Kitabi Varlik Ve Ogretisi

KİTABİ VARLIK ve ÖĞRETİSİ

HERHANGİ BİR YASANIN, KAVRAMIN, TANIMIN, SİSTEMATİK DÜŞÜNME YÖNTEMİNİN VEYA SİSTEMATİK İNANCIN YAZILI HÂLE GELMESİ ONLARA SADECE ‘MEŞRULUK’ KAZANDIRMAZ AYNI ZAMANDA ONLARI OLUŞTURAN TÜM OLUŞUM VE AKIL YÜRÜTME SÜREÇLERİNİN ‘ULAŞILABİLİR’ OLMASINI DA SAĞLAR.

Bir yasayı veya bir inancı tüm süreçlerine ulaşılabilecek şekilde yaygınlaştırmanın tek yolu onun yazılı olmasıdır.

Kitabi Varlık Kavramı ve Önemi

İnansın veya inanmasın tüm insanlığın “iyi, doğru, yanlış, kötü, güzel, çirkin vs..” gibi kavramlar hakkında bu kadar yaygın bir şekilde konuşması Yüce Allah’ın en başından beri insanla yazı üzerinden iletişim kurması sebebiyledir çünkü yazı karakterli iletişim sadece sonuçları vermez aynı zamanda o sonuçların süreçlerini de bünyesinde barındırır ve yazılı olduğu için bu eşit bir şekilde herkesin ulaşımına açıktır. “SÖZ UÇAR, YAZI KALIR.” diyen ne kadar da büyük bir söz söylemiş…

Hatırlanacağı üzere, derslerin birinde, ulemanın, varlık türlerinin tasnifinin “zihni varlık, lafzi varlık, harici (hakiki) varlık” şeklinde olduğunu belirtmiş ve bunun eksik olduğunu, bunlara bir de “KİTABİ VARLIK” kategorisinin eklenmesi gerektiğini belirtmiştik. Meseleye ‘varlığın sürdürülebilirliği’ açısından baktığımızda zihin ölünce zihindeki varlık da onunla birlikte ölür, diller susunca lafzi varlık da yok olur; fakat zihinler ölse, diller sussa bile hatta yaratılmış tüm akıllı varlıklar ölse bile “kitabi varlık” var olmaya devam eder.

“Kitabi varlık” kategorisi “hakiki varlık” kategorisinden sonra en güçlü varlık kategorisidir çünkü artık o da bir ‘varlık’ olarak vardır yani bizzat kitabın kendisi artık ‘hakiki bir varlık’tır.

‘Kur’an’ ve ‘kitab’ ayrımı yapmış ve “Kur’an’ın bir nesne tarafından temsil edilmesi zorunlu değildir ama yazının bir nesne tarafından temsil edilmesi zorunludur.” demiştik; ilaveten “Kur’an’ın yazıya ihtiyacı yoktur ama yazının Kur’an’a mutlak manada ihtiyacı vardır.” demiştik fakat şu da var ki eğer bir inanç veya sistematik bir öğrenme biçimi eşit bir şekilde tüm akıllı varlıkların erişimine açılmak isteniyorsa bunun tek yolu vardır: YAZI.

Daha önceki derslerimizde fiil anlamı “okumak” olan ve bu kökten ‘masdar-ı cali’ olarak türetilen ‘EL-KUR’AN’ kelimesinin Türkçe karşılığının “okuntu” şeklinde olması gerektiğini, Türkçenin kelimeyi birebir karşılamaması yüzünden anlamın “ÖĞRETİ” şeklinde çevrilmesi gerektiğini belirtmiştik fakat “öğreti” kelimesinin sınırları çizilmemiş bir anlamı olduğunu, ‘öğreti’ denilen şeyin kendisini çok değişik şekillerde gösterebileceğini bu yüzden kelimenin kökünü de dikkate alarak anlamın kavramsal olarak ; “okuma yoluyla öğrenilen ve öğretilen öğreti” şeklinde olması gerektiğini belirtmiştik.

Kur’an, Yüce Allah tarafından bağışlanmış VEHBİ bir bilgidir fakat insanın ondaki bilgileri elde etmesi ancak ve ancak bir sürece bağımlı olan çaba sarf etmesi ile mümkündür.

Kur’an’ı suda ıslattıktan sonra o suyu içerek anlayamayız. ‘Öğreti’nin ancak bir süreçle öğrenilmesi mümkündür.

Öğretinin öğrenilmesi nasıl ki takip edilebilir bir süreci gerekli hâle getiriyorsa ve bu da ancak ve ancak ‘yazı’ ile mümkünse o yazının sadece öğrenme süreçlerini değil, aynı zamanda bizzat yazıyı ortaya çıkaran süreçleri de bünyesinde barındırması gerekmektedir -ki hiçbir yazı bundan bağımsız değildir yani ‘yazı’ salt manada muhataplarının öğrenme süreçlerini değil aynı zamanda yazının sahibinin yazıyı ortaya çıkarma süreçlerini de barındırır ve bundan da önemlisi onu eşit bir şekilde erişime açık hâle getirir.

FAKAT bu dediğimiz şey, mutlak manada ortaya çıkan yazının MÜSVEDDESİ olmaması durumunda geçerlidir.

İnsan Yapımı Kitaplar ve Müsvedde Sorunu

Bunu bir örnekle açık hâle getirmeye çalışalım: Bugün, kaynağı insan olan tüm kitapların sadece son halleri elimizdedir. Bu ne demektir? İnsan kaynaklı kitaplar oluşurken başlangıcından telifine kadar fikirler, fikirleri ifade eden cümleler sürekli değişmektedir. Bu kitaplar insanlara arz edildiklerinde son haline gelmeden önceki süreçler yazının içine yansıtılmamaktadır. Mesela, Victor Hugo’nun yayınlanmış herhangi bir kitabının, fikir aşamasından yazma aşamasına, müsvedde aşamasından yayınlanma aşamasına kadar geçen zamandaki değişiklikler kitabın son halinin içinden ulaşılabilecek şeyler değildir çünkü bu süreç “müsvedde” sürecidir.

Dahası, tüm bu süreçler geçildikten sonra kitabın “olgunlaştığına” ve “insanların erişimine” açılacağına karar veren bizzat yazarın kendisidir ve bir yazar ne kadar usta, bilge, âlim olursa olsun önünde sonunda insandır. İnsan olması hasebiyle zamana ve mekâna mukayyettir. Olgunlaştığına inandığı fikri kendi zamanının ve mekânının şartlarına müptelâdır bu yüzden insan elinden çıkmış kitapların hiçbirinde kitabın fikir aşamasından kitap aşamasına gelene kadarki süreçler ya yoktur ya eksiktir ya da tamamen yanlıştır.

Peki ya Kur’an? Bahsettiğimiz şeylerin Kur’an için de geçerli olması mümkün değildir çünkü Kur’an zamana ve mekâna mukayyet bir yazarın eseri değildir. Kur’an, Yüce Allah’ın mutlak ilminin eseridir bu yüzden Kur’an’ın “fikir” süreci yoktur.

Yüce Allah’ın ilminin eseri ve bu ilmin de mutlak olmasından dolayı Kur’an’ın “müsveddesi” yoktur. Onda ham başlayıp çalışarak ve öğrenilerek olgunlaştırılan bir FİKİR de yoktur. İşte bu yüzden Kur’an’ın son hâli (yani kitap hâli) ile ilk hâli arasında hiçbir değişiklik de yoktur.

Tüm bunlar Kur’an’ın kitap halinden başlayıp ta ilk çıkış ânına kadar olan süreçlerin gerçekçi bir şekilde yazıdan elde edilebileceği anlamına gelmektedir.

Birçok dersimizde bir sözü söyleyenin ile bir sözü duyanın sözün kökenine doğru yolculuğunun tam ters istikamette olduğunu söylemiştik. Sözü söyleyen önce anlamı oluşturur sonra sözü söyler. Bu yüzden söz söyleyen anlamdan söze doğru bir istikamet izler fakat sözü duyan sözün son halinden yani lafız halinden başlayarak anlama doğru giden bir istikamet izler.

Eğer sözü söyleyen bir insan ise onun hem anlamla hem de de sözle zamanı ve mekânı aşan bir ilişkisi olmaz, olamaz çünkü insan mukayyet bir varlıktır ama sözün sahibi zamana ve mekâna mukayyet olmayan Yüce Allah ise bu durumda sözün zamana ve mekâna mukayyet olması mümkün olmaz, olamaz.

İşte bu durumda sözün kaynağından çıkıp son haline yani insan türüne arz olunana kadar geçen tüm süreçler hiçbir zaman ve mekân kısıtlaması olmadan eşit bir şekilde tüm insan türüne açık olduğu gibi bir sonuç zorunlu olarak çıkar. Bu açıdan bakıldığında ‘Kitap’ ve ‘Kur’an’ ayrımı daha da önem kazanır.

Tam burada kitabın yani yazının insana arz edilmesi ve insan türünün ulaşabildiği bir dilin zaruriliği gündeme gelir. Bunun gündeme gelmesi özellikle “diller/lisanlar” hususundaki devasa bir yanlışın düzeltilmesini gerekli kılar.

Yazının Erişilebilirliği ve Dillerin Rolü

O yanlış şudur: İnsanlık tarihinde dillerin kökeninin “ilahi bağış” olduğunu söyleyenler bile tıpkı insan gibi dillerin de zamana ve mekâna mukayyet olduğunu ileri sürerler. Bu görüş insanlık tarihinin en büyük yanılgılarından biridir çünkü DİLLER ZAMANA VE MEKÂNA MUKAYYET değillerdir, tam tersi zaman ve mekân dillere mukayyettir.

Bir yanlış anlamanın önünü almak için peşinen söyleyelim, dillerin zamana ve mekâna mukayyet olmadıkları “mutlak” manada değildir. Aslında bunun yerine “Diller; zamanlar ve mekânlar üstüdür.” deseydik galiba daha doğru bir cümle kurmuş olurduk fakat burada da şu ayrımı yapalım ki mesele daha net açığa çıksın; dillerin kendisi zamanlar ve mekânlar üstüdür ama insan türünün o dillerle ürettikleri zamanlar ve mekânlar üstü değildir.

Genelde dil ve insan özdeşleştirildiği için sanki dili etkin kılan insanmış gibi algılanmaktadır oysa insan dili değil, dil insanı etkinleştirir yani dilin imkânları insanla sınırlı değildir ama insanın imkânları dillerle sınırlıdır.

Kitap haline getirilerek insana arz edilen Kur’an da lisanlar da Yüce Allah’ın bağışıdır. “İnsan açısından hangisi daha büyük bir bağıştır?” diye bir soru sorulsa kuşkusuz ki verilecek cevap “DİLLER” olmalıdır çünkü lisanı olmayan birine ne bilgi ne de öğreti gereklidir.

Tam burada bizim şu söylemimiz de değer kazanmaktadır: “Kur’an; insanı insan yapmaya gelmemiştir. Kur’an; insanın insan kalması ve insan oluşunu sürdürmesi için gelmiştir.”

İnsanı insan yapan bağışlanmış bilgi Kur’an değil, lisanlardır. Bu da iki bağışlanmış bilginin karakteristik özelliklerinin aslında birbirini tamamlar şekilde olduğunu gösterir. Tikel istisnaları saymazsak bir anneden doğan her insan evladı bir dile “maruz” kalır. Dilin fiziksel durumundan bağımsız olarak; doğan her insan hangi dile maruz kalırsa kalsın insani kapasitesini açığa çıkarmak zorunda kalmaktadır yani bir dile maruz kalan herhangi birinin “Ben insan olmayacağım.” deme şansı yoktur yani diller geri dönülemez bir şekilde insanı insan yapmaktadır.

Ne kadar ilkel olursa olsun (ki bizce ilkel dil yoktur; kelime sayısına, gramer yapısına bakmadan her dil insan aklının alamayacağı kadar gelişmiştir) hem ontolojik hem de epistemolojik temel insani değerlerin tamamı dillerin içine gömülü halde bulunmaktadır. Nesnel karşılıkları insandan insana farklılık gösterse bile tüm dillerde “iyi, güzel, doğru, yanlış, kötü, çirkin vs.” gibi kavramlar mutlaka bulunmaktadır. Yine tüm dillerde en bilgisiz insana bile genel bir bakış açısı verdirecek ontolojik kavramlar da bulunmaktadır: “Hayat, ölüm, üzüntü, keder, fayda, zarar” gibi yani her dilde insanın insan olmasını sağlayan yeteri kadar bilgi o dile gömülü olarak bulunmaktadır. Hangi dili konuşursa konuşsun bir insan kendi konuştuğu dil ile kendisinin hayvanlardan ve bitkilerden farklı bir varlık olduğunu kesinlikle anlar ve bilir fakat hiçbir dilde insanın insan kalmasını ve insanlığını sürdürmesini sağlayan değerler gömülü olarak bulunmaz, bulunamaz. İnsan türü bu değerleri kendisinin oluşturabileceğini düşünebilir, nitekim düşünmüştür ve oluşturmak için tarih boyunca da çabalamıştır.

Bir adım geriden gelerek meseleye açıklık getirelim: Az önce bir anneden doğan her insanın “dile” maruz kaldığını, maruz kaldığı bu dilinde ona onu insan yapan özellikleri kazandırdığını söylemiştik. İnsanın maruz kaldığı bu durum insanın bir tercihi değildir yani insan “insan” olmaya maruz kalmaktadır ve bunun dışında bir seçeneği yoktur. Şimdi, kendi bilincinden ve seçiminden bağımsız olarak insan olmaya maruz kalan insanın insan kalmak ve insanlığını sürdürmek gibi “bilgi, öğreti, bilinç ve tercih” gerektiren bir meselede değer oluşturması zaten mümkün değildir yani insanın kendi başına insan kalması ve insanlığını sürdürmesi insanın güç yetirebileceği bir şey değildir. Bu meselede insana insani değerleri sabit bir şekilde öğretecek bir öğreti gerekmektedir ve bu öğretinin de kesinlikle sözlü değil yazılı olması gerekmektedir.

Yazılı olması gereklidir çünkü “Söz uçar, yazı kalır.” sözünün gereği yazı sabitedir.

Lisanın İnsanlaşmadaki Rolü ve Öğretisi

Yazılı olması gereklidir çünkü yazılı bir “öğreti” salt manada emirler ve nehiyler yağdırmaz, tam tersi asıl işlevi ÖĞRETMEKTİR.

Yazılı olması gereklidir çünkü yazılı öğreti sadece öğretiyi öğretmez, aynı zamanda o öğretinin tüm oluşum süreçlerini de öğretir.

Yazılı olması gereklidir çünkü yazı, zamanlar ve mekânlar üstüdür ve onun bu durumu zamanlara ve mekânlara mukayyet olan her akıllı varlığa, öğretiye erişim açısından eşit şekilde imkân verir.

Öğretiyi gönderenin ve yazının tanıdığı bu imkân geri alınamaz bir şekilde insanlığa bahşedilmiştir fakat yazıyı gönderenin insanlığa tanıdığı bu hak başkaları tarafından gasp edilebilir veya kısıtlanabilir. Kaynağında noktasız ve harekesiz bir yazı olan kitabın bize kıraatler üzerinden ulaşması bu kısıtlamanın en çarpıcı örneğidir mesela.

Burada geride bıraktığımız bir meseleyi daha gündeme getirelim: Az önce Kur’an’ın kitap haline gelirken bir süreci olduğunu söylemiştik fakat kaynak ‘mutlak ilim’ olduğu için kaynağından hedefine varana kadar herhangi bir müsveddesinin yani olgunlaşma sürecinin söz konusu olamayacağını da eklemiştik. İşte bu cümle ‘NESH’ lakırdılarını tanımayan bir saptamadır çünkü “Kur’an’da nesh vardır.” demek ‘Kur’an’ın bir müsveddesinin de olduğunu, zamanla olgunlaştığını’ söylemektir aslında.

Son halinden hareketle mutlak ilimle bağ kuran bir bilginin olgunlaşma süreci olmaz, olamaz!

Kavramlar: