Kendi Benligini Insa Etmek

KENDİ BENLİĞİNİ İNŞA ETMEK

“Yahudiler ‘gerçeğe yalan, yalana doğru’ diyerek gerçeği tahrif etmişlerdir.”

Bu cümlemdeki “Yahudiler” ifadesi bileniyle bilmeyeniyle, âlimiyle cahiliyle, haberlisiyle habersiziyle, sıradanıyla yönlendireniyle tüm Yahudileri kapsayan bir ifadedir. Fakat siz de takdir edersiniz ki nasıl ki “Müslümanlık” diye bir dinin ortaya çıkmasında ‘Müslüman’ tanımına giren herkes aynı oranda sorumlu değilse “Yahudilik” diye bir dinin ortaya çıkmasında da tüm Yahudiler aynı oranda sorumlu değildir. “Yahudilik” diye bir dini ortaya çıkaranlar ve hakikati sahte, sahteyi hakikat olarak gösterip bunu bir “doktrin” haline getirenler Yahudilerin tamamı değil sadece küçük bir kısmıdır. Diğerleri ise aslında “mağdur” olanlardır. Aynı akıl yürütmeyi devam ettirerek “cami dini” dediğinizde camideki insanların cami dinini ortaya çıkaranlar olması gerekmektedir. Oysa camidekiler de aslında “mağdur” olanlardır çünkü onların hiçbiri “Müslümanlık” dininin mucidi değillerdir.

“Halk veya cami dini”ne mensup olanlar günümüzde hâkim olan müktesebat dininin temsilcileri olamazlar, onlar da bir şekilde bu sahte dine maruz kalmış kişilerdir.

Sakın yanlış anlaşılmasın, ben kimseyi sütten çıkmış ak kaşık olarak göstermeye çabalamıyorum, sadece bakış açılarımızın “mağduru sanık sandalyesine oturtmak” şeklinde olmaması gerektiğini söylemeye çabalıyorum. Cami dinine mensup olan sıradan insanların Yüce Allah’ın katında verecekleri hesap “paylarına düşen kadar”dır.

Cami dini temsilcileri ve mağdurlar

Neyi neden yaşadığını bile bilmekten aciz olan insanların sanki bu sistemi kurmuşlar gibi bir konuma oturtulması doğru olmasa gerektir.

“Cami dini”nin temsilcileri: Bir zamanlar “Kur’an yeter!” dedikleri için bizim peşine takıldıklarımızdır.

“Cami dini”nin temsilcileri: Yüce Allah’ın ‘tevhidi temel alan dini’ ile ‘şirk dini’ni kardeş kardeş geçinebilen iki şey gibi göstermek için gecesini gündüzüne katan Diyanet teşkilatının kafa adamları yani diyanet sisteminin kurucu babalarıdır.

“Cami dini”nin temsilcileri: Tefsirlerini, meallerini, kitaplarını elimizden düşürmediğimiz, konferanslarına gidip konuşmalarını dinlediğimiz, TV programlarını seyrettiğimiz çağdaş veya geçmişteki ulema, akademisyen, fıkıhçı, kelamcı, filozof veya AYDIN geçinenlerdir.

Kendisini camiye getiren sebepleri ve toplumsal örgüyü bile bilmeyen sıradan insanlar ise işte bu dine maruz kalan MAĞDURLARDIR.

Bütün bilimsel, ilmi, felsefi, ideolojik açılımlardan bağımsız olarak meseleye yaklaştığımda ben, benden başka kimseyi bağlamayan şu düşüncenin kendim için daha doğru olduğuna ikna olmuş durumdayım:

Ben “Ramazan Demir” olarak cami cemaatine fikri ve ilmi olarak güç yetirebilen biriyim yani kaba bir deyimle bilgilerimle onları evire çevire döverim. Fakat bizzat kendisi mağdur olan ve daha da acısı “mağdur” olduğunun bile farkında olmayan insanlara güç yetirmeyi kendime yediremiyorum. Aklım -ki ideal bir akıl olduğunu asla iddia etmiyorum- bana, karşımda benden kat be kat güçsüz varken ona yumruk atma sebeplerini değil atmama sebeplerini temel almamı söylüyor çünkü onların eylem, söylem ve inançlarında bir KASIT göremiyorum.

Mağdurlara yaklaşım ve sorumluluk

Şunu da demiyorum, “Bu insanlar tamamen günahsızdır, bu yüzden öpüp başımıza koyalım.”

Sadece diyorum ki “Mağdur, mağdur olduğunu bilmese bile mağdurdur.” Mağdur olduklarını bilmemeleri bu insanları mağdur olmaktan çıkarıp sanık sandalyesine oturtmaz, oturtamaz, oturtmamalı.

Söylediğim “YAHUDİLER” ifadesine gelince: Eğer ben Yahudiler içinde yaşasaydım aynı bakış açısını orada da geliştirir, asıl suçlularla mağdurların arasını ayırırdım. Zamana ve mekâna mukayyet bir varlık olarak ben de sözümü içinde bulunduğum mekânı ve zamanı temel alarak söyledim.

Yahudilerin tamamının elime esir düştüğünü farz ettiğimde eğer benim davranışım ve adalet anlayışım hahamla sıradan bir Yahudi’yi, KOHEN ile sıradan bir Samiri Yahudi’sini aynı kefeye koymamı söylüyorsa zaten adalet diye bir şey kalmamış demektir. Ben bulunduğum mekândan kendilerini aynı kimlikle ifade eden bir topluluğa bakıyorum. Bu bakış açımda YARGI dağıtmıyorum. Sadece meseleleri anlamak için, taksim ve tarif yapıyorum.

Herhangi bir mesele hakkında konuşurken ne daha önce söylediğim tüm sözleri o an aklıma getirebilirim ne de aklıma getirsem bile bunları ifade edebilirim.

İfademdeki kelimeleri daha önce söylediğim başka bir şeyle birleştirerek kastetmediğim anlamlara ulaşılmasına engel olamam. İsteyen istediği gibi istediği cümlemi veya kelimemi istediği başka cümlelerimle veya kelimelerimle birleştirebilir ve bir anlama ulaşabilir ama bu işlemini “benim yargım” gibi sunamaz, bu haksızlık olur. Böyle yapılması muhatap aldığım kitleye karşı bende bir güvensizlik hissi doğurur. Kişinin kendisini güvende hissetmediği ve her an yanlış anlaşılma veya karşısındakilerin sözlerini kendi anlayışlarına göre kesip biçip birleştirdikten sonra ona mal etmesi gibi bir ortamda söz söylenmesi herkes açısından güvensiz bir ortamdır.

Bunun yanında binlerce kere anlattıklarıma “Benim Kur’an’dan anladıklarımdır.” diyen bir kişiyi dinlemek dinleyene bir sorumluluk yükler. Bu demektir ki böyle diyen birini dinleyen kişi dinlediği kişinin sözlerinden “kendi yargısını” oluşturacaktır. Bu demektir ki bu kişi herkesin sahip çıkması ve öyle olması gereken bir aklı dikte etmiyor. Böyle diyen kişi, “herkesin kendi aklına sahip çıkması gerektiğini” söylüyor demektir. “Bunlar benim Kur’an’dan anladıklarımdır.” diyen bir kişiyi artık taklit edemezsiniz, onun söylediği hiçbir şeyi ölçü olarak alamazsınız demektir. Bu kişinin söyledikleri sadece sizin kendi yargılarınızı oluştururken, sizin kendi aklınızı inşa ederken kullanacağınız TECRÜBİYAT olur, hepsi o kadar çünkü “Ben sadece Kur’an’dan anladıklarımı anlatıyorum.” demek, “Ben bir akıl havuzu oluşturuyorum, her akıl gelsin bu havuzda biriksin.” demek değil, “Her akıl sadece kendisinin girip yıkanacağı ve en yakını bile olsa kimsenin giremeyeceği kendi akıl havuzunu oluştursun.” demektir. “Herkes kendi aklına sahip çıksın ve herkes kendi aklının arkasında durup bedelini ödesin.” demektir.

“Ben sadece Kur’an’dan anladıklarımı anlatıyorum.” demek “Hiç kimse benim aklımla KENDİ OLMAZ, OLAMAZ!” demektir. “Herkes kendi olmak zorundadır zira ahirette herkes sadece kendi aklının hesabını verecek.” demektir.

Tarihteki siyasi, itikâdi ve fıkhi mezhepler, cemaatler, tarikatlar, toplumlar, devletler, partiler, klikler hep akılları bir havuza toplamış ve o havuzda biriken akılların enerjisini somurarak varlıklarını devam ettirmişlerdir.

Hanefi havuzunda bir damla olununca artık sorumluluk ve “ben bilinci”nden bahsedilemez.

Eşari havuzunda bir damla olununca artık kendi hesabını kendisi veren bir akıldan bahsedilemez.

Şii veya Sünni havuzunda bir damla olununca artık kişilikten, şahsiyetten, düşünceden bahsedilemez.

Kur’an tüm anlayışlardan bağımsız olarak Kur’an’dır. Hiçbir anlama biçimi veya söylem asla Kur’an’ın kendisi olamaz.

İşte “Ben sadece Kur’an’dan anladıklarımı anlatıyorum.” demek, “bu hakikat bilinsin” diye sarf edilmiş bir sözdür.

Bireysel akıl ve mezhep eleştirisi

Kur’an, Yüce Allah’ı referans alarak varlığa anlam yükleyen, Allah dikkate alınmadan bir anlamın olamayacağını temel alan “akıl” inşa etmek için gönderilmiş bir kitaptır. Fakat Kur’an ile %100 uyumlu olsa bile hiçbir akıl veya akılların anladığı anlam asla Kur’an’ın kendisi değildir.

Kur’an ile %100 uyumlu olan bir aklı kendinde inşa etmiş biri eşittir Kur’an, değildir. Böyle olan biri “kılavuzuna uymada başarı göstermiş biri”dir hepsi bu.

Hiçbir başarı bir başkası tarafından tekrarlanamaz. Her başarı kendi içinde orijinaldir, benzersizdir.

Bir başkasının başarısı üzerine akıl inşa edilemez, çünkü her akıl sahibiyle özdeştir ve her bir kişi tekrarsız bir orijinalliğe sahiptir.

İşte asıl olan şey de budur. Herkes kendi orijinalliği temelinde kendi benliğini kendisi inşa edecektir.

Kavramlar: