Başlıklar
KENDİME: KUR’ANDAN BAŞKA TUTUNACAK İPİM YOK!
Şu bir gerçek ki ben beni sevenlerin de sevmeyenlerin de beklentilerini karşılayacak kapasitede biri değilim. Sert tavrımı, uzlaşmacı olmayan keskin söylemlerimi, ayarsız olan ses tonumu görmezden gelsek bile konuyu uzatıyor olmam, asıl konuya bir türlü gelememem, asıl konuyu ikinci plâna iterek eleştirel söylemlerimden vazgeçememem, duygusal tepkiler vermem, bir konunun delillerini sakince ve tane tane aktaramamam görmezden gelinecek gibi değil. Konuşmalarımda zamanımın çoğunu bir şeyin NE OLMADIĞINI açıklamaya ayırıyor olmam o şeyin ne olduğunu öğrenmek için bekleyen insanları yormakta. Bu konuda ben kendi kendimden şikâyetçiyim. Ben bile benden yoruluyorum.
İnsanın eylemleri, sözleri, cümle kurma biçimleri, tavırları, mimikleri, jestleri, ses tonu ile savunduğu şeylerin uyumlu olma zorunluluğu vardır. Ben, savunduğum dava ile uyumlu bir insan olmadığımı kabul edeli çok oldu. Evet, ben bu davanın savunuculuğunu yapamayacak kadar basit bir insanım. Yanlış anlaşılmasın; bunu kızarak, alınarak, küserek söylemiyorum. Aksine son derece sakin bir kafayla ve son derece soğukkanlı olarak söylüyorum.
Söylediğim şeylerin tatlı ve yumuşak sözler söylemeyle bir ilgisi yok. İnsan en sert sözü söylese bile seçtiği kelimeler, kelimelerle kurduğu cümleler, cümleleri söylerken kullandığı ses tonu, jestleri, mimikleri, kısaca her hâli; savunduğu şeyin seviyesine yakışır şekilde olmalıdır.
Sertliğimden şikâyet eden iyi niyetli kardeşlerimiz hep “FİRAVUN’A GİT VE ONA YUMUŞAK SÖZ SÖYLE.” olarak meâllendirilen âyeti hatırlatırlar. Arkadaşlarımızın niyetini anlamakla birlikte aslında o âyet arkadaşlarımızın bana tavsiye ettiği şeyi söylememektedir.
Yüce Allah Musa’ya “Firavun’a git, ‘tatlım, cicim, dostum’ şeklinde başlayan cümlelerle onu incitmeden, kalbini kırmadan, ona değer verdiğini göstererek söz söyle.” DE-ME-MEK-TEDİR.
Keşke dilindeki bağı çözülen, sadrı genişletilen Musa olsam ama değilim.
Keşke her yönüyle seviyesini de savunduğu davaya yakışır hâle getirmiş biri olsaydım ama değilim.
İman ve Kur’an’a Tutunma İtirafı
Ben de herkes gibi neyi beklediğini bilmeden bekleyenlerden, neyi bulacağını bilmeden arayanlardanım.
Sizinle benim durumumuzu anlatan bir âyet getirilecekse o âyet Medyen suyunun başındaki ağacın altında Musa’nın söylediği şu sözdür: “RABBİM, İNDİRECEĞİN HER HAYRA MUHTACIM.”
Allah biliyor ya her Kur’an okuyuşumu bu söze göre yapıyorum… Bir âyet okuyorum, bir kelimeye takılıyorum, âciz ve zavallı kalıyorum, tutunacak tek bir dal, takip edilecek tek bir iz, gidilecek tek bir yön bulamıyorum ve “RABBİM, İNDİRECEĞİN HER HAYRA MUHTACIM.” diyorum…
Çünkü gidecek başka yerim yok, çalacak başka kapım yok, tutunacak başka ipim yok!
Musa’nın kaçtığı Mısır bizim için, altında ezildiğimiz müktesebattır.
Nasıl ki Mısır’dan kaçan Musa koca dünyada sığınılacak tek bir yer bulamamışsa, nasıl ki Musa gözlerini göğe dikerek rabbinden “rahmet” dilenmişse biz de öyleyiz. Müktesebattan kaçmak bir şeydir ama KIZIYLA EVLENECEĞİMİZ MERHÂMETLİ VE ANLAYIŞLI BİR İHTİYARA DENK GELMEK DAHA BÜYÜK BİR ŞEYDİR.
Bilmediğimiz bir yerlerde bizim için de “ÜZÜLME, ZÂLİM KAVİMDEN KURTULDUN.” diyen bir ihtiyar mutlaka vardır.
Vardır var olmasına da Mısır’ı hâlâ içimizde taşıyoruz demek ki o ihtiyarı bulamadık.
Vallâhi ben de herkes gibi yapayalnız kaldığım dünyada evini açacak, sofrasına buyur edecek o ihtiyarı arıyorum.
8 değil, 10 değil 1000 yıl da sürse kalan ömrümü o ihtiyarın yanında geçirmeye râzıyım.
Müktesabâtı suçlarken can alıcı bir soruyu es geçiyoruz. Acaba bizden öncekiler hakîkî mânâda Kur’an’a gereken değeri vermiş olsalardı BİZ ŞU AN OLDUĞUMUZDAN FARKLI OLUR MUYDUK?
Yoksa biz de “SEN VE RABBİN GİDİN SAVAŞIN, BİZ BURADA OTURUYORUZ.” diyenler gibi mi olurduk?
Yoksa biz de “MISIR’I TERK EDİP PEŞİME TAKILIN, SİZİ ÇÖLE GÖTÜRECEĞİM.” diyen Musa’ya fal taşı gibi açılmış gözlerle bakarak “SEN AKLINI MI KAÇIRDIN!” derdik?
Bir an, bugün şimdi şu an Musa’nın elindeki asâsı ile İstanbul Boğazı’nın kenarında durduğunu ve “BEN ALLAH’IN RESÛLÜYÜM, TÜRKİYE’Yİ TERK EDİP PEŞİME TAKILIN, SİZİ İNSANLIĞIN TOPLANMA MERKEZİNE GÖTÜRECEĞİM. BU, ALLAH’IN EMRİDİR.” diyen Musa’yı hayal edelim.
Zorluklarla Mücadele ve Dayanma
Acaba, “Hoppala. Musa, anladık sen Allah resûlüsün, biz de buna imân ettik, Allah bize ‘Bin bir zahmetle kurduğunuz her şeyi, tüm değerleri bırakın gelin.’ der mi?” demez miyiz?
“Arabanızdan vazgeçin.” dediğinde biz de önce “SEN DALGA MI GEÇİYORSUN?” demez miyiz? Ardından “Hangi marka arabadan vazgeçin diyor? Mercedes kullananlar vazgeçsin ama Fiat kullananlar niye vazgeçsin ki, o lüks değil bir ihtiyaç.” demez miyiz?
Biz de sahip olduklarımızdan vazgeçmemek için bin dereden su getirmez miyiz?
Şu anda sahip olduğumuz imân bize evlerimizi, barkımızı, hayatımızı, değer yargılarımızı, çocuklarımızın iyi bir geleceğe sahip olması için gönderdiğimiz okulları terk etmemizi söylemediği için “MÜMİNİZ” diyoruz… Yoksa bir Musa çıksa “Bırakın bunların hepsini; çöle, kuru fasulye ve pilavın bile olmadığı kumların arasına gidiyoruz.” dese ne kadar MÜMİN kalırız acaba?
Acaba biz de İsrailoğulları’nın özlediği MERCİMEK ÇORBASINI, ÇOBAN SALATASINI, FIRINDAN YENİ ÇIKMIŞ SICAK EKMEĞİ ÖZLEMEYECEK MİYİZ?
Musa bekleyenler Musa gelince ilk ayak diretenler oldular. İsa bekleyenler İsa geldiğinde ilk karşı çıkanlar oldular. Muhammed bekleyenler Muhammed geldiğinde ilk savaşanlar oldular.
Çünkü gelen resûller bekleyenlerin beklentilerine cevap vermedi tam tersi onlara O BEKLENTİLERDEN VAZGEÇMELERİNİ SÖYLEDİLER.
İnsan NEDEN RESÛL BEKLER?
İnanın bu soru “İNSAN NEDEN KUR’AN OKUR?” sorusunun tıpkısının aynısıdır.
MAZLUM kişi ZÂLİM OLMAK, KİMSENİN UMURSAMADIĞI FAKİR kişi KİMSEYİ UMURSAMAYAN ZENGİN OLMAK, EZİM EZİM EZİLEN GARİBAN kişi EZİM EZİM EZEN OLMAK için mi resûl bekler? (Kur’an okur?)
Nereye gideceğini, hangi dala tutunacağını şaşırmış olanlar başkaları için tutunacak dal olmak için mi Kur’an okur?
Değersizler değerli olsunlar diye mi, alttakiler üste çıksın diye mi? Herkesin karnı doysun diye mi? Neden, neden Kur’an okuruz? Bize ne yetmiyor? Biz Kur’an’da neyi bulacağımızı zannediyoruz?
Terk edemediğimiz o kadar çok MISIR var ki? Bunlar ne zaman hayatımızın vazgeçilmezleri oldular, biz bile bilmiyoruz.
Resûl’ün de Kur’an’ın da görevi aynıdır, kılavuzluktur ancak her insan kendi bakış açısına paralel bir kılavuzluğu kabul eder…
Toplumsal Eleştiri ve Bilinçlenme Çağrısı
Benzetme ne kadar doğru olur bilmiyorum ama benim için Kur’an, Musa’nın beklemediği bir anda karşısına çıkan o ihtiyar gibidir.
Nasıl ki o ihtiyar “8-10 sene benim için çalış, kızımı sana vereyim.” demişse Kur’an da aynısını diyor sanki… “8-10 sene çalış, sana seni vereyim.” diyor sanki…
Biz de tıpkı Musa gibi aslında kendimizi arıyoruz. Kaçtığımız Mısır bizi bizden aldı, annemize “Anne!” diyerek sarılamadık, “Ben Esbat’ın soyuyum!” diyerek kutlu bir mirâsı devralmadık, firavunların kapısında onların dostu mu düşmanı mı olduğumuzu bilemeden bu günlere geldik. Sonunda o müktesebattan kaçtık. Nasıl ki Mısır’dan çıkan Musa KAYBOLMUŞSA biz de öyle kaybolmuşuz. Biz de o Medyen suyunun kenarında “RABBİM, SENDEN GELECEK HER HAYRA MUHTACIM.” diyoruz. İşte burada Kur’an giriyor devreye; şefkatli, merhâmetli, bilge bir ihtiyar gibi. Diyor ki “8-10 sene benim için çalış, çalış ki seni sana buldurayım.”
Geride bıraktığımız Mısır’a özlem duymuyoruz ama ne yapacağımızı da bilmiyoruz.
Kur’an bize, “Al eline asâyı, kaçtığın MISIR’A geri dön ve YÜZLEŞ!” diyor… Diyor ama yüzleşeceğimiz o Mısır’da senelerimiz geçti, her sokağında bir hâtıramız var. Yüzleşeceğimiz şey Firavun değil, firavunların kapısında gönüllü kölelik yaptığımız kendi geçmişimiz.
Gelen her âyet bir hâtıramızı yok ediyor ve yok ederken içimizi acıtıyor.
Asıl düşmanın Firavun değil de Firavun’u gönüllü olarak sırtlarında taşıyan BİZLER olduğunu görünce dehşet bir burukluk ve bir o kadar da nefret duyuyoruz… Hayır, o nefret Firavun’a değil KENDİMİZE.
Tarihimizin, geçmişimizin, bildiklerimizin, değer verdiklerimizin, sevdiklerimizin KOCA BİR YALAN olduğunu görüyoruz ve içimizde BU YALANA KANAN kendimizden NEFRET EDİYORUZ.
Nasıl ki Musa resûl olurken “Dilimde düğüm var, ben adam öldürdüm, bana değil başkasına ver.” diyerek ayak diremişse biz de ayak diriyoruz. Çünkü o emir Firavun’u yıkma emri değil, MUSA’NIN KENDİSİYLE YÜZLEŞME EMRİDİR.
Çünkü Musa Firavun’un kapısında gönüllü ve içten biri olarak, sâdık bir nefer olarak yıllarını geçirmiştir.
Kime kızıyorsun Musa? Neden bu kadar kızgınsın? Neden Harun’un sakalından çekiştirecek kadar, neden elindeki tabletleri yere çalacak kadar kızgınsın, Musa? Oysa Firavun boğuldu artık? Oysa Mısır yıkıldı artık? Neden hâlâ kızgınsın? Sakinleşsen olmaz mı?
