Kur’an’ın Şerefi

KUR’AN’IN ŞEREFİ

Türkçeye Arapçadan geçmiş olan “şeref” (شرف) kelimesinin sözlük manaları “şeref bakımından üstün olmak, birisinden daha şerefli olmak, çıkıntı yapmak, saygın olmak, imkân vermek, üstten bakmak, üstün olmak” şeklindedir. 

Kelimenin kastettiği “üstün olmak” manaları maddi bir üstünlükten ziyade “manevi değer açısından değer sahibi olmak” anlamındadır. Yani bu üstünlük rütbe ve makam üstünlüğü değil yüksek ve manevi değer üstünlüğüdür. 

Kur’an’ın isnadının “kitabullah” şeklinde Allah’a olan isnadını temel aldığımızda onun bu şerefinin bizzat kaynağından yani Allah’tan olduğunu anlamaktayız. Hicr 9. ayetteki “koruma”yı göz önüne aldığımızda ise Kur’an’ın şerefinin başkasının işaret, tevil veya tefsir etmesiyle olmadığını ve olamayacağını anlamaktayız. Bu ne demektir?

Bu şu demektir; her ne kadar bu kitabın üslubundan onun “nahnu”lar tarafından “mahki” bir şekilde insanlığa ulaştırıldığı sonucu ortaya çıkıyor olsa da Yüce Allah’ın bu kitabı üstlenerek “kitabullah” olarak nitelemesi, ondaki kelime seçimlerinin, cümle dizilimlerinin, olayları anlatma biçiminin, haberlerinin ve haberleri veriş şeklinin, vaat ve tehditlerinin ve bu vaat ve tehditleri ifade ediş biçiminin tamamı Yüce Allah’ın üstlendiği şeylerdir. Bu durumda eğer bu ifade şekilleri kendi yüksek değerini yani “şeref”ini bu cümleler ile göstermiyorsa bir başkasının o cümlelere tercüman olarak devreye girip o yüksek değeri tevil ve tefsir yoluyla meydana çıkarmış olması kitabın yüksek değerini ifade etmek değil, tevil ve tefsir olmazsa yüksek değerini ifade etmekten aciz cümleler olarak kalacaktır.

Sözün yüksek değeri yani şerefi bizzat sözün kendisinde olduğu zaman o söz manevi değer açısından üstün olacaktır. Bir sözün yüksek değeri o sözün kendisinden anlaşılmıyorsa ve bu değeri ortaya çıkarmak için başkaları devreye girip (üstelik sözün hilafına) o değeri ortaya çıkarmaya kalkışıyorsa bu durumda söz değil sözün tevil ve tefsiri o yüksek değerin sahibi olacak müfessir o sözü söyleyenden daha fazla değer sahibi olacaktır.

Şu bir hakikattir ki yüksek değeri olan sözlerin tamamı kendilerine yapılan tevil, tefsir, şerh, tahşir ve yorumdan daha yukarıda olmak zorundadır. Yüksek değere sahip sözlere getirilen şerh, tevil ve tefsirlerin tamamı sadece o sözün yüksek değerine ulaşmak için yardımcılar olmak zorundadır. Çünkü yüksek değerli söz başkasının anlatımı üzerinden değil, bizzat o sözü okuyanlar tarafından içselleştirilerek görülmek zorundadır.

Yüksek değerli sözler sadece manevi anlamları ile değil, şekilsel olarak kelime seçiminde ve seçilen kelimeler ile kurulan cümlelerde de kendi yüksek değerini göstermelidir.  Şurası tartışmasız bir hakikattir: Her söz, değerini sözün sahibinden alır. Fakat sözün sahibi de kendi şerefini söz söylerken de göstermek zorundadır, değilse manevi değer zaten gözle görülen, elle tutulan, teraziye konulup ölçülebilen bir şey değildir.

Sözün şerefine dair ilkeler

Söz söyleyenin yüksek değeri ise bir manayı anlatmak için seçtiği kelimelerde, seçtiği kelimeler ile kurduğu cümlelerde kendisini gösterecektir.

Bu durumu bir örnek ile daha anlaşılır hâle getirmeye çalışalım:

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”

Herkesin bildiği İstiklal Marşı’ndan bir dize olan bu satırda anlatılmak istenen şey için 7 tane kelime seçilmiştir. Bu sözün yüksek değeri her şeyden önce işte bu kelime seçimlerinde kendisini göstermek zorundadır. Meseleye kelime seçimi açısından bakacak olursak satırda geçen 7 kelimenin yerine başka kelimeler de seçmek mümkündür.  Mesela, satırda geçen “korkma” emir fiili aslında “endişe etme” manasındadır. Kaldı ki “korkmak” denilen duygu iki şekilde ortaya çıkar: Bir şeyi bilmekten dolayı korkmak ve bir şeyi bilmemekten dolayı korkmak. Bu satırda geçen “korkmak” kelimesi bilmemekten dolayı değil bilmekten dolayıdır. Bu durumda kelime “içinde bulunduğumuz son derece umutsuz durumlara bakarak endişe etme” anlamındadır. İşte bunu anlatmak için satırdaki “korkma” yerine “endişe etme” anlamı da koyulabilirdi.

Yine satırda geçen “sönmez” kelimesi aslında ‘sancak’ için kullanılmaması gereken bir kelimedir. Çünkü “sönmek” kelimesi daha çok ateş için kullanılan bir kelimedir. Şair bu kelime ile al sancağın dalgalanmasını ve hatta o al sancağın dalgalanması ile insanda beliren yüksek tempolu duyguların dinginleşmeyeceğini, içeriğini kaybetmeyeceğini söylemek istemiştir.

Yine satırda geçen “şafak” kelimesi aslında güneşin doğması ve hatta batması ile ilgili olarak ve “ufuklar” manasında kullanılmış bir kelimedir.

Kelime seçiminin iletişimsel önemi

Şimdi eğer kelime seçiminde anlatılmak istenen manaya uygun bir şekilde davranılmış olsaydı o dizenin şöyle olması lazımdı:

“Endişelenme, dalgalanmayı bırakmaz bayrak direğinde dalgalanan, kırmızı zemin üzerine ay yıldız olan bayrak.”

Görüldüğü gibi Akif’in anlatılmak istenen şey için kelime seçiminde gösterdiği bilgelik ve yüksek değeri ifade edebilme kabiliyeti kendisini göstermiş, açıklaması sayfalar tutan ve hiçbir açıklaması da kendisi gibi sade ve öz olmayacak bu satırı meydana getirmiştir.

Şimdi bir de o sözün şöyle olduğunu düşünelim:

“KORK, SÖNER BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK”

Söz böyle söylenmişken araya tefsir ve yorumcuların girerek “Aslında şair ‘kork’ değil ‘korkma’, ‘söner’ değil ‘sönmez’ demek istemiştir, şair burada ironi yapmıştır.” şeklinde açıklama getirmeleri durumunda şair değil işte bu yorumu yapan müfessir daha değerli olacaktır. Çünkü o sözü okuyan sıradan akıllılar eğer o müfessir bunu demese orada bir ironi olduğunu sözün kendisinden asla anlamayacaktır.

Bu durumda da “ŞEREF”, sözün kendisinden sözü tefsir edene geçecektir.

Ne yazık ki tefsir geleneğinde Kur’an’ı açıkladığını söyleyen müfessirlerin bu şekilde pek çok örneğini getirmek mümkündür.

Mesela, hemen herkesin bildiği ve hemen herkesin kafasını karıştıran ve sözün kendisinden çıkan anlama kimsenin razı olmadığı şu ayete bakalım.

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Bakara 2 / 7

Ḣatema(A)llâhu ‘alâ kulûbihim ve’alâ sem’ihim ve’alâ ebsârihim ġişâve(tun) velehum ‘ażâbun ‘azîm(un)

Önce bu ayete verilen birkaç meale bakalım:

Abdulbaki Gölpınarlı Meali – Allah kalplerini, kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde var, pek büyük azab onlara.

Ali Bulaç Meali – Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Büyük azab onlar içindir.

Tefsir yöntemleri ve çeviri güçlükleri

Ali Fikri Yavuz Meali – Allah onların kalblerine, kulaklarına mühür vurmuştur. Gözlerinin üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azâp vardır. (Hem dünyada hem ahirette).

Bayraktar Bayraklı Meali – Bu nedenle Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir perde çekilmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır.

Diyanet İşleri Meali (Eski) – Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.

Diyanet İşleri Meali (Yeni) – Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.

Kur’an Yolu (Diyanet İşleri) – Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.

Diyanet Vakfı Meali – Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.

Edip Yüksel Meali – Allah kalplerini ve kulaklarını mühürler. Gözlerinde perde vardır ve büyük azap onlar içindir.

Erhan Aktaş Meali – Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerinde perde vardır. Onları büyük bir azap beklemektedir.

Mehmet Okuyan Meali – (Bu nedenle) Allah onların kalplerini ve işitme (duyu)larını mühürlemiştir. Gözlerinde de (manevi) perde vardır; onlar için büyük bir azap vardır.

Mustafa İslamoğlu Meali – Allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur, gözleri üzerinde de bir tür perde vardır; işte onlar muazzam bir azaba müstahaktırlar.

Süleymaniye Vakfı Meali – Sanki kalplerini ve kulaklarını Allah mühürlemiş, gözleri de perdelidir. Onların hak ettiği büyük bir azaptır.

Müfessir ve meal yazarları önce sözün görünen cümle yapısından böyle bir anlamın ortaya çıkacağına hükmederek bu mealleri vermişlerdir. Vermesine vermişlerdir ama ortaya çıkan manaya bizzat kendileri bile rıza göstermemişlerdir. Kimisi ortaya çıkan anlamı görmezden gelerek sus-pus olmuş, kimisi ayette böyle bir mana verdirecek herhangi bir edat olmamasına rağmen parantez içinde “(bu nedenle)” eklemesini yapmış, kimisi de hepten işi başka bir şekle sokacak şekilde yine parantez içinde “(sanki)” eklemesini yaparak işi teşbihe dökmüştür.

Mecaz, temsil ve anlam katmanları

Meale parantez içinde “(bu nedenle)” eklemesini yapanlar şu dipnotları düşmüşlerdir:

Mehmet Okuyan Meali

Bakara Suresi 7. Ayet Açıklaması:

İnkârcıların kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesinin sebebi, inkârlarında ısrarcı olmalarıdır. Yani inkâr “sebep”, mühürlenme ise “sonuç”tur. Benzer mesajlar: Bakara 2:88; Nisâ 4:155; A’râf 7:100, 101; Tevbe 9:87, 93; Yûnus 10:74; Nahl 16:108; Rûm 30:59; Mü’min 40:35; Câsiye 45:23; Muhammed 47:16; Münâfikûn 63:3

Aklı sıra ortaya çıkan anlamı kabul edilebilir hâle getirdiğini zanneden bu meal yazarı “İnkâr sebep, mühürleme ise sonuçtur.” demekle ortaya çıkacak şu sorunun etrafında dolaşmıştır:

“Madem bu kişiler zaten kafirdir, zaten inkâr etmiştir o halde bunların kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesinin, gözlerinin üstüne perde çekilmesinin sebebi nedir?”

Allah onları kafir kalmaları için gerçeği anlayamaz, göremez, duyamaz hâle mi getirmiştir? Yani onları bir daha kafirlikten kurtulamayacak hâle mi getirmiştir? Madem Allah onları, iradelerine müdahale ederek bir şeye mahkûm edecekti bunun “iman” olması ona daha yakışan bir şey olmaz mıydı?

Diyelim ki bu müfessir ve meal yazarlarının dediklerine ikna olduk, bu durumda şu soruyu soralım: Şeref açısından hangisi daha yüksektir?

Mehmet Okuyan Meali – (Bu nedenle) Allah onların kalplerini ve işitme (duyu)larını mühürlemiştir. Gözlerinde de (manevi) perde vardır; onlar için büyük bir azap vardır.

Sözün kendisinden ortaya çıkan bu meal mi yoksa bu meale getirilen şu açıklama mı?

“İnkârcıların kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesinin sebebi inkârlarında ısrarcı olmalarıdır. Yani inkâr ‘sebep’, mühürlenme ise ‘sonuç’tur.” (M. Okuyan)

Sözün kendisinden kafirliğin sebep, mühürlemenin sonuç olduğu anlaşılmamaktadır çünkü sözün kendisinde bu anlamı bize verdirecek herhangi bir edat veya kelime yoktur.

Peki müfessirler bu işe ne demiştir?

“Şayet ‘Kalplere ve kulaklara mühür vurmak ve gözlere perde çekmek ne anlama gelir?’ dersen şöyle derim: Hakikatte mühür vurma ve perde çekme diye bir şey söz konusu değildir, aksine bu ifade bir mecaz türü olup mecazın her iki türünden de (isti’âre ve temsîl) olması mümkündür. [i] İsti’âre olduğu düşünülürse burada; onların kalplerinin ve kulaklarının sanki mühürle kapatılmış gibi olduğu, gözlerine ise adeta bir perdenin çekilmiş̧ ve idrak ile aralarına engel konulmuş̧ gibi olduğu belirtilmiş̧ olmaktadır. Zira onların kalpleri haktan yüz çevirip onu kabul etme ve inanma konusunda büyüklük taslamış̧, dolayısıyla hak onların kalplerine ulaşıp sirayet edememiştir. Yine onların kulakları hakkı dinlemekten imtina etmiş̧, hakka karşı sağır kesilmiş̧ ve onun sesini duyamamışlardır. Gözleri ise önlerinde serili olan ilâhî ayet ve delilleri basiret sahibi ve ibret alan kimselerin gördüğü gibi görmemiştir. [ii] Ayetteki mühür ve perde çekme ifadelerinin temsil olduğu düşünülürse; o zaman burada onların durumları, mühürlenerek ya da perdelenerek engellenmiş̧, faydalanılması imkânsız hale getirilmiş̧ şeylere benzetilmiş̧ olmaktadır. Zira onlar hakkı dinleyip de ondan mükellef oldukları ve hatta yaratılış̧ gayeleri olan dinî maksatlar hususunda istifade edememişlerdir. Mazinlilerden biri dildeki tutukluk ve zorlanmayı ‘dilin mühürlenmesi’ olarak nitelemiş̧ ve şöyle demiştir:” (el-Keşşaf c.1.s.166)

Zemahşerî’nin bu anlatımına göre söz hakiki bir söz değil mecazdır. Aslında kalpler ve gözler mühürlenmemiş ve gözlerinde de perde falan yoktur. Burada sanki bir “ADETA” edatı varmış da onu kimse görmemiş veya görememiş ama bizim Zemahşerî keskin gözleri ile onu şak diye görmüştür.

Kutsal metinlerde kelime seçiminin etkisi

Görmesine görmüştür ama ne yeryüzündeki herkes Zemahşerî gibi keskin gözlere ve akla sahiptir ne de yeryüzündeki herkesin Zemahşerî’nin tefsirini okuma imkânı vardır.

Böyle bile olsa bu durumda sözün yanlış anlaşılmaması için hiçbir çaba göstermeyen ve orada olması gereken “ADETA” edatını saklayarak sözün kabul edilebilir olma sınırlarının dışına taşıran sözün sahibi mi daha şereflidir yoksa söz sahibinin gizlediği “ADETA” edatını keskin gözleri ve aklıyla ortaya çıkaran müfessir mi daha şereflidir?

Müfessir burada da durmamış her normal aklı sorabileceği soruları kendisi sorup yine kendisi şöyle cevaplamıştır:

“Şayet “Neden burada mühürleme fiili Allah’a isnat edilmiştir, oysa bu fiilin Allah’a isnat edilmesi, O’nun hakkı kabul etmekten, yolları ile hakka ulaşmaktan men ettiğine delâlet eder ki böyle bir şey çirkindir; Allah Teâlâ ise çirkin şeyleri yapmaktan münezzehtir, zira O hem çirkin olan şeyin çirkinliğini bilir hem de ondan müstağni olduğunu bilir. Kaldı ki, bizzat Allah Teâlâ, ‘Ben, asla kullara zulmedici değilimdir.’ [Kāf 50/29]; ‘Ama onlara Biz zulmetmemişizdir; zalim olan kendileridir.’ [Zuhruf 43/76] ve ‘Yüz kızartıcı bir şeyi Allah emretmez.’ [A’râf 7/28] gibi ayetlerde zatını tenzih etmiştir. Kur’an’da buna benzer daha pek çok ayet vardır?” dersen, şöyle derim: Bundan maksat, kalplerin adeta mühürlenmiş̧ gibi olduğunu ifade etmektir. Mühürleme fiilinin Allah’a isnat edilmesinin sebebi ise onların kalplerindeki bu sıfatın adeta sonradan kazanılmış̧ arızi bir nitelik değil de doğuştan gelen bir nitelikmiş̧ gibi yerleşmiş̧ ve güçlü olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim “falancanın cibilliyeti / karakteri şöyledir”, “Şu fıtrat üzere yaratılmıştır” gibi ifadeler kullanıldığında, o kişinin söz konusu hususta son derece sabit olduğu belirtilmiş̧ olmaktadır. Hem, senin vehmettiğin şey nasıl tahayyül edilebilir ki?! Zira bu ayetler kâfirlerin hatalarını yüzlerine vurmak, onların sıfatlarının çirkinliğini ve hallerinin kötülüğünü ortaya koymak üzere inzal edilmiş̧, sonunda ise yine kâfirlere büyük bir azap uyarısı yapılmıştır.” (el-keşşaf c.1.s.166)

Sözü burada kesmeyen müfessir ayetteki mana için tam beş ihtimal sayarak uzun uzun aslında ortada bir mühürleme ve perdeleme olmadığını anlatmaya çabalamıştır.

Bu durumda şöyle olmaktadır: Bizzat sözün sahibi “ALLAH KALPLERİNİ VE KULAKLARINI MÜHÜRLEDİ, GÖZLERİ PERDELİDİR.” demekte ama müfessir araya girerek “Hayır hayır öyle demek istemedi O, ‘SANKİ MÜHÜRLEDİ, SANKİ GÖZLERİ PERDELİ’ demek istedi.” demektedir.

Şimdi bu noktada “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürledi.” şeklinde söz söyleyen ve bu söylemi yürekleri kanatan ve binlerce soru çıkaran sözün sahibi mi daha şereflidir yoksa “Yok yok öyle demedi, ‘SANKİ’ dedi.” diyen müfessir mi daha şereflidir?

Kelime seçiminde sözün olmazsa olmazlarından biri olan “SANKİ” edatını zahmet edip satırlarına yazmayan ve bu yüzden akıl karıştıran bir cümle kuran söz sahibi tabi ki daha değersiz olacaktır. Çünkü Zemahşerî olmasaydı bizim gibi aklı kıt olanlar o “sanki” edatını asla oraya eklemezlerdi, ekleyemezlerdi.

Mesela Akif’in dizesi şöyle olsaydı: “Kork, bu şafaklarda yüzen al sancak” ve ben de devreye girip “Ey insanlar, aslında şair “kork” demedi “korkma” dedi ve cümlede de bir “sönmez” kelimesi vardı, onu söylemek istemedi, şunu demek istedi: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” deseydim ben mi daha yüksek değerde olurdum yoksa Akif mi?

İşte tefsir geleneğinin yaptığı aslında tamamen böyledir. Buna dair tefsirlerden binlerce örnek bulmak mümkündür.

Burada sorun sadece müfessirlerin ve meal yazarlarının verdikleri meallerde ve getirdikleri tefsirlerde değildir. Buradaki sorun; sözün sahibinin Kur’an’daki kelime seçimlerinin ve kelimelerin sözlük manalarındaki tercihlerinin sanki bir müfessir tarafından yapılmış olduğunun sanılmasındadır. Yani meal ve tefsir yazarlarına göre (milyonlarca kez hâşâ) eğer Allah onlar olsaydı bu kelimeleri ve bu sözlük manalarını tercih ederlerdi ve eğer (sonsuz kere hâşâ) eğer onlar Allah olsaydı asla böyle bir Kur’an göndermez, asla böyle kelimeler seçmez ve böyle cümleler kurmazlardı.

Kabul edelim veya etmeyelim, hoşumuza gitsin veya gitmesin tefsir ve meal geleneği işte tamamen bu temel üzerine oturmuş ve her daldaki müktesebat işte bu temel üzerine bina edilmiştir.

Dilsel şeref ve metin yorumu

Bu temel tefsir ve meal ile başlamamış daha öncesinde kelimelere nokta ve hareke koymayla, ayet bölünmeleri yapmayla ve secavendler tayin etmeyle başlamıştır.

Mesela, Asım kıraatine göre Kur’an’da 6236 ayet bölünmesi vardır. Yani (yine sonsuz kere hâşâ) eğer Asım b. Behdele Allah olsaydı ve ayet bölünmeleri onun tarafından yapılsaydı o ayet bölünmeleri, nokta ve hareke olmayan bir Kur’an göndermez, şu an elimizde bulunan kıraati gönderirdi.

Bizim gibi sıradan insanlar için bu kolayca kabul edilebilecek, kolayca içselleştirilebilecek ve bu durumun getirdiği anlamın altından kolayca kalkılabilecek bir yük değildir.

İster sıradan insan olunsun isterse alleme-i cihan olunsun hiç fark etmez, Kur’an’a iman ettiğini söyleyen her mümin peşinen şuna iman etmek zorundadır: Kur’an kelime seçimiyle, cümle kuruluşlarıyla MÜKEMMELDİR. Eksiği ve gediği olmayan bir kitaptır, yanlışı, hatası bulunmayan bir kitaptır, ondan daha güzelini getirmek mümkün değildir.

Eğer herhangi bir müfessir, herhangi bir meal yazarı veya herhangi bir konuşmacı Kur’an’ın yüksek değerini yani şerefini azaltacak bir şeyi Kur’an’a isnat ediyorsa bilinmelidir ki bu, Kur’an’dan değil o kişilerden kaynaklanmaktadır.

(Bakara 2/7)

Allah onların perdeli haldeki akılları yüzünden ve onların (perdeli haldeki) anlama yöntemleri yüzünden ve onların (perdeli haldeki) öngörü yöntemleri yüzünden (misak’ı) sona erdirdi. Artık onlar için sadece azim bir mahrumiyet (azap) vardır.

Verdiğimiz bu meale itiraz etmek kesinlikle mümkündür ve edilmesi de gerekmektedir. Fakat şu çabamızın da görülmesi gerekmektedir:

Biz bu meale ulaşırken “Aslında onu değil bunu demek istiyor.” demedik. Sadece kelimelere yapıştık. Kelimelere yapışmadan önce de şuna iman ettik: Bu söz, yüksek değeri hususunda hiç şüphe olmayan Yüce Allah’a isnat edilmiş bir sözdür. Dolayısıyla O bu sözün şerefinin görülmesini engelleyecek hiçbir tercihe onay vermez. Bize düşen sadece kelimelere yapışarak O SÖZÜN ŞEREFİNİ GÖRMEYE ÇALIŞMAKTIR.

Bir kelimeye mana tercihinde bulunurken sözün manasını tercih edenin biz değil O olduğunu ve O’nun da sözün şerefini yok edecek hiçbir cümle kuruluşuna onay vermeyeceğini peşinen kabul etmektir.

Bundan sonrasında tüm yanılgılar, kusurlar, hatalar sadece ve sadece bana aittir. Hatamdan, kusurumdan, yanılgımdan dolayı sadece O’na sığınır, O’ndan bağışlanma dilerim.

Allah hepimizi O’nun kitabını yüksek şerefinden hiçbir şey eksiltmeden anlayacak bir ilme ulaştırsın.

Kavramlar: