Başlıklar
‘KİTAP – KUR’AN – VAHİY’ KAVRAMLARI
LA İLAHE İLLALLAH İLKESİ
Katılımcı: Resûl Muhammed’e kitap ne zaman ve nerede verildi? Bu kitap, Âdem’den beri verilen kitap cümlesi ise Muhammed’e verildiğinde geçmişi kapsıyordu. Muhammed ile ilgili kısmı nasıl kapsadı?
Mekke; müşriklerin, Peygamberimizin savaşlarını, Hicreti, Medine serüvenini, Hudeybiye anlaşmasını, Mekke’nin fethini nasıl kapsadığını merak ettim. İbn-i Mektum olayı, İfk olayı, Zeyd ve Zeynep olayı… Bunlar nasıl oluştu, Kitaba nasıl dahil edildi? Yoksa bunlar da mı gerçekte yoktu? O zaman Peygamberimizin yaşadıklarını hiç mi bilmiyoruz. Evet, Rabbim ‘kitap’ diyor. Bunu anladık. Allah ne demişse doğrudur. Ama bir türlü konumlandıramıyoruz?
R.D.:
Her şeyden önce, bu soru da ne yazık ki rivâyet kaynaklı bir sorudur. Çünkü bahsedilen olaylar Kur’an’ın anlattığı tarihi olaylar değil, rivâyetin anlattığı olaylardır. Zeynep olayı, Zeyd olayı, ifk olayı, İbn Mektûm olayı, Hudeybiye anlaşması gibi.
Fakat böyle de olsa en azından, ‘KİTAP-HİTAP-VAHİY kavramlarının resûllerin pratik hayatlarında nasıl bir yeri ve olaylarla nasıl bir bağı var?’ sorusunun açıklığa kavuşması gerektiği muhakkaktır.
Burada temel sorun; pratik hayat ile Kur’an’ın ‘kitap’ olarak gelmesi arasındaki bağın kurulamamasıdır.
Aslında bu kavramlar büyük oranda hâlihazırda yaşayan resûlün pratik hayatıyla alakalı olduğu için, RESÛL kavramını ve en azından onun pratik hayatının hangi çerçevede şekillendiğini de bilmek gerekmektedir.
Resûllerin kendi seçimlerine dayalı hayatları ile ilgili zihinlerde oluşan genel kanı, onların hayatlarının her anının yönetildiği ve yönlendirildikleri şeklindedir.
Resûlün aile hayatından, kendi toplumuyla kurduğu ilişkilerin tamamına kadar her şeyin direktifler doğrultusunda gerçekleştiği kanısı, nerdeyse sarsılmaz bir inanç olarak yerleşmiştir.
Bizzat resûllerin kendi hayatlarının KİTAP ile alâkasının hangi boyutlarda olduğunu ve Kitabın, resûllerin pratik hayatlarına nasıl yansıdığını anlamak için Kur’an’da anlatılan resûl kıssalarına, resûllerin aile ve toplum ilişkilerinden bazı örneklere bakalım:
Ve-iż vâ’adnâ mûsâ erbe’îne leyleten śümme-tteḣażtumu-l’icle min ba’dihi veentum zâlimûn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – Mûsa ile kırk geceliğine sözleştiğimizde onun arkasından buzağıyı ilah edinmiştiniz; yanlışlar içindeydiniz.
Meselâ; bu meâlde, ‘Mûsa ile kırk gecelik bir sözleşmeden’ bahsedilmektedir. Hemen soralım; eğer resûller Yüce Allah’ın direktiflerini ‘kitap’ olarak alıyorsa Mûsa ile kırk geceliğine yapılan bu sözleşme yazılı mıdır, sözlü müdür?
Vekatta’nâhumu-śnetey ‘aşrate esbâtan umemâ(en)(c) veevhaynâ ilâ mûsâ iżi-steskâhu kavmuhu eni-drib bi’asâke-lhacer(a)(s) fenbeceset minhu-śnetâ ‘aşrate ‘aynâ(en)(s) kad ‘alime kullu unâsin meşrabehum(c) vezallelnâ ‘aleyhimu-lġamâme veenzelnâ ‘aleyhimu-lmenne ve-sselvâ(s) kulû min tayyibâti mâ razeknâkum(c) vemâ zalemûnâ velâkin kânû enfusehum yazlimûn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – Onları on iki boya, her biri ayrı bir toplum(ümmet) olacak şekilde ayırmıştık. Topluluğu (kavmi) ondan su isteyince: “Değneğini taşa vur” diye vahyettik; taştan on iki pınar fışkırdı. Her boy, su içeceği yeri bildi. Üzerlerine bulutları gölgelik yaptık. Onlara kudret helvası ile bıldırcını adeta yağdırdık. “Size verdiğimiz t…
Bu âyette ise Mûsa’ya “Değneğinle taşa vur, diye vahyettik.” denilmektedir. Ulaştırma şeklinin ‘vahiy’ olduğunu anladığımız bu “Taşa vur.” emri, yazılı mıdır? Sözlü müdür? İşaret midir? Yoksa bilinmeyen bir şekilde Mûsa’nın zihnine (kalbine) mi iletilmiştir?
Dahası; bu emri yazılı vermenin ne gereği vardır. Zîrâ insan hayatını bire bir ilgilendiren bir mesele olmadığı gibi, bir daha yaşanması da mümkün olmayan bir olaydır.
Şu’arâ/63
فَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَۜ فَانْفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظ۪يمِۚ
Feevhaynâ ilâ mûsâ eni-drib bi’asâke-lbahr(a)(s) fenfeleka fekâne kullu firkin ke-ttavdi-l’azîm(i)
Diyanet Vakfı meâli – Bunun üzerine Mûsa’ya: Asân ile denize vur! diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhâl yarıldı (on iki yol açıldı), her bölük koca bir dağ gibi oldu.
Bu âyette de “ASANLA DENİZE VUR DİYE VAHYETTİK.” denilmektedir. Bu vahyetme de tıpkı bir önceki gibidir. Bu emrin yazılı verilmesinin hiçbir gereği olmadığı gibi, böylesi bir olayın yaşanması da mümkün değildir. En azından biz sıradan insanlar için mümkün değildir.
Dolayısıyla; yazılı, sözlü veya işaret yolu ile olması neyi değiştirecektir? Bu olayın bize aktarılması, ‘denizi yarma taktiklerinin mü’minlere öğretilmesi’ için değildir. Yani bize bir asâ ile nasıl deniz yaracağımız öğretilmemektedir.
Öyleyse; yazılı gelmesi, gelmemesi neyi değiştirecektir? Hatta biraz daha ileri gidersek, ‘bir asâ ile koca bir denizi yarma’ kıssasının bize anlatılmasının hiçbir gereği yoktur. Çünkü bu olay bizim gerçekleştirebileceğimiz bir olay değildir.
Şöyle bir itiraz gelebilir: “Bunlar ders çıkarılması gereken hikmetlerdir, Yüce Allah bir mü’min topluluk için gerekirse denizi bile yarar, buna inanmak lazım. İşte bu olay bizde bu inancın oluşması için anlatılmaktadır.”
Bu; boş, hem de bomboş bir söylemdir. Çünkü o denizin yarıldığını bizzat gözleriyle görenler, hatta oradan karşı kıyıya geçenler, dahası bunun gibi 9 tane olağanüstü olayı bizzat yaşayanlar, denizden karşıya geçince Mûsa’ya “Bize şu kavmin ilâhı gibi bir ilâh yap.” dediler. Bu da yetmezmiş gibi Mûsa onları sadece 40 geceliğine terk edince hemen buzağıyı ilah edindiler. Daha da berbatı Mûsa’ya, “ALLAH’I AÇIKÇA GÖSTERMEZSEN İNANMAYIZ.” dediler.
Yani o deniz; iki yüzlü, sahtekâr, inatçı, ahlâksız, ilkesiz bir topluluk için yarılmış oldu. O topluluk denizden geçince ahlâksız olmadı, daha önce de ahlaksızdı. İşte bundan dolayı, buradan hikmetler çıkarmaya çalışanlar, her şeyden önce, denizin kendileri için yarıldığı topluluğun ‘içeriğine’ bakmalılar.
Konuya tekrar dönecek olursak; “Mûsa, ‘Âsanla denize vur.’ emrini yazılı mı aldı?” sorusu hâlâ durmaktadır.
Bu soruyla ilgili Kur’an’dan birçok örnek getirmek mümkündür fakat sanırım bu kadarı yeterlidir.
Resûl-vahiy-kitap ilişkisinin hangi boyutlarda olduğunun ve kitabın bir resûlün pratik hayatıyla nasıl bir ilişkisinin olduğunun anlaşılması, elbette ki her şeyden önce, bizzat, bu kavramların kendisinin anlaşılmasına bağlıdır.
Resûller hakkında bilinmesi gereken en önemli şey; onların hayatlarının her ânının ilâhi direktiflerle yönlendirilmediğidir.
Kitap, vahiy ve rivayet ayrımı
Nitekim onların hayatlarının her ânının, seçimlerinin ve irâdelerinin kendilerine bırakıldığına dâir Kur’an’da birçok örnek vardır.
Meselâ, şeytanın ayartması ile karşı karşıya kalan Âdem’in irâdesinin ve seçiminin yönlendirilmediği, kendisine bildirilen emirlere uyup uymama noktasında irâdesine herhangi bir baskı yapılmadığı Kur’an’ın birçok yerinde anlatılmaktadır.
Yine, görev yerini terk eden Yunus’un, görev yerini terk etmemesi yönünde herhangi bir yönlendirmenin olmadığı da anlatılmaktadır.
Yine rivâyetlere göre; Muhammed’in hayatından kesitler sunulduğu sanılan, münâfıklar için istiğfar etmesi, münâfıklara izin vermesi ve daha başka olaylarda resûlün irâde kullanmasının hiç kısıtlanmadığı ve seçimlerini kendi irâdesiyle yaptığı bildirilmektedir.
Normal bir hayat süren ve bu normal hayatlarında kendi irâdeleriyle seçimlerde bulunan beşerler, resûl olunca irâde kullanmamaktadırlar mı? Ya da kullandıkları irâde kendilerinin değil de İLÂHİ YÖNLENDİRME MİDİR?
Hemen belirtelim ki resûller, irâdelerine ipotek konulmuş, seçim yapamayan robotlar değildir ve asla da öyle olmamışlardır.
“Âsanla denize vur.” emrini -ister yazılı ister sözlü- alan Mûsa, o âsayı denize vurup vurmamakta kendi irâdesini kullanmaktadır.
‘Kırk gecelik vaad’e uyup uymamak Mûsa’nın kendi irâdesindedir.
Resûller, kendilerine verileni insanlara iletip iletmeme irâdesini, kendileri kullanmaktadır.
Resûl, kendisine verileni istese de istemese de insanlığa iletmek zorunda değildir. Onlar için, kendilerine verileni insanlığa iletmeme tercihi, her zaman vardır.
Bu da onların seçeneklerinden bir seçenektir.
Hatta bir resûlün kabul ettiği, ‘risâleti iletme görevi’ni tamamen terk etme seçeneğini seçme hakkına da sahiptir.
Onlar da irâdelerini şu ya da bu yönde kullanma özgürlüğüne sahiptirler. Çünkü risâlet zorla bir görev yükleme değil, TEKLİFTİR.
Hiçbir resûl; zorla, baskıyla, istemeden, mecburen, ayıp olur, başa gelen çekilir şeklinde RESÛL olmamıştır.
Tıpkı insanlığın tamamı gibi; henüz resûl olmamış, ama ileride resûl olacak beşerler de kendilerinden önceki resûlün, geleceğini müjdelediği resûlden haberdardırlar. Onların bilmediği; müjdelenen o resûlün kendileri olduğudur.
Yine Mûsa’dan örnek verecek olursak; daha beşik bebesiyken annesi şu haberi almaktadır:
Ve evhaynâ ilâ ummi mûsâ en ardi’îh(i)(s) fe-iżâ ḣifti ‘aleyhi fe elkîhi fî-lyemmi velâ teḣâfî velâ tahzenî(s) innâ râddûhu ileyki vecâ’ilûhu mine-lmurselîn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – (Önce) Mûsa’nın anasının gönlüne şunu ilham ettik(vahyettik): “Mûsa’yı emzir, ona karşı bir kötülük olacağından korkunca da nehre (Nil’e) bırak ama korkup üzülme; biz onu tekrar sana getireceğiz ve onu elçi yapacağız.”
Annesinin sütünü emen Mûsa’nın resûllerden biri olacağı, annesine bildirilmiştir:
وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ (vecâ’ilûhu mine-lmurselîn)
Annesi bu haberi Mûsa’dan saklamış mıdır? Mûsa’ya bildirmemiş midir?
Veyadîku sadrî velâ yentaliku lisânî feersil ilâ hârûn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – Benim göğsüm daralır, dilim tutulur; sen Harun’u elçi yap.
Kendisine risâlet teklif edilen Mûsa, ‘Beni değil, Harun’u elçi yap.’ dediğine göre, annesinin daha bebekken aldığı ‘resûl olacağı’ haberi ile ilgili iki durum ortaya çıkmaktadır:
1- Eğer Mûsa biliyor olsaydı; “Sonunda… Yıllardır bunu bekliyorum, nihâyet gerçekleşti.” demeliydi. Ya da “Yıllarca bu olmasın diye uğraştım; ama sonunda yakalandım.” demesi lâzımdı.
Yani annesi Mûsa’ya söylememiştir.
2- a) Annesi Mûsa’ya söylemiştir; ama MÛSA annesine inanmamıştır.
b) Annesi ona, onun resûl olacağını, söylemiştir ama Mûsa’nın kafasındaki resûl olgusu ile hakîkatteki resûl olgusu farklıdır.
Hangi durum olursa olsun; kendisine, “Seni resûl yapacağım.” dendiğinde, “Resûl mü? O da ne demek?” gibi bir soru sormamıştır.
Nitekim, aynı şekilde, Îsâ’nın da resûl olacağı, annesine, daha o yaratılmadan bildirilmiştir. Daha küçük bir çocukken (asla beşik bebesi değil) konuşan Îsâ’nın kullandığı kelimelerden, annesinin ona resûl olacağını söylemiş olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki annesine “Oğlun resûl olacak, bunu kimseye söyleme.” gibi bir emir verilmemiştir.
Her durumda; risâlet hiçbir zaman piyangodan çıkan bir şey değildir.
RESÛL; kavramının sözlük mânâları arasında şöyle bir tanımlama vardır:
YORULAN KİŞİNİN YERİNE GEÇİP KALDIĞI YERDEN DEVAM ETMEK.
Yine resûl kelimesinin sözlük mânâları arasında şu anlamlar vardır:
ACELE ETMEKSİZİN, HARFLERİN VE KELİMELERİN HAKKINI VEREREK ÂHENKLİ BİR ŞEKİLDE OKUMAK.


Aslında tek başına RESÛL kelimesi bile, resûllerin soy olarak mutlaka birbirlerinin devamı olması gerektiği, asla birinin diğerinden bağımsız olamayacağı, hepsinin bir bütünün kopmaz parçaları olduğu, biri olmaz ise diğerlerinin de olmayacağını anlamaya yeterlidir
Ayrıca Resûl kelimesinin ‘serbestçe gitmek, -ne hızlı ne de yavaş- yürümek, sansürsüz (engelsiz) konuşmak, sözü kendisine geldiği gibi söylemek, uyarı göndermek, ışık tutmak, yazılı bir haberi iletmek’ gibi mânâları da vardır.
Bu kelimenin anlamlarından birisi de ‘bayrak yarışında aynı takımda olanlar’ şeklindedir.
Bir bayrak yarışı; biri olmadan diğeri olmayan, birinin koşması diğerine bağlı olan bir yarıştır.
Önceki bayrağı getirip teslim etmezse sonraki koşamayacaktır, o sonrakine iletmese ondan sonraki koşmayacaktır.
İşte; bu bayrak yarışına katılan tüm resûllerin koşması zorla, istemeden değildir. Koşmak ve bayrağı bir sonrakine teslim etmek; hem de yarışını hakkını vererek, canını dişine takarak mücadele etmek RESÛLLERİN KENDİ TERCİHLERİDİR.
Onları önder, imam, lider, en güzel örnek yapan da işte bu irâdeyi göstermiş olmalarıdır.
Bunların içine girdiği yarışın adı… KUR’AN’dır.
Yani insanlığa Yüce Allah’ın belirlediği öğretiyi ÖĞRETMEK.
Peki Kur’an nedir?
Kur’an bir öğretidir. Fakat ‘öğreti’ dediğimiz şeyin bin çeşidi vardır.
‘Okumak, öğretmek’ kökünden türeyen KUR’AN kelimesi, öğretinin şeklinin okumak yoluyla olduğunu göstermektedir. Eğer Kur’an sözlü bir öğreti olsaydı, bu öğretinin SÖZLÜ olarak devam etmesi ve asla yazılmaması icap ederdi.
Bugün, insanlık, SÖZ olan bir Ku’ran’la değil, YAZI olan bir Kur’an’la muhataptır.
Eğer öğretinin temeli söz üzerine bina edilmiş olsaydı, o temel devam etmeli ve kıyamete kadar bu öğretiyi sözlü olarak insanlara öğretecek öğretmenler olmak zorundaydı.
Yazılı olarak muhatap olduğumuz Kur’an’a ‘hitap’ demek, saçma ötesi bir sözdür.
“Kur’an resûle hitap olarak gelmiştir; ama resûl onu yazdırıp kitap hâlinde insanlığa aktarmıştır.” şeklinde bir açıklama ise daha saçma bir sözdür.
Çünkü Kur’an’ın hiçbir yerinde “Sana sözlü olarak öğretmiş olduğumuz bu öğretiyi yazıya geçir ve hitap şeklindeki konuşmaları kitap dilinde yaz.” diye bir emir yoktur.
Resûllerin seçme haklarının olmadığı tek konu; İNSANLIĞA ULAŞTIRILMAK ÜZERE kendilerine emanet edilen bu öğretinin ‘biçiminde de içeriğinde de hiçbir değişiklik yapmamaktır.’
Zâten onları resûl yapan, ‘bu teklifi kabul etmeleridir’, yani “Sana bildirileni hiçbir şekilde değiştirmeyeceksin.”
‘Bir sözü söz hâlinden yazı hâline geçirmek’ demek, onda değişiklikler yapmak demektir. Çünkü söz söylenirken birçok şey mimikler, jestler, vurgular üzerinden anlam kazanır.
Meselâ;
BU KİTAP kelimesini söz olarak sarf eden biri, bir şeyi işaret etmek veya bir şeyi göstermek zorundadır.
Bu sözü yazıya geçen ise orada bir parantez açıp (Kur’an’ı gösterdi.) şeklinde o işaretin neyi işaret ettiğini bildirmek zorundadır ya da “Biz sana Allah’ın âyetlerini okuyoruz.” sözünü yazılı olarak aktardığında hangi âyetlerin okunduğunun dipnotla açıklanması lazımdır.
Kaldı ki; sözü aktaran resûl, “CEBRAİL BANA DEDİ Kİ…” ilavelerini de eklemesi lazımdır.
Diyelim ki; Cebrail Muhammed’e sözlü olarak, “Biz sana Allah’ın âyetlerini okuyoruz.” dedi. Muhammed’in kalkıp, bunu olduğu gibi, hiçbir açıklama getirmeden aktarması RESÛLLÜK değil, ONLAR ADINA KONUŞMAK, ONLARDAN BİRİ OLARAK KONUŞMAK OLACAKTIR.
Çünkü onlar ‘BİZ SANA’ diye başlamaktadır. Eğer ona “İnsanlara git; bizim sana aktardığımızı olduğu gibi aktar.” denmişse, onun, kendisine ‘BİZ SANA’ diye edilen hitaplarını, ‘ONLAR BANA’ şeklinde aktarması gerekmektedir. Çünkü bunun belirtilmemesi durumunda ‘biz sana’ sözündeki BİZ kimdir? SANA kimdir? sorusu cevapsız kalacak ve bu soru herkesin kendi kafasına göre cevapladığı bir şey olacaktır.
Çünkü söyleyenler; BİZ’in (yani Cebrail, Mikail, melekler ve Allah) açıklamasını yapmadıkları gibi SANA’nın (yani Muhammed) da açıklamasını yapmamışlardır.
Öyleyse; eğer bu sözlü olarak gelmişse, bu açıklamayı Muhammed’in yapması gerekmektedir ve o açıklamaların da Kur’an’ın içinde olması gerekmektedir.
Çünkü bu söze Muhammed’den başka kimse şahit olmamış, kimse dinlememiş, kimse duymamıştır.
Bir örnek verecek olursak;
Tâ-Sîn-Mîm
Süleymaniye Vakfı meâli – TA! SİN! MİM!
Tilke âyâtu-lkitâbi-lmubîn(i)
Süleymaniye Vakfı meâli – Bunlar o açık Kitabın âyetleridir.
Le’alleke bâḣi’un nefseke ellâ yekûnû mu/minîn(e)
Vahiy ve Kur’an arasındaki farklılıklar
Süleymaniye Vakfı meâli – İnanmayacaklar diye kendini tüketecek gibisin.
Öncesi, açıklaması, kim tarafından, kime söylendiği belli olmayan bu konuşma; kiminle kimin arasında geçmiştir?
Meselâ; âyette ‘ONLAR İNANMAYACAK DİYE SEN KENDİNİ TÜKETECEKSİN’ sözü kim hakkında, kime ve kim tarafından hangi olaya binaen söylenmektedir?
Şimdi, bu 3 âyetin önüne şöyle bir cümle koyalım -ki bu cümle zımnen her âyette vardır:
EY İNSANLIK BİZ MUHAMMEDE SİZE İLETMESİ İÇİN ŞU SÖZÜ AKTARIYORUZ… “Şunlar açık kitabın âyetleridir…”
İyi de hangi kitap?
‘Şunlar’, denilerek ne gösteriliyor?
İşte; burada, eğer Muhammed aldığı sözün anlaşılmasını istiyorsa insanlığa iletirken işaret edilenlerin ne olduğunu ve ‘O KİTAP’ derken neyin kast edildiğini de dipnot ile açıklamak zorundadır. Değilse, bu söz hiçbir şekilde insanlığın muhatap alacağı bir söz olamayacaktır.
Bu noktada; eğer resûle verilen şey sözse sözün aktarılma biçiminde dipnotlar, parantez içi açıklamalar yoksa o sözün hiç açıklama getirilmeden aktarılması, iletilmesi RESÛLLÜK değildir.
Resûllük; risâleti gönderenin meramını, karşı tarafa, hiçbir karışıklığa meydan vermeden iletmek, demektir.
Kaldı ki eğer resûlü görevlendiren, sözlerinin yazılı ya da sözlü olarak aktarılması konusunda resûle bir görev vermemiş, bir tanım getirmemişse, ilâhi direktifleri söz olarak almış bir resûlün onu yazı olarak aktarması GÖREV tanımına uymamaktadır.
Resûllere verilenlerin sözlü değil, yazılı olduğunu kabul etmek; Kur’an’daki birçok anlatımdan kaynaklanan problemlerin bittiği değil, BAŞLADIĞI anlamına gelmektedir. Resûllere verilen her ne varsa, bunların hepsinin yazılı olduğunu söylemek, ciddi anlama problemlerini de beraberinde getirmektedir.
Çünkü birçok âyet vardır ki onların yazılı olarak bildirilmesine imkân yoktur.
Meselâ;
Ve-iż nâdâ rabbuke mûsâ eni-/ti-lkavme-zzâlimîn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – Bir gün Rabbin Mûsa’ya şöyle seslendi: “yanlışlar içinde olan şu toplumun yanına var,…
Meselâ; bu âyette açıkça NEDA kavramı kullanılmakta ve söylenen şeyin yazılı değil, NİDÂ yoluyla olduğu bildirilmektedir. Yani Mûsa, “Zâlim kavme git.” emrini yazılı değil, sözlü almıştır.
Öyleyse; nasıl olur da ‘resûllere verilenin her zaman yazılı olduğunu’ iddia edebiliriz?
İşte; bu sorunun cevabı, VAHİY kelimesi ile KUR’AN kelimesinin ilişkisini anlamayı zorunlu hâle getirmektedir.
VAHİY; herhangi bir haberi, diğerlerinden gizli olarak, hızlı bir şekilde muhatabına ulaştırmak demektir.
Ulaştırılan haberin ‘yazılı, sözlü, işaret’ olması önemli değildir. Çünkü ‘vahiy’ kelimesi haberin içeriğini değil, haberin ulaştırma şeklini bildiren bir kelimedir.
Fakat, böyle olmasına rağmen Kur’an’ın hiçbir yerinde, ‘KİTAP VAHYETTİK’ diye bir cümle bulunmamaktadır.
‘Kitap’ kelimesinin ulaştırılma biçimi ile ilgili kullanılan kavramlar; NEZZELE, ENZELE, ETA fiilleridir.
‘Vahiy’ kelimesi Kur’an’da türevleri ile birlikte 98 defa geçmektedir.
Fakat bu kullanımlardan hiçbiri direkt olarak ‘KİTAP’ ile alâkalı değildir.
Meselâ;
Kehf/27
وَاتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَۚ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِه۪ مُلْتَحَدًا
Vetlu mâ ûhiye ileyke min kitâbi rabbik(e)(s) lâ mubeddile likelimâtihi velen tecide min dûnihi multehadâ(n)
Diyanet Vakfı meâli – Rabbinin Kitabı’ndan sana vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın.
Bu âyette direkt olarak kitabın vahyedilmesi değil, dolaylı olarak KİTAPTAN vahyedildiği bildirilmektedir.
Âyetin devamında gelen; لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ (lâ mubeddile likelimâtihi) “Onun kelimelerini başkasıyla değiştirecek biri yoktur.” açıklaması ise KİTAPTAN vahyedilen şeyin aslına uygun olarak, kitapta nasıl geçiyorsa öyle vahyedildiğini bildirmektedir. Âyetin en başında gelen وَاتْلُ (vetlu) “Kuralına göre oku.” emri ise RABBİNİN KİTABINDAN VAHYEDİLENİN YAZILI ŞEKİLDE OLDUĞU BİLDİRİLMEKTEDİR.
Fakat, bizzat ‘VETLU’ emrinin kendisi yazılı mıdır sözlü müdür?
Bunun anlaşılması ise vahiy-kitap ilişkisinde değil, VAHİY-KUR’AN ilişkisinde aranmalıdır.
Çünkü Kitabın sözlü bir şekilde vahyedilesi mümkün değildir.
‘Kitap’ ve ‘Kur’an’ kelimelerinin ikisi de aynı anlama gelen, ikisi de aynı şeyi ifade eden iki kavram değildir.
‘KİTAP’ kelimesi KETEBE kökünden türemiş bir kelimedir. Mastardır.
Mastarlar; SÜLÂSÎ MÜCERRED kökünde, seçilen anlama göre anlam kazanırlar. Bir kelimenin sülâsî mücerred (yalın hâl) sadece bir anlam yoktur. Birçok anlam vardır. Meselâ; KETEBE kelimesi kitap kelimesinin türediği yalın hâldir ve yalın hâlde kelimenin şu anlamları vardır:

Görüldüğü gibi; KETEBE kelimesinin ‘yazmak, telif etmek, göndermek, kaydetmek, emretmek, farz kılmak’ kök mânâları vardır ve KİTAB kelimesi bu anlamlardan hangisi seçilirse seçilsin o anlamı ifade eden bir mastardır.
Yani KİTAP = FARZ, İLKE, YAZI, KAYIT, GÖNDERİ, EMİR anlamlarını ifade eden mastardır.
Bir cümlede mastar olarak geçen KİTAP kelimesinin bu kök mânâlarından hangisine ait olduğunun anlaşılması kesinlikle cümlenin tamamından anlaşılmak zorundadır.
Sadece ‘kitap’ kelimesi değil, hiçbir kelime bağlı bulunduğu cümle dikkate alınmadan anlamlandırılamaz.
Meselâ; ETEYTUKE KİTABEN cümlesi hem “Sana bir kitap verdim.” hem “Sana bir emir verdim.” hem “Sana bir şart koştum.” Hem de “Sana bir farz getirdim. / ilke koydum.” anlamlarına gelebilecek bir cümledir. Bu cümlede geçen ‘kitap’ kelimesinin neyi ifade ettiğinin anlaşılması için mutlaka ve mutlaka sözün tamamlanması gerekmektedir. Bu hâliyle söz asla anlaşılır bir söz değildir.
Ama ‘ETEYTUKE KİTABEN, İKRAHU’ desem bu cümlede geçen kitap kelimesi hiçbir şekilde KİTAP anlamından başka bir anlama gelemez.
Kur’an’da geçen KİTAP kelimesinin takibi yapıldığında görülecektir ki; KETEBE fiili hem ‘yazmak’, hem ‘ilke koymak’, hem de ‘farz kılmak’ anlamlarında kullanılmıştır.
‘Kitap’ kelimesinin el ilginç ve bir o kadar da -bize göre- en anlaşılmayan kullanımlarından biri şu âyette geçmektedir:
Kâle innî ‘abdu(A)llâhi âtâniye-lkitâbe vece’alenî nebiyyâ(n)
Diyanet Vakfı meâli – Çocuk şöyle dedi: «Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı.»
Müktesebat üzerinden gelen kurguya göre; bu söz, henüz annesinin kucağında, beşikte bir bebe olan Îsâ tarafından, “mucizevi” bir şekilde söylenmektedir.
Burada; Îsâ’nın süt bebesi iken konuşmuş olması bir mucize olarak telakkî edilse de söylediği sözler o mucizeyi gölgede bırakmakta ve hatta biz sıradan insanlar tarafından anlaşılması mümkün olmayan bir söz söylemiş olmaktadır.
Çünkü tuhaf olan anlaşılmaz olan, beşikteki bir bebenin konuşması değil. “BANA KİTAP VERDİ, BENİ RESÛL YAPTI.” demesidir. Nasıl olur da annesi altını temizlemezse kendi başına altını temizleyemeyecek bir bebek, resûl yapılır ve üstüne ona kitap verilir.
Îsâ; annesinden, 20 yaşındaki bir gencin aklına ve irâdesine sahip olarak mı doğmuştur?
Velev ki 20 yaşındaki bir gencin aklı ile doğmuş olsun, eğer kendisine verilen kitabı insanlara iletme görevini yapmayacaksa ‘peygamber’ olmasının anlamı nedir ki?
Kitap, beşikteki bir bebenin oyuncağı mıdır ki; onu okuyamayan, hatta mucize olmasa konuşamayan, hatta konuşsa bile ne dediğini kendisi bile akledemeyecek bir bebeye kitap verilsin?
Anlatılan kurgu üzerinden gittiğimizde; beşikteki bir bebeyi resûl yapıp üstüne ona kitap vermek, resûlleri seçen ve onlara kitap verenlerin bir mucizesi değil, CİDDİYETSİZLİKLERİdir.
Hangi açıklama getirilirse getirilsin, hangi tefsir yapılırsa yapılsın; bu âyet üzerinden yapılan kurgu Allah’a olan güveni arttırmamakta, bizzat Yüce Allah’ın risâlet kurumunu önemsemediği ortaya çıkmaktadır.
Beşikteki bir bebek de resûl oluyorsa, dahası ona kitap veriliyorsa, risâlet kurumu asla güvenilmez bir kurumdur, demektir.
Her kim kendisini ‘bu mucizedir’ diyerek avutursa avutsun. Mucize olan; bebeğin konuşmasıdır. Ama bebeğe kitap ve nebîlik (peygamberlik) verilmesi mucize değil, risâlet kurumunun ne kadar ciddiyetsiz bir kurum olduğunu göstermektedir.
O bebek o kitabı ne yapacak? Emecek mi? Dişleri kaşınıyor diye ısıracak mı? Sayfalarını yırtarak oyun mu oynayacak? Altını kirlettiğinde (hâşâ) annesi altını onunla mı temizleyecek? O kitap Îsâ’ya niçin verilmiştir? Eğer insanlığa İLERİDE ulaştıracaksa neden daha bebekken ona verilmiştir?
Bunlar ve daha sorabileceğimiz pek çok soru; bu olayın arkasına konan rivâyetler, yapılan yorumlar, getirilen tefsirler eliyle oluşmaktadır.
Oysa, YÜCE ALLAH’IN RİSALET KURUMU İLKELER BAZINDA ŞEKİLLENMİŞ, İLKELER BAZINDA GELMİŞ, İLKELER BAZINDA AYAKTA DURMUŞ VE DURMAKTADIR.
Ve bu ilkeler arasında; annesinden doğar doğmaz bir beşerin RESÛL KILINMASI YOKTUR.
Çünkü risâlet bir ayrıcalık, bir üstünlük değil; BİR TEKLİFTİR.
Değilse; daha beşikteki bir bebeyken resûl kılınan ÎSÂ’NIN sorguya çekilmesi (Mâide/110) anlamsız olduğu kadar, HAKSIZLIKTIR.
İrâdesi ve seçimi olmadığı bir zamanda Îsâ’yı resûl yapıp daha sonra onu sorguya çekmek, YÜCE ALLAH’IN İLKLERİNİ YERLE BİR ETMEK demektir.
Risâlet kurumunu beşerlerin İLÂHlığa tefi etmesi gibi gören, onu piyangodan çıkmış büyük bir ikramiye olarak gören AKIL için elbette ki risâlet kurumunun ilkeleri önemsiz, hatta gereksizdir.
Çünkü onlar ne risâletin ne resûllerin ne de Yüce Allah’ın İLKELERLE hareket ettiklerini kabul ederler, bunu asla kabul edemezler.
Âyete gelince;
Kâle innî ‘abdu(A)llâhi âtâniye-lkitâbe vece’alenî nebiyyâ(n)
Tevhid ve iman esasları
Diyanet Vakfı meâli – Çocuk şöyle dedi: «Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı.»
Âyette geçen ETANİYE kelimesi meâlde ‘BANA VERDİ’. CEALENİ kelimesi ise ‘BENİ YAPTI’ şeklinde çevrilmiştir.
Her iki kelime de iki tane mefûl almıştır.
Fakat ETANİYE kelimesindeki YA zamiri çeviriye ikinci mefûl olarak yansımışken, CEALENİ kelimesindeki YA zamiri birinci mefûl olarak yansımıştır.
Arapça bilenler وَجَعَلَن۪ي نَبِيًّاۙ (vece’alenî nebiyyâ(n)) cümlesinde geçen CEALENİ kelimesinin EF’ÂL-İ KULÛB olduğunu, sanırım hemen anlarlar.
Âyetteki وَجَعَلَن۪ي (cealeni) kelimesine yukarıdaki TDV meâlinde olduğu gibi; ‘YAPTI’ şeklinde bir mânâ verilmesi asla ve kat’a doğru değildir.
Çünkü bu kelime EF’ÂL-İ KULÛB’tur ve EF’ÂL-İ KULÛB fiilleri TAHVİL (değişim) bildiren fiiller gurubundandır.
Mânâsı ise; (değildim)… hâline getirdi… (değildim)…kıldı şeklinde olmak zorundadır.
Yani ‘bir şeyin daha önce olmadığı bir hâle sokulması/getirilmesi/kılınması’ demektir.
Daha önceki birçok dersimizde ‘NEBÎ’ kelimesinin ‘resûl’ anlamına gelmediğini, ‘RESÛL ADAYI’ anlamına geldiğini ifade etmiştik. Bunun şartının da ‘RESÛL SOYUndan olmak’ olduğunu belirtmiştik.
Meryem’in anne tarafından ‘beşer’, baba tarafından ise ‘İNSAN’ olduğunu da belirtmiştik.
Normal şartlarda MERYEM’den bir resûlün çıkması mümkün değildir.
Meryem’in bir resûl doğurabilmesi ancak ve ancak YENİDEN BİR SEÇİMİN olması durumunda mümkündür.
İnna(A)llâhe-stafâ âdeme venûhan veâle ibrâhîme veâle ‘imrâne ‘alâ-l’âlemîn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini çağdaşlarına karşı seçkin konuma getirmişti.
Lütfen bu âyete dikkat edilsin… Âyette; SEÇİLEN İmran değil, ÂL-İ İMRÂN’DIR.
Yüce Allah; bize, İmran’ın sadece bir çocuğu olduğunu ve onun da ‘MERYEM’ olduğunu haber vermektedir.
Yani seçilen bu Âl; Meryem’le birlikte Îsâ’dır.
Çünkü Meryem’in seçilmesi âyette ayrıca belirtilmektedir.
Ve-iż kâleti-lmelâ-iketu yâ meryemu inna(A)llâhe-stafâki vetahheraki vestafâki ‘alâ nisâ-i-l’âlemîn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – Bir gün melekler Meryem’e de şöyle seslendiler: “Meryem! Allah seni seçti, tertemiz yaptı ve çağdaşın olan kadınlara üstün kıldı.
‘ALA NİSAİL ALEMİN’… Akıllı ve irâdeli kadınların tamamına rağmen/karşın/üstüne
Meryem’in seçilimi, resûl olması üzerine değil, BİR RESÛLE ANNE OLMA ÜZERİNEDİR.
Çünkü ‘ALA İNSANİL ALEMİN’ denmemektedir.
Eğer Meryem, İmran kızı olmayla RESÛL doğurabilecek bir anne olsaydı SEÇİLMESİ asla anlamlı olmayacaktı.
İşte Meryem’in resûl olacak bir nebîyi doğurması, ‘CEALENİ’ kelimesi ile ifade edilmektedir.
YANİ O HÂLE GETİRİLMİŞTİR.
Bu doğum, risâlet silsilesinin doğal akışı içinde olmamıştır.
Îsâ’nın ‘CEALENİ NEBİYYEN’ demesi bundan dolayıdır.
‘ETANİYEL KİTAB’ ifadesine gelince; bu ifadeye bildiğimiz mânâda ‘kitap’ verilmesi olacak şey değildir. En başta belirtmiştik; ‘KİTAB’ kelimesi; yalın hâlde gelen kök kelimenin anlamlarından hangisi seçilirse o anlamın mastarıdır.
Meselâ;
Mâide/32
مِنْ اَجْلِ ذٰلِكَۚۛ كَتَبْنَا عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِي الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًاۜ وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًاۜ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِۘ ثُمَّ اِنَّ كَث۪يرًا مِنْهُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ فِي الْاَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
Min ecli żâlike ketebnâ ‘alâ benî isrâ-île ennehu men katele nefsen biġayri nefsin ev fesâdin fî-l-ardi fekeennemâ katele-nnâse cemî’an vemen ahyâhâ fekeennemâ ahyâ-nnâse cemî’a(n)(c) velekad câet-hum rusulunâ bilbeyyinâti śümme inne keśîran minhum ba’de żâlike fî-l-ardi lemusrifûn(e)
Diyanet Vakfı meâli – İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.
Yukarıdaki meâlde olduğu gibi; âyette geçen كَتَبْنَا عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ (ketebnâ ‘alâ benî isrâ-île) cümlesine “İSRAİLOĞULLARINA YAZDIK.” mânâsı verilmesi tam bir komedidir.
Çünkü bu mânâ; “İSRAİLOĞULLARININ ÜSTÜNE YAZI YAZDIK.” anlamına gelmektedir. Yani bu cümlede, İsrailoğulları, üstlerine yazı yazılan nesnedir.
Oysa “İSRAİLOĞULLARINA İLKE BELİRLEDİK.” denmesi gerekmektedir.
Aslına bakılırsa; meâlde “İsrailoğullarına yazdık.” şeklinde geçmiş olmasına rağmen hiç kimse, israiloğullarını, ‘üzerine yazı yazılan yazı tahtası’ olarak görmemiş, bizim söylediğimiz ‘KURAL BELİRLEDİK’ anlamı anlaşılmıştır.
İşte bu âyette geçen; ‘KETEBNA’ kelimesinin mastarı da ‘EL-KİTAP’ kelimesidir ve mânâsı ‘yazı’ değil, ‘ilke-kural’dır.
Tekrar edelim; yalın anlamında (sülâsî mücerred) ‘yazmak, ilke koymak, telif etmek, iletmek, kural koymak’ anlamları bulunan, tüm bu karşılıkların tümünün mastarı ‘KİTAB’ kelimesidir.
Bu anlamlardan hangisinin seçildiği cümledeki diğer kelimelerden anlaşılmak zorundadır.
En’âm/12
قُلْ لِمَنْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلْ لِلّٰهِۜ كَتَبَ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۜ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ اَلَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Kul limen mâ fî-ssemâvâti vel-ard(i)(s) kul li(A)llâh(i)(c) ketebe ‘alâ nefsihi-rrahme(te)(c) leyecme’annekum ilâ yevmi-lkiyâmeti lâ raybe fîh(i)(c) elleżîne ḣasirû enfusehum fehum lâ yu/minûn(e)
Diyanet Vakfı meâli – (Onlara) Göklerde ve yerde olanlar kimindir? diye sor. «Allah’ındır» de. O, merhamet etmeyi kendi zatına farz kıldı. Sizi, varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Kendilerini ziyana sokanlar var ya işte onlar inanmazlar.
Yine; bu âyette geçen, كَتَبَ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۜ (ketebe ‘alâ nefsihi-rrahme(te) cümlesindeki ‘KETEBE’ kelimesi; ‘yazı yazmak’ anlamında değil, ‘İLKE EDİNMEK’ anlamındadır.
Çünkü cümlede geçen ‘ketebe’ kelimesine ‘yazı yazmak’ mânâsı verilmesi durumunda, hâşâ Allah; kendisini, ‘üzerine yazı yazılan yazı tahtası’ olarak tanıtmış olacaktır.
Sanırım bu kadar örnek meselenin anlaşılması açısından yeterlidir.
Meryem sûresindeki âyete tekrar dönecek olursak;
Kâle innî ‘abdu(A)llâhi âtâniye-lkitâbe vece’alenî nebiyyâ(n)
Diyanet Vakfı meâli – Çocuk şöyle dedi: «Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı.»
Âyete verilen bu mânâlar, BEŞER-NEBİ-RESÛL ayrımı yapılmadan verilen mânâlardır. Geleneğe göre; resûl olmayan nebî, nebî olmayan resûl yoktur.
Bu yüzden; ‘eğer bir kişi NEBÎ kılınmışsa mutlaka ona da bir kitap verilmek zorundadır’, sonucuna çıkılmıştır.
Âyette geçen; ‘KİTAP’ kelimesine bildiğimiz mânâda, ‘üzerinde yazı olan sayfalardan oluşmuş koleksiyon mânâsı’ verilmesinin sebebi de işte bu ayrımların yapılmamasından dolayıdır.
Oysa; nebî başka bir şey, resûl başka bir şeydir.
Îsâ’nın resûl olabilmesinin ana şartı NEBÎ doğmasıdır. Eğer annesi NEBÎ doğuracak bir kadın hâline getirilmeseydi ÎSÂ’nın nebî olmasına imkân yoktu.
Daha, kocası bile olmayan Meryem’e müjdelenen ÎSÂ, şu sıfatlarla müjdelenmektedir:
Veyu’allimuhu-lkitâbe velhikmete ve-ttevrâte vel-incîl(e)
Peygamberlerin görevleri ve sorumlulukları
Süleymaniye Vakfı meâli – Allah ona Kitab ve Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i* öğretecektir.
*Tevrat ve İncil, tıpkı Kur’an gibi içinde hikmeti barındıran kitaplardır. Bu sebeple bunlar, kitap ve hikmetin atf-ı tefsiridirler.
Verasûlen ilâ benî isrâ-île ennî kad ci/tukum bi-âyetin min rabbikum(s) ennî aḣluku lekum mine-ttîni kehey-eti attayri feenfuḣu fîhi feyekûnu tayran bi-iżni(A)llâh(i)(s) veubri-u-l-ekmehe vel-ebrasa veuhyî-lmevtâ bi-iżni(A)llâh(i)(s) veunebbi-ukum bimâ te/kulûne vemâ teddeḣirûne fî buyûtikum(c) inne fî żâlike leâyeten lekum in kuntum mu/minîn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – İsa, İsrailoğullarına elçi olarak geldiğinde (şöyle dedi:) “Size, Rabbinizin belgesi ile geldim. Sizin için çamurdan kuş heykeli yaratır, ona üflerim de Allah’ın izni ile kuş olur. Doğuştan kör olan ve alaca hastalığına tutulmuş olanı iyileştiririm. Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde neler yediğinizi ve neleri biriktirdiğinizi size bildiririm. Eğer Allah’a inanıp güvenen kimselerseniz bunlar gerçekten, sizin için birer belgedir.
Konudan uzaklaşma pahasına da olsa burada iki âyetin gramer yapısı üzerinde biraz durmak zorunludur. Çünkü bu iki âyetin bölünmesiyle öyle büyük bir anlam faciasına sebep olunmuştur ki bunu atlamak asla doğru olmayacaktır.
Âl-i İmrân 49. âyetin başındaki cümleye dikkat ederseniz;
وَرَسُولًا اِلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ (Verasûlen ilâ benî isrâ-île) hem bir VAV bağlacı vardır hem de VAV’dan sonraki kelimenin son harekesi ÜSTÜN (mansub)’dür.
Gramerin en basit kurallarından birisi, kelimelerin son harekelerine göre o kelimelerin cümledeki durumlarını anlamaktadır.
Eğer bir cümle birdenbire, 49. âyette olduğu gibi; وَرَسُولًا (Verasûlen) son harekesi üstün olan bir kelime ile başlıyorsa BU CÜMLE YARIM BİR CÜMLEDİR demektir.
Eğer başında VAV varsa vav’dan sonra gelen kelime vav’dan ÖNCEKİ cümlenin bir kelimesidir, demektir.
49. âyetin başında geçen; وَرَسُولًا اِلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ (Verasûlen ilâ benî isrâ-île) cümlesi 49. âyetin başı değil, kendisinden önceki âyetin sonudur ve bu cümle 48. âyet olmadan kesinlikle hiçbir anlam ifade etmeyen bir cümle olmanın yanında, ÇOK BOZUK BİR ANLATIM OLMAKTADIR.
Çünkü 5 yaşında Arapça konuşan bir çocuk bile, bir cümleye, son harekesi üstün olan bir kelime ile başlamaz. Bunun için gramer bilmesine gerek yoktur.
Cümlenin, hiç ekleme yapılmadan Türkçeye çevrilmesi şöyledir: ‘İSRAİLOĞULLARINA BİR RESÛL’.
Bu kadar…
İşte; bu cümlenin önceki âyetten koparılarak sonraki âyetin ilk cümlesi yapılması dehşet bir anlam faciasına yol açmaktadır.
Çünkü daha annesinin karnından bile düşmemiş birinin müjdelenmesi esnasında söylenen her kelime, hatta her harf çok önemlidir.
Bakın Süleymaniye Vakfı meâli âyete nasıl bir mânâ vermiştir:
Verasûlen ilâ benî isrâ-île ennî kad ci/tukum bi-âyetin min rabbikum(s) ennî aḣluku lekum mine-ttîni kehey-eti attayri feenfuḣu fîhi feyekûnu tayran bi-iżni(A)llâh(i)(s) veubri-u-l-ekmehe vel-ebrasa veuhyî-lmevtâ bi-iżni(A)llâh(i)(s) veunebbi-ukum bimâ te/kulûne vemâ teddeḣirûne fî buyûtikum(c) inne fî żâlike leâyeten lekum in kuntum mu/minîn(e)
Süleymaniye Vakfı meâli – İsa, İsrailoğullarına elçi olarak geldiğinde (şöyle dedi:) “Size, Rabbinizin belgesi ile geldim. Sizin için çamurdan kuş heykeli yaratır, ona üflerim de Allah’ın izni ile kuş olur. Doğuştan kör olan ve alaca hastalığına tutulmuş olanı iyileştiririm. Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde neler yediğinizi ve neleri biriktirdiğinizi size bildiririm. Eğer Allah’a inanıp güvenen kimselerseniz bunlar gerçekten, sizin için birer belgedir.
ÎSÂ; İSRAİLOĞULLARINA ELÇİ OLARAK GELDİĞİNDE…
Oysa; ne orada öyle bir cümle vardır ne de o ilk cümle bu âyetin başıdır.
Bu söz; Îsâ’nın ANNESİNE söylenen bir sözdür ve annesi Îsâ’nın resûl olacağını en baştan beri bilmektedir. Yoksa Îsâ’nın ‘CEALENİ NEBİYYE’ demesinin hiçbir anlamı olmayacaktır.
İşte; Îsâ’nın bu sıfatlarla annesine bildirilmesi, annesinin ‘BANA BİR BEŞER DOKUNMADI’ kelimesinin karşılığıdır. Çünkü Zekeriyâ’nın elinde büyütülen Meryem’in RİSÂLET KURUMUNUN İLKELERİNİ BİLMİYOR OLMASI SÖZ KONUSU BİLE DEĞİLDİR!
Îsâ’nın Meryem 30. âyette ‘ETANİYEL KİTABE’ demesi, ‘Bana kitap verdi’ değil, ‘BENİ O İLKEYE GETİRDİ’ mânâsındadır.
Kur’an’a baktığımızda VAHYE konu olan şeyin KUR’AN olduğunu görmekteyiz.
Kur’an’da vahye konu olan şeylerden biri de hikmettir.
İsrâ/39
ذٰلِكَ مِمَّٓا اَوْحٰٓى اِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِۜ وَلَا تَجْعَلْ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَتُلْقٰى ف۪ي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَدْحُورًا
Żâlike mimmâ evhâ ileyke rabbuke mine-lhikme(ti)(k) velâ tec’al me’a(A)llâhi ilâhen âḣara fetulkâ fî cehenneme melûmen medhûrâ(n)
Diyanet Vakfı meâli – İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilâh edinme; sonra kınanmış ve (Allah’ın rahmetinden) uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.
NEDEN SADECE ‘KUR’AN’ VE ‘HİKMET’ vahiy yoluyla ulaştırılmaktadır?
Çünkü her ikisi de mutlaka ve mutlaka çeşitli şekillerde ÖĞRETİLMESİ gereken şeylerdir. Kitabı okuyabilir, ezberleyebilir, cümlelerini deşifre edebilirsiniz; ama bu, SİZİN, O KİTABIN AMACINI VEYA ÖĞRETİSİNİ KAVRADIĞINIZ ANLAMINA ASLA GELEMEZ.
Bir yazıyı deşifre etmek başka bir şeydir, o yazının öğretmek istediğini öğrenmek başka bir şeydir.
Kur’an; KİTABIN ÖĞRETİSİDİR.
‘Kur’an’ kelimesi ‘kitap’ kelimesinden, hatta ‘İslâm’ kelimesinden bile daha kapsamlı bir kelimedir. ‘Kitap’ dediğinizde yazının kendisini, ‘Kur’an’ dediğinizde ise yazının kendisi ile beraber yazının kast ettiklerini de işaret etmiş olursunuz.
Hiçbir yazı amaçsız değildir. Her yazının bir amacı vardır ve bu amaç o yazının tamamının ana fikridir. Ana fikir yazının içinde belirtilmese bile yazının genelinden anlaşılır.
Bir yazının ana fikri o yazının öğretisidir.
Victor Hugo’nun Sefiller’ini okuduğunuzda; kitabın yazılış amacı ile ilgili tek bir kelime bile bulamazsınız. Herhangi bir kitabı okuduğunuzda, eğer aklınızda kalan sadece içindeki olaylar ise, kitabın ana fikri ıskalanmış demektir.
Viktor Hugo’nun Sefiller’i yazması; Jean Valjean’in maceralarını meraklısına aktarmak değildir. Kaldı ki aktarılan her olay bile kendi içinde bir amaç barındırır.
İnsan türü; her olaya, her söze, her gördüğüne -kendisi bilmese- ‘NEDEN, NİÇİN, NASIL, KİM, KİME, KİMDEN’ soruları üzerinden bakar. Çünkü irâdelidir. İrâde ve nedensizlik asla bir araya gelemez. Duyduğu bir sözü, ‘kim, kime söyledi?’ diye merak etmeyen, ‘neyi, niçin söyledi?’ sorusunu sormadan anlayan insan yoktur.
Ama öte yandan, hiçbir söz bu soruların cevabı olacak dipnotla söylenmemektedir. Çünkü her sözün amacı zaten kendi içinde saklıdır. Çünkü her sözün kim tarafından, kime söylendiği içinde vardır. Bunlar söze düşülen dipnottan değil, sözden anlaşılır.
BİR BABA; OĞLUNA “OĞLUM, HIRSIZLIK YAPMA!” DEDİ… Bu söze, kimse bir açıklama getirmese bile bu sözün amacının, bir babanın evladını kötülüklerden koruma, onu doğruya yöneltme sorumluluğundan kaynaklandığını her aklı olan anlar.
İşte; o anladığı, o sözün ÖĞRETİSİDİR.
İşte; ‘Kur’an’ kelimesi de Kitaptaki kelimelerin, cümlelerin, sözlerin ‘ÖĞRETİ’SİDİR.
Fakat diğer sözlerin aksine; Kitabın içinde kitabın öğretisi açıkça ve çok detaylıca bildirilmiştir.
Meselâ;
İbrahim/1
الٓرٰ۠ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ
Elif-lâm-râ(c) kitâbun enzelnâhu ileyke lituḣrice-nnâse mine-zzulumâti ilâ-nnûri bi-iżni rabbihim ilâ sirâti-l’azîzi-lhamîd(i)
İnanç ve uygulama arasındaki bağlantılar
Diyanet Vakfı meâli – Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur’an), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.
Meâlde parantez içinde ‘bu Kur’an’ diye ifade edilen kelime, orijinal metinde yoktur.
İşte; bu kitabın KUR’AN’I (öğretisi) budur: İNSANLARI KARANLIKLARDAN AYDINLIĞA ÇIKARMAK İÇİN İNDİRİLEN KİTAP.
Bu kitabı okumakla kimse karanlıklardan aydınlığa çıkmayacaktır. Tam tersi; okuduğunun öğretisini yaşamakla aydınlığa çıkacaktır.
Bu; tıpkı ‘ELMA YE’ sözünü okuyan ama sadece okumakla yetinen biri ile ‘ELMA YE’ sözünün amacını anlayarak gidip elma yiyen adam arasındaki fark gibidir.
Biri, sözün kendisini telaffuz etmenin yeterli olacağını dikkate almış, yani sözün öğretisini anlamamış; diğeri ise sözün öğretisini anlayarak gidip elma yemiştir.
İşte; Kitabın öğretisi Kur’an’dır ve kitabın amacı da odur.
İşin yazı kısmı resûllere daimâ ENZELE, NEZZELE, ETA kelimeleri ile ifade edilmiştir ama KUR’AN kısmı VAHY ile ifade edilmiştir. Çünkü yazının Kur’an kısmı asla yazı ile öğretilemez.
Her resûlün kendisine verilen yazıya binaen yaşamış olduğu hayat, o resûlün kendisine verilen yazıdan neyi ne kadar doğru öğrendiğinin göstergesidir.
Meselâ;
Âdem; kendisine açıkça bildirilenden, kendisini şeytanın aldatmasından koruyacak kadar öğreti edinememiştir.
Meselâ Yunus, kendisine verilenden, görev yerini terk etmemek gibi bir öğreti çıkaramamıştır.
Âdem ve Yunus’un yaptıkları, onların o konularda bilgisiz bırakıldıklarından dolayı değil, kendilerine verilen bilginin öğretisini bir şekilde anlamamalarından veya yanlış anlamalarından veya umursamamalarından kaynaklanmaktadır.
İşte; zaten bu umursamazlık, öğretiyi tam olarak kavramamaktan ileri gelmektedir.
‘KİTAP – KUR’AN – VAHİY’ kelimelerinin resûllerin pratik hayatlarıyla ilişkileri -ilk ve son resûl hariç- diğerlerinde tıpatıp aynıdır.
Fakat ilk olması hasebiyle ilk resûlde, son olması hasebiyle son resûlde bu kavramlar -tamamen olmasa da kısmen- farklı yansımalara neden olmaktadır.
Meselâ;
İlk resûl hariç, sonra gelen resûller mutlaka kendinden önceki resûllerden haberdar edilmekte, onların pratik tecrübeleri mutlaka kendilerine aktarılmaktadır.
Nûh; Âdem’in yaşadığı tecrübelerden, Hûd; Nûh ve Âdem’in tecrübelerinden, Salih; Hûd, Nûh ve Âdem’in tecrübelerinden, İbrahim; Sâlih, Hûd, Nûh ve Âdem’in tecrübelerinden mutlaka ve mutlaka haberdar edilmektedir. Fakat hiçbir resûl kendi hayatı ile tecrübe edilmemektedir.
Elimizdeki kitabın tek bir amacı vardır. Akıllı varlık türlerinin ‘LA İLAHE İLLALLAH’ İLKESİNE GÖRE YAŞAMASI.
‘LA İLAHE İLLALLAH’; sadece yazı ile bildirilen veya vahiy yoluyla öğretilen bir ilke değildir. Bu ilke; varlığın tamamının varlık sebebi, var olma biçimi, varlığına devam etme şekli, ölme ve dirilme şeklidir.
Hiçbir varlık yoktur ki, yaratılış kodu ‘LA İLAHE İLLALLAH’ OLMASIN.
YANİ ‘La ilahe illallah’ her şeydedir, her yerdedir.
Akıllı varlık türü dışında kalanlar, bu ‘LA İLAHE İLLALLAH’ kuralını kendileri tarafından yapılan bir seçimle yapmamaktadırlar. Onlar, asla ‘LA İLAHE İLLALLAH’ kuralı dışında hareket edemezler. Çünkü irâdeleri ve akılları yoktur.
İrâdesi ve aklı olmayan varlıklara bu ilkeyi akıl yoluyla elde etmek gibi bir zorunluluk getirilmesi zaten zulüm olacaktır.
Ama Akıllı varlık türleri; varlığın tamamına yerleştirilen ‘LA İLAHE İLLALLAH’ ilkesini kendileri görmek, kendileri idrak etmek, kendileri anlamak, kendileri yaşamak durumundadırlar. Bu sefer, akıllı ve irâdeli olarak yaratılanlara ‘LA İLAHE İLLALLAH’ ilkesini zorla yaşatmak zulüm olacaktır.
İşte bu yüzden, Yüce Allah resûl ve kitap göndermekte, insanı görmek ve görmemek arasında seçimsiz bırakmamaktadır.
Resûller insanlığa, onlara zorbalık yapmak için değil, ikna etmek için gönderilmişlerdir.
Çünkü resûller akıllı ve irâdeli varlıkları muhatap almaktadır. Aklı ve irâdesi olana zorla veya zorbalıkla veya onu mecbur bırakarak bir iyilik yaptırmak her şeyden önce Yüce Allah’ın kendisiyle çelişmesi demek olacaktır.
İşte ne kadar uzun olursa olsun ne kadar kapsamlı olursa olsun ne kadar çok olursa olsun; resûllerin tamamı kendilerine verilen kitap ile aslında sadece bir kelime ÖĞRETMEKTEDİRLER.
Çünkü her şeyin var olması da varlığına devam etmesi de ölmesi de tekrar dirilmesi de ‘LA İLAHE İLLALLAH’ ilkesine göredir.
Dolayısıyla, Âdem’in kitabında kendisinden sonra gelecek olan resûllerin kıssalarının olmaması, asla bir eksiklik değildir.
Resûllerin yaşadıkları, ‘LA İLAHE İLLALLAH’ ilkesinin kendisi değil, o ilkenin yansımasıdır.
Başarılı olsun ya da olmasın, bir resûlün kıssasını KİTABIN KONUSU haline getirmek, resûllerin bizzat kendisinin bile yapamayacağı bir şeydir.
Bu yüzden, resûl kıssalarının aktarımı insanlara bırakılmadan bizzat Kur’an tarafından anlatılmaktadır. Çünkü o tecrübeler resûllerin kendi oluşturdukları bir kurumun tecrübesi değil, RİSÂLET kurumunun tecrübeleridir.
Ve hiçbir resûl o kurumun sahibi, düzenleyicisi, şekil vericisi değildir.
Küçümsemek şeklinde anlaşılmasın lütfen. Her resûl, işveren tarafından işe alınmış, hakları ve sorumlulukları olan kadrolu bir memur gibidir.
Fakat insan türü içinde bu görevi onlar kadar yiğitçe yapan hiç kimse yoktur.
Bu demek değildir ki onlar sadece ‘salla başı al maaşı’ türünde bir memurdurlar. Asla ve kat’a öyle değildir. Onlar; vahşi aslanları uyuşturmadan, akıllarını başlarından almadan, sadece tedavi eden muhteşem beşerlerdir.
İnsanlığa rağmen insanlığa iyilik götüren çok sabırlı bilgelerdir.
İnsanlığa rağmen insanı tedavi eden muhteşem doktorlardır. Hem de teşekkür bile beklemeden bunu yapmışlardır.
Hiç kimsenin bir diğeri için parmağını oynatmadığı bir dünyada gözlerini kırpmadan her şeylerini feda eden beşerlerdir.
Onlar, asla seçim yapmayan robotlar değildir. Yüce Allah’ın teklif ettiği mücadeleyi yapmak ya da yapmamak onların seçimidir, bu mücadelenin hakkını vermek veya vermemek onların seçimidir.
Şeytana aldanan Âdem öldürülmemiş, kahredilmemiş, azap üstüne azaba dûçar edilmemiştir.
Her resûl, Âdem gibi yapma özgürlüğüne sahiptir. İşte, bu özgür irâdelerini Yüce Allah’a sâdık kalma yönünde kullanan resûller, asla irâdesi ipotek altına alınmış, seçim hakkı olamayan beşerler değillerdir.
(Konu tam olarak henüz açığa kavuşmadı, hala söyleyecek çok şey var, devamını başka oturumda işleriz inşallah.)