Maide 13 Ayet Kelimeyi Vaz Edildigi Yerden Ederek Harflestiriyorlar

MÂİDE 13. AYET – KELİMEYİ VAZ EDİLDİĞİ YERDEN EDEREK HARFLEŞTİRİYORLAR

Başlıkta olduğu gibi veya daha başka şekilde çevrilme imkânı olan Mâide suresinin 13. ayetindeki şu cümlenin (يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه۪ۙ) (yuharrifûne-lkelime ‘an mevâdi’ihi) ‘dil’e ve ‘dildeki kelimeler’e dikkat çektiği muhakkaktır.

Bizim “bir kenara çekerek harfleştirmek” anlamını verdiğimiz ‘yuharrifune’ (يُحَرِّفُونَ) kelimesi isim olarak “kenar, uç” manasına gelmektedir; fiil olarak ise “bir şeyi olması gereken zeminden başka bir yere çekerek onu çekilen yerde yeniden istihdam etmek” manasına gelmektedir. Mesela, savaş meydanında savaşan ordunun bir kısmının taktik icabı savaş meydanından dışarı alınıp başka bir düzende ve şekilde yeniden savaşta istihdam edilmesi yine bu kelime ile ifade edilir.

Ayetin siyak ve sibakına baktığımızda bu cümlenin 12. ayette ‘Benî İsrâil’ ile yapılan misak bağlamında geçtiğini görmekteyiz. Bu yüzden cümlede geçen ‘el-kelime’ (الْكَلِمَ) kelimesinin marifeliğinin “misak” bağlamında geçen sözlerden dolayı olduğu anlaşılmaktadır yani bu cümleye “Hangi kelimeleri harfleştiriyorlar?” diye bir soru sorduğumuzda verilecek cevabın “‘Benî İsrâil’ ile yapılan misak bağlamında geçen kelimeleri harfleştiriyorlar.” şeklinde olması gerekmektedir.

Bahis konusu ettiğimiz cümlenin, içinde geçtiği ayetin tam metnine baktığımızda da bu görülmektedir:

فَبِمَا نَقْضِهِمْ م۪يثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةًۚ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه۪ۙ وَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِه۪ۚ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلٰى خَٓائِنَةٍ مِنْهُمْ اِلَّا قَل۪يلًا مِنْهُمْ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ
Mâide 5 / 13

Febimâ nakdihim mîśâkahum le’annâhum vece’alnâ kulûbehum kâsiye(ten) yuharrifûne-lkelime ‘an mevâdi’ihi venesû hazzan mimmâ żukkirû bih(i) velâ tezâlu tettali’u ‘alâ ḣâ-inetin minhum illâ kalîlen minhum fa’fu ‘anhum vasfah inna(A)llâhe yuhibbu-lmuhsinîn(e)

Önceki ayete baktığımızda söz konusu edilen meselenin misak bağlamında geçtiği daha da netleşmektedir:

وَلَقَدْ اَخَذَ اللّٰهُ م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۚ وَبَعَثْنَا مِنْهُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَق۪يبًاۜ وَقَالَ اللّٰهُ اِنّ۪ي مَعَكُمْۜ لَئِنْ اَقَمْتُمُ الصَّلٰوةَ وَاٰتَيْتُمُ الزَّكٰوةَ وَاٰمَنْتُمْ بِرُسُل۪ي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَاَقْرَضْتُمُ اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا لَاُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّـَٔاتِكُمْ وَلَاُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۚ فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ
Mâide 5 / 12

Velekad eḣaża(A)llâhu mîśâka benî isrâ-île vebe’aśnâ minhumu-śney ‘aşera nakîbâ(en) vekâla(A)llâhu innî me’akum le-in ekamtumu-ssalâte veâteytumu-zzekâte veâmentum birusulî ve’azzertumûhum veakradtumu(A)llâhe kardan hasenen leukeffiranne ‘ankum seyyi-âtikum veleudḣilennekum cennâtin tecrî min tahtihâ-l-enhâr(u) femen kefera ba’de żâlike minkum fekad dalle sevâe-ssebîl(i) 

Merkeze aldığımız (يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه۪ۙ) (yuharrifûne-lkelime ‘an mevâdi’ihi) cümlesinde belirtilen fiili yapmak için yüksek seviyede dil bilmek ve yüksek seviyede dile hâkim olmak gerekmektedir. Dil ile ilişkisi konuşmaktan ibaret olanların cümlede belirtilen fiili yapmaları imkânsızdır çünkü burada söz konusu olan şey basit bir şekilde bir kelimenin veya bir cümlenin anlamını YANLIŞ telaffuz etmek değildir; zaten yanlış telaffuzla alâkalı kullanılan kelime ‘yuharrif’ kelimesi değil ‘LAHN’ kelimesidir.

Türkçe düşünenler ‘LAHN’ kelimesi ile ‘YUHARRİF’ veya (tahrif) kelimesinin anlamlarını birbirine karıştırmaktadır. ‘Lahn’ kelimesinde bir gaye yoktur, bu sadece sözü hatalı telaffuz etmektir fakat ‘Tahrif’ kelimesinde bir gaye vardır. ‘Tahrif’ kelimesi “bir sözü veya bir kelimeyi vaz edilen anlamından koparmak, daha sonra yeni bir anlam ve yeni bir vaz ile tedavüle sokmak”tır ve bu en başından beri planlanan bir şey olmak zorundadır yoksa bir gaye olmadan hatalı konuşmak asla ‘TAHRİF’ değildir.

Lahn ile tahrif arasındaki fark

‘Lahn’, -dili bilsin veya bilmesin- herkesin bilmeden yapabileceği bir şeydir fakat ‘tahrif’ sadece dili ve o dile ait tüm kuralları bilenlerin ve bir kelimeyi kendi vazedildiği yerden ettikten sonra ona yeni bir anlam yüklemeyi becerebilenlerin yapabileceği bir iştir. 

‘Tahrif’ meselesini sadece müfred kelimeler bazında alacak olursak bu durum dilde hakiki manalarda vaz edilmiş kelimelerin “kavramlaştırma” süreçlerinde kendisini gösterir zira ilmi çevrelerde “ıstılah” olarak bilinen şeyin aslı, bir kelimeyi vaz edildiği hakiki manasından başka bir anlam vaz edecek şekilde nakletmektir ki dilde buna “MENKUL kelimeler” denir.

Mesela, 

“Dua” anlamına gelen ‘salat’ kelimesinin “dini bir ritüel” anlamına getirilmesi;

 “Temizlenmek” anlamına gelen ‘zekat’ kelimesinin “maddi kazançtan alınan vergi” anlamına getirilmesi;

“Öğretmek/öğreti” anlamına gelen ‘Kur’an’ kelimesinin “bir yazıyı da ifade edecek şekilde kitap” anlamına bedel kılınması; 

“Bayrak yarışında bayrağı öncekinden alıp sonrakine teslim eden” veya “sansürsüz konuşan” anlamına gelen ‘resul’ kelimesinin “elçi” anlamına getirilmesi;

“Küp” anlamına gelen ‘KÂBE’ kelimesinin “bir binayı temsil eden bir anlam”a getirilmesi

“Bahçe” anlamına gelen ‘cennet’ kelimesinin “ahirette verilecek ödül” anlamına getirilmesi ve daha birçok kelime kendi hakiki anlamından başka bir anlama taşınmış MENKUL kelimelerdir.

Bunu nahvin kurallarında görmek de mümkündür. Mesela, asıl anlamı “üstte olanın altta olana bir şeyi yapmasını emreden” emir fiillerin “aciz bırakmak, ispat etme, serbest bırakma, dilekte bulunma, rica etme” gibi anlamlarda kullanılması da ‘menkul’ bir anlamdır fakat şu da var ki menkul anlamlar iki türlüdür:

  1. Bir kelimenin vazedildiği hakiki anlamıyla alâkasını koparmadan başka bir anlama taşımak
  2. Bir kelimenin vazedildiği hakiki anlam ile alâkasını tamamen kopararak başka bir anlama taşımak

Menkul kelimeler ve kavramlaştırma süreci

Kur’an’da geçen kelimeler üzerinden verdiğimiz yukarıdaki örneklerin tamamı birinci kategoride yer almaktadır. Aslına bakılırsa Kur’an’da, konulduğu lügat anlamından “kavram” anlamına taşınmış onlarca hatta yüzlerce kelime vardır fakat (incelediğim kadarıyla) bunların hiçbirinin kelimenin kök anlamıyla alâkası koparılmamıştır.

İşte Mâide suresi 13. ayette geçen يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه۪ۙ (yuharrifûne-lkelime ‘an mevâdi’ihi) cümlesinde kastedilen tahrife sadece “müfred kelime” çerçevesinden baktığımızda bunun, kelimeleri kök anlamlarından tamamen kopararak ve onlara yeni anlamlar yükleyerek KAVRAM ÜRETMEK şeklinde kendisini göstereceğini söyleyebiliriz.

Oluşması muhtemel bir karışıklığı önlemek için şu açıklamanın yapılması şarttır. Bir dilde öncesinde hiç olmayan bir kelime üretmek ile bir dilde öncesinde var olan ve kendisiyle birçok anlamın sabitlendiği bir kelimeyi kendi anlamlarından tamamen soyutlayarak dilde yeni yüklenen anlamlara göre işlevsellik kazanmasını sağlamak iki apayrı şeydir.

Yeni üretilen bir eşyaya, yeni keşfedilen bir nesneye, yeni keşfedilen bir hastalığa, yeni yaşanan bir olaya isim koymak için kelime üretmek zaten dilin işlevlerinden biridir ve bu asla kelimeleri vaz edildiği makamdan başka bir makama taşımak değildir fakat eskiden var olan ve başka bir anlama gelen bir kelimeyi kök anlamından tamamen kopararak yeni üretilen bir eşyaya, yeni keşfedilen bir nesneye veya hastalığa, yeni yaşanan bir olaya isim olarak vermek ikinci kategoridir yani yeni olan bir şeye eskiden başka bir anlamda kullanılan eski bir ismi yeni olarak tedavüle sokmak ‘YUHARRİFUNEL KELİME AN MEVADİİHİ’ olmaktadır.

 Dilde icat edilen yeni kelimeler, bir bütün olan dilin tıpkı bir vücut gibi daha önce hiç tatmadığı bir meyveyi tatması gibidir. Vücut onu ya kabul eder ve tatmaya devam eder ya da kabul etmez hemen tükürür.  Mesela, İngilizcedeki ‘selfie’ kelimesine karşılık “öz çekim” kelimesi üretilmiştir. Dil bu kelimenin tadına bakmış ama ondan hiç hoşlanmamış ve hemen onu tükürmüştür yani yeni bir VAZ kazanarak dile yerleşmemiştir.

Bir dilin içinde eski bir kelimeye eski anlamıyla alâkası olmayan yeni bir anlam yüklemek ise tıpkı vücudu içten içe çürüten bir virüs gibidir. Mesela, Kur’an’da geçen ve ortaya çıkış kronolojisinde nispeten daha eski olan ‘SÜNNET’ kelimesine yüklenen yeni anlam buna en güzel örnektir. “Hiç değişmeden takip edilen sabit yöntem, sabit yol, sabit tarz” anlamında olan ‘SÜNNET’ kelimesinin kendi anlamı bir kenara bırakılmış, onun yerine “Allah resulüne izafe edilen söz, fiil ve takrir (suskunluk)ları haber veren rivayetler” anlamı konulmuştur. Bu da yetmezmiş gibi o rivayetleri temel alan dini bir yöntem bile icat edilmiştir: ‘EHL-İ SÜNNET’

Ne ‘sünnet’ ne de ‘ehil’ kelimesine EHİL olmayan insanlar kendilerini bu tamlamaya ait olarak tanımlamaya başlamıştır. Bu tür menkul kelimeler, dilin dolayısıyla aklın kurgusunu tamamen kendisine göre düzenleyen kelimelerdir. Lafız olarak sadece iki kelime olan bu tamlamanın “kümülatif ağırlığı” dildeki birçok kelimeden çok daha ağırdır. 

Dili dolayısıyla aklı kendisine göre yeniden düzenleyen kelimeler, bir ton balın içindeki bir kaşık zehir gibidir. Gramaj olarak bir ton ile bir kaşık arasında dağlar kadar fark vardır ama o bir kaşık tüm o bir tonun değerini tamamen değiştirmektedir. 

İster dilde yeni bir kelime üretmek isterse de eski kelimelere yeni anlamlar yüklemek şeklinde olsun, kavram üretmek, onu bir anlamı belirtecek şekilde yeni bir VAZ ile tedavüle sokmak ve en nihayetinde bunun üzerinde insanların ittifak etmesini sağlamak, dil ile alâkası konuşmaktan ibaret olan sıradan insanların asla yapabileceği bir şey değildir. Bunu yapmak için her şeyden önce toplum tarafından kabul görmüş bir otorite sahibi olmak gerekmektedir. 

Mesela, Mâide 12. ve 13. ayet ‘Benî İsrâil’ bağlamında geçmektedir. Ayetin bağlamında ‘Benî İsrâil’ var diye “ONLAR KELİMELERİ KONULDUKLARI YERDEN EDEREK HARFLEŞTİRİRLER.” ifadesinin çoluk çocuk, yaşlı ihtiyar, kadın erkek, bilen bilmeyen herkesi kapsadığını söylemek çok yanlış bir akıl yürütme olacaktır fakat ayet GENEL yani UMUM bir ifade kullanmaktadır yani ayetin zahirine baktığımızda bilsin veya bilmesin, anlasın veya anlamasın, gücü yetsin veya yetmesin kendisini ‘Benî İsrâil’ olarak tanımlayan herkesin söz konusu harekete girmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

Bu cümlenin tüm ‘Benî İsrâil’i kapsaması şu şekilde olmalıdır:

Metin kapsamı ve yorum perspektifleri

Kur’an’da resullerin kıssası anlatılırken ifadelerdeki şablon hep şu şekildedir: 

“RESUL, KAVMİNE ŞUNU SÖYLEDİ …..  ….. ….”

“KAVİM, RESULE ŞUNU DEDİLER … … …”

Şimdi bu kullanımlarda “DEDİLER” ifadesinin çoğul ve kapsayıcı olduğunu temel alarak “Çoluk, çocuk, uzak yakın, genç yaşlı, kadın erkek, alâkalı alâkasız o kavimde her kim varsa hepsi resulün karşısına dizilip hep bir ağızdan koro şeklinde cevap verdiler.” şeklinde anlamamız komik olacaktır.

Mümkündür ki o kavim adına konuşan sadece bir kişidir fakat o kişinin konuşmasının içeriği tüm kavim tarafından kabul edilmişse bu, o kişinin konuşmasının tüm kavmin konuşması anlamına gelmektedir.

İşte Mâide suresinin 12. ve 13.ayetlerindeki kapsayıcılık da böyle bir şeydir yani ‘Benî İsrâil’ içinden işi bilenler, kelimeleri konuldukları yerden ederek eski kelimelere yeni anlamlar yüklemekte ve geride kalanlar ise bu yeni anlamlara göre inançlarında ve davranışlarında davranışlar geliştirmektedirler. Bu yüzden ifade hepsini kapsamakta, o işi sanki tamamı aynı anda yapmış gibi olmaktadır. (Aslında “gibi” kelimesine gerek yoktur, tastamam öyledir.)

İşte, bu şekilde üretilen eski kelimelere yeni anlamlar veya yeni anlamlara eski kelimeler VAZ etmek tahrifin ta kendisi olmaktadır.

Bu yolla VAZ edilen yeni kelimelerden sadece bir tanesi bile inancın baştan aşağıya kadar yeniden düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Mesela, Kur’an’daki risalet kronolojisini temel aldığımızda ‘İSRAİL’ kelimesi kronolojiye göre Yusuf’tan sonra, MUSA’dan önceki zaman aralığında Kur’an tarafından tedavüle sokulmuş bir kelimedir. Bu kelimenin VAZ edicisinin Allah’ın kitabı olduğunda şüphe yoktur. Şimdi, Kur’an yeni vaz edilen bu kelimeye “SÖZLEŞMELİ KLAN” (‘nahnu usbetun’) şeklinde bir anlam yüklemiştir yani yeni bir olay, yeni bir durum ve o yeni durumu ifade edecek yeni bir kelime fakat bu yeni anlamlı yeni kelime önce Yahudiler sonra Hıristiyanlar ve daha sonra da Müslümanlar tarafından yeni bir kelime ama eski bir anlam şeklinde değiştirilmiş ve o şekilde tedavüle sokularak piyasaya sürülmüştür. Tamlamada geçen ‘İSRAİL’ kelimesi kendi anlamından alâkası olmayacak şekilde koparılmış ve kelimeye “YAKUP” anlamı yüklenmiştir. Sonuçta sadece bu kelimedeki anlam kaydırması devasa bir tarihin yalan olmasına ve kelimenin Kur’an’da geçmesinden dolayı bu yalanların da Kur’an’a girmesine sebep olmuştur. Nihayetinde hem Yahudiler hem Hristiyanlar hem Müslümanlar tarih ve inanç meselelerini ‘İsrail’ kelimesinin “Yakup” oluşuna göre yeniden kurgulamışlardır. 

İlgili sahada üretilen her yeni kavram (‘menkul’ veya ‘mürtecel’ fark etmez), ilgili sahanın kendisine göre yeniden dizayn edilmesi ile sonuçlanmaktadır.

“Melek, Rab, İnsan, beşer, İns, Cin, Nebi, Resul, Ümmi, Mesih, Kitap, Vahiy, Mushaf, Kur’an” ve daha birçok kavram, Kur’an’ın kendi kelimelerini kavramlaştırma süreçlerinden koparılarak yeniden anlamlandırılmış ve günümüzde “Müslümanlık” diye bildiğimiz “din” işte bu kurguya göre şekillendirilmiştir.

Kavram değişiminin inanç üzerindeki etkisi

Bir tek kavramın değişmesi ile devasa bir yapının nasıl ona göre değiştiğine dair yüzlerce örnek getirebiliriz fakat mesele sadece müfred kelimelerle sınırlanmış olsaydı bunu yapmak kolay olurdu ama durum sanıldığından daha vahim ve daha kapsamlıdır.

Mesela, İslam inancının temelini oluşturan Kur’an’ın tamamının noktalanması ve harekelenmesi tam tamına “TÜM KİTABI HARFLEŞTİRME” faaliyetidir. Üstelik bu harfleştirme faaliyeti; noktasız ve harekesiz metin “GELİŞMEMİŞ YAZI” temelinde açıklanmış ve bu tez -bilsin veya bilmesin- tüm Müslümanlar tarafından iman derecesinde kabul görmüştür.

İnsanlık tarihinde, YAZI ile insanlığı tanıştıran, yan yana getiren, onları yazı ile muhatap kılan RESULLER ve onlarla birlikte gönderilen kitaplar olmasına rağmen dinli dinsiz herkes yazı ile resulleri asla bir araya getirmemekte, gramerin ve yazının ortaya çıkışıyla ilgili hayali hikayeleri gerçek yerine koymaktadırlar.

Mesela, kelimelerin vaz edildikleri yerlerden kaydırılmasının temeli olan “GRAMER” yani “DİLBİLİM” tarihi hakkında anlatılanlara bakalım:

Bu anlatıya göre “dil” yani “gramer” üzerine yapılan ilk çalışmanın M.Ö. 10. yüzyılda Hindistan’da yapıldığı ve bunun da Hindu dininin kaynağı olan VEDA’larda görüldüğü söylenmektedir. Daha sonra M.Ö. 5. yüzyılda yine bir Hintli olan YASKA tarafından bunun geliştirildiği söylenmektedir. Yaska NİRUKTA adlı eserinde kelimelerin anlamlarını FELSEFİ anlamda tespit etmeye çalışmıştır. Bu anlatıya göre gramer çalışmalarının zirvesi bittabi ki aydınlığın kaynağı olan ANTİK YUNAN FELSEFESİ ve özellikle ARİSTOTALES’tir. Bu anlatıda her biri dil şaheseri olan resuller eliyle gönderilmiş kitaplara asla yer yoktur.

İşte, tüm yeni kavramlar veya eski kelimelere yeni anlamlar veya yeni olaylara eski kavramlar, dilin ve gramerin kendisini bu temel üzerine oturtan DİLCİLER tarafından üretilmiştir.

Müslüman ulema kimi yerlerde Kur’an’a övgüler dizerek gramerin gelişmesinde daha doğrusu ortaya çıkmasında başat rolü Kur’an’ın oynadığını söylemektedir fakat böyle söylemiş olmalarına rağmen Kur’an hiçbir zaman onlardaki dil anlayışının nesnesi olmaktan daha öte bir değerde görülmemiştir.

Günümüz Müslüman aklı ve inancı işte bu temele oturtulmuş bir dil ve anlam anlayışının kurgusudur. Bu yüzden meal ve tefsirlerde bir kavramın diğer kavram yerine kullanılmasında hiçbir beis görülmemektedir. Kelimelerin farklı olması hiçbir meal yazarını ve o meallerden beslenen Müslümanları bağlamamaktadır.

‘Tahrif’ ve ‘Lahn’ arasındaki farkı bilmeyen ve bir milyon kere anlatılsa bile yine kendi bildiğini okuyan insanlar, mesela ‘beşer’‘insan’ farkını gündeme getirseniz bile basit bir dil sürçmesi, basit bir hata olarak görmektedirler. 

Kavramlar: