Başlıklar
MISIR TARİHİ ALDATMACASINA KARŞI MÜMİN TAVIR
Özellikle son iki yüzyılda tarih, arkeoloji, felsefe ve coğrafya ilmine batılıların hâkim olması, bu konularda tablonun onların resmettiği şekilde oluşmasına neden olmuştur.
Batılıların tarih ve arkeoloji merakı tamamen dini metinleri doğrulama temeline oturmaktadır.
Napolyon’un Mısır seferi ile başlayan ve Champillion’un hiyeroglifleri çözmesi ile zirveye çıkan Mısır arkeolojindeki batı hegemonyası daima ellerindeki dini metinleri doğrulama temelli olmuştur.
Bu durum tarihin ve arkeolojinin batılıların yanlı bakış açısına göre bilinmesine neden olmuştur.
Günümüzde dahî batılılardan önce İslam-Mısır veya Arap-Mısır ilişkilerinin İLGİSİZLİK üzere olduğu, bunların birbiri ile etkilerinin İslam’dan sonra fetihlerle başladığı ama bundan öteye gidemediği gibi bir bakış açısının oluşmasına neden olmuştur.
Oysa hem Arap-Mısır hem de Müslümanlar-Mısır ilişkisi sanıldığından çok daha eski ve sanıldığından çok daha canlıdır.
Tarihi bilgilerin bizim için YARGI değeri taşımadığını her fırsatta söylemekteyiz çünkü biz zaten onlarsız da bunları bilmekteyiz, hem de en sahih bilgi olan Kur’an sayesinde.
Mesela, Yakup ve Yusuf Mısır’a taşınmış iki resuldür.
Bu iki ismin RESUL olmaları ve ataları İbrahim’in doğal mirasçıları olmaları bir yandan Arap coğrafyası ile ilişkileri canlı tutmakta diğer yandan Mısır’a gelip oraya yerleşmeleri İslam eliyle Araplığın ve en azından Arap coğrafyasının Mısır ile ilişkilerinin çok daha eski dönemlerde olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Hem Yusuf’un hem de Yakup’un resul olmaları dolayısıyla Mekke’de yani Arap coğrafyasında bulunan ve bundan da önemlisi ataları İbrahim’in mirası olan KÂBE ile ilişkilerini tamamen kesmiş olmaları mümkün değildir.
Tek başına bu durum bile en azından ORTA KRALLIK döneminden beri Mısır-İslam ilişkisinin var olduğunu göstermektedir.
Detaylı araştırmalarda bunu daha eski tarihlere götüreceğimiz kesindir.
Irk temeline dayanan bir tarih okuması yapıldığında istense de istenmese de ırkların kendisine atfedilen dillerin temele alınması gerekmektedir. Çünkü Arapçası olmayan Araplar, İngilizcesi olmayan İngilizler, Türkçesi olmayan Türkler diye bir şeyin olması mümkün değildir. İlk bakışta kabul etmesi zor gelse bile ırkların ve ırkçılığın oluşumunda en etkili unsur DİLDİR.
Irk temeli üzerinden yapılan tarih okumasında da DİL olgusunun temele alınması gerekmektedir.
Yani IRK temelinde kalınsa bile DİL’in kökenine, ortaya çıkışına, diğer dillerle alâkasına kayıtsız kalınması mümkün değildir.
Bu noktada Yusuf ve Yakup’un Mısırlı olmadıklarını, orada doğmadıklarını ve hayatlarının belli bir dönemine kadar orada yaşamadıklarını Kur’an’dan öğrenmekteyiz. Resul olmaları hasebiyle onların olmaları gereken yerin KÂBE civarı olması gerektiğini de Kur’an üzerinden bilmekteyiz.
Kur’an’daki Yusuf suresinde, bir köle olarak Mısır’a gelen Yusuf’un kendisini satın alanlarla herhangi bir diyaloğunun olmadığını, Mısırlılarla aktif bir şekilde diyaloğunun EŞÜD çağından sonra olduğunu görmekteyiz. Bu durum en azından Yusuf’un Mısır’da konuşulan dili bilmediğini, o dili sonradan öğrendiğini bize göstermektedir.
Yusuf’un dili ve İbranice tartışması
O halde ortaya şu soru çıkmaktadır: YUSUF Mısır’a gitmeden önce hangi dili konuşuyordu?
Burada birtakım şablonlar üzerinden “İBRANİCE” demek mümkündür. Fakat bizzat İbranilerin kendisi bile İBRANİCE denilen dilin Mısır döneminden sonra oluştuğunu söylemektedirler.
Filologların ve tarihçilerin tamamı (hangi dine mensup olursa olsun) İbraniceyi M.Ö. 8. yüzyıldan daha öteye götürememektedirler.
Yine tarihçilerin tamamına göre Musa M.Ö. 15. yüzyıl, Yusuf ve Yakup M.Ö. 18. veya 17. yüzyıl (orta krallık), İbrahim’in ise M.Ö. 21-19. yüzyıllarda yaşadıklarını söylemektedirler.
Bu özellikle Yahudi din adamlarının ve Yahudi arkeologların aşmaya çalıştıkları bir çelişkileridir.
Çünkü bir yandan İbranicenin Tanrı dili, ilk insan (Âdem) dili olduğunu söylemektedirler ama diğer yandan İbranicenin tarihini M.Ö. 8. yüzyıldan daha öteye götürememektedirler.
Onlara göre İbranice LOŞEN KODEŞ yani kutsal dildir ve Tanrı onlarla konuşurken bu dili kullanmıştır.
Kitaplarında ilk insan olarak kabul ettikleri Âdem ile başlattıkları İbranicenin ve dolayısıyla İbranilerin tarihte izini bulmak için alâkalı alâkasız her taşın altına bakmaktadırlar ama bugüne kadar kutsal kitaplarını doğrulayacak tek bir iz bile bulamamışlardır.
Tarihi seyir içerisinde hem Kur’an hem Yahudiler hem Müslümanlar ve hem de seküler çevreler “YAHUDİ” denilen olgunun kesinlikle Mısır’da ortaya çıktığını kabul etmektedirler.
Yahudilere göre İsrail oğullarının Mısır serüveni kimine göre 430 kimine göre 270 yıl sürmüştür.
Günümüzdeki tüm Mısır arkeolojisinin arka planında birinci sırada Yahudiler, ikinci sırada Hristiyanlar durmaktadır. Müslüman Mısır hükümetinin geçmişte ve günümüzde Mısır arkeolojisine olan merakında etken güç kesinlikle İslam değil Yahudilik ve Hristiyanlıktır.
“Mısır yerlileri” olmaları gibi şişirilmiş bir ego ile yapılan Firavunvâri geçit törenleri sadece içi boş bir gösteridir. Mesela son dönemde SİSİ’nin, Firavun mumyalarını ve kalıntılarını yeni yapılan müzeye taşırken yaptığı görkemli tören şovdan öte bir anlam taşımamaktadır.
Bu yüzden en azından son iki yüzyılda MISIR TARİHİ ve MÜSLÜMANLAR ilişkisinin tamamen Yahudi ve Hıristiyan hegemonyasında olduğunu söylememizde bir beis yoktur.
Fakat gelin görün ki iki hatta üç asırlık baş döndürücü çabaya rağmen koskoca Mısır tarihinde ne İbranilere ne de İbraniceye dair tek biz iz bulunamamıştır.
Son dönem Yahudi taklitçiliğinde parmak ısırtan ulemanın Mısır-İslam ilişkisinde İsrailiyat’tan beslenmesi az önce sorduğumuz “YUSUF, MISIR’A GELMEZDEN ÖNCE HANGİ DİLİ KONUŞUYORDU?” sorusuna “Tabi ki İbranice.” diye cevap vermesi, istemesek bile bu söylemin katışıksız bir Yahudi söylemi olduğunu hatta Yahudilerden daha Yahudice bir söylem olduğunu bize göstermektedir.
Bu taklitçi ulemanın başına bela olan olgu; RESUL İSİMLERİNİN “İBRANİCE” OLDUĞUNU SÖYLEMELERİDİR.
Onlara göre “İbrahim, İshak, Yakup, İsmail, Yusuf” isimleri İbranice isimlerdir.
“Musa” ismi firavun tarafından Musa’ya verilmiştir ve anlamı “SUDAN GELEN”dir. Yani Koptice bir isimdir.
Bu söylemi yayan Yahudiler ve Yahudilerin bu söylemine balıklama dalan ulema bizzat kendilerinin çok değer verdiği arkeoloji ve tarih tarafından köşeye sıkıştırılmışlardır çünkü koskoca insanlık tarihinde elde var olan tek İBRANİ iz M.Ö. 8. yüzyıla aittir.
Ta ilk insandan başlayan bir dilin yeryüzünde hiç iz bırakmamış olması onların altından kalkamadıkları ağır bir yük olarak sırtlarında durmaktadır.
Oysa İslam’ı değil Araplığı temel alsak bile Mısır-Arap ilişkisini orta krallıktan çok daha öncesine tarihi kayıtlarla ispatlamak mümkündür.
Mesela, 2. AMMENETOB’un (15.yüzyıl) Mısır’daki inşaatlarda çalıştırmak üzere yaklaşık 90.000 köle getirdiğine ve bu kölelerin büyük çoğunluğunu da Arap coğrafyasından (çok azı Akdeniz havzasından) getirdiğine dair kayıtları açıklayan yine bizzat tarihçilerin kendisi olmuştur.
Mısır Firavunlarının hizmetinde Arap ismi taşıyan pek çok hizmetlinin olduğu yine onların kayıtlarında durmaktadır.
Birçok kalıntıda Mısır tanrılarının, hanedan üyelerinin ya da bölge isimlerinin KOPTİCE değil de Arapça isimleri ile yazıldığını yine kendileri söylemektedir.
Çok tuhaf gelecek ama BİNBİR GECE MASALLARI ile ESKİ MISIR HİKAYELERİ arasındaki benzerlik “Arap-Mısır ilişkisi”nin sanıldığından çok daha öncesine dayandığını TARİH İLMİ açısından bile ispatlanmaktadır.
Ayrıca olaya tersinden bakacak olursak Arap Yarımadası’nda yapılan arkeolojik kazılarda Mısır tanrıları veya hanedanlığı veya Mısır’daki bölge isimleri ile alâkalı pek çok yazıt bulunmuştur.
Bu durum ilişkinin boyutlarının ARAP-MISIR şeklinde ve aynı zamanda MISIR-ARAP şeklinde olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, tarihin oluşumunda çok etkili olan ticaret yollarına Firavun hanedanlığı gibi güçlü bir hükümdarlık kurmuş otoritenin kayıtsız kalması mümkün değildir ve bu ticaret yollarının en canlısı ve en kestirmesi sayılan BAHARAT YOLU Arabistan Yarımadası’nda düğümlenmektedir.
Mumyalarla bu kadar içli dışlı olmuş bir medeniyetin ceset mumyalamak için gerekli olan otları sadece Mısır’dan temin ettiğini söylemek asla doğru olmayacaktır.
Kedileri, aslanları, maymunları, domuzları, inekleri ve hatta timsahları bile mumyalayan Mısır’ın mumyalama için gerekli olan SİMYAYI ve KİMYAYI sadece yerel kaynaklardan elde ettiğini söylemek absürt olacaktır.
Bunun yanında Eski Mısır’da İNŞAAT faaliyetlerinin zirvede olduğu görülmektedir. Böylesi inşaatların yapılması sadece taşları taşımakla sınırlı değildir. Bu inşaatları yaptıracak teknoloji ve el aletlerine sahip olmak de gerekmektedir. O teknoloji ve aletler ise çeşitli metallerden yapılmaktadır. O metallerin tamamının sadece yerel kaynaklardaki madenlerden elde edildiğini söylemek de saçma olacaktır.
Kendi dönemine göre tarihte eşi benzeri görülmemiş bu inşaat faaliyetlerinin arkasında el aletleri yapımından teknoloji üretimine, inşaatlarda çalışan insanların gıdalanmasından nakliyeye, depolamadan işlemeye kadar devasa bir sanayi olması gerekmektedir. Piramide bakıldığında üst üste yığılmış taşlar görülmemesi aynı zamanda bu taşları bu şekilde üst üste yığdıracak bilgi birikiminin ve sanayinin olması gerektiği de görülmelidir.
Bu kadar çok şeye ihtiyaç duyan bu inşaat faaliyetini hem de çok uzun bir süre devam ettiren güçlü otoritenin BAHARAT, DEMİR, KERESTE gibi ticari metanın can damarı olan ARAP YARIMADASI’na hiç ilgi duymadığını söylemek bir başka absürt söylem olacaktır.
Tüm Yahudiler ve Tarihçiler, günümüzde Jaruselam’da bulunan Süleyman tapınağında kullanılan KIRMIZI AĞAÇTAN yapılmış kerestenin (büyük bir ihtimalle “sokeya”) Yemen’den getirildiği hususunda ittifak içindedirler.
Yemen coğrafyasının bitki florası günümüzde olduğu gibi değildi. Hatta bu coğrafyaya “Yemen” denmesinin sebebi bitki örtüsünün akıl almayacak kadar zengin olmasından ve topraklarının çok mümbit olmasından dolayı verildiğinin söylenmesidir.
Öte yandan Mısır’ın kendi komşularının coğrafyasının ezelden beri denizlerin çöle dönmüş hâli olduğunu yine tarihçiler söylemektedir.
Yani eski Mısır’ın sahip olduğu kalkınma ve inşaat faaliyetlerini sürdürmesi, kendi halkına sürdürülebilir bir yaşam biçimi sunabilmesi için besleneceği tek kaynak ARAP YARIMADASI’DIR.
Mısır arkeolojisinde Batılı hakimiyet ve etkileri
Eski Mısır’ın bir Akdeniz ülkesi olmadığını tam tersi bir körfez ülkesi olduğunu ASUAN, TEB, MENFİS gibi merkezlerin aşağı Nil havzasında olduğunu göz önüne aldığımızda ise Arap Yarımadası’nın Mısır’ın dünyaya açılan kapısı olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Bu noktada tarihin akışını ters yöne çevirme pahasına İbranileri ve İbraniceyi tarih okumalarının merkezine koyarak seküler olsa bile tarih okuması yapmak sadece KÖRLÜKTÜR.
İşte bu mecburi konum, Arap-Mısır ilişkisinin YUSUF’tan bile eski olmasını gerekli kılmaktadır.
Bu durumda bu ilişkinin açığa çıkması için tarihi kanıtların da olması gerekmektedir. Yani duman varsa ateş de olmalıdır.
İşte tam burada “TARİH” denilen ilme bakış ve bu ilminin öne sürdüğü belgelerin DELİL değeri devreye girmektedir.
Günümüz insanı sanmaktadır ki Mısır tarihi ile anlatılan şeylerin tamamı İTTİFAK ve TEVARÜS yolu ile günümüze ulaşmıştır yani devrede devrede günümüze ulaşan şeylerdir.
İŞTE BU TAMAMEN YALANDIR.
Çünkü Mısır tarihi ile ilgili anlatılan şeylerin tamamı, “delil” diye ileri sürülenlerin tamamı sadece ve sadece gelecekten geçmişe yapılan KURGULARDIR.
Kur’an merkezli tarih yaklaşımlarının değerlendirilmesi
Tarih ilmi ile en ufak bir alâkası YOKTUR.
Mısır tarihinin kayıt altına alındığı yazı olan hiyerogliflerin 1780 yılında Napolyon’un Mısır seferinde beraberinde götürdüğü CHAMPİLLİON tarafından sadece 14 satırlık bir yazı temel alınarak o da ROSETTA taşı sayesinde okunduğu söylenmektedir. Bu durumda günümüzde hiyeroglif işaretlerine yüklenen ses değerleri ve bu ses değerlerinden oluşmuş kelime öbekleri, kelime öbeklerinden oluşmuş cümlelerin anlam karşılığının tamamı Champillion ne demişse O şekle dönüşmektedir. Yani bu sadece Champillion’un KURGUSUDUR.
Bir yandan bu kurgu üzerine koskoca bir insanlık tarihi bina edilmektedir AMA öte yandan DELİL değeri hiçbir belge ile kıyaslanmayacak KUR’AN’ın Mısır tarihi ile ilgili anlattıkları görmezden gelinmektedir.
Bir adamın hepi topu 14 satırlık bir yazıya yüklediği devasa kurgulara güvenilmekte ama Kur’an’a güvenilmemektedir.
BU KÖRLÜĞÜ KENDİLERİNE HAYAT BİÇİMİ YAPMIŞ BATILILARIN “ALLAH BİR” DEMESİNE BİLE GÜVENİLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR.
MISIR tarihine meraklı kardeşlerimizin, şunun bunun kitabında anlatılan şeyler üzerinden tarih algısı oluşturmamaları, tarih anlayışlarını ve okumalarını sadece Kur’an’a göre yapmaları gerekmektedir.
Sağlam ve sahih bir inancı karakterine yedirememiş insanların güdüleri daima aklına baskın haldedir.
Yani bu tür insanlarda GÜDÜLER daha güçlüdür.
Günümüz dünyasında insanların büyük çoğunluğu güdüleri akıllarına baskın insanlardır.
Her şeyde olduğu gibi tarih ve arkeoloji ilminin çoğunluk müşterisi de işte bu tür insanlardır. Tarihçiler ve arkeologlar bilgiyi sunarken (arz ederken) o bilgiyi potansiyel müşterinin içeriğine göre düzenleyip sunmaktadırlar.
Teknoloji denen şeyin giderek insan aklını ve odağını ele geçirmesi ve bu tür akıl yapısının salgın gibi yayılması insan türündeki dikkat ve odak seviyesini oldukça aşağılara çekmiştir.
Görüntü açısından yöntemlerin giderek detaylandırıldığı, usullerin giderek zorlaştığı görüntüsü hâkim olsa da bu usulleri kullanan insanların içeriklerinin oldukça sığ olması, edinilen bilginin de sığ seviyede kalmasına neden olmaktadır.
Teknolojik imkânların ölçü belirlemede “imkân” değil de adeta “ilah” yerine konması ise yeni bir putperestlik türünün ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Mesela, tarih ve arkeolojinin yeni tanrısı “KARBON TESTLERİ”Nİ ele alalım.
İçinde gerçeklik olmakla beraber yanılma payı hiçbir zaman %50’den az olmayan bu testler özellikle tarihsel dönemleri belirlemede veya bir şeyi tarihlendirmede vazgeçilmez olarak görülmektedir.
Oysa karbon testleri elde bulunan objeler hakkında elde edilen bilgilerin bir veri olarak bir makinaya yüklenmesi ve o makinanın da o verilere göre çeşitli rakamlar vermesidir.
O makinanın yazılımını insan yapmış ve neyi neye göre ölçeceğinin ölçüsünü insan koymuştur.
Yazılım tapıcılığı olarak adlandırabileceğimiz bu yeni putperestlik türü ne yazık ki modern(!) çağın HÜBEL’i olmuştur.
Aslına bakılırsa Mekkeli müşriklerin FAL OKLARINDAN öte bir değer taşımayan bu sözde ilmin temelinde de sadece TAHMİN vardır.
Karbon testleri inşaat teknolojisinde kullanılan STATİK HESAPLARa çok benzemektedir.
Bu hesapların yapılabilmesi için her şeyden önce bir YAZILIM gerekmektedir. Yazılımlar içi boş bilgisayarlar gibidir. Veri verilmezse hiçbir işe yaramazlar.
Bir zeminin üstüne hangi statik hesaba göre bina yapılacağının verisini insan bilgisayara yüklemektedir.
O yazılımda toprak yapısı kategorilere ayrılmıştır. Bu kategoriler, yazılımı yazanın kabul ettiği değerlere göredir ve her yazılımcıda bu değerler değişmektedir. Hatta öyle ki aralarında sadece bir metre bulunan iki binanın statiği taban tabana farklı olabilmektedir.
Bilgisayara girilen toprak kategorilerindeki ölçüler yazılımcının uygun gördüğü ölçülerdir. Yazılımcının biri içinde çakıl taşları olan toprağa 3. kategorinin 5. basamağı değerini verirken, diğerinin ölçüsünde aynı toprağa 2.k 3b denilmektedir. İşte bu verileri alan yazılım, birine farklı bir statik hesap diğerine farklı bir statik hesap vermektedir. Bunu tecrübe etmiş bir insan olarak söyleyebilirim ki böylesi hesaplarla karşılaşılması durumunda “ayıkla pirincin taşını” değil, “ayıkla taşın pirincini” durumuna düşülmektedir.
Anlatayım: Sadece mimari proje üzerinden inşaat piyasasındaki global ölçüleri kullanarak hesaplamalar yapmış ve bir işe teklif vermiştik. İş 4 tane 23 katlı, 2 tane 19 katlı bina yapımı işiydi. Elimizde statik ve uygulama projeleri yoktu. Biz de muadili bir binanın (hemen 5 metre uzağında) verileri üzerinden hesap yapmış, teklif vermiştik ve en sonunda da işi almıştık.
Epey büyük paralar harcayarak mobilizasyonu yapmış, hatta sırf bu iş için iki tane mobil beton pompası bile almıştık. Sırf kalıplarına verdiğimiz para bile servet diye tanımlanabilecek miktardaydı. Fakat biz bütün hazırlıkları tamamlamamıza rağmen, statik proje bir türlü çıkmıyordu. Statiğin olmaması diğer projelerin de yapılamaması anlamına gelmektedir.
En sonunda birkaç aylık gecikme ile nihayet statik projeleri bize vermişlerdi ama ben şu ömrü hayatımda böylesi bir statik projeyi ne ondan sonra ne de ondan önce hiç görmedim. Anlaşılması zor mühendislik detaylarını atlayıp herkesin anlayabileceği bir durumu söyleyeyim, siz oradan anlayın… Biz binanın beton ve demir sarfiyatını yaparken o yükseklikteki bir bina için insanlık tarihinde kullanılmış en üst sınırı almıştık ve bu sınır 1 m3 betonda 257 kg. demir olması üzerineydi ama statik projede 1m3 betonda tam tamına 523 kg. demir vardı. Yani bir metreküp betonunun içine yarım ton demir koymamızı söylüyordu statik proje. Parasını bir kenara bıraksak bile, 1m3 betonun içine yarım ton demir koymak TEKNİK olarak imkânsızdı.
Eh, tabi sinir katsayısı en üst seviyede olarak statik projesini çizen mühendisin yanında aldık soluğu… Bizim sinirli halimize inat karşımızda son derece sakin ve son derece kendinden emin biri vardı. Tane tane bize anlattı, bilgisayarını açıp hesapları gösterdi, bir tanesi hariç tüm verileri bizimle bölüştü… Ağzımız açık kalmıştı, hesaplarda hiç hata yoktu.
Türkiye’den yeni bir statikçi getirdik, aynı hesapları o da yaptı, hayret o da “Hesaplarda hiç hata yok.” dedi.
Ülkenin en yüksek inşaat kurumuna başvurduk, onlara gösterdik, onlar da “Hesaplarda hata yok.” dedi.
Evet ne yandan bakarsak bakalım hesaplar doğruydu ama ortaya çıkan bu doğru hesap ortaya uygulanması imkânsız bir proje çıkarmıştı.
Sürecin biraz sakinleşmesi ile ve aklımızın başımıza geldiği bir sırada statikçinin bize vermediği O VERİ geldi aklıma…
Aslında çok basit verilerdi ve paylaşılmasında hiçbir sakınca yoktu ama nedense statikçi bize vermemiş, biz de olayın sıcaklığından ona dikkat etmemiştik.
Ben statikçinin bana hemen vereceğini düşünerek ve hiç umudum olmadan o verileri ondan istedim ama ne tuhaftır ki statikçi bana “Hayır, vermem.” dedi.
Bu bilginin saklanması son derece absürttür. Çünkü saklanacak bir bilgi değeri yoktur.
Fakat ne acayiptir ki o veriler geçirdiğimiz süreçten daha sancılı ve uzun bir süreci yaşamımıza neden oldu.
Statikçi TELİF haklarından dolayı o verileri bize vermeyeceğini söyledi ve diretti.
Olayı İmar ve İskân Bakanlığı’na bile taşıdık ama o verileri alamadık.
Bu işi yapmamız imkânsızdı, harcadığımız onca para boşa gidecek, işi yapsak kesinlikle verdiğimiz fiyatın iki katını harcayacaktık.
En sonunda sakin ve kararlı bir şekilde adamın ofisine gittim, sakin bir şekilde konuşmaya başladım ama niyetim bambaşkaydı. Adamın ofisinde pencereyi hava alma bahanesi ile açtım (9.Kat), konuşmayı kalabalığa getirip ona çaktırmadan odasının kapısını arkadan kilitleyip anahtarı cebime koydum (bundan sonrası bayağı kriminal ve gereksiz), en sonunda ondan o verileri almıştım. O verilerdeki küçücük bir katsayı ilavesi tüm hesapların zincirleme bir şekilde o katsayıya göre ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Bunu ispatlama süreci bile neredeyse 3 ay sürdü ve en sonunda ispatladık, yeni bir statik proje yapıp inşaata başlamıştık ve yeni statiğe göre 1m3 betonun içinde 213 kg. demir vardı.
İnşaatta kullanılan demirin 12.000 ton olduğunu göz önüne aldığımızda o küçük veri yanlışı bize neredeyse 27.000 ton demir kullandıracaktı.
İşte karbon testi de böyle yapılmaktadır. Bununla uğraşan bilim insanlarının (onlara insan dediğim için kusura bakmayın) hepsinin yanlı olduğunu göz önüne aldığımızda hangi verilerle hangi karbon testini yaptıklarını bilmemiz mümkün değildir.
Böylesi temeller ve enstrümanlar kullanan ve daima kötü niyetini belli etmiş tarih algısı ile tarihe bakmak temelden bir yanlışın içine düşmek demektir ve o yanlışları düzeltmek bizim inşaattaki yanlışı düzeltmemizden çok çok daha zordur.
En temelinde bile sadece keyfiliğin olduğu bir tarih okuması ve oluşumu en azından mümin insanın itibar edeceği bir bilgi kaynağı değildir.
Fakat bu yollarla elde ettikleri tarih bilgisini kullansak bile insanlığın tarih çizgisinin hiç de onların resmettiği gibi olmadığını rahatlıkla tespit edebiliriz ve bunun için CHAMPİLLİON olmamıza gerek yoktur.
(Konumuza dönecek olursak) Kendi resmettikleri tarih atlasına yani tarihi coğrafyaya baksak bile tarihi bilginin bizzat kendilerinin çizdiği bu tarih atlasına uymadığını tespit etmek çok kolaydır.
Günümüz tarih yapıcılarının
- Tarihteki İbranileri değil, İbranilerdeki tarihi
- Tarihteki Hristiyanları değil, Hristiyanlardaki tarihi
- Tarihteki sekülerizmi değil, sekülerizmdeki tarihi
- Tarihteki dinleri değil, dinlerdeki tarihi
aradıkları ve bulamayınca da kurgulara sarıldıkları gün gibi ortadadır
Evet tüm bilgiler sadece İTTİFAK ve TEVARÜS ile gelir ama müminin elinde hangi bilgide neye göre ittifak edeceği, hangi bilgiyi neye göre ve nasıl tevarüs ettireceğine dair yanılmaz ve şaşırmaz KUR’AN vardır.
Kendisine her gelen ittifak edilmiş bilginin MÜTTEFİKİ olmak, kendisine tevarüs ettirilmiş her bilginin MÜTEVARİSİ olmak mümin için asla olmaması gereken bir şeydir.
Mümin, Yüce Allah’ın gönderdiği kitabındaki ölçüye uyan her doğru bilginin müttefiki, her yanlış bilginin OYUN BOZUCUSUdur.
Bu ölçüyü kafamızda tutarak konuya devam edelim…
Sorumuz, “YUSUF HANGİ DİLİ KONUŞUYORDU?” sorusuydu.
Resullerin hepsinin aynı soydan olmaları da bir etkendir ama asıl etken; risalet mirası bir sonraki ile devam eden resullerin bizzat kendilerinin İTTİFAK ettikleri risalet bayrağının bir sonraki resule devredilebilmesi için kesinlikle AYNI DİLİ konuşuyor olmaları lazımdır.
Farz edelim ki İbrahim KELDANİCE, Yusuf ise İBRANİCE konuşmuştur… Bu durumda İbrahim’den Yusuf’a risalet bayrağı değil, RİSALET BAYRAĞININ MEALİ GEÇMİŞ DEMEK OLACAKTIR.
Risalet mirası asla bir meale sığmaz, sığamaz.
Bu oyuncak değildir.
Risalet mirasının en net resmi o mirasın kendi dilindeki resmidir.
Atasından MEAL devralan bir YUSUF asla miras almamış demektir.
İşte Kur’an elimizdedir… Bunun aksini savunan biri sadece ‘ELHAMDULİLLAHİ RABBİL ALEMİN’ ifadesinin yeryüzündeki tüm dilleri kullanarak kısa bir karşılığını versin de görelim.
Risalet mirasının bir dilden başka bir dile eksilmeden aktarılabilecek bir yapısının olduğunu söyleyen biri aha alsın İstiklal Marşı’nı eksiltmeden, çoğaltmadan başka bir dile aktarsın da görelim.
Victor Hugo’nun Sefiller’ini Fransızcadan Türkçeye aktarırken eksiltmenizde hatta ana konuyu kaybetmeden başka bir hâle sokmanızda bir beis yoktur AMMA risalet mirasının tek bir harfini bile eksilterek başka bir dile aktarmanız her şeyi alt üst eder.
‘RESUL’ kelimesinin, “bir bayrak yarışında elindeki bayrağı kendisinden sonraki koşucuya teslim eden” anlamı da vardır.
Resullerin farklı dil kullanmaları demek, her birinin elindeki bayrak her aşamada değişiyor demektir.
Demokrasiyi, komünizmi, liberalizmi, sihizmi, budizmi hatta Yahudilik ve Hristiyanlığı bu yolla TEVARÜS ettirebilirsiniz ama YÜCE ALLAH’IN DİNİ ASLA BÖYLE TEVARÜS ETMEZ.
Bu yüzden bir mümin için “YUSUF HANGİ DİLİ KONUŞUYORDU?” sorusunun cevabı gayet kolay ve gayet nettir. TABİ Kİ ATASININ DİLİNİ, TABİ Kİ MİRASI DEVRALDIKLARININ DİLİNİ…
O dil işte elimizde tuttuğumuz Kur’an’daki dildir ve RESULLERİN DİLİ BİR TANEDİR.
Bu dil risaletin RESMİ dilidir.
Resuller bin tane dil konuşabilirler ama risaletlerini sadece RESMİ dil ile tebliğ edebilirler.
Yusuf, köle olarak gittiği Mısır’ın dilini pekâlâ öğrenmiş olabilir ama Yusuf ASLA VE ASLA ATASININ DİLİNDEN BAŞKA BİR DİLLE RİSALET AKTARAMAZ.
Önce İsrail sonra Firavun ve daha sonra Firavun’un dininin mirasçıları olan YAHUDİLER Yüce Allah’ın dinini tahrif ettikleri, başkalaştırdıkları, değiştirdikleri için risaletin dilini de tahrif, tağyir, tebdil ve ketm etmişlerdir veya KUR’AN’IN deyimiyle KELİMELERİ YERLERİNDEN ETMİŞLERDİR.
Şimdi, bu Yahudilerin ölçülerini kullanarak “‘Yusuf’ ismi İbrani kökenli yabancı bir kelimedir.” safsatalarının ne kadar mide bulandırıcı olduğu sanırım bir kez daha anlaşılmıştır.
Mısır-Arap ilişkisinin izini sürerken tarihi verilerin kullanılması ancak ve ancak Kur’an’ın önderliğinde olmak zorundadır.
Kur’an bize bu ilişkinin epey eski olduğunu söylemektedir.
Sadece tarihi veriler üzerinden gelsek bile MISIR-İBRANİ izini bulmak mümkün değilken MISIR-ARAP ilişkisini bulmak gayet kolaydır.
Kehf suresini okurken ‘ALA ESERİHİM’ ifadesine “ONLARIN RİVAYETLERİ” anlamını vermiştik. Rivayet tapıcılığının günümüzdeki sembolleri hadis ve tarih kitaplarıdır ama MUSA zamanında rivayet tapıcılığının karşılığı HİYEROGLİFTİR.
O hiyerogliflerin tamamı HADİSTİR.
Firavunun ve ASHABININ rivayetleridir.
Farz edelim ki günümüzde yaşayan herhangi bir bilim insanı o hiyeroglifleri doğru okudu… Bu bile asla bir ölçü ve doğru bilgi olmayacaktır. Hatta o rivayetler ile Buhari’deki rivayetlerin karşılaştırılması durumunda Buhari’nin rivayetleri altın suyu ile yıkanmış gibi duracaktır.
Bu noktada bir mümin için rivayetlerin içeriği, doğruluğu veya yanlışlığı değil İNSAN HAYATINA YÖN VERECEK BİLGİNİN BU YOLLA TEVARÜS ETMESİ ÖN PLANA ÇIKACAKTIR.
Doğru ve sahih bile olsa sahih bilginin hadis veya tarih ilmindeki METOTLARLA tevarüs ettirilmesi asla bir müminin devralmayacağı bir mirastır.
Bu yöntem ŞEYTANIN YÖNTEMİDİR.
Âdem’e gelen şeytan önce onu elindeki sahih bilgi hususunda kuşkuya düşürmüş daha sonra ise BİR ‘SEBEBİ NÜZUL’ RİVAYETİ RİVAYET ETMİŞTİR.
Her insan, bilgilerin tamamını İTTİFAK ve TEVARÜS yolu ile alır ama özellikle bir mümin için ne ittifak ne de tevarüs KADER değildir.
Her mümin KENDİ KADERİNİ YAŞAR.
Bu yüzden babası kâfir olan İBRAHİM, babasının mirasını devralmamıştır.
Bu yüzden oğlu kâfir olan Nuh, kendi mirasını oğluna devretmemiştir.
Her insanın kaderi kendi boynundadır… Hangi mirası devralacağına ve hangi mirası devredeceğine kendisi karar verir ve ahirette işte tam da buna göre hesaba çekilir.
Kur’an’da “Atalarımızdan bunu gördük.” diyenlerin günümüzdeki karşılığı “ATALARIMIZDAN BUNU MİRAS ALDIK.”tır ve bu söylem kâfirlerin, kendi kaderini yaşamaktan korkan ödleklerin, kendi orijinal kimliği olmayan kişiliksizlerin söylemidir.
Bir mümin ne atalarının ne çağdaşlarının ne de bilmem hangi ulema, filozof veya liderin MÜTTEFİKİDİR; MÜMİN BUNLARIN MÜTTEFİKİ OLMAZ, OLMAMALIDIR!
Müminin MÜTTEFİĞİ; resuller, Allah’a sadâkat gösterenler, Allah’ın kitabını onun yanına hiçbir şey eklemeden rehber edinenlerdir.
Bir mümin mirası, RESUL BİLE OLSALAR, “İşte size ölçü, kendi mirasınızı bu ölçü ile oluştur” demektir. Çünkü resulün resullüğünün evlâda da babaya da hiçbir faydası yoktur.
Bir mümin için “FAYDA” denilen şey KENDİ İMÂNI, KENDİ SADÂKATİ, KENDİ DAVRANIŞLARI, KENDİ SEÇİMLERİ, KENDİ AMELLERİDİR.
Müminin bundan başka FAYDALANABİLECEĞİ gizli bir hazinesi daha vardır… ALLAH’IN RAHMETİ, MELEKLERİN DOSTLUĞU.
BUNUN DIŞINDA MÜMİN İÇİN BİR FAYDA TANIMI YOKTUR…
Şu ya da bu felsefeden, şu ya da bu dinden mümin kişiliğine bir fayda geleceğini umanların ahiretteki uyanışı çok acı olacaktır.
“AH! NE OLAYDI DA RESULLERİN YOLUNU TUTSAYDIM.” diyerek dizini döveceği, başını taştan taşa vuracağı KESİNDİR.
İLÂHİ…
SEN TUT ELİMİZDEN. BİZ BİZİ BIRAKSAK BİLE SEN BİZİ BIRAKMA…SEN GÖSTERMEZSEN BİZ GÖREMİYORUZ, SEN İŞİTTİRMEZSEN BİZ İŞİTEMİYORUZ, SEN BULDURMAZSAN BİZ BULAMIYORUZ. GÖZLERİMİZİN FERİ, ELLERİMİZİN KUVVETİ SENSİN SEN!
GÖZÜMÜZÜ MERHAMETİNDEN BAŞKA BİR ŞEYE DİKMEDİK…
AKLIMIZI KUR’AN’INDAN BAŞKASININ PEŞİNE TAKMADIK…
KARŞINDA KENDİMİZİ PAY SAHİBİ YAPMAKTAN YİNE SANA SIĞINIRIZ.
KARŞINDA KENDİMİZİ BİR ŞEY SANMAKTAN YİNE SANA SIĞINIRIZ.
BİZ, KOVSA BİLE ANNESİNE SIĞINAN ÇOCUK GİBİYİZ ÇÜNKÜ BİZİM SENİN RAHMET KUCAĞINDAN BAŞKA SIĞINAĞIMIZ YOK Kİ.
AMAN YARABBİ “YOK Kİ” DERKEN ARADIĞIMIZ GİBİ BİR ŞEY ANLAŞILMASIN; BİZ ARAMADIK, ARAMAYACAĞIZ. ÇÜNKÜ SEN BİZE YETERSİN!
NAZIMIZ, CİLVEMİZ SANADIR.
KAHRIMIZ, GADRIMIZ KENDİMİZEDİR.
NE OLUR BİZİ BİZE TERK ETME!
NE OLUR BİZE YARDIM ET!
LÂYIK OLMASAK DA SESİMİZE GÜRLÜK, NEFESİMİZE UZAKLIK, BAKIŞIMIZA DERİNLİK, KALBİMİZE ÇEVİKLİK, FUADIMIZA KARARLILIK, SADRIMIZA CESARET VER!
AMA YA RAB, BİZİ HER NE DURUMA SOKARSAN SOK, HER NE YAPARSAN YAP SENİN TÜM İSİMLERİNE SONSUZ KERE YEMİN EDERİZ Kİ BİZ SENDEN RÂZIYIZ!
SEN BİZİ CEHENNEME ATSAN BİLE BİZ SENİ YİNE SEVECEĞİZ.
CEHENNEMDE OLUŞUMUZUN KABAHATİNİ VALLAHİ SENDE ARAMAYACAĞIZ.
BİZ SENİ ÖDÜL İÇİN SEVMEDİK Kİ SEN CEZALANDIRINCA SENDEN VAZGEÇELİM.
BİZ SENİ SEVİLMEYE LÂYIK OLAN TEK ZAT OLDUĞUN İÇİN SEVDİK.
CEZAN DA ÖDÜLÜN DE BAŞ ÜSTÜNE.
TEK KORKUMUZ; YA SEN BİZİ SEVMEZSENDİR…