Firavun ve ordusu boğuldu boğulmasına ama Musa, o Firavun’a hizmet ederek geçirdiği yıllarını nasıl unutsun? Musa Firavun’a kızgın değil, o KENDİNE KIZGIN.
Binlerce bebek ölürken kendi kurtarıcısının FİRAVUN olmasına kızgın.
Neden ben de o bebekler gibi öldürülmedim? Neden ben o bebekleri öldürenler tarafından kurtarıldım? Nehirde boğulup gitseydim bundan daha iyiydi… Musa Firavun’dan, KENDİSİNİ KURTARDIĞI İÇİN BİN KERE NEFRET EDİYOR.
Sabır, Şükür ve Sorumluluk Vurgusu
Annesinin kendisini hırsız gibi koklamasına sebep olduğu için milyon kere nefret ediyor. Annesine doya doya, hiç çekinmeden “ANNEM!” diyemediği için milyar kere nefret ediyor. Canı acıdığında annesi onu öpemediği için trilyon kere nefret ediyor… Küçük bir bebeği annesinin kucağından etmenin tüm ağırlığını kalbinin derinliklerinde taşıdığı için nefret ediyor.
Yanı başındaki annesine “Annem!” diye sarılamayan bir çocuk bu yükü nasıl taşısın?
Musa kızmasın da kim kızsın? 60 yaşına gelsek de başımızı koymak için canımızı vereceğimiz annemizin dizinden mahrum olmanın acısını hisseden Musa kızmasın da kim kızsın?
Resûller mekanik robotlar mıdır ki Musa, kendisini annesinden ayırdığı için Firavun’a hiçbir şey hissetmemiş olsun?
Yıllar sonra nehir kenarına gelen Musa, annesi tarafından nehre bırakılan sepetin içindeki kendisine hiç mi içi yanmamıştır?
Sepetin içinde, kendisine tepeden bakan Firavun’un “Tamam, öldürmeyeceğim.” demesinden hiç mi nefret etmemiştir? Bilmiyorum ama eminim ki Musa “Keşke ben de o zavallı bebekler gibi öldürülseydim de bu katil tarafından kurtarılan bir çocuk olmasaydım.” demiştir.
Musa belki de en fazla bundan nefret etmiştir.
Nil nehri kenarında kendi çocuğunu kendi elleriyle bilinmeze bırakan annesine hiç mi içi yanmamıştır?
Kimseye bir şey diyemem ama “Musa” denince benim aklıma ilk gelen, Firavun’un sarayına giden Musa olmuyor. Kimseye bir şey diyemem ama denizi yaran Musa beni cezbetmiyor… Ben Musa ismini duyunca birdenbire kendimi Nil’in kenarında buluyorum. Az ötemde bir kadın gözyaşları içinde ciğerpâresini bir sepet içinde Nil’e terk ediyor. Zavallı kadının dizlerinin bağı çözülüyor. O sepetin içinde bir bebekten daha fazlası var. Bir annenin ciğeri var. O sepetin içinde bir annenin gözyaşları var. O gözyaşları ki Nil’in suları kıskanıp kurusa yeridir.
Acaba yıllar sonra Mısır’a dönen Musa, annesinin kendisini Nil’e bıraktığı yere gelip hiç ağlamamış mıdır? Acaba resûl olarak girdiği sarayın koridorlarında hiçbir şey bilmeden oynayan bir çocuk olan hâlini hiç mi aklına getirmemiştir?
Azılı bir bebek katilinden başka bir şey olmayan bir düşmanı tarafından büyütülüp beslenmenin utancını hiç mi yaşamamıştır?
Âyet bize annesinin kendi ciğerpâresini nasıl Nil’e bıraktığını anlatıyor ama bu demek değildir ki bu olay kimsenin hiçbir şey hissetmediği MEKANİK bir olaydır.
Bir köpek yavrusunun annesinden ayrılmasına göz yaşı döken insanlık neden MUSA’nın annesine ağlamaz?
Nasıl olur da “ANNESİ, MUSA’YI SANDIĞA KOYUP NEHRE BIRAKTI.” cümlesi okunurken Musa’nın annesinin ciğeri görülmez?
Umut, Teslimiyet ve Gelecek Beklentisi
Allah aşkına, Musa’nın yüreği nasıl soğusun? Annesine “Anne!” demeden geçen o yılların acısını nasıl dindirsin? Kendi çocuğuna hırsız gibi sarılan annesini gözünde canlandıran Musa nasıl sakinleşsin?
İnsan değil miyiz? Musa’nın bu hâllerini göremez miyiz? Bunlar için de âyet mi lazım?
Kendi çocuğunu elleriyle Nil’e bırakan annenin acısını bilmek, görmek, anlamak, hissetmek için âyet mi lazım?
Hangi annenin yüreği kendi çocuğunu başkasının çocuğuymuş gibi emzirmeyi kaldırır? Hangi anne, kucağındaki çocuğun kendi çocuğu olduğu anlaşılmasın diye onu sevmezlik yapabilir?
Allah aşkına anneler; siz söyleyin, hangi annenin yüreği buna dayanır?
Allah aşkına; bu acıyı görmek için âyet mi lazım?
Musa kızmasın da kim kızsın?
Şuna eminim ki Kur’an’da anlatılan Musa kıssaları Anne Yüreğiyle okunsa Musa’nın annesinin yüreğinin büyüklüğü DENİZLERİN YARILMASINDAN DAHA GÖZ KAMAŞTIRICI GELİR.
Sırf evladı yaşasın diye ANNELİĞİNİ YÜREĞİNE GÖMMEYİ GÖZE ALMAK… Hem de evladı kucağındayken bunu yapmak… Aman yarabbi, bu ne kadar kocaman bir yürek!
BU KADININ ÇOCUĞU MUSA OLMAYACAK DA KİM MUSA OLACAK?
Bu kadının kanını taşıyan çocuk Musa olmayacak da daha kim Musa olacak?
İşte, o ağacın altında “Rabbim, göndereceğin her hayra muhtacım.” diyen Musa bu Musa’dır. Bu Musa her ne sebep olursa olsun bir daha Mısır’a dönmek ister mi? O Mısır ki ondan annesini çalmıştır, annesinin kucağında annesine hasret bırakmıştır, çocukluğunu çalmıştır, kökenini çalmıştır, ruhunu çalmıştır. Musa Mısır’a nasıl dönsün?
Her hâtırasında Firavun vardır. Çocukluğundaki akşam sofralarında kendisini dünyanın en iyi insanı olarak pazarlayan Firavun vardır. Ona “Şunu yapma, bunu yap.” diye öğüt veren Firavun’dur, yatağının kenarında Firavun gezmektedir. O kahrolası yatak Firavun’un sarayındadır işte!
Şehre Firavun’un sarayının penceresinden bakmıştır, Nil’e komşu olan Firavun’un sarayının bahçesinde yüzme öğrenmiştir, o bahçedeki ağaçlara çıkmıştır… O kahrolası sarayın her taşına, her tuğlasına Musa’nın Firavun’la olan bir hâtırası işlenmiştir. Kahrolası taşlar onun hâtıralarıyla doludur işte.
Musa o saraya bir daha nasıl girsin?
Hayal edip anlatması bile insanın kolunu kanadını kırıyor. Acaba yaşanması insana ne yapmaz?
Hayat sıradan insanların ruhunda izler bırakıyor. Seviyesi yüksek insanlar akıllarını, dillerini, tavırlarını, mimik ve jestlerini, anlama biçimlerini o izlerin etkisinden kurtarabiliyorlar. Benim gibi sıradan insanlar ise hayatın içinde bıraktığı izlerin acısıyla yaşıyorlar. Bu yüzden o acılardan birine basılınca tıpkı kuyruğuna basılmış kedi gibi ciyaklıyorlar. Bendeki de böyle bir şey işte.
“Kendinize haksızlık ediyorsunuz.” şeklindeki söylemlere yönelik şunu söyleyebilirim ki bu da “sıradan” olmamın en belirgin özelliğidir. Çünkü sıradan insanlar sıradan olmanın acısını her gün, her dakika içlerinde taşıdıkları için en fazla kendilerine karşı acımasız olurlar. Çünkü sıradanlıklarının kendilerinde başlayıp kendilerinde bittiğini bilirler. Ama bildikleri bu şey onları sıradan olmaktan öteye geçirmez. Çünkü yüksek seviye denen şeyin ne olduğunu bilmezler, bilemezler. Kendilerinde başlayıp kendilerinde biten o şeyi değiştiremedikleri için kendileriyle bir türlü barışmazlar. Böylelerini tek başlarına bir adaya koyun, her gün kendileriyle kavga ederler. Çünkü hep kendilerine kızarlar.