Başlıklar
İSNADIN SIRRI
‘İsnad’ denildiğinde akla üç şeyin gelmesi gerektiği, dillerle ve anlamla uğraşan herkesin malumudur. Bu üç şey şunlardır:
- Müsnedün ileyh
- Müsned
- İsnad
Meseleye nahiv açısından bakıldığında hangi tür olursa olsun her kelimenin başka her kelimeye isnadı mümkündür çünkü nahiv, kelimelerin isnadına anlamsal açıdan değil nahve hâkim olan kuralların imkânı açısından bakar. Mesela, anlamsal açıdan (hâşâ) ‘ALLAH’U LA MEVCUDUN’ (“Allah mevcut değildir.”) demek caiz değildir ama nahiv açısından böyle bir cümle kurmak mümkündür.
İşte bu durum aslında tüm anlamların ve tüm varlığın temelini oluşturan “İmkân ve Vücud” meselesinin anlaşılmasını gerekli kılar. Şöyle ki sarf ve nahiv açısından dilin mümkünleri sınırsız denebilecek kadar fazladır. Peki, dilde mümkün olan her şey “vuku” bulmakta mıdır veya “vücudu” var mıdır? Tabi hayır.
Dilde mümkün olanların “vuku” (olan ve olmayan olarak) kısmı “fiil” cümlelerinin, dilde mümkün olanların “vücud” (mevcud olan ve mevcut olmayan olarak) kısmı ise “isim” cümlelerinin kapsamındadır.
Yani dilde kurulan her fiil cümlesinin illa da bir vuku’su olması gerekmemektedir ki bu yüzden haberi fiil cümleleri de yalana veya doğruya nispeti mümkün olan cümlelerdir.
Sözün İmkânı ve Vuku İlişkisi
Aynı şekilde haberi isim cümlelerin verdiği haberlerin hakikatte illa da mevcut olması şart değildir. Aynı şekilde bu cümlelerin de yalana veya doğruya nispeti mümkündür.
Yani dilde her türlü isnadı kurmak nahiv açısından mümkündür ama her isnadın vuku’su veya mevcudu olacak diye bir kural yoktur.
Zaten böyle olduğu için hayal kurmakta, henüz vuku olmamış şeyleri konuşmakta ve mevcutta olmayan şeyleri akıl edebilmekteyiz. Fakat dil açısından imkân ve vuku’nun olması varlık düzeninin de imkân ve vuku’sunun olduğu anlamına gelir. “Varlık” denilen şey mümkin olanların değil vuku bulanların toplamıdır.
Fakat aynı şekilde dilde mümkin olmayanlar da bir isnad zinciri ile tasavvuri olarak dile gelmektedir. Mesela, dilde yani söz olarak “Allah’tan başka ilah vardır.” cümlesini kurmak mümkündür ve bu VUKU’dur ama vuku bulan her şeyin gerçek olması, hakiki bir karşılığının yani ma sadak’ının olması da mümkin değildir.
Dil ile yalan söylenebiliyor olması ‘yalan’ diye bir şeyin hakikatte var olduğu anlamına gelmemektedir. Zaten bundan dolayı ona ‘yalan’ denmektedir ama yalan, bir VAKIA olarak vuku bulmaktadır.
İşte bu durum sözlerin bir İMKÂN’ının bir de VUKU’sunun olduğu anlamına gelmektedir. Sözün imkânı neredeyse sonsuzdur ama sözün vuku’su (ve mevcudu) son derece sınırlıdır.
Sözde imkânı ve sınırı ne belirlemektedir?
Bu sorunun cevabı, kesinlikle ‘MÜSNEDÜN İLEYH’ belirler şeklindedir.
Yani müsnedün ileyh’in imkânı sözün vuku’sunun imkânını da belirler.
Mesela, “İnsan merhametlidir.” dediğimizde bu bir isim cümlesi olduğu için “merhamet” kelimesinin insandaki mevcudiyetinin sınırlarını veya sınırsızlığını belirleyecek olan şeyin İNSANIN MÜMKİNİ olduğunu da söylemiş olmaktayız.
(Bu arada ‘müsnedün ileyh’ ifadesi türkçedeki “ÖZNE”nin karşılığıdır.)
Bu karışık anlatımı basit ve sade bir cümle ile ifade edecek olursak; “Bir cümlenin anlam derinliği, cümlenin öznesinin imkânlarına göre belirlenir.” gibi bir söz söyleyebiliriz.
Bu da bize dili anlama açısından şöyle bir esas verir: Bir fiilin veya ismin anlam açısından vuku’su, öznenin imkânlarına göredir.
Bu, ‘yalan’ ile ‘doğru’, ‘hakikat’ ile ‘gerçekleşen’ arasındaki farkın anlaşılması için de temel bir ölçüdür.
“İnsan yaratıcıdır.”
“Allah yaratıcıdır.”
Kur’an’da Kavramların Bağlamı ve Kronolojisi
Bu iki cümle nahiv açısından sorunsuz iki cümledir. Yani cümle olarak doğru kurulmuş iki cümledir. Ama cümlenin öznelerinin imkânları açısından baktığımızda bu sözün biri doğru, diğeri yalan (veya yanlış)’tır.
Bu iki cümlenin ‘yalan’ ve ‘doğru’ olduğu aynı zamanda vuku üzerinden de anlaşılır. Mesela, “İnsan yaratıcıdır.” cümlesine, “Evet, bu cümle ‘cümle’ olarak doğrudur ve bu bir haberdir. Bu haberin gerçekliği haberin vuku’su ile alâkalıdır. Eğer “İnsan yaratıcıdır.” dendiğinde karşısına bir ‘ma sadak’ yani bir ‘vuku’ konuluyorsa bu hakikattir, konulmuyorsa bu yalandır.
“İmkân ve vuku” temeli üzerinden Kur’an’daki cümlelere (isim veya fiil cümlelerine) baktığımızda aynı şeyin buna göre orada da işler olması gerekmektedir.
Kur’an’daki kelimelerin bağlamlarını ve bu bağlamların kronolojisini temel aldığımızda varlık düzeni içinde kelimelerin ilk defa tedavüle sokulması gibi bir durumla karşılaşmaktayız.
Mesela, “Rabbin meleklere dedi ki ‘Ben bir halife atayacağım.’” ifadesini ele alalım. Bu Cümlede geçen ‘HALİFE’ kavramı hem Kur’an’ın diziliminde hem de akıllı varlıkların kronolojisinde ilk defa kullanılan bir kavramdır.
Bu kavramın anlaşılması için önce RAB ile MELEKLER arasında geçen konuşmada her iki tarafın da bu kavramlar karşısında İMKÂN ve VUKU’su üzerinde anlaşmış olmaları gerekmektedir ki birbirlerini anlayabilsinler.
Yani eğer melekler ‘halife’ kavramının ne anlama geldiğini bilmiyorlarsa, bu kavramı ömrü hayatlarında ilk defa duymuşlarsa veya rabbin bu kavram karşısında imkânının olmadığını düşünüyorlarsa birbirlerini anlamaları imkânsızdır.
Biz bu meseleye hep “KUR’AN ve BİZ” açısından bakmaktayız. Oysa bundan önce; konuşan iki tarafın hangi temeller üzerine konuştukları ve birbirlerini nasıl anladıkları açısından meseleye yaklaşılması gerekmektedir çünkü bu sözün anlamının bizim zihnimize tam olarak geçmesi için ‘RAB’, ‘MELEKLER’ ve ‘BİZ’ her kavram ve her söz ile alâkalı aynı şeyleri anlamış olmamız gerekmektedir çünkü biz yazı üzerinden söze dahil olan ÜÇÜNCÜ tarafız.
Yani karşımızda, konuşan iki taraf vardır. Bunların birbirini anlayıp anlamadıklarını veya anladılarsa ne şekil anladıklarını bizim anlamamız için kavramlara bizim imkânımızla değil onların imkânları ile yaklaşmamız gerekmektedir.
“Rab ile melekler” arasında geçen konuşmanın 3 tarafı vardır ve bu konuşmadaki anlamın her üç taraf için aynı anlama gelmesinin bir tek yolu vardır; tarafların tamamının aynı anlamı anlaması.
Rab, “HALİFE” derken ne kastetti?
Melekler rabbin söylediği ‘HALİFE’ kelimesinden ne anladı?
Üçüncü taraf olarak biz ‘HALİFE’ kavramından ne anladık?
Bu konuşmada durumu en zor olan bizleriz ama aynı zamanda durumu en kolay olanlar da bizleriz. Nasıl mı?
Özneye Göre Kavramın İmkânı ve Vukusu
Bu konuşma esnasında melekler rabden kendilerine gelen sözün ‘ma sadak’ını kendi imkânları üzerinden anladılar. Biz meleklerin imkânını bilmediğimiz için anlamak bize zordur ama karşımızda, tamamı bitmiş bir olay bize kısa bir pasajla anlatılmaktadır. Bu pasaj bize olayın tamamını bir çırpıda göstermektedir. Oysa olayın zamansal sürecine baktığımızda melekler bunu bir çırpıda değil epey zahmetli bir şekilde anlamışlardır. İşte bu açıdan da durumu en kolay olan bizleriz.
Yani melekler için ‘HALİFE’ kavramını anlamak epey uzun ve zahmetli bir süreçle olmuştur ama bu uzun süreç adeta ‘zip’lenip öz haline getirilerek bize kısa bir şekilde sunulmuştur. Yani bizim, “Ben halife atayacağım.” sözü karşısında melekler gibi sancılı bir süreç düşünmemize, Âdem-isimler mevzusunu yaşamamıza gerek yoktur.
Bizim için sözün İMKÂN ve VUKU’su arasında sadece birkaç cümle vardır. Melekler için böyle değildir.
Bu, Kur’an’da geçen her kavram ve kelime için geçerlidir.
Kur’an’daki uzun süreçlerin bitmiş/gerçekleşmiş/vuku bulmuş bir şey olarak bize anlatılması, bizim o süreçlerde kelimelerin ve kavramların özneye göre imkân ve vuku’sunu dikkate almamız gerektiği anlamına gelmektedir.
Yani her söz öznesine göre anlaşılacak ve özneye ait o sözün anlam derinliği öznenin imkânına göre belirlenecektir.
Bu da bize her özne için öznenin kendi anlamını onunla bulduğu bir ESAS olması gerektiğini bildirmektedir.
Mesela, Yüce Allah Musa’ya “Firavuna git.” derken Firavun’un özne oluşunun kendisine göre şekillendirileceği esası da vermektedir.: ‘İNNEHU TAĞA’
‘TAĞA’ ifadesi Musa için Firavun öznesine isnad edilecek her müsnedin REFERANS değeridir.
Yani ‘QALE FİRAVN’ dendiğinde kelimelerin döküldüğü ağzın sahibi, her sözün ona göre anlam kazandığı ‘TAĞA’ özüne sahip bir öznedir ve ‘qale’ fiili de dahil her söz bu ASLA göre anlaşılmalıdır.
Mesela, ‘QALE FİRAVN: “MA RABBUKUMA YA MUSA”’ denmektedir. İşte bu söz Firavun öznesinin referans değerine göre anlam kazanacaktır. Normal bir insan için bu söz ÖĞRENMEK için sorulmuş bir sorudur ama bu söz referans değeri ‘TAĞA’ olan birine isnat edildiğinde öğrenme sorusu değil, doğru söylesin veya söylemesin karşıdakini EZME sorusudur.
Kur’an’daki Musa’nın resul olma kıssası bize anlatılırken, kıssada Musa’ya söylenen ‘İNNEHU TAĞA’ ifadesi sadece Musa için değil, aynı zamanda bizim için de REFERANS değer olmaktadır.
‘TAĞA’ ifadesinin “taşırmak, çoğalmak, sınırı aşmak” anlamında bir söz olduğunu göz önüne aldığımızda Musa’ya ‘İNNEHU TAĞA’ denmesi, karşıdaki muhatabın DİNSİZ biri olduğu değil tam tersi dini fazlalaştıran biri olduğu anlaşılmaktadır. Yani Musa dinsiz biriyle değil OLDUKÇA DİNDAR biriyle hatta olması gerekenin çok çok üstünde dindar biriyle mücadele etmiştir.
Yani rahmetli Ali Şeriati’nin deyimiyle bu mücadele DİNE KARŞI DİN mücadelesidir.
Firavun, oldukça fazlalaştırılmış bir dinin temsilcisidir.
Musa ise ne fazlası ne eksiği olan, tam kararında bir dinin temsilcisidir.
Tağa Kavramı ve Musa ile Firavun Mücadelesi
(İdeolojik bir cümle gibi gözükecek ama ideolojik olarak sarf etmiyorum) İslam’ın aslının “KUR’AN + SÜNNET + İCMA + KIYAS” şeklinde çoğaltılması da tam bir ‘TAĞA’dır.
Şimdi olaya biraz daha geriden bakalım…
‘İNNEHU TAĞA’ diyen Allah’u teala’dır.
Bu sözden anlaşılması gerekenlerin tamamını anlaması gereken Musa’dır. Yani Musa’ya ‘TAĞA’ diyenlerin bu kelimeden kastettikleri ile Musa aynı şeyi anlamıştır. “Anlamıştır.” diyorum çünkü eğer ki Musa ‘İnnehu tağa’ sözünden ne kastedildiğini anlamamış olsaydı Firavun’a gitmesi saçma olurdu.
Şimdi, üçüncü taraf olarak biz de bunu tıpkı onlar gibi aynı anlamda anlamalıyız ki vuku bulanı anlayalım.
Bir başka örnek vererek konuyu tersten anlatamaya çalışayım:
Müfessirler ve günümüz ilahiyatçıları Kur’an’da geçen mesela ‘VE’S SAFFATİ SAFVEN’ ifadesi hakkında beşten fazla anlam önermesinde bulunmuşlardır. Şimdi biz müfessirleri bir kenara bırakarak Muhammed ve Cebrail arasında cereyan eden ilişki açısından meseleye bakalım.
Cebrail (sözlü veya yazılı fark etmez) Muhammed’e ‘vessaffati safven’ demiştir. Muhammed ise bu sözü duyar duymaz kafasında müfessirlerin önerdiği beş anlamı düşünmüştür. Bu durumda kafasında beş anlam olan Muhammed’in bu sözü tebliğ etmesi imkânsızdır çünkü bir söz birden fazla anlama gelirse orada anlam yok demektir.
Muhammed bu sözü insanlara iletmişse bu durum onun ‘vessaffati safven’ sözünü sonuna kadar anladı, anlamına gelmektedir.
Risaleti anlamayan bir resulün anlamadığına ne inanması ne de onu tebliğ etmesi söz konusu bile olamaz. Tek başına bu bile biz henüz bu sözü anlamamış olsak bile bizim için bir referans noktasıdır.
Çünkü Muhammed’in bu sözü tebliğ etmesinin bizim açımızdan anlamı şudur: Bu sözün bize kadar ulaşması, sözün anlamı mutlak alanda kalmamış, mukayyet alana geçmiş demektir.
Anlamı mutlak alanda, sözün kendisi mukayyet alanda bir söz ve anlam olamaz.
Sözün tebliğ edilmesinin anlamla birlikte olduğunu referans değer olarak aldığımızda işte bu değer bizim için MÜMKİN olabilmektedir. Yani karşımızda anlamamızın mümkün olmadığı bir söz değil, tebliğ edilerek MÜMKİN kılınmış bir söz vardır.