Başlıklar
‘KALB’, ‘AKIL’ ve ‘TASAVVUR’ KAVRAMLARI
Kur’an’da akıl, kalb ve tasavvur kavramları
Kur’an’da insan aklını ilgilendiren pek çok kavram bulunur. Bu kavramların kimisi isim kimisi mastar kimisi de fiildir. Kelamcıların fazladan ürettikleri kavramları Kur’an’daki kavramların yerine kullanmaları veya fazladan ürettikleri kavramlar sanki Kur’an’da geçiyormuş gibi Kur’an’ı anlama faaliyetlerine dahil etmeleri kavramların anlamlarında kaymalara, daralmalara veya yanlış anlamlarla bilinir olmalarına yol açmıştır. Mesela, Kur’an’da ‘akıl’ kavramı isim veya mastar olarak hiç geçmez. ‘Ayn’ + ‘qaf’ + ‘lam’ köküne sahip ‘akıl’ kelimesi Kur’an’da 49 defa ve sadece fiil olarak geçer. Böyle olmasına rağmen kelamcılar ‘akıl’ kelimesini “düşünmenin merkezi” anlamında Kur’an’ı anlamaya dahil etmişlerdir. Oysa Kur’an’da düşünmenin merkezi olarak daima ‘kalb’ kelimesi kullanılmaktadır. ‘Akıl’ ise ‘kalb’in bir eylemi olarak kullanılmaktadır.
Efelem yesîrû fî-l-ardi fetekûne lehum kulûbun ya’kilûne bihâ ev âżânun yesme’ûne bihâ(s) fe-innehâ lâ ta’mâ-l-ebsâru velâkin ta’mâ-lkulûbu-lletî fî-ssudûr(i)
Mesela, bu ayette “onlarla akledecekleri kalpler” (قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا) şeklinde geçen cümledeki يَعْقِلُونَ ‘ya’qilune’ fiili açıkça “akleden kalplerden” bahsetmektedir. İşte bu cümleye göre insandaki düşünme merkezi ‘kalb’tir; ‘kalb’lerin düşünme eylemi ise ‘akıl’dır. Bu cümleye göre isim olarak geçen ‘kalb’ kelimesi insandaki kuvve; fiil olarak geçen ‘ya’qilune’ ifadesi insana yaratılışında verilen bu kuvvenin bilfiil olarak tezahürüdür. Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak ‘kalb’ “düşünme kabiliyeti/potansiyeli”; ‘ya’qilune’ ise bu kabiliyetin kendisini gösterdiği eylemidir.
İster insanda isterse başka varlıklarda olsun kuvvelerin (potansiyellerin-kabiliyetlerin) varlığı ancak o kuvveler bir eylemde bulununca anlaşılırlar. Hiç harekete geçmemiş, hiçbir eylemde bulunmamış her kuvve yok hükmündedir hatta bizzat o kuvvenin sahibi için de bu böyledir. Mesela, çok iyi resim yapma kabiliyeti olan birinin hiç resim yapmaması durumunda onun böylesi bir kabiliyete sahip olduğu bizzat o kabiliyet sahibi tarafından bile bilinmeyecektir.
İnsandaki kuvvelerin harekete geçmesi yani fiili olarak gösterilmesi sadece bilgi ile olur. Mesela, her insan doğuştan konuşma kabiliyeti ile doğar fakat annesinden konuşma kabiliyeti ile doğan bir insan sonradan bir lisan edinmez ise konuşamaz veya görme kabiliyeti olan bir insan gözünü hiç açmaz ise hem göremez hem de görebilen biri olduğundan kendisi bile haberdar olamaz.
İnsanın düşünme merkezi ‘kalb’tir ve bu ‘kalb’in kendisini göstermesi için eylemde bulunması şarttır, eylemde bulunabilmesi için ise insana bir bilgi girişinin olması gerekmektedir. ‘Kalb’ kendi başına bilgi sahibi olamaz, kendi başına bilgi edinemez. İnsan, bilgilerini, duyular ve hislerle toplar. ‘Kalb’ ise duyular ve hisler yoluyla gelen bu bilgiyi işler ve işlediği bilgiye göre tasavvur ve eylem oluşturur. ‘Kalb’ kelimesinin lügati olarak “gönül, yürek, cevher, öz, orta, ilik, merkez, kalıp” şeklinde manaları vardır.
Kalb’in işlevi ve tasavvurun oluşumu
İnsandaki duyular ve hisler, edinilen bilgiyi işleme kabiliyetine sahip değillerdir. Göz görür ama görerek elde ettiği bilgiyi işleyemez, hakeza diğer duyular ve hisler de böyledir. İşte bu bilgileri işleyen ‘kalb’tir. ‘Kalb’ kelimesinin “kalıp” anlamını göz önüne aldığımızda ‘kalb’, duyular ve hisler yoluyla gelen bilgiyi kalıplara döker ve düşünme dediğimiz şey de işte bu kalıplar üzerinden gerçekleşir. Düşünmek, toplanan bilgilerin belli kalıplar çerçevesinde zihinde organize edilmesidir. İşte, duyuların ve hislerin toplayıp ‘kalb’e gönderdiği, ‘kalb’in de onları çeşitli işlemlerden geçirerek kalıplara döktüğü bu bilgiler insanda ‘tasavvur’ dediğimiz şeyi oluştururlar. Yani ‘tasavvur’, kalıplara dökülmüş bilgilerin bir düzene göre zihinde konuşlandırılmasıdır.
‘Kalb’in kalıplara dökerek zihinde konuşlandırdığı bilgilerin tamamı nesnel olarak bir vücuda sahip değillerdir. Zihindeki bilgilere nesnel karşılık vermek tasavvur değil hayaldir. Mesela, zihinde tasavvur halinde bulunan “ağaç” kelimesi, karşısına bir resim konulmadan idrak edilir. Bu idrak “ağaç” denilen türün tamamına şamil bir idraktir. “Ağaç” kelimesi bu haliyle herhangi bir ağaca karşılık gelmez. O daha çok tanımı olan bir tümel (külli) olarak zihinde bulunur fakat “ağaç” kelimesinin, zihinde, bahçede bulunan ince yapraklı çam ağacına denk gelmesi durumunda bu artık tasavvurdan çıkmış, nesnel karşılığı hariçte olan bir kelimeye yani hayal edilebilen bir varlığa dönüşmüştür.
İnsan genelde kelimelere hariçte bir karşılık vermeden düşünür. “Aslan” dediğinde tasavvuruna aslanlardan bir aslan gelmez. “Koyun” dediğinde dünyadaki koyunlardan herhangi bir koyunu hayal etmeden konuşur. Az önce de dediğimiz gibi, eğer ki tasavvurunda bulunan külli bir kavrama ‘küllinin cüzlerinden bir fert’ manası vermesi durumunda bu tasavvur olmaz, hayal olur.
Tasavvuri kavramlar sadece niteliksel tanımlar içerirler. Niteliksel tanımları olan kavramlara nicelik olarak bir değer verilmesi durumunda o nicelik ancak nitelikler üzerinden anlam kazanır. Tanımlar ise sadece asıllar ile yapılır. İşte bu asıllar “kalıplar” olmaktadır ve Kur’an’ın ‘kalb’ dediği şey bu kalıpları üretmektedir. Belli tanımlarla kalıplara dökülmüş kelimeler (kavramlar/terimler) olmadan düşünmek asla mümkün değildir.
Lisanlar, ‘kalb’in kalıp üretebilmesi için belli tanımları ve tarifleri olan isim, fiil ve edatlardan oluşmuş sistemlerdir ki bu sistemlerde her ismin, her fiilin ve her edatın kendi kalıpları vardır. Bu noktada lisanların ve ‘kalb’in yapı malzemesi yani hammaddesi aynı evsafta olmaktadır. Lisanlardaki isimler, fiiller ve edatlar bir cümle içinde geçmeden kendi başlarına hiçbir anlama gelmezler. Evet, kelimelerin sözlük manaları vardır ama kelimeler sözlük manaları üzerinden değil, cümle içinde kullanıldıkları zaman bir anlama bürünürler. Mesela, ‘kitap’ (كتاب) kelimesi sözlüklerde “yazı, kural, hüküm, bölüm, ilke, şart, farz, göndermek, telif etmek” gibi manalara sahiptir. Bu kelime bir cümle içinde kullanılmadıkça bu anlamlardan sadece birine tahsis edilmesi mümkün değildir. Bu, sözlüklerdeki her kelime için böyledir.
Tasavvur, hayal ve kavram ayrımı
Kelimeler cümle içinde kullanılınca bir anlam kazanırlar. Bu yüzden her cümle aslında kelimelerin bir anlama büründüğü kalıplardır ki bu kalıpların hepsi de kurallar dahilindedir. Kuralsız bir şekilde cümle kurmak mümkün değildir. Kurulsa bile bir anlama tahsis etmek mümkün değildir.
İnsan, kelimelere, tasavvurunda tanımlanmış kelimeler olarak yer verebilir ki bu tanımların hepsi de cümlelerdir. Cümleler ise sadece kuralla muvacehesinde kurulurlar ki bu muvacehelerin hepsi aslında birer kalıptırlar. Kalıplara dökülmemiş cümleler kalbin de kabul etmeyeceği cümlelerdir. Mesela, “Ben sana geldiler.” şeklinde bir cümle kurduğumuzu düşünelim. Bu cümle bir kalıba sığmayan bir cümledir yani kalıbı bozuk bir cümledir. Bu yüzden ‘kalb’ bu cümleyi bu haliyle bir kalıp olarak almaz. Meseleye bu açıdan bakıldığında çok rahat bir şekilde lisanın kalıplarına uymayan bir cümlenin ‘kalb’in kalıplarına da uymayacağını söyleyebiliriz. İşte bu cümleyi ‘kalb’in almamasını sağlayan eyleme ‘akıl’ denmektedir. Yani ‘kalb’ bu cümleyi bir yere bağlayamamaktadır ki kök harfleri ‘ayn’ + ‘qaf’ + ‘lam’ olan kelimenin manası da “bağlamak”tır. Yani ‘kalb’ akletme eylemiyle, dilde belli bir kalıba bağlanması gereken cümleleri zihinde “Bu yanlıştır veya doğrudur.” diyerek bir kalıba bağlar.
‘Kalb’in akletme eylemiyle bir kalıba bağladığı cümleler insanda ‘tasavvur’ denen şeyi oluştururlar. Bu cümlelerin zamana ve mekâna mukayyet olmadan kesin ve değişmez bilgiler içerenine ‘zikir’ denir. İnsanın duyular ve hisler yoluyla toplayıp ‘kalb’e gönderdiği, ‘kalb’in de akletme eylemi ile değişmez kalıplara bağladığı bu kesin bilgiler tasavvurun oluşumunda “asıl” değer olarak işlev görürler. Bir bilginin asıl değer olması onun değişmez oluşuna bağlıdır çünkü değişebilen asıllar asla asıl olamazlar. “Asıl” demek, tasavvurda bulunan tüm bilgilerin ona göre anlam kazandığı, ona göre konumlandırıldığı sabit ve değişmez değer demektir. Yeri ve değeri sabit olmayan, oynak ve değişken bilgilerin “asıl” olması mümkün değildir.
Kelamcılar ve filozoflar bilginin tanımı hakkında ihtilaf etmişlerdir. Felsefe ve kelam tarihinin tamamında bilgiye herkesin ittifak ettiği bir tanım getirememişlerdir. Aynı şekilde bilginin kaynağına dair de bir tanım getirememişlerdir. Bununla beraber bilginin sebeplerini yani vasıtalarını “duyular, hisler, akıl ve haber” olarak tasnif etmişlerdir. Bilginin türleri hususunda ise “kadim ve hadis” diyerek sadece iki türlü bilgi tasnifi yapabilmişlerdir.
Mütekellim ve filozoflar “kadim” derken hem mahiyet hem de muhteva açısından farklı olan İlahi bilgiyi, “hadis” derken de insanın edindiği bilgileri kastetmişlerdir. Kanaatimizce mütekellim ve filozoflar burada bir hedef şaşmasına uğramışlardır. Her ne kadar “akıl” derken Kur’an’daki ‘kalb’ kelimesini kastetmiş olsalar da bir kere “akıl” bir bilgi edinme vasıtası değildir. Duyular ve hisler olmasa insanın aklının onlarsız bilgi edinmesi mümkün değildir. Dokunacak, koklayacak, tadacak, işitecek, görecek ve hissedilecek şeylerin olmadığı bir ortamda akıl asla bilgi edinemez. Akıl kendi başına ne görebilir ne dokunabilir ne de koklayabilir. Aklın dış dünya ile bağı direkt değil hisler ve duyular üzerindendir yani endirekttir. Kör, sağır, dilsiz, dokunması olmayan, burunsuz ve hisleri bulunmayan birinin süper akıllı olması hiçbir işe yaramayacaktır. Yani akıl, bilgi edinme vasıtası değildir, tam tersi hisler ve duyular üzerinden edinilen bilgileri işleme yani kalıplara bağlama merkezidir. İkincisi; kelamcılar ve filozoflar “hadis olan bilgi” derlerken insanın edindiği bilgileri kastetmektedirler. Oysa “bilgi” denilen şey insanın onu edinmesi ile ortaya çıkan bir şey değildir. Bilgi varlığa aittir ve varlık var olduğu müddetçe bilgi varlıkta vardır, insan onu fark edip edinmese bile. Varlığa dair bilgiler hem insan türünden bağımsızdır hem de insan türünün var olmasından öncedir. Kur’an’daki yaratılış kronolojisine göre insan türü en son yaratılan varlıktır. İnsan yaratılmamış olsaydı bile bilgi yine varlıkta bulunmaktaydı. İnsanın bilgi edinmesi yeni bir şey yaratması değil, sadece zaten bir bilgiye göre yaratılmış olanı keşfetmesidir. İşte bu yüzden ister ilahi ister edinilmiş ister zorunlu isterse de istidlali olsun bilginin tek bir kaynağı vardır o da ‘el-Alim’ ve ‘el-Habir’ olan Yüce Allah’tır.
İşte geldiğimiz bu sonuç, insan tasavvurunun en temel ve en değişmez “asıl” değeri olmak zorundadır. Her ne yolla gelmiş olursa olsunlar “bilgi” denen şeylerin tamamı bu temel değerin altındadır ve temel değerin altında olan hiçbir şey o asıl değerle çelişmemelidir.
Şurası tartışılmaz bir hakikattir: İnsan türü mutlak manada yokken bir bilgi üretemez. İnsan türünün yokken üretebileceği tek bilgi yalandır.