Münafiklara Resul Tavri

MÜNAFIKLARA RESUL TAVRI

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ
Bakara 2 / 13

Ve-iżâ kîle lehum âminû kemâ âmene-nnâsu kâlû enu/minu kemâ âmene-ssufehâ(u) elâ innehum humu-ssufehâu velâkin lâ ya’lemûn(e)

– Onlara: “Siz de en-Nas’ın inanması gibi inanın” denildiğinde, “sefihlerin inanması gibi mi inanalım?” diye cevaplarlar. Dikkat edin! Onlar sefihlerin ta kendisidir fakat anlamıyorlar.

– Onlara: “Siz de en-Nas’ın inanması gibi inanın” denildiğinde, “sefihlerin inanması gibi inanır mıyız hiç?” diye cevaplarlar. Dikkat edin! Kesinlikle onlar, sefihlerin ta kendileridir lakin bilmiyorlar.

(*) السُّفَهَٓاء: ‘Sefih’ kelimesinin çoğulu olan bu kelimenin manası şudur: “ahmak, aptal, cahil, beyinsiz, avanak, utanmaz, aklı ermez, aklı yetkin olmayan” (Karslı). Bu kelimenin Kur’an’daki kullanımlarında kelimenin manasının “bilerek ya da bilmeyerek yaptığı işin farkında olmamak” gibi manalar da bulunmaktadır. Mesela Nisâ suresi 5. ayette “mallarınızı sefihlere vermeyin” denilirken, burada kastedilen mana “elindekinin ne değer ifade ettiğini bilememek, eşyanın değerine aklı ermemek, yaptığı şeylerin önünü arkasını düşünememek, aklı yetmemek” gibi manalardır. Bakara 130. ayette “İbrahim’in milletinden kendi öz benliğini sefih yapandan başkası yüz çevirmez” ayetinde ise “aklı olmasına rağmen İbrahim milleti ile kendi kimliği arasında hangi düzeyde bir ilişki olduğunu bile isteye anlamak istemeyen kişi” anlamında kullanılmıştır.

Müktesebat uleması, daha önceki 8. ayette ve bu ayette geçen ‘en-Nas’ (النَّاسِ) kelimesini ‘el-İnsan’ (الانسان) kelimesinin çoğulu olarak almış ve “insanlar” manası vermişlerdir. Fakat bu kelimeye “insanlar” manası vermeleri hem daha önceki ayetle hem de bu ayetle alâkalı olarak cevaplanması gereken sorular ortaya çıkarmaktadır. Bakara 8. ayette bunun bir kısmına değinmiş ve bu ayete geldiğimizde üzerinde daha geniş bir şekilde duracağımızı belirtmiştik. Hangi soruların ortaya çıktığını daha net ifade edebilmemiz için önce müktesebat ulemasının 8. ayete verdiği manaya bakalım:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ
Bakara 2 / 8

Vemine-nnâsi men yekûlu âmennâ bi(A)llâhi ve bilyevmi-l-âḣiri vemâ hum bimu/minîn(e)

Öyle insanlar da var ki, “Allah’a ve ‘Son Gün’e iman ettik” diyorlar, ama mü’min değiller!

(el-Keşşaf c.1.s.176)

Zemahşeri, 8. ayete bu meali vermiştir. Fakat verdiği bu meal ayetin nahiv yapısına uymamaktadır. Mesela, Zemahşeri’nin bir sıfat tamlaması gibi “öyle insanlar var ki” anlamını verdiği وَمِنَ النَّاسِ مَنْ (Vemine-nnâsi men) ifadesi bir sıfat tamlaması değil, mukaddem (öne geçmiş) haber ve muahhar (arkaya geçmiş) müpteda’dır. Zemahşeri’nin “haber” gibi “Allah’a ve son güne iman ettik diyorlar.” manasını verdiği يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ (yekûlu âmennâ bi(A)llâhi ve bilyevmi-l-âḣiri) cümlesi ise haber değil, bir ismi mevsul olan مَنْ (men) ifadesinin “sıla cümlesi” olarak sıfatıdır ve iraptan mahalli yoktur. Yani Zemahşeri bu manayı elde etmek için cümledeki nahiv değeri haber olan ifadeyi sıfata, cümlede nahiv değeri olmayan yani iraptan mahalli olmayan ve tek vazifesi kendisinden önceki ism-i mevsulü (مَنْ) (men) tanımlamak olan sıfat cümlesini ise habere çevirmiştir.

Fakat Zemahşeri ayetin başındaki müpteda-haberi mevsuf-sıfata çevirerek “öyle insanlar da var ki” anlamı verse bile şunu değiştirememektedir. Söz konusu edilen bu kişiler ‘en-nas’tan olan kişilerdir. Bu durumda bunların bizzat kendileri de “insanlardan bir kesim” oluyorsa, 13. ayette “insanların inandığı gibi inanın” denmesi çok ciddi bir çelişki doğurmaktadır. Çünkü zaten insan olanlara “insanlar gibi inanın” demenin hiçbir anlamlı tarafı yoktur. Dahası onların da sanki kendileri insan değilmiş gibi insanların tamamına “beyinsiz” diyerek, “Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?” şeklinde cevap vermeleri, durumu daha da anlamsız bir hâle getirmektedir. Bu durumu fark eden Zemahşeri ve diğer müfessirler, ayetlerde buna dair tek bir delil olmamasına rağmen Bakara 6. ayetten itibaren ayetlerin bağlamının “Medineli münafıklar” olduğunu söyleyerek bu çapraşık durumu açıklamaya çalışmışlardır. Fakat onların bu açıklamaları hem ‘en-Nas’ kavramının alanını daha da daraltmış hem de olayı bambaşka bir mecraya sürüklemiştir. Bu durumun daha net bir şekilde anlaşılması için önce Zemahşeri’nin 8. ayetin tefsiri bağlamında yaptığı şu açıklamalara bakalım:

Nâs kelimesinin aslı ünâstır. Kelimenin aslındaki Hemze, hafifletme maksadıyla hazfedilmiştir. Bu tıpkı, elûka kelimesindeki Hemzenin hazfedilerek lûka şeklini alması gibidir. Başına ma‘rifelik Lâm’ı olan “el” takısı geldiğinde ise, Hemzenin hazfedilmesi neredeyse zorunluluk arz eder. Nitekim el-ünâs şeklinde bir kullanım hiç yoktur. Ayrıca insan, ünâs, enâsiyyu ve ins kelimeleri, kökenin bu olduğuna delâlet eder. İnsan cinsinin bu şekilde isimlendirilmesi, onların zahir, açık olmaları, görünürlükleri sebebiyledir; nitekim cinler de gizli oldukları için cin diye isimlendirilmişlerdir. Yine insanlara beşer ismi de aynı nedenle verilmiştir.

Nâs kelimesi fu‘âl veznindedir. Zira kelimelerin vezinleri, asılları esas alınarak bulunur. Nitekim [korumak anlamındaki vakā kelimesinden emir fiili türetmek istendiğinde] قهvezninde emir fiili yapılır, oysa burada kelimenin aslının sadece orta harfi bulunmaktadır. Ünâs, kuralsız çoğul değil رخال[çepişler] kelimesi gibi topluluk isimlerindendir. Nüveys (insancık) kelimesi ise, üneysiyânun ve ruveycilun [insancık/adamcık] kelimeleri gibi, ism-i tafdil formunun tersine göre yapılan küçültme ismidir. en-Nâs kelimesindeki marifelik Lâm’ı, cins ifa- de eder; ancak [ahd için de olabilir, yani] mâlûm bazı insanları ifade ediyor da olabilir. Burada, daha önce zikredilmiş̧ olan kâfirlere işaret edilmekte ve “işbu kâfirlerden bazıları da şöyle derler” denilmiş̧ olmaktadır. Bunlar Abdullah b. Übeyy [v.9/631] ve arkadaşları ile münafıklıkta ısrar konusunda onlar gibi olan kimselerdir.

(el-Keşşaf c.1.s.178)

Zamehşeri, ilk önce 8. ayetin başında müpteda-haber olarak geçen وَمِنَ النَّاسِ مَنْ (Vemine-nnâsi men) ifadesini bir sıfat tamlamasına çevirmiş, daha sonra ifadede geçen النَّاسِ (en-Nas) ifadesini الانسان (el-insan) kelimesinin çoğulu yapmış, daha sonra rivayetleri de işin içine katarak وَمِنَ النَّاسِ مَنْ (Vemine-nnâsi men) ifadesinden “Medineli münafıklardan bazıları” anlamına ulaşmış, bundan sonrasında da bahse konu olan kişilerin “Abdullah b. Übey ve arkadaşları” olduğu sonucuna ulaşmıştır. 8. ayette bu sonuca ulaşan Zemahşeri, 13. ayette geçen النَّاسِ (en-nâs) kelimesinden de şu sonucu çıkarmıştır:

Müslümanlar münafıklara nasihat babında iki hususu ifade etmişlerdir. İlk olarak; davranışlarının yanlış̧ olması, fitne ve fesada sebep olması sebebiyle çirkin olduğunu ifade etmişler; ikinci olarak da akıl sahiplerinin izlediği doğru yolu göstermiş̧, bu yolu takip edip onların aralarına girmelerini tavsiye etmişlerdir. Münafıklar ise kendileri cahil ve beyinsiz oldukları için buna cevaben “Müslümanların cahil ve beyinsiz olduğunu” söylemişlerdir. Ayetlerdeki bu ifadelerde ilim sahibi insanın cahillerden işiteceği sözler karşısında bir teselli de söz konusudur.

‘en-Nâs’ kelimesindeki ‘Lâm-ı ta‘rîf’ ahd (bilinirlik) ifade eder; yani “Allah’ın ‘peygamberi ve beraberindekiler’in iman ettiği gibi” anlamına gelir ki bunlar malum kimselerdir. Ya da Abdullah b. Selam [v.43/664] ve onun gibi bilinen kişiler kastedilmiş̧ olabilir, zira bu kimseler onların soydaşlarıdır. Bu durumda onlara, “işte bu kardeşleriniz, dostlarınız gibi siz de iman edin” denilmiş̧ olmaktadır. Ayrıca ‘en-nâs’ kelimesindeki ‘Lâm-ı ta‘rîf’in cins ifade etmesi de mümkündür. Bu durumda anlam, “kâmil insanların iman ettiği gibi siz de iman edin” şeklinde olur. Ya da bu durumda müminler ‘hakiki insan’ kabul edilmiş̧, diğerleri ise hak ile batılı ayırt edememelerinden dolayı adeta hayvanlar zümresinden sayılmışlardır.

“İman eder miyiz?” ifadesindeki soru, “inkâr” anlamı taşır. السُّفَهَٓاءُ [beyinsizler] kelimesindeki Lâm-ı ta‘rîf daha önce işaret edilen insanlara göndermedir. Nitekim bir dostuna; “Zeyd senin aleyhinde kötü konuştu.” dediğinde, “Yapmış̧ mı beyinsiz!?” diye cevap verir. Lâm-ı ta‘rîfin cins ifade etmesi ve bu cinsin kapsamına -onların iddiasına göre- ‘beyinsiz’ kapsamına giren kimselerin dahil olması da mümkündür. Çünkü münafıklara göre müminler insanlar içerisinde en beyinsiz olanlardır.

Şayet “Müminler son derece akl-ı selim insanlar oldukları halde münafıklar nasıl olup da onları akılsız ve beyinsiz olarak nitelemişlerdir?” dersen, şöyle derim: Cehaletleri ve gözlem ve insafı terk etmiş̧ olmaları sebebiyle, kendi inançlarının hak olduğunu ve ondan gayrısının bâtıl olduğunu düşünmüşler ve bâtıl bir inancı benimseyenlerin de beyinsiz olduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca onlar toplum içerisinde lider, önder konumda idiler; buna karşılık, müminlerin çoğunluğu fakir idi, hatta içlerinde Suheyb [v.38/659], Bilal [v.20/641] ve Habbâb [v.37/658] gibi köleler de vardı. İşte bu yüzden müminleri, sırf hakaret olsun diye, beyinsiz diye nitelemişlerdir. Ya da kendi dinlerini terk edip Müslüman olmuş̧, böylece onları öfkelendirmiş̧, güçlerini kırmış̧ olan Abdullah b. Selâm [v.43/664] vb. kimseleri kastetmiş̧ de olabilirler. Aslında bu kimselerin asla beyinsiz olmadığını bildikleri halde, sırf alay ve nefret sebebiyle böyle söylemişlerdir. Sefeh; akıl zayıflığı, basiretsizlik demektir.

(el-Keşşaf c.1.s.202)

Bu açıklamalara göre 13. ayette geçen وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ (Ve-iżâ kîle lehum âminû kemâ âmene-nnâsu) cümlesine “Onlara ‘en-nas’ın inandığı gibi inanın.” meali verilmekte ama ifadedeki ‘en-nas’ kelimesine yüklenen anlamdan dolayı kastedilen mananın “Onlara peygamber ve beraberindekiler gibi inanın.” olduğu söylenmektedir. Yani bu açıklamalara göre 13. ayette geçen النَّاسُ (en-nâs) ifadesi, “peygamber ve beraberindekiler” anlamına gelmektedir. Fakat müpteda-haber olmasına rağmen bir sıfat tamlaması gibi “insanlardan bazıları” anlamı verilen 8. ayetteki وَمِنَ النَّاسِ مَنْ (Vemine-nnâsi men) ifadesindeki ‘en-nas’ kelimesi ise “Medineli münafıklar” anlamına gelmektedir. Yine bu açıklamalara göre bunlar, “Beyinsizler gibi mi iman edelim?” şeklinde cevap verirlerken “peygamber ve beraberindekiler”i kastetmiş olmaktadırlar.

Ayetin başında meçhul fiil olarak geçen اِذَا ق۪يلَ (iżâ kîle) (denilince) kelimesini göz önüne alarak, “Bu münafıklara kim ‘İnsanların inandığı gibi inanın.’ demiş olabilir?” sorusunu sorduğumuzda ise durum daha da karışmaktadır. Çünkü onlara böyle bir sözü ancak mümin olanlar söyleyebilir. Bu durumda peygamber ve yanındakiler bu münafıklara “Bizim gibi inanın.” dememekte, tuhaf bir şekilde “İnsanlar gibi inanın.” demiş olmaktadırlar. Üstelik böyle söylerken ister ahd ister cins için olsun ‘en-nas’ kelimesini marife olarak kullanmaktadırlar. Buna yönelik olarak diğer insanlardan ayırıcı tek bir kelime bile kullanmamaktadırlar. Yani “İman eden insanlar gibi iman edin.” veya “Bizim gibi iman edin.” veya “Peygamber ve beraberindekiler gibi iman edin.” denmemektedir. 

Az önce de belirttiğimiz gibi ister ahd için ister cins veya hangi sebeple olursa olsun النَّاسُ (en-nas) kelimesi çoğul bir isimdir. Ahd için kullanılması yani belli insanları kastetmesi durumunda veya bir bağlama mebni olarak kullanılması durumunda eğer “Medine” kastediliyorsa bu mümini, münafığı, Yahudi’si, Hristiyan’ı veya müşrikiyle Medine’deki tüm insanları kastediyor olması gerekmektedir. Eğer kelime cins olarak alınırsa bu durumda hangi inanca, hangi renge, hangi dile mensup olursa olsun buna bakılmadan yeryüzündeki tüm insan cinsi kastediliyor olması gerekmektedir.

Meseleye Zemahşeri gibi sadece rivayetler üzerinden ve Medineli münafıklar bağlamında yaklaşsak bile anlatılanlar ile ayetler birbirleriyle taban tabana çelişmektedir. Eğer bu ayetler Medineli münafıklardan bahsediyorsa:

  1. Bu münafıklar 8. ayette inanmadıkları halde “İnandık.” diyerek kendilerini gizlemişlerdir.
  2. 9. ayette böyle yapmakla Allah’ı ve müminleri aldatmaya kalkıştıkları söylenmektedir.
  3. Bunlara “Fesat çıkarmayın.” denildiği zaman yine kendilerini gizleyerek “Biz ‘muslihun’ olanlarız.” demektedirler.
  4. Devam eden ayetlerde ise müminlerle karşılaştıklarında yine kendilerini gizleyerek “İnandık.” demektedirler.

Oysa bu ayette onlara “İnsanların inandığı gibi inanın.” denilerek (müfessirlere göre) peygamber ve beraberindekiler gibi iman etmeleri söylenmektedir. Bu durumda onların kendilerini gizlemedikleri, onların iman edenlerden olmadıklarının herkes tarafından bilindiği ortaya çıkmaktadır. Zaten onlar da kendilerine “İnsanlar (yani peygamber ve beraberindekiler) gibi iman edin.” denilince hiç kendilerini gizlemeden açıktan açığa “Beyinsizler gibi mi iman edelim?” yanıtını vermektedirler. Olaya müfessirlerin çizdiği “Medine münafıkları” tipolojisi üzerinden baktığımızda ve bu ayetleri bizim gibi Medineli münafıkların da okuduğunu veya en azından duyduğunu kabul ettiğimizde durum çok daha karışık bir hal almaktadır. Çünkü müfessirlerin çizdiği “Medineli münafıklar” portesindeki münafıklar kendilerini hiç açık etmemekte ve münafıklıklarını gizlice yapmaktadırlar. Zaten bu yüzden onlara “münafık” denmektedir. Kaldı ki ulemanın tamamı ‘münafık’ kelimesinin ıstılâhî tanımının “inanmadığı halde kendini mümin gösteren kimse” olduğunu söylemektedirler. (bkz. TDV. İ. A Münafık md. Hülya Alper)

Müfessir iddialarının çelişkileri

Oysa bu ayette aleni bir şekilde kendilerini açık etmekte ve (müfessirlere göre) peygambere ve arkadaşlarına gayet açık bir şekilde (hâşâ) “beyinsizler” demektedirler. Az önce yaptığımız alıntıda Zemahşeri böyle konuşan kişinin Abdullah b. Übey ve avanesi olabileceğini söylemişti. Fakat onların olduğunu kabul etmemiz durumunda durum çok daha içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. Çünkü eğer müminler bu münafıklara “İnsanlar (yani peygamber ve yanındakiler) gibi iman edin.” demişlerse ve Abdullah b. Übey başkanlığındaki münafıklar da peygamber ve arkadaşlarını kastederek “Beyinsizler gibi mi inanalım?” cevabını vermişlerse Allah resulü Muhammed’in ve onunla beraber olan müminlerin kafirliklerini bu şekilde açıkça izhar etmelerine, dahası ayetlerin onlar için “İnanmıyorlar, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışıyorlar, onlar müfsitlerin ta kendileridir.” haberlerini vermesine yani bu kadar açık ayete rağmen onlar hakkında kararsız kalmaları ve net bir tavır almamaları anlaşılacak bir durum olmamaktadır.

Zemahşeri de dahil olmak kaydıyla tüm müktesebat kaynakları Abdullah b. Übey’in ölene kadar Medine’de Allah resulü ve beraberindekilere yakın yaşadığını ve 631 yılında öldüğünde cenaze namazının kılındığını, müminlerin iyilerinden sayılan oğlu Abdullah’ın Allah resulüne gelip kefenlenmesi için hırkasını istediğini ve hatta mezarının başına gelerek onun için dua etmesini rica ettiğini söylemektedirler. Zemahşeri “Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen bile Allah onları asla affetmeyecek.” (Tevbe 80) ayeti bağlamında Allah resulü ve müminlere “beyinsizler” dediği ayetler tarafından haber verilen Abdullah b. Übey’in ölümü sırasında Allah resulü Muhammed’in şu şekilde davrandığını söylemektedir:

Tevbe 80: Onların bağışlanması için ister dua et ister etme. Bağışlanmaları için yetmiş̧ kere bile dua etsen Allah onları bağışlamayacak… ki bu, Allah ve Resulünü nankörce inkâr etmelerindendir. Fâsık bir kavmi Allah doğru yola getirmez.

Abdullah b. Übey’in [v. 9/631] oğlu olan ve sâlih, samimi bir mümin olan Abdullah [v. 12/633], babası hastalandığı zaman Peygamber (s.a.)’e gelmiş̧ ve ondan babası için dua etmesini istemişti. O da dua etti. İşbu ayet, bunun üzerine nazil oldu. Peygamber (s.a.), “Allah bana ruhsat verdi, ben de yetmişten fazla dua edeceğim!” demişti ki, “Onların bağışlanması için dua etsen de etmesen de fark etmez, Allah onları asla bağışlamayacak!” [Münâfikūn 63/6] ayeti nazil oldu. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere buradaki emir, haber anlamında olup adeta “Bağışlanmaları için dua etsen de etmesen de Allah onları kesinlikle affetmeyecek!” buyrulmaktadır. Orada, bu tür ifadelerde bir şart anlamı bulunduğunu da belirtmiş̧, bunun emir lafzıyla anlatılmış̧ olmasındaki nükteyi izah etmiştik. “Yetmiş̧” çokluktan kinayedir. Ali (r.a.) da şöyle demiştir:

Sabah baskın yapacağım şu ‘asi’ oğlu ‘âsi’ye

Atının yelesini bağlamış̧ yetmiş̧ bin süvariyle!..

Şayet “Arapların söz sanatlarını ve ifade üsluplarını en iyi bilen ve en fasih Arap olan Peygamber Aleyhisselâm bu sayıdan çok af dilemenin kastedilmiş̧ olduğunu nasıl anlamamış̧ da ‘Rabbim bana ruhsat verdi, ben de yetmişten fazla af dileyeceğim!’ demiş̧ olabilir? Üstelik, ayetin devamında ‘ki bu, nankörce inkâr etmelerindendir.’ denilmekte; onların affedilmesine engel olan şeyin ne olduğu da beyan edilmekte yani” dersen şöyle derim: Peygamber (s.a.) bunu anlamamış̧ değildir. Fakat tıpkı İbrahim Aleyhisselâm’ın “Bana karşı gelen kimse için de şüphesiz sen bağışlayıcısın, merhametlisin.” [İbrahim 14/36] demesi gibi o da peygamber olarak gönderildiği insanlara olan engin şefkat ve merhametinden ötürü, kullanılan ifadeden kastedilen manayı değil, lafızdaki sayı anlamını esas alarak böyle söylemiştir. Peygamber (s.a.)’in şefkat ve merhamet göstermesi ümmeti için bir lütuf olup onlara birbirlerine karşı merhametli olmaları yönünde bir çağrı mahiyetindedir.

(el-Keşşaf c.3.s.145)

Abdullah bin Übey olayı ve değerlendirme

İnsanların birbirlerine merhametle davranmaları elbette iyi bir şeydir ama Yüce Allah’ın inanmadıklarını ve müfsid olduklarını haber verdiği, Allah resulü ve beraberindekiler gibi iman etmeye davet edildiklerinde kendilerini gizleme ihtiyacı hissetmeden Allah resulü ve müminlere açıktan açığa “beyinsizler” demiş birilerine merhamet duymak, ümmetine karşı şefkatli ve merhametli olmayla açıklanacak bir durum değildir. Nasıl olacak da bir Allah resulü, Allah’ın onlar hakkında “İnanmıyorlar, Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışıyorlar, müfsidlerin ta kendileri onlardır.” diyerek ifşa ettiği, üstelik kendisine ve beraberindeki müminlere “beyinsizler” dediklerini Allah bildirecek ama buna rağmen Allah resulü onları hâlâ kendi ümmetinden sayacak ve Allah’a rağmen kalkıp da “Rabbim bana ruhsat verdi, ben de onlar için yetmişten fazla af dileyeceğim.” diyecek(!)

Tevbe 80. ayet bağlamında Allah resulü Muhammed’i, Yüce Allah’ın onlar hakkında “Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de asla affetmeyeceğim.” dediği, her türlü düşmanlığı yapmasına rağmen mezarı başına gidip “Öyleyse ben de yetmişten daha fazla af dilerim.” dedirten ve bunu da Allah resulü Muhammed’in ümmetine olan şefkat ve merhametine bağlayan Zemahşeri, bu ayetten önce gelen şu ayet bağlamında ise şunları demektedir:

يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ
Tevbe 9 / 73

Ey peygamber! İnkârcı nankörlerle ve münafıklarla cihâd et, onlara karşı tavizsiz ol. Sığınakları Cehennem’dir… Ne kötü dönüş yeri!

 

“İnkârcı nankörlerle” kılıçla, “münafıklarla” ise delille “cihâd et; onlara karşı tavizsiz ol.” Her iki cihatta da tavizsiz ol, onlara sevgi besleme. Bu hüküm kendisinde bir itikat bozukluğu olduğu bilinen herkese yöneliktir. Böyle kimselere karşı delillerle cihat edilir, mümkün olduğunca kendisine karşı sert ve tavizsiz davranılır. İbn Mes‘ûd’un, “Eliyle cihat etmeye gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse yüzünü asıp somurtarak, ona da gücü yetmezse kalbi ile cihat etmelidir.” dediği nakledilmiