Başlıklar
Fıtrat ve Yetenekler
Feekim vecheke liddîni hanîfâ(en)(c) fitrata(A)llâhi-lletî fetara-nnâse ‘aleyhâ(c) lâ tebdîle liḣalki(A)llâh(i)(c) żâlike-ddînu-lkayyimu velâkinne ekśera-nnâsi lâ ya’lemûn(e)
Yüce Allah insanı belli bir format (fıtrat) üzerine yaratıyor. Bu ayette o fıtrat yön olarak gösteriliyor.
Bu ne demektir? Yüce Allah insanı diğer varlıklarla çelişir bir varlık olarak yaratmamıştır. İnsan vücudu şu varlıkla uyumlu bir şekilde yaşamaya göre yaratılmıştır.
Vücudun bu hâli onun yetenekleridir. Hiç kimse ve hatta hiçbir varlık nefes almayı, ağzını kullanmayı, duymayı, duyduğunu akılda tutmayı, yemeyi, yutmayı, yediğini çıkarmayı, tat almayı, görmeyi ÖĞRENEREK yapmaz.
Biyolojik ve Soyut Yetenekler
Bu yetenekler ona bağışlanmıştır.
Bunlara “biyolojik yetenekler” dememiz daha doğrudur. Bu yetenekler olmasa insanın canlılığını sürdürmesi mümkün değildir.
Annesinden nefes alma yeteneği olmadan doğan her beden zaten ölü bedendir.
Akıl denilen şeyin varlığını sürdürmesi işte bu biyolojik yeteneklere bağlıdır. Nefes alma yeteneği olmayan bir vücuttaki aklın bir işe yaramayacağı aşikârdır.
Fakat aklın varlığı her ne kadar biyolojik yeteneklere bağlı olsa da bizzat aklın kendi yetenekleri biyolojik değildir.
Akıl, somut olanları da soyut olanları da bir anlama dönüştürür ve dönüştürdüğü bu anlam vücudun biyolojisini de etkiler. Tabiri caizse akıl her ne kadar varlığını vücudun biyolojik yetenekleri üzerinden sürdürüyorsa da biyolojik yeteneklerin tamamı onun hizmetindedir.
Aç olduğumuz halde akşama kadar oruç tutmak biyolojik yeteneklerimizin sonucu değil aklın yeteneklerinin bir sonucudur.
Akıl, biyolojik yetenekleri aç kalmaya ikna etmiştir ve biyolojik yetenekler de o ikna üzerine hareket etmektedir.
Aklın en büyük yeteneği, varlıkların göründüğü kadarıyla olmadığını anlamak ve anladığı o şeyi anlamlı bir düşünce haline getirmektir.
Aslına bakılırsa varlığından haberdar olduğumuz ve varlık olarak tasavvur dünyamızda kendisine yer verdiğimiz her varlığın anlamı, görünen kısımları ile değil görünmeyen kısımları ile anlam bulmuştur.
İnsanın Görünen ve Görünmeyen Yönü
İnsana baktığımızda görünen şudur: İki ayağı, iki eli, bir kafası ve kafasında çeşitli girinti ve çıkıntıları bulunan bir et yığınıdır.
İnsanın görünen yönü budur. Fakat aklımızın içindeki insan tanımı (dost, düşman, akraba, uzak akraba, komşu, kafir, mümin, siyah, beyaz, sarı, kahverengi) ne olursa olsun, nasıl görünürse görünsün asla gördüklerimiz üzerine değil görmediklerimiz üzerinedir.
İnsanın görüneni et ve kemik olduğu halde “İNSAN = ET VE KEMİK YIĞINI” gibi bir tarif hiçbir akıl tarafından kabul edilemez bir tarif olarak görülmektedir. Koyun eti, inek eti, insan eti arasındaki fark, görünen değerler üzerinden değil görünmeyen değerler üzerindendir. Yoksa inek eti ile tavuk eti arasındaki farktan daha az fark vardır insan eti ile inek eti arasında.
İnsan eti yemeyi çirkin ve tiksindirici, insan kesip etini konu komşuya dağıtmayı korkunç hale getiren şey asla insanın görünen yüzü değildir.
Tüm varlıklar arasındaki farklar daima soyut değerler üzerinden bilinir ve insan tüm varlıkları bu soyut değer üzerinden tasavvuruna alır.
İnsan; tavuk ile inek arasındaki farkı görünen üzerinden değil görünmeyen üzerinden bilir.
Yani insan her neye bakarsa baksın daima görünenin ötesini görmek istemektedir. İnsan asla varlıkların göründüklerinden ibaret olduğuna razı olmadı, olmaz ve olmayacak.
Evet insan hiçbir zaman varlığın göründüğünden ibaret olduğunu, daha fazlası olmadığına razı olmadı ve olamaz da çünkü bu onun formatına (fıtratına) terstir.
Fakat eğer insan konuşan bir varlık olmasaydı, içindekini karşısındakine kelimelerle aktaran bir varlık olmasaydı, bu razı olmayışının da hiçbir değeri olmayacaktı.
Bilgi üzerinde ittifak eden ve bilgiyi tevarüs ettiren bir varlık olmasaydı, ötelere merak salmasının da hiçbir anlamı olmayacaktı.
İnsan sadece kelimelerle düşünür. İnsanın formatındaki (fıtratındaki) yetenekler kelimelerle işlerlik kazanır.
Rûm suresindeki ayette insanın düşünce yönünün fıtratına doğru (yönünde) olması gerektiği söylenmektedir. Düşünce yönünün iki türlü hâli vardır: Halden fıtrata doğru ve fıtrattan hâle doğru.
Ayette ‘EQİM VECHEKE’ denmektedir, arkasından ‘Lİ’ harf-i cer’i ile bir mefulün bih gayri sarih almaktadır. Bu durumda “VECHİNİ FITRAT İÇİN GEÇERLİ HÂLE GETİR; YÜRÜRLÜKTE TUT, DAİMA İŞLER TUT.” gibi bir anlam çıkmaktadır. Hatta ‘Lİ’ harf-i cer’inden dolayı “SADECE” gibi bir anlam da verebiliriz.
Daha anlaşılır bir şekilde ifade edecek olursak “VECHİNİ SADECE FITRATA –ki o fıtrat Allah’ın en-Nâs’ı onun üzerine yarattığı fıtrattır– HAS KIL.” diyebiliriz sanırım.
Bu arada “Bu ayetten bir umumilik çıkar mı?” diye bir soru daima vardır. Çünkü kullanılan kelime en-Nâs‘tır. Yani ayette tüm insanların formatından (fıtratından) değil de resullerin içinden çıktığı beşer soyunun formatından (fıtratından) bahsediliyor olabilir. Zaten ayetteki emir ‘KE’ zamirinedir. Yani umumi değil HAS bir emirdir. Bu emrin umumi olabilmesi için başka delillere ihtiyaç vardır.
Fakat bu demek değildir ki insan türünün formatı (fıtratı) yoktur. Çünkü her şeyden önce Yüce Allah ilkesiz, plansız, rastgele iş yapmaz.
(Rûm 30. ayetteki bu konu derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur. Şimdilik dikkat çekmiş olmakla yetinelim.)
Her halükârda insan, varlıklara değer yükleyip onların farkını fark ederken daima soyut ölçüler kullanır ve bu soyut ölçüleri kullanma yeteneği ona doğuştan verilmiştir. İşte bu yetenekler zamanla körelir, azalır, üzeri kapanır yani yetenekler azalır.
Kur’an’ın Kelimelerine Sadakat ve İnsanın Fıtratı
İşte Kur’an’ın kelimeleri bu yetenekleri bize geri veren soyut değerlerdir. Önünde sonunda hepsi kelimedir, sözdür, kastedilen varlığın bizzat kendisi değildir; zaten bu yüzden ayettirler.
Kur’an’ın kelimelerinin bize bu yetenekleri kazandırmasının bir tek yolu vardır: KELİMELERE SADÂKAT.