Başlıklar
MÜMİNİN GÜNÜMÜZ HABERLERİNE KARŞI TAVRI
Günümüz dünyasındaki gazete, TV, dergi vs. gibi yollarla yaygınlaştırılan hiçbir haber tevatür değildir, bunların tamamı ‘AHAD HABER’dir. Ahad haberlerin güvenilirliği ise haberi getirenlerin durumuna göre belirlenir. Sabıkasında yalan haber bulunanların verdikleri haberler daima “yalan olma ihtimali daha fazla olan haberler” kategorisinde değerlendirilir.
“Yalandır” demedim, “İHTİMALİ DAHA FAZLA” dedim. Bu, şu anlama gelmektedir. Bu tür haberlere karşı daima ihtiyatlı olmak gerekmektedir çünkü bu haberleri taşıyanların yalan bir haberi doğru, doğru bir haberi yalan olarak vermeleri mümkün olduğu gibi doğru bir haberin içine yalanlar karıştırarak doğru haberleri yalana hizmet edecek şekilde manipüle etmeleri de mümkündür.
Haber: “Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın hazırladığı ‘Malvarlığının Dondurulması Kararı’ Resmi Gazete’de yayımlandı. Karara göre, Murat Gezenler ve Haris Karadağ’ın (Ebu Haris) malvarlıkları ‘IŞİD/El Kaide bağlantılı oldukları’ iddiasıyla donduruldu ancak kararda bu bağlantılara ilişkin herhangi bir somut gerekçeye yer verilmedi.”
(Kaynak: https://ms.hmb.gov.tr/uploads/sites/12/2025/01/resmi-gazete-07.01.pdf)
Haberlerin güvenilirliği ve kaynak değerlendirmesi
Devletlerin kendileri için ‘zararlı’ addettikleri kişilerin mal varlıklarına dair yaptırımları çeşitlidir bazen el koyma, bazen dondurma bazen de TEDBİR koyma olabilir yani mallarını sadece kullanmaktan men etmek değil, şartlı ve gözetim altında kullanmalarına maruz bırakmak da uygulamalar dahilindedir. Devletin mercilerinin bu Müslümanların mal varlıklarına “el koymaları, dondurmaları, tedbir koymaları” haklı bir gerekçeye dayanmış da olabilir tamamen haksızlık da olabilir.
Verilen haberin tamamı Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın yukarıda kaynak olarak verilen internet adresinde bulunmakta. Bu habere göre habere konu olan olay ANLIK, ANİ, BEKLENMEDİK bir olay değil tam tersi aylara belki yıllara dayanan bir olayın devamıdır. Üstelik söz konusu olay MAL VARLIKLARINA EL KOYMA değil, MAL VARLIKLARINI DONDURMA KARARININ RESMİ GAZETEDE YAYINLANMASIDIR. Buna göre suçun tanımı yapılmıştır: TERÖRÜ FİNANSE ETMEK. Bundan sonrasında iş İSPAT’A kalmıştır.
Murat Gezenler ve Ebu Haris, üzerlerine atılı bu suçu işlemediklerine dair kendilerini ispat etmek yani savunmak durumundadırlar.
Yapılan bu uygulamanın ADİL olduğunu ASLA SÖYLEMİYORUM ama bu aşamada ADALETSİZ olduğunu da söylemiyorum. Bu veriler ve bu haberler bir yargıya varmak için “YETERSİZ” diyorum. İlkesel bazda; bu sistemin kendine göre bir adalet tanımı yapması ve onu tüm toplumu kapsayacak şekilde uygulaması kesinlikle “ADALET” olmayacaktır çünkü bu sistem asla ADALET üretemez, diken bitkisi elma meyvesi vermez fakat SELEFİLİK de en az onun kadar ADALET ÜRETMEZ.
BU işin ADALETİ şudur:
- DEVLET AÇISINDAN: Bu devlet mekanizması hiç vakit kaybetmeden Kur’an’ın insan türüne önerdiği zemine gelerek baştan aşağı kendisini Kur’an’a göre yeniden tanımlayacak.
- SELEFİLİK AÇISINDAN: Bu Selefilik de tıpkı devlet gibi hiç vakit kaybetmeden Kur’an’ın insan türüne önerdiği zemine gelip baştan aşağı kendisini yeniden tanımlayacak.
Her ikisi de davranışlarının ve tanımlarının meşru dayanağı olarak “Sadece Kur’an!” demelidir, başka şekilde ADALETTEN söz etmenin imkânı yoktur.
Selefiler ve devlet arasındaki münasebet adaleti sağlama kavgası değildir, GÜCÜ ELDE ETME KAVGASIDIR.
Murat Gezenler, Ebu Haris veya Ebu Hanzalar “oy vermenin şirk olduğu”nu defalarca ifade etmişlerdir çünkü onlara göre bu sistem meşru değildir. Bu inanç gerçek manada takdir edilesi bir inançtır, asla küçümsenemez fakat bu arkadaşlar “kafir” dedikleri mahkemelerin, haklarında verdikleri beraat veya hapis cezalarını tanımışlardır; oysa mahkemelerde göstermeleri gereken tek tavır şu olmalıydı: Tek bir satır bile savunma yapmadan “SİZ BİZİ MUHAKEME ETME YETKİSİNDE DEĞİLSİNİZ ÇÜNKÜ SİZ GAYRİ MEŞRUSUNUZ. SİZİN HAKKIMIZDA VERECEĞİNİZ HİÇBİR KARARI (lehimizde ya da aleyhimizde olsun fark etmez) TANIMIYORUZ.” demeleri lazımdı. Oy vermeyi bile bu sisteme katılım olarak gören bir inancın sahiplerine yakışan buydu.
Yaslandıkları inançtan uygulanması imkânsız bir fıkıh üreterek insanlara dayattıklarında, aynı fıkhın kendileri için de geçerli olacağını gözden kaçırmamaları gerekirdi. “Oy vermek şirktir ama mahkemelerde savunma yapmak şirk değildir.” gibi bir sonuç tam bir çelişkidir yani kendi ürettikleri fıkıh ile çelişmektedir.
Her neyse sonuçta hangisinin lehine sonuçlanırsa sonuçlansın asla “ADALET” olarak tanımlanamayacak bir durum vardır ortada. Bu olaydan dolayı, uğradıkları mağduriyetten dolayı asgari insani geçim şartlarını kaybetmişlerse çocuklarına, eşlerine ve kendilerine yardımcı olmak Müslümanların tamamının üzerine düşen FARZI KİFAYEDİR fakat bu asla onların inançlarını kabullenmek anlamına gelmez.
Mümin kişi zorda ve darda olanın dinini sormaz, yardıma muhtaçlara yardım etmek için ön koşul sunmaz. Karşılıksız ve hiçbir hesap yapmadan sadece Allah rızası için yardım eder sağ elinin verdiğini sol eli bilmeden hem de, yarın bir gün başa kakmadan, “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez.” demeden; ama tüm bu davranışlar, “haklarında dolaşımda olan haberlere onların lehinde ya da aleyhinde inandık” anlamına da gelmez. Haberlere bakış açımız ile zorda ve darda kalana yardım edişimiz arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur. Bakış açım(ız) budur.
Malvarlığı dondurma kararının hukuki değerlendirmesi
Yanlış olan şudur: Bu Müslümanlar Selefilik’i “öncekilerin izinden gitmek” olarak tanımlıyorlar oysa “öncekilerin izinden gitmek” bulunduğun yerden geriye doğru gitmektir. Birazcık düşünüp öncekilerin izinden gitmeyi değil de öncekilerin bıraktığı yerden ileriye doğru gitmeyi tercih etselerdi meseleye bambaşka bakacaklardı. “Onlar bir ümmetti geldi geçti, sizin kesbiniz size onların kesbi kendilerinedir.” cümlesini biraz derin düşünselerdi İslam’da taklidin asıl olmayacağını, hiç kimsenin başka bir kimsenin tekrarı olmadığını da anlayacaklardı. Eskilerin izinden gitmeyi tercih ettikleri için İLKELERİ değil de İLKELERİN TİKEL TECRÜBELERİNİ temel alan bir din anlayışını temel alıyorlar. Sonuçta bu şekilsel bir taklide dönüşüyor.
“İman” bir karar olduğu gibi “şirk” de bir karardır. “Allah’a iman” bir inanç olduğu gibi “Allah’a inanmamak” da bir inançtır. Bunu temel alsalardı şeklin esas değil KARAR’ın esas olduğunu da anlarlardı. (NOT: Buradan “Şekil hiçbir şeydir.” gibi bir çıkarımda bulunmak yanlıştır.)
Onlar şekilsel olarak “Oy veren kafirdir.” diyorlar yani oy verenin içindeki KARAR’ı hiç göz önüne almıyorlar, şekli esas alıyorlar. İyi de bunu esas aldığında kırmızı ışıkta durmak da “şirk” olur çünkü bir şey iyi olduğu için veya kötü olduğu için değil, tağut onu emrettiği için yapmış oluyorsun.
“Oy verme”ye gelince şekli esas alarak bir hükme varıyorsun ama iş “mahkemelerde savunma yapma”ya gelince şekli bir kenara atıp içeriği öne sürüyorsun. Eh, buna da en hafif deyimle “çelişki (iki yüzlülük)” denir. Bu basbayağı hırsızlıktır.
Yoruyorlar, sadece yoruyorlar. Hem kendilerini hem de insanları o yönde kendilerini gerçekleştirmeleri mümkün olmayan bir yola sokmaya çalışıyorlar.
Hiçbir ortam HIRSIZLIĞI İSLAM ADINA MEŞRULAŞTIRMAZ.
HIRSIZLIK HER YERDE HER, MEKÂNDA, HER ORTAMDA HIRSIZLIKTIR.
Sorun tikellere karşı tikelleri dikmek ile çözülemeyecek kadar derindir.
Bunların arkalarından gittikleri öncekiler arkalarında öyle bir müktesebat bıraktılar ki o müktesebata göre “hırsızlık” Kur’an’ın emri.
Samiri – Beni İsrail kıssalarında, Samiri buzağı yaparken Beni İsrail Mısır’dan çıkarlarken Mısırlılardan çaldıkları ziynetleri kullanarak buzağı heykelini yapıyor ve bu beyler o ziynetlerle heykel yapmanın şirk olduğuna takılıyorlar da o ziynetleri çalmanın mubah olduğunu söylüyorlar. Alın size hırsızlığın mubah olduğuna dair Kur’an’dan deliller (fe suphanallah).
Dayanaklarının sağlamlığını bir kenara bıraksak bile hem geçmişte hem günümüzde SELEFİLİK hem gerçekliği hem de gerçekleştirilmesi imkânsız olan bir şeydir.
Selefilik, mahkeme ve iktidar eleştirisi
Geçmişten günümüze gelen her ne varsa hiçbir şey, üretmeden yenilip tüketilecek şeyler değillerdir, geçmişin mirası YENMEYE MÜSAİT değildir.
İster dinli olsun ister dinsiz, geçmiştekiler bugünün insanının karşısında SUÇLUDURLAR çünkü arkalarında ne sahip çıkılacak bir inanç ne de sahip çıkılacak bir dünya bırakmışlardır.
Biz geçmişimize borçlu değiliz tam tersi biz geçmiştekilerden ALACAKLIYIZ.
Bizim önünde boynumuzu büküp kendimizi iliklerimize kadar borçlu hissedeceğimiz tek merci vardır: YÜCE ALLAH.
Bizim kendimizi minnet altında hissedeceğimiz tek değer vardır: KUR’AN.
O da miras değil, YÜCE ALLAH’IN BAĞIŞIDIR yani onu atalar ortaya çıkarmış, didinip kendileri yapmış değillerdir.
Geçmişteki iyilikleri görüp güzel şeyler düşünüyorsak bu onlara borçlu olduğumuzdan değil MÜMİN olduğumuzdan dolayıdır çünkü biz müminiz çünkü biz VEFALIYIZ.
Geçmişe dokunulmazlık kazandırıp onlar üzerinden din devşirmek ne İslam’dır ne de gidilecek bir yoldur. Biz müminler için dokunulmazlığı olan tek merci vardır: KUR’AN.
Evet, Kur’an geçmişten günümüze gelmiştir ama Kur’an geçmiştekilerin ürünü, mirası veya babalarının malı değildir.
Rivayetlerine sahip çıksınlar çünkü atalarının malıdır.
Mezheplerine sahip çıksınlar çünkü atalarının malıdır.
İnanç uygulamaları ve ortaya çıkan çelişkiler
AMA iş Kur’an’a gelince “Orada durun!” deriz herkese.
Bu, SELEFLERİN MALI DEĞİLDİR Kİ BEN SELEFE BORÇLU OLAYIM.
(Kendi adıma söylüyorum) BENİM DOKUNULMAZ SELEFİM RESULLERDİR… BENİM ÖRNEK ALACAĞIM, TAKLİT EDECEĞİM, YOLLARINDAN GİDECEĞİM, KENDİLERİNE MİNNET DUYACAĞIM SADECE ONLARDIR!
Eğer illa da bir “Selefilik” olacaksa işte bundan başkası asla meşru değildir.
Bunlar slogan değildir. Bunlar “Kur’an ile Anlamlı Olma” yönteminin temel değerleridir.
Geçmiştekiler kendilerini gerçekleştirmek için bir yol tuttular ve o yolda kendilerini gerçekleştirdiler. Şu saat, şu dakika, şu saniye, şu an itibariyle insan türünün en son İZİ biziz. Ya kendimizi gerçekleştirmek için kendimizden sonrasına uzanan bir yol tutup o yolda kendimizi gerçekleştireceğiz ya da kendimizden geriye doğru bir yol tutup o yolda kendimizi gerçekleştireceğiz.
İleriye doğru bir yol çizersek geçmiş yani selef bizim için SADECE BİR TECRÜBE olarak kalır, daha yüksek bir anlam yüklenemez. Geriye doğru bir yol çizersek geçmiş yani selef amaç olur, hedef olur, gaye olur. Gaye, SELEFİ BİR DAHA GERÇEKLEŞTİRMEK OLUR oysa varlık, tekrarı olmayan bir yapıya sahiptir. Hiçbir şey başka bir şeyin tekrarı veya kopyası değildir. Bu yüzden her şey NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIRDIR.
Bir sonraki saniye bir önceki saniyenin, bir sonraki olay bir önceki olayın, bir sonraki insan bir önceki insanın KLONU değildir. Geçmiştekiler bir daha tekrarı veya kopyası olmayacak şekilde kendilerini (iyi ya da kötü) gerçekleştirdiler ve göçüp gittiler, biz de öyle olacağız. Bu durumda ya kendimizi gerçekleştireceğiz ya da geçmişi KLONLAMAK için beyhude uğraşıp duracağız.
(Yine kendi adıma konuşuyorum) Ben kendini gerçekleştirmenin ancak ve ancak bir rehberle mümkün olacağına iman ediyorum, bu rehberliğin insanlar tarafından gerçekleştirilebileceğine ise asla inanmıyorum. Bu İLAHİ bir rehberlik olmalıdır ve işte o rehber Kur’an’dır. Geçmişten gelmiştir ama geçmişin mirası değildir çünkü o İlahi bir bağıştır.
Geçmişte yaşamış hiçbir insanın Kur’an üzerinde HAKKI yoktur AMMA Kur’an’ın herkesin üzerinde hakkı vardır.
Geçmiştekiler ile benim ilişkim ancak “KUR’AN’IN HAKKINI ÖDEDİLER Mİ?” sorusuna cevap niteliğinde bir ilişki olacaktır.
Kur’an merkezli kimlik ve gelecek vizyonu
Ö-DE-ME-Dİ-LER… Herkes hesabı kendilerinden sonrakilere bırakarak çekip gitti.
Tıksırıncaya kadar, şişinceye kadar yediler içtiler ve hesabı bize bırakarak çekip gittiler.
Hâlâ çözülmeyen ve “müminim” diyenleri ikiye bölen Ebubekir’in halife seçimini BEN Mİ YAPTIM? Osman’ı ben mi öldürdüm? Kur’an’ı ben mi noktaladım, harekeledim? Kıraatleri Kur’an yerine ben mi koydum? Cemel ve Sıffin Savaşları’nı ben mi çıkardım? İslam’ı saltanata dönüştüren Emevileri ben mi kurdum? Abbasileri ve diğerlerini ben mi örgütledim? Şia-Sünni ayrımını ben mi yaptım? Mezhepleri ben mi çıkardım?Bu tarihi ben mi yaşadım? Dünya Savaşları’nı ben mi çıkardım? Öyleyse bunların hesabını ben niye ödüyorum? Benim İran’daki insanlarla ne sorunum olabilir ki hiç görmediğim ve bilmediğim insanlara “Şİİ” diyerek onları ötekileştiriyorum?
Ben Sudanlıyla, Somaliliyle, Arnavutla, Kazakla, Özbekle dövüşmek, savaşmak, didişmek istemiyorum, TANIŞ OLMAK istiyorum. Neden öncekiler birbirlerini ötekileştirdiler diye HESABI BEN ÖDÜYORUM?
Ben geçmişi tekrarlamak istemiyorum. BEN TEKRARLANMAK DA İSTEMİYORUM. Ne ben geçmişi ne gelecek beni tekrarlasın. BEN SADECE BEN OLMAK İSTİYORUM. Ben sadece beni gerçekleştirmek istiyorum.
Ve ben kendini gerçekleştirmenin ancak ve ancak İlahi bir rehberlikle mümkün olacağına iman ediyorum çünkü ben Allah’ıma kendimden daha çok güveniyorum.