında geçmektedir. A’râf 158. âyete dikkat edilirse قُلْ (qul) şeklinde bir emirle başlamakta ve Mûsa’ya فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ (fe eminu billahi ve resûlihi’n nebiyyi’l ümmiyyi) “Allah’a ve ümmiyye, nebiyye olan o resûlüne imân edin.” demesi emredilmektedir. Bu âyetlerin devamındaki âyetler de öncesindeki âyetler de sadece Mûsa kıssaları bağlamındadır.

Özellikle âyette geçen (الْاُمِّيِّ) ‘el-ümmiyye’ kelimesi ulemânın arasında birçok ihtilâfa neden olmuştur ama bu âyetin ifade ettiği resûlün son resûl Muhammed olduğu hususunda hepsi de ittifak etmiştir. Onlara göre Mûsa, son resûl Muhammed’i müjdelemektedir. Ulemânın büyük çoğunluğu âyetteki (الْاُمِّيِّ) ‘el-ümmiyye’ kelimesinin mânâsının ‘okuma-yazma bilmemek’ olduğunu söylemiş ve bunun da Allah resûlü Muhammed’in en büyük risâlet delillerinden biri olduğunu ifade etmiştir. Birçok görüşü derli toplu bir şekilde aktaran Râzî’nin tefsirinde (الْاُمِّيِّ) ‘el-ümmiyye’ kelimesi ile alâkalı şunlar söylenmektedir:

Bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: Allah Teala, bu âyette, Hz. Muhammed’i tam dokuz sıfatla tasvif etmiştir.

Birinci sıfat: O’nun bir olması… Örfe göre, bu kelime bilhassa Allah Teala’nın insanlara buyruklarını tebliğ etmesi için gönderdiği (görevlendirdiği) kimse hakkında kullanılır.

İkinci sıfat: O’nun bir nebi olması… Bu da O’nun, Allah Teala katında mertebesinin Yüce olduğuna delalet eder.

Üçüncü sıfat: O’nun ümmi olması… Zeccac şöyle demiştir: “Ümmi” kelimesi “Arap milletinin özelliklerini taşıyan kimse” mânâsındadır. Nitekim Hz. Peygamber “Biz, yazı ve hesap bilmeyen bir toplumuz” buyurmuştur. Çünkü Arapların çoğu okuma yazma bilmiyorlardı. Hz. Peygamber’in kendisi de böyle idi. Bu sebeple Cenab-ı Hak, O’nu “ümmi” diye tasvif etmiştir.

Muhakkik âlimler ise şöyle demişlerdir. “Hz. Peygamber’in, bu izaha göre, ümmi oluşu, O’nun mûcizelerinden birisidir. Bunu birkaç yönden açıklayabiliriz:

  1. Hz. Peygamber, Allah’ın kitabını, o insanlara hem de (vahyedilmiş şekliyle) manzum olarak, hiçbir kelimesini değiştirip bozmaksızın, tekrar tekrar okuyordu. Bir Arap hatibi, irticali olarak bir hitabe okuyup, daha sonra bunu tekrarladığında, ister istemez ya ona bazı şeyler ilave ediyor, ya da ondan az-çok bazı şeyleri eksiltiyordu. Hz. Muhammed ise, yazı yazmayı ve yazılanı okumayı bilmediği hâlde, hiçbir ziyadede, eksiltmede ve değiştirmede bulunmaksızın Allah’ın kitabını okuyordu. İşte bu da onun mûcizelerinden birisidir. Nitekim Allah Teala “(Habibim) seni okutacağız ve sen (asla) unutmayacaksın” (A’la 6) buyurarak buna işaret etmiştir.
  2. Eğer Hz. Peygamber yazabiliyor ve okuyabiliyor olsaydı, zaman zaman önceki ümmetlerin kitaplarını okuduğu, böylece o bilgilerin o okumalar neticesinde meydana geldiği hususunda itham edilirdi. Ama o, hiçbir öğretim ve okumada bulunmaksızın, pek çok ilimleri ihtiva eden bu Yüce Kur’an’ı getirince, bu O’nun mûcizelerinden biri olmuştur. Nitekim Cenab-ı Hakk’ın “Sen bundan evvel ne kitap okumuş ne de onu elinle yazmış değildin. Eğer böyle olsaydı, batıl söyleyenler şüpheye düşebilirdi” (Ankebut 48) âyetinden kast edilen budur.
  3. Yazı yazmayı öğrenmek kolay bir iştir. Çünkü en az akıllı ve en zeki olanlar bile, az bir gayretle yazıyı öğrenebilmektedirler. Binâenaleyh yazıyı öğrenememek anlayış ve idrakte büyük bir eksikliğin olduğuna delalet eder. Hem sonra Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber’e, önceki ve sonraki herkesin ilimlerini vermiş ve ona, hiçbir insanın ulaşamadığı bilgiler ile sayısız hakikatler lütfetmiştir. Akıl ve anlayış bakımından olan bu büyük gücün yanısıra, Hak Teala, O’nu böyle bir şekilde yaratmıştır ki, O’nun aklı ve anlayışı çok az kimselerin bile kolaylıkla öğrenebileceği yazıyı öğrenmeye ihtiyacı olmamıştır. İşte böylece, birbirine zıt bu iki durumu birleştirmek adeta iki zıddı uzlaştırmak gibi olmuştur. Bu da harikulade bir hadise olup, mûcize yerine geçmiştir.

(F. er-Râzî / Tefsir-i Kebir / c.11.s.98)

İnsanlığa bir kitabı tebliğ etmekle görevlendirilmiş bir resûlün o kitabın yazısını okuyup yazamadığını söylemek ve bunun da o resûlün mûcizesi olduğunu ballandıra ballandıra anlatmak saçmalamanın zirvesi olsa gerektir. Bu nasıl bir akıldır ki sanki bu Kur’an, Muhammed’den sonra kimseye lâzım değildir de sadece onun yanlışsız okuması önemlidir. Muhammed bir resûldür ve onun görevlerinin en başında, insanlığa onun eliyle ulaştırılan mesajın (sözlü gelmiş olsa bile) yanlışsız ve eksiksiz bir şekilde iletilmesi, yazılması ve okunması gelmektedir. O bir resûldür, kendisine verilen ‘kitap’ hakkında istemeden/sehven veya başka bir sebeple düşeceği yanlışlar kesinlikle düzeltilmektedir. Ama insanlığı o kitabın okunmasından veya yazılmasından kaynaklanan yanlışlara düşmekten kim koruyacaktır? Nitekim yirmi farklı kıraat neyin sonucudur? Dahası, elimizdeki Âsım b. Behdele kıraatindeki yüzlerce yazım yanlışı neyin sonucudur?

Tefsirini ağzına kadar İsrâiliyatla doldurduktan sonra kalkıp “Eğer Hz. Peygamber yazabiliyor ve okuyabiliyor olsaydı ‘zaman zaman önceki ümmetlerin kitaplarını okuduğuna ve o bilgilerin o okumalar neticesinde meydana geldiğine’ yönelik kendisine ithamda bulunulurdu.” gibi bir cümle kurmak artık sözün bittiği yer olsa gerektir.

Bu nasıl bir akıldır ki bir resûlün Yüce Allah’tan aldığı kitabın yazısını bilmemesi bir mûcize olarak nitelendirilmektedir. Ne yazık ki A’râf sûresinin 157. âyetinde geçen (الْاُمِّيِّ) ‘el-ümmiyye’ Râzî’nin hangi akla hizmet ettiğini bilmediğimiz ve üzerinde daha fazla söz söylemenin ‘kelime israfı’ olduğuna inandığımız bu görüşleri -saçmalıkları demek daha doğru olurdu- çerçevesinde şekillenmiştir.

Her şeyden önce o âyette ‘er-resûle’n nebiyye’l ümmiyye’ (الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ) kelimeleriyle tanıtılan resûlün Muhammed olduğuna dâir hiçbir delil yoktur. İkinci olarak; sadece Muhammed’in değil hiçbir resûlün kendisine verilen kitabın yazısını okuyamıyor ve yazamıyor olması mümkün değildir. Çünkü resûller aldıkları kitabı sadece ezbere okumayla değil bizzat o kitabı öğretmekle görevlendirilmişlerdir. Nitekim bu gerçek birçok âyette ifade edilmektedir:

رَبَّنَا وَابْعَثْ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّ۪يهِمْۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟
Bakara 2 / 129

“Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden bir elçi görevlendir de senin âyetlerini onlara, bağlantılarıyla birlikte okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları geliştirsin. Daima üstün olan ve bütün kararları doğru olan sadece sensin!” (Süleymaniye Vakfı meâli)

كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَوَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَۜ
Bakara 2 / 151

Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik. (TDV meâli)

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْوَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
Âl-i İmrân 3 / 164

Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler. (TDV meâli)

مَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُؤْتِيَهُ اللّٰهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِبَادًا ل۪ي مِنْ دُونِاللّٰهِ وَلٰكِنْ كُونُوا رَبَّانِيّ۪نَ بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ
Âl-i İmrân 3 / 79

Hiçbir insanın, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah’ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz. (TDV meâli)

هُوَ الَّذ۪ي بَعَثَ فِي الْاُمِّيّ۪نَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۗ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ
Cum’a 62 / 2

Ümmilerin (ilahi kitapları bilmeyenlerin) içinden elçi çıkaran Allah’tır. Onlara, O’nun âyetlerini okur, Kitab’ı ve hikmeti öğreterek onları geliştirir. Hâlbuki onlar daha önce açık bir sapkınlık içindeydiler. (Süleymaniye Vakfı meâli)

Yukarıya aldığımız Cum’a sûresi 2. âyetin meâline dikkat edilirse âyette geçen ‘el-ümmiyyine’ (الْاُمِّيّ۪نَ) kelimesine ‘ilâhi kitapları bilmeyenler’ anlamı verildiği görülecektir. Aynı meâlin yazarı A’râf 157. âyette geçen ‘el-ümmiyye’ (الْاُمِّيِّ) kelimesine dipnot düşerek, kelimeye yeni bir anlam olarak şu açılımı getirmiştir:

Nebi olan ümmi resûl: Vahiy alan (peygamber olan) ve daha önce kutsal kitap bilmeyen elçi.

(Süleymaniye Vakfı resmî sitesi 158. âyete düşülen dipnot)

Biraz önce yine bu yazarının meâl çalışmasından En’âm sûresindeki âyetlerin meâlini alıntılamış ve bu yazarın o âyetlere şu dipnotu düştüğünü aktarmıştık:

Bu, Nebimize verilmiş emirdir. Kendine indirilmemiş konularda Tevrat’a ve İncil’e uymak zorunda olduğu için Mekke’de ve Medine’de namaz kılarken Kudüs’e doğru dönmüştür. Maide 3. âyetin inmesiyle birlikte dinin tamamlandığı, artık Kur’an’da olan hükümlere uyulması gerektiği bildirilmiştir.

(Süleymaniye Vakfı meâli resmî sitesi, En’âm sûresi 90. âyete düşülen dipnot)

Yeri geldiği zaman resûlü önceki kitaplara uyma zorunluluğunda gösteren, yeri geldiğinde ‘el-ümmiyye’ (الْاُمِّيِّ) kelimesine ‘önceki kitapları bilmemek’ anlamı yükleyen bu anlayışlar hakkında hangi sözü söyleyeceğimizi, nasıl bir davranış geliştirmemiz gerektiğini biz de şaşırmış durumdayız. Bir yandan ‘ümmiyye’ kelimesinden yola çıkıp resûlü önceki kitapları bilmemekle sıfatlandırmak, öte yandan daha risâletinin başlangıcında namaz kılan resûlün Yahûdilerin kıblesine yöneldiğini söylemek nasıl bir çelişkidir? Bunun yanında rivâyetler üzerinden gitsek bile Allah resûlü Muhammed’in tek bir kere olsun Yahûdilerin ve Hıristiyanların yanlarında bulunan ve “Kutsal Kitap” dedikleri şeyleri eline alıp okuduğuna dâir uydurma bile olsa tek bir tane rivâyet getirmeleri mümkün değildir. O hâlde eğer resûl öncesinde, önceden gelmiş kitapları okumamışsa resûl olduktan sonra da ne Kur’an’da ne de rivâyetlerde buna dair bir tek işaret bile yoksa Allah resûlü Muhammed kıblenin değiştiğini kimden veya nereden öğrenmiştir de namaz kılarken kıblesini ‘Jaruşalayim’e çevirmiştir? Bunları söylememiz; (hâşâ) Allah resûlü Muhammed’in Yahûdilerin kıblesine yönelmiş olduğunu kabul etmemizden değil bu meâl ulemâsının ve tefsircilerin kendi söylemleriyle bile çeliştiğini göstermek içindir. Yoksa değil Muhammed, hiçbir Allah resûlü ne Yahûdilerin ne de Hıristiyanların kıblesine tek bir saniye bile olsa yönelmemiştir. Çünkü Yahûdilik ve Hıristiyanlık Mûsa ve İsa’nın peşinden gidenlerin değil, gitmeyenlerin uydurduğu dinlerdir. Allah resûllerinden hiçbiri, hiçbir şekilde, İslam’dan başka bir din getirmemiştir ve bu din hepsinde tıpatıp aynıdır.

Konumuzla alâkalı olan ‘el-ümmiyye’ (الْاُمِّيِّ) kelimesine dönecek olursak herkesin bildiği gibi bu kelimenin esas mânâsı ‘anne’ demektir. Kelimenin sonundaki şeddeli ‘ya’ (يّ) harfi ‘mensûbiyet’ bildiren bir harftir. Hatta bu harfe “mensûbiyet ya’sı” denmektedir. Zaten ‘el-ümmiyye’ (الْاُمِّيِّ) kelimesinde olduğu gibi bu kalıpta gelen isimlere sarf-nahiv ilminde ‘ism-i mensûb’ denmektedir. Bu şekilde sonunda şeddeli ‘ya’ (يّ) harfi bulunan ism-i mensûblar, herhangi bir yere, bir varlığa, bir duruma, bir kişiye, bir dîne veya bir mesleğe (işe) âidiyeti ve nispeti bildiren isimlerdir.

  1. Cinsiyet:

تُرْكِيٌّ

Türk

فَرَنْسِيٌّ

Fransız

عَرَبِيٌّ

Arab

  1. Memleket:

إِزْمِيرِيٌّ

İzmir’li

بَغْداَدِيٌّ

Bağdad’lı

قاَهِرِيٌّ

Kahire’li

  1. Din:

مَسِيحِيٌّ

İsa ve Âdem üzerinden yaratılış ipuçları

Hristiyanlığa ait, Hristiyanlığa mensûb

إِسْلاَمِيٌّ

İslâm’a âit , İslâm ile ilgili

  1. Kabile, bir sınıf ya da topluluk:

قُرَشِيٌّ

Kureyş kabîlesine mensûb (Kureyş kabilesinden)

هاَشِمِيٌّ

Haşîmi (kabîlesine mensûb)

صَحاَبِيٌّ

Sahâbeye mensûb, sahâbî

  1. Meslek:

تِجاَرِيٌّ

ticârete âit, ticâretle ilgili

زِراَعِيٌّ

ziraate âit, ziraatle ilgili

  1. Sanat:

فِضِّيٌّ

gümüşçü

ذَهَبِيٌّ

altıncı

سُكَّرِيٌّ

şekerci

  1. Durum ve keyfiyet, herhangi bir sıfat;

تَجْرِيبِيٌّ

tecrübeye âit

Tüm bu açıklamalardan sonra A’râf sûresinin 157. ve 158. âyetlerinde geçen ‘el-ümmiyye’ (الْاُمِّيِّ) kelimesinin en sâde hâliyle mânâsı “annesinden olma / annesine nispet edilen” şeklindedir. Bunun yanında mârife olan bu kelimenin kastettiği mânânın ‘bilinen’ olması gerekmektedir. Tüm Kur’an’da annesine nispeten anılan tek resûl vardır: “Meryem’in oğlu İsa.” İşin daha can alıcı tarafı, İsa annesine müjdelenirken bile annesine nispeten müjdelenmiştir.

اِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُۗ اِسْمُهُ الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَج۪يهًافِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
Âl-i İmrân 3 / 45

Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır. Mesîh’tir; dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır. (TDV meâli)

Bu âyete biraz dikkat edilirse Meryem ile konuşan melekler, Meryem’le konuşuyor olmalarına rağmen İsa’yı müjdelerken الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ (el-Mesihu İsa’bnu Meryem’e) “Meryem’in oğlu İsa Mesih.” diyerek müjdelemektedirler. İşte A’râf sûresindeki ‘el-ümmiyye’ (الْاُمِّيِّ) kelimesinin Kur’an’daki karşılığı budur ve Mûsa son resûl Muhammed’i değil annesinden babasız olarak doğacak İsa’yı müjdelemiştir.

Çalışmalarımızdan elde ettiğimiz sonuçlara göre; A’râf sûresinde geçen ‘er-resûle’n nebiyye’l ümmiyye’ (الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ) ifadesine verilmesi gereken daha isabetli mânâ “annesine mensûbiyetinden dolayı nebî olan o resûl” şeklinde olmalıdır. İsa’nın annesinden dolayı ‘nebî’ olma süreci ise şu şekildedir:

وَاِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفٰيكِ عَلٰى نِسَٓاءِ الْعَالَم۪ينَ
Âl-i İmrân 3 / 42

Hani melekler demişlerdi: Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti. (TDV meâli)

Bu âyet; Meryem’in seçildiğini, türünün en iyisi hâline getirildiğini bildirmektedir. Bu âyetten yola çıkan bazı müellifler Meryem’in bu seçilmişliğinin resûllük olduğunu söyleyerek, kadınlardan da resûl olabileceğini iddia etmişlerdir. İddialarını bol bol ‘kadın savunuculuğu’ söylemleri ile süsleyen bu tür müelliflere ileride cevap verilecektir. Çünkü onların yaptığı şey kadın hakları savunuculuğu yapmak değil hem kadını hem erkeği hem de risâlet kurumunu ilkesizliğe çekmeye çalışmaktır.

Konumuza dönecek olursak yukarıdaki âyet Meryem’in seçilmişliğini açıkça belirtmektedir.

قَالَ اِنّ۪ي عَبْدُ اللّٰهِ۠ اٰتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَن۪ي نَبِيًّاۙ
Meryem 19 / 30

Bebek şöyle konuştu: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. Bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni bir peygamber yaptı” (TDV meâli).

Yukarıdaki meâlde ‘peygamber’ şeklinde ifade edilen kelime orijinal metinde ‘nebiyyen’ şeklinde geçmektedir. Bu meâl yazarları için nebî–resûl kelimelerinin her ikisi de ‘peygamber’ mânâsına gelmektedir. Hemen belirtelim ki âyette geçen وَجَعَلَن۪ي (cealeni) kelimesi de daha önce üzerinde uzun izâhatlar verdiğimiz soyut mânâlı (ef’âl-i kulûb) fiildir. Yani kastettiği mânâ somut değil soyuttur. Dolayısıyla kelimeye somut mânâlı ‘yaptı’ anlamı değil soyut mânâlı ‘kıldı / hâle getirdi’ mânâsı verilmelidir. İşte bu âyet, daha çocuk yaştaki İsa’nın, annesinden dolayı nebî olma sürecini belirtmektedir. Meryem sûresindeki kıssa üzerinde ilerleyen bölümlerde durulacak ve “Daha beşikte bir bebe olan İsa nasıl nebî olur?” sorusuna cevap aranmaya çalışılacaktır.

Zaten çok dağıttığımız ana konuya tekrar dönecek olursak bütün bu detaylara bu bölümde sorduğumuz şu soru yüzünden girmiştik; “Acaba insanlık, annesinden herhangi bir cinsel ilişki olmadan doğacak bir resûlün geleceği hakkında çok öncesinden haberdar edilmiş midir?”

Daha üzerinde durulması gereken birçok hususun olduğunu bilerek bu sorunun en azından temel olarak cevaplandığı kanaatindeyiz. Evet, insanlık, ‘sadece annesine mensup’ bir resûlün geleceği ile ilgili, hem de Mûsa tarafından, çok öncesinden haberdar edilmiştir. Bir daha belirtelim ki Meryem sadece bir çocukla değil resûl olacak bir çocukla müjdelenmiştir ve asıl olan da budur. Çünkü bir resûlün annesinin onu cinsel ilişki etkisiyle veya cinsel ilişki etkisi olmadan doğurmasının risâletine en ufak bir etkisi yoktur. Babalı doğsa da, hatta İbrâhim gibi babası inanmamış olsa da resûller değerlerini risâlet kurumundan alırlar. Onların şu ya da bu şekilde doğması risâlet kurumuna bir katkı değildir. İsa’yı insanlığın gündemine taşıyan şey sadece annesinden babasız doğması değil onun resûl oluşudur. Bu nüansın hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gerekmektedir.

İsa ve annesinin bir tek âyet kılınmasına gelince; annesinden herhangi bir cinsel ilişki olmadan doğacak bir resûlün çok önceden haber verilmesi, çok önceden bildirilen bu haberin Meryem ve İsa ile gerçekleşmesi işte o haberin gerçekleştiğinin âyetidir. Kur’an’da anlatılan Meryem kıssalarına topluca bakıldığında bizzat Meryem’in kendisinin yaşadığı olayı birilerine anlattığına, duyurduğuna, yakındığına ya da övündüğüne dâir tek bir söylemi yoktur. Hatta kavminin şüpheci ve kötü şeyler imâ edici söylemlerine karşı bile tek söz etmemiş, kendini savunmamıştır. Sadece oğlunu işaret etmiştir ve bu olayla ilgili sadece oğlu konuşmuştur (bkz. Meryem 19/26-34).

Tüm bu detayların hepsi daha önceki bölümün sonunda ve bu bölümün en başında sorduğumuz şu soruyla alâkalıydı: “Rabbimiz, senin ilkelerin arasında bir kadının cinsel ilişki olmadan hâmile kalması var mıdır?”

Bu soru üzerinden Enbiya 91. ve Mü’minun 50. âyetlerini anlamaya çalışmıştık. Ana konumuza dönmek için o âyetleri yeniden hatırlayalım:

وَالَّت۪ٓي اَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا ف۪يهَا مِنْ رُوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ
Enbiyâ 21 / 91

Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i de an.) Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu âlemler için bir âyet kıldık. (TDV meâli)

وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُٓ اٰيَةً وَاٰوَيْنَاهُمَٓا اِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَع۪ينٍ۟
Mü’minûn 23 / 50

Meryem’in oğlu’nu ve annesini bir âyet kıldık. Onları, düzlüğü ve suyu olan bir tepeye yerleştirdik. (Süleymaniye Vakfı meâli)

Bu iki âyetle ilgili buraya kadar anlattıklarımıza dikkat edilecek olursa “Ne zaman âyet kılındılar? Kim/ler için âyet kılındılar?” gibi sorulara cevap verilmiş olduğu anlaşılacaktır. Fakat aynı konuyla ilgili ve aslında bizim sorduğumuz “Yüce Allah’ın ilkeleri arasında bir kadının cinsel ilişki olmadan hâmile kalması var mıdır?” sorusuna bağlayacak olan bir soru daha vardır:

Yüce Allah, Meryem ve oğlunu neyin âyeti veya neye âyet yapmıştır. Yani onların âyet kılınışları hangi şey hususundadır?

Aslında kısa yoldan “Elbette ki yaratılış konusuna bir âyet kılınmışlardır.” cevabını verebiliriz. Bir anne ve oğulun yaratılış konusu dışında müştereken bir ve tek âyet olabilecekleri başka bir husus olamayacağı aklen dahî ulaşılabilecek bir sonuçtur. Fakat günümüze kadar insanlığı tatmin edecek bir şey ortaya konulmamış olan yaratılış konusunu sadece aklî çıkarımlarla geçiştirmek kolaycılık olacaktır. Bu yüzden kimilerine sıkıcı da gelse Yüce Allah katında mâzeretimiz olacağına inandığımız şeyler için elimizden geleni yapmaya gayret edeceğiz.

Daha önceki bölümlerde Âdem kıssalarının bizzat Âdem ismi üzerinden ve bir de ‘beşer’ kelimesi üzerinden anlatıldığını belirtmiştik. Fakat tüm bu kıssalarda Âdem’in yaratılışı ile ilgili detayların verilmediğini de belirtmiştik. Tam burada Âl-i İmrân 59. âyet üzerinde durmuş, o âyette kullanılan teşbih üslûbunun ‘teşbîh-i maklûb’ cinsinden olduğunu, âyette İsa’nın Âdem’e değil, Âdem’in İsa’ya benzerliğinin söz konusu edildiğini belirtmiştik. Çünkü benzetmelerde esas olan şeyin hakkında daha az bilinenin hakkında daha çok bilinene benzetilmesi olduğunu ifade etmiştik. Kur’an’ın tamamında sadece kendisinin değil annesinin bile doğumundan detaylıca bahsedilen tek kişinin İsa olduğunu söylemiştik. Hatta rahatlıkla Kur’an’ın tamamında, hiçbir resûlün annesinin isminin dahî verilmediğini söyleyebiliriz. Annesinden biraz bahsedilen Mûsa’da bile ne annesinin ismi ne de annesinin onu doğurması ile ilgili detay verilmemektedir.

Farklı annelere mensûbiyetlerinin uzunca anlatıldığı Yusuf ve kardeşlerinin bile annelerinin ismi verilmemekte hatta onlardan hiç bahsedilmemektedir. Kur’an’ın tamamında Meryem’in ismi birçok resûlden daha fazla olarak, 34 kez geçmektedir. Hatta bizzat kendisinin doğurduğu İsa’nın adı bile sadece 25 kez geçmektedir. Bu 25 kullanımın sadece 9 tanesinde İsa ismi tek başına, diğer 16 kullanımda ise hep “Meryem’in oğlu İsa” olarak geçmektedir.

Tıpkı İsa gibi Âdem ismi de 25 kez geçmektedir. İshâk ve Yakup isimleri 17 ve 16 kez, Yusuf ismi ise 25 tanesi sadece Yusuf sûresinde olmak kaydıyla 27 kez, Dâvût ismi 16 kez, Süleyman ismi 17 kez, Eyyûb ismi 4 kez, Harûn ismi 20 kez, Yahyâ ismi 5 kez, Zekeriyâ ismi 7 kez, İlyas ismi 3 kez, Şuayb ismi 11 kez, İsmâil ismi 12 kez geçmektedir.

Kur’an’ın tamamında, ismi Meryem’den daha çok geçenler, sadece Nûh (43 kez), İbrâhim (69 kez), Mûsa (136 kez) isimleridir. Tüm Kur’an’da Muhammed ismi sadece 4 kez geçmektedir. Sadece bu durum bile Meryem’in çok önemli ve özel bir konuma sâhip olduğuna dikkat çekmek için yeterlidir.

Yine bu bölümde tüm resûllerin birbirleriyle çok yakın akrabâlar olduklarını gösteren âyetleri bölüşmüştük. İşte bu akrabâlık silsilesinin ilk atası olarak Âdem gösterilmektedir. Ama buna rağmen Âdem’in yaratılışı ile ilgili detay verilmemektedir. Tam bu noktada Âl-i İmrân 59. âyet daha bir önem kazanmaktadır. Çünkü Âdem’i İsa’ya benzeten o âyet, Âdem’in verilmeyen yaratılış detaylarının İsa üzerinden anlaşılması gerektiğini söylemektedir.

اِنَّ مَثَلَ ع۪يسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَۜ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
Âl-i İmrân 3 / 59

İsa’nın ortaya çıkışı, tıpkı Âdem’in çıkışı gibi Allah’ın hükmüne göredir, onu da bir bâkireden yarattı, sonra “Ol!” dedi, o da bundan dolayı olmaya başladı.

İşte bu âyet, herhangi bir cinsel ilişki etkisi olmadan annesinden doğan tek kişinin İsa olmadığını, Âdem’in de aynı şekilde yaratıldığını bildirmektedir. Bu konuda sadece iki örnek olması bile herhangi bir cinsel ilişki olmadan bir kadının hâmile kalabileceğinin ve Yüce Allah’ın ilkeleri arasında bunun olduğunun anlaşılmasına yeterli delildir ama bu konuda getirilebilecek tek örnek Âdem ve İsa değildir. Kur’an’da herhangi bir cinsel ilişki olmadan üreyen kadınlardan bahseden başka âyetler de vardır.

Fakat o âyetlere geçmeden önce şunun altı bir kez daha çizilmelidir. Cinsel ilişki etkisiyle veya cinsel ilişki etkisi olmadan herhangi bir kadın yumurtası kesesindeki bir yumurtanın döllenmesi ve tüm hâmilelik süreçleri mûcize üstüne mûcizedir. Meryem ile herhangi bir kadının hâmile kalması arasındaki tek fark, birinde dışarıdan bir erkek spermi olaya dâhil olmakta, diğerinde ise olmamaktadır. Bunun dışında döllenen yumurtanın geçirdiği evrelerin tamamı tıpatıp aynıdır. Akılsız bir yumurtanın akıllı ve iradeli bir insana dönüşmesi insan türünün imkânlarıyla değil Yüce Allah’ın imkânlarıyla gerçekleşmektedir. Hatta bu süreçlerin hepsi insana rağmen gerçekleşmektedir. Bir mü’minin bu muhteşem olayda belirleyici olan ana aktörlerin “cinsel ilişki, erkek spermi ve kadın yumurtası” olduğunu söylemesi Yüce Allah’ı tanımamış olması anlamına gelecektir. Çünkü ne erkek spermi ne de kadın yumurtası muhteşem bir dizayn ve dakiklikle bu olayı gerçekleştirebilecek ve en sonunda akıllı ve iradeli insan çıkarabilecek bir güce, kudrete ve akla sahiptir. İnsan gibi bir varlığı akılsız bir yumurtadan çıkaracak aklın insandan çok daha akıllı ve çok üst düzey olması gerekmektedir. Yumurtanın belli bir düzenle, belli bir sıralamayla şekilden şekle girmesi bu süreçlerin sebebi değildir. Bu süreçlerde, bir önceki süreç bir sonraki sürece sadece ve sadece etki eder.

Bu süreçleri gözlemleyen bilim insanlarının süreçlerdeki etki-tepkiyi, sebep-sonuç ilişkisi olarak sunmaları sadece ve sadece Allah’a boyun bükmemek içindir. Onların bu süreçleri izliyor olmaları sebep-sonuç ilişkisini keşfettikleri anlamına gelmemektedir.

Bir kadının hâmile kalmasındaki mûcizenin mûtat olarak gerçekleşmesi “olağanüstünün sıradanlığıdır.” Onun sıradanlığı olayın kendisinde değil Rabbine karşı kör davranmayı mahâret sayan insanın gözlerindedir. Mûcizeler içinde yaşayan insan bu kadar çok mûcizenin kolayca gerçekleşmesini kanıksamış ve onları ‘vakayi âdiye’ olarak görmeye başlamıştır.

Bu bölümü şu soruyla kapatalım: “Âdem ve İsa’nın anneleri haricinde, herhangi bir cinsel ilişkiye girmeden hâmile kalan ve çocuk doğuran başka anneler de var mı?”

Kavramlar: