Kesin Gerceklik

KESİN GERÇEKLİK (1)

Yaşadığımız zaman dilimi, gerçek ile sanalın birbiriyle alabildiğine karıştığı bir zaman dilimidir. Gerçek olmayan diziler ve filmler günlük hayatımızın bir parçası olmuş durumda. Onları seyredip ağlıyor, öfkeleniyor, duygusallaşıyor, endişe ediyor, korkuyor, hüzünleniyor ve gülüyoruz. İnsana ait ne kadar duygu varsa gözümüzü kırpmadan baktığımız bir ekranın karşısında hiç yerimizden kalkmadan ve gerçek manada hiçbir şey yaşamadan hepsini tadıyoruz.

Sanal medya ve duygusal tükenme

Gerçek olan duygularımızı sanal bir gerçekliğin içinde o kadar tüketiyoruz ki gerçeğe ayıracak hiçbir duygumuz kalmıyor.

Bombalanan şehirleri, savaşın acımasızlığını minik bedenlerinde taşıyan çocukları, katliamları, zalimlerin zulmü altında ezilen mustazafları, yerle bir olmuş evleri, açlığı, fakirliği, sefaleti sanal ekranlardan seyrediyor, öfkeleniyor, kinleniyor, hüzünleniyor belki de ağlıyoruz ama ekran karşısından kalktığımızda seyrettiklerimize dair içimizde ya hiçbir şey kalmıyor ya da biraz derin vicdan sahibiysek ya bir gösteri yürüyüşüne katılıp slogan atıyoruz ya da yardım kuruluşlarına destek olsun diye küçük bir meblağ karşılığında SMS (kısa mesaj) atıyoruz.

Hayatımıza yön, şekil ve biçim veren parlamentoyu ve yasa yapıcı parlamenterleri gerçek hayatlarımıza neler yaptıklarını hiç hesaba katmadan ekranlardan seyrediyoruz. Olanlar bize bir televizyon şovunun kurgulanmış gerçek olmayan senaryosu gibi geliyor. Yapmacık ciddiyetleri ile bize ölümlerden, yangınlardan, savaşlardan haberler veren haber spikerlerini bir dizinin baş aktörünün replikleri gibi dinliyoruz.

Dizilerde rol icabı yetim kalan bir çocuğun acısını günlerce içimizde taşıyoruz da mesela Gazze’deki yetimlerin acısını ya hiç hissetmiyoruz ya da haberin etkisi geçene kadar hissediyoruz. Pek çoğu gerçek hayatlarında rol icabı canlandırdıkları karakterlerle taban tabana zıt ahlaka sahip aktörleri gerçek karakterleri ile değil rol icabı canlandırdıkları karakterlerle anıyor, seviyor, hatırlıyor ve sahipleniyoruz. Bu yüzden ateist olduğu halde rol icabı bir Müslümanı canlandıran karakter bize gayet normal geliyor. Bunun en çarpıcı örneği hemen her sene ramazan aylarında tekrar tekrar izlettirilen Çağrı isimli filmdir. Yüce Allah’ın hiçbir sınırını gözetmeyen, Allah resulü İsa’ya “Tanrının oğlu” payesi veren bir dine mensup olduğu için Allah resulü Muhammed’in risaletini inkâr eden bir artistin Müslümanların en değerlilerinden biri olan “Hz. Hamza” rolüne bürünmesi hiç kimseyi rahatsız etmedi. Bırakın rahatsız etmeyi, Allah resulüne iman ettiğini iddia eden yığınlarca Müslüman sırf “Hamza” rolüne büründü diye bu artisti baş tacı yaptı.

Televizyon dizilerinde Müslümanların tarihinin en önemli karakterleri, onların karakterlerine düşman olan ve hatta nefret eden kişiler tarafından canlandırılıp servis edildi ve ediliyor ama hiç kimse bundan rahatsız olmadı ve olmuyor çünkü öyle bir akıl yapısı oluşturuldu ki gerçekler bile sanal olmayınca ilgisini çekmiyor insanların. Tüm dünyada insanlar öyle bir hâle getirildi ki neredeyse gerçeklerle gerçek ilişkiler kuran hiç kimse kalmadı. 

Sadece bunlarda değil; dünya çapında örgütlenmiş bir ağa sahip haber kanalları, gerçekleri kendi filtrelerinden geçirerek insanlara ulaştırmakta. Manipüle edilmemiş salt manada gerçek bir habere ulaşmak neredeyse imkânsız hâle geldi, yalan haber sadece birkaç saatte dünya ekseninde birkaç tur atmakta.

Sanallık o kadar kanıksanmış ki “sanal gerçeklik” gibi bir sözden hiç kimse rahatsız olmamakta hatta bu yolla kurulan sanal bir dünyadan insanlar arsalar, evler, villalar, dükkanlar veya başka şeyler satın almakta (Metaverse). Oysa “sanal gerçeklik” ifadesi “gerçek olmayan gerçeklik” anlamına gelmektedir. Sanal gerçeklik sözüne daha anlaşılır basit bir tanım getirecek olursak en uygun tanım: “Yalanları ve kurguları gerçekmiş gibi sunmak” diyebiliriz. Evet, yaşadığımız çağ yalanların ve kurguların “gerçekmiş” gibi sunulduğu bir çağdır ve insan türü bu çağı pek sevmiştir.

Gerçeklik algısı ve teknolojik dönüşüm

Böylesi bir çağda gerçekler, gerçek haberler ile gerçeklere ve gerçek haberlere gerçek yaklaşım biçimleri göstermek pek çok insanın ilgisini çekmeyecektir fakat bir hakikate gerçek manada inanmak isteyen her insan için “gerçeğe ulaştıracak gerçek yöntemlere sahip olmak” olmazsa olmaz bir zorunluluktur.

Şu unutulmamalıdır ki kesin gerçekliği ispat edilmemiş her haber spekülasyon, yalan, aldatma ve manipülasyon aracı olmaktan kurtulamaz.

İşte tam burada karşımıza bir kavram çıkmaktadır; “sübutu kat’i”. Bu kavramı sözlük manaları üzerinden Türkçeye aktaracak olursak sanırız “kesin gerçeklik” tanımlaması uygun düşecektir yani bu ifade “sanal gerçeklik” ifadesiyle taban tabana zıt bir anlama sahiptir.

Takdir edilmelidir ki insan türünün sanal gerçekliği bu kadar tutkulu bir şekilde sahiplendiği ortamda kesin gerçekliğe ulaşmak için yöntemler önermek kolay olmayacaktır. Şunu da biliyor ve kabul ediyoruz ki kim hangi kesin gerçeği hangi şekilde sunarsa sunsun, bizzat bireylerin kendileri iç dünyalarında “kesin gerçekliğe” ulaşmak için bir istek duymuyorlarsa, akıllarında buna dair bir kararlılık oluşmuyorsa, herkes “kendi sanal gerçekliğimde mutlu mesut yaşıyorum” diyorsa hiçbir şey kâr etmeyecektir.

Evet, her şeyden önce bireylerin kesin gerçekliğe ulaşmak için iç dünyalarındaki her türlü kurgusal sanal gerçeklik sevgisini aşacak iradelerinin olması gerekmektedir. Her türlü “yalan dünya” türküsünden vazgeçip dünyayı gerçek olarak görmesi ve gerçek olana gerçek yaklaşım biçimleri geliştirmesi gerekmektedir çünkü dünya yalan değildir hakikatin ta kendisidir. Gökyüzüne serpiştirilmiş yıldızlar, dünyayı aydınlatan güneş, geceleyin parlayan ay, gökteki bulutlar, tane tane düşen yağmur, suyla buluşan toprağın kokusu, canlanıp yeşillenen bitkiler, bitkilerin buram buram yayılan kokusu, çiçekten çiçeğe konan arılar, başı dumanlı dağlar, dağlardan şarıl şarıl akan nehirler, dalgalı coşkun denizler, kuşlar, böcekler, merada otlayan koyunlar, annesine meleyen kuzular kısacası her neye bakıyorsak hepsi istisnasız gerçeğin ta kendisidir.

İnsan türü gerçek olmayan sanal bir hayat yaşamamaktadır; hayat gerçektir. Gerçek olmayan şey insanın dışında olanlar değil, insanın bu gerçekleri zihnine alış biçimindedir.

İnsan türü işte böylesine gerçek olan hakikatlerle gerçek olmayan ilişkiler kurmaktadır ve bunu da kendi dışındaki (dış dünyadaki) değiştirilmesi imkânsız hakikatleri kendi zihninde oluşturduğu kurgular eliyle başkalaştırarak iç dünyasına alıp orada yapmaktadır yani bir yalan varsa, bir kurgu varsa, bir sanallık varsa bu, insanın dış dünyasında değil iç dünyasındadır.

Kesin gerçekliğe içsel yolculuk

Bu yüzden herhangi biri eğer ki kesin gerçekliğe ulaşmak istiyorsa bu yolculuğu, bu arayışı dış dünyasında değil iç dünyasında yapmalıdır çünkü dış dünyada yalan, kurgu, sanallık, aldatmaca veya gerçekliği olmayan hiçbir şey yoktur yani dış dünya “kesin gerçekliktir.”

Bu temeli koyduktan sonra sözü konumuzun ana meselesi olan Kur’an’a getirecek olursak; “Kur’an’daki ‘salat’ bugün Müslümanların kıldığı beş vakit namaz değildir, bu şekilde kılınan namaz uydurmadır, çünkü bu şekiller Kur’an’da yoktur, Kur’an’da olmayan bir şey de İslam’dan değildir.” söylemi de dahil olmak üzere, Kur’an’a iman eden veya edecek insanların her şeyden önce Kur’an’ın kesin gerçekliğine ne şekilde ulaştıklarını temellendirmeleri gerekmektedir. Böylesi bir söylemi ellerine aldıkları mealler üzerinden dillendirenler içine düştükleri pespayeliği bir kenara bırakıp derhal Kur’an’ın kesin gerçekliğine ulaşmaları ve bu ulaşma yöntemlerini de aklın reddedemeyeceği yöntemlerle yapmaları gerekmektedir.

Şu soruların onların akıllarına getiremeyecek kadar ciddi sorular olduğunu biliyoruz fakat o söylemlerin rüzgarına kapılanların meselenin Kur’an’da geçen ‘salat’ kavramlarına kelime (sözlük) manaları tercih etmekten çok daha büyük taraflarının olduğunu görmeleri için mutlaka sorulması gereken sorulardır.

“Muhammed gerçekten yaşadı mı?”, “Allah gerçekten onu resul olarak gönderdi mi?”, “Muhammed gerçekten ‘Kur’an’ diye bir kitabı tebliğ etti mi?”, “Günümüzde laik devletlerin diyanet işleri başkanlıkları tarafından basılan Mushafların Muhammed’in insanlığa tebliğ ettiği kitabın tıpatıp aynısı olduğu kesin bir gerçek midir?”

Bu sorular işin belkemiğini oluşturan sorulardır çünkü “Muhammed” diye biri yaşamamışsa, Allah onu resul olarak göndermemişse, o ‘Kur’an’ diye bir kitabı tebliğ etmemişse, diyanet işleri başkanlıklarının basıp dağıttıkları Mushaflar Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’an’ın tıpatıp aynısı değilse tartışmanın, konuşmanın hatta Kur’an’ın bile bir önemi kalmamaktadır.

Bu sorular özellikle “Kur’an’daki ‘salat’ Müslümanların günde beş vakit kıldıkları namaz değildir, bu ritüeller uydurmadır.” diyenler tarafından herkesten daha fazla dikkate alınması gereken sorulardır çünkü onlar böylesi bir söylemi dillendirmekle kendilerini şöyle bir duruma düşürmüş olmaktadırlar:

Tevatüren sabittir ki Muhammed (a.s) ve beraberindekiler günde beş vakit namaz kılmışlardır ve bu onlardan sonra kesintisiz bir şekilde günümüze kadar gelmiştir. Şimdi “Kur’an’daki ‘salat’ günde beş vakit kılınan namaz değildir.” diyenler, Muhammed (a.s) sonrasından günümüze kadar gelen insanların bir yalanı, bir uydurmayı kesintisiz bir şekilde devam ettirdiklerini söylemektedirler. Eğer bu kadar çok insan bu kadar büyük bir yalan üzerinde bu kadar geniş bir uzlaşı sağlamışsa pekâlâ hiç yaşamamış, hiç resul olmamış, hiç ‘Kur’an’ diye bir kitap tebliğ etmemiş ve tamamen uydurulmuş bir resul Muhammed yalanına da inanmış olmaları ve inandıkları bu yalanı kesintisiz bir şekilde sürdürdükleri de mümkün hâle gelmektedir. 

Kur’an metni ve otorite tartışmaları

İnansın veya inanmasın yeryüzündeki hiç kimse Kur’an’ı da İslam’ı da Muhammed resulü de kitaplardan öğrenmedi. Hem inananlar hem de inanmayanlar bu bilgiyi/haberi yaygın bir şekilde önlerinde hazır buldular. Bu bilgi/haber bir raviden başka bir raviye aktarılan rivayetler şeklinde de gelmedi. Bu bilgi arkeologlar tarafından toprak altından da çıkarılmadı. Bu bilgi önü alınamaz bir şekilde hayatın doğal akışı içinde ve en önemlisi hiçbir ravi zincirine muhtaç olmadan kendiliğinden geldi.

Az önce şu soruları sormuştuk: “Muhammed gerçekten yaşadı mı?”, “Allah gerçekten onu resul olarak gönderdi mi?”, “Muhammed gerçekten ‘Kur’an’ diye bir kitabı tebliğ etti mi?”, “Günümüzde laik devletlerin diyanet işleri başkanlıkları tarafından basılan Mushafların Muhammed’in insanlığa tebliğ ettiği kitabın tıpatıp aynısı olduğu kesin bir gerçek midir?”.

Bu soruları cevaplamak için geçmişe gidip kendi duyularımızla olayları ve olguları müşahede etme imkânına sahip değiliz. Elimizde Muhammed (a.s)’ın tüm hayatını hatta yaşayıp yaşamadığını ispat edecek video görüntüleri de yoktur. Yakınımızda, yöremizde Muhammed’in doğduğu, yaşadığı ve öldüğü zamanlarda hayatta olup her şeye kendi duyularıyla şahit olan, gidip kendisine sorabileceğimiz birileri de yoktur. Elimizde sadece ve sadece haberler vardır…

(Devam edecek)

Kavramlar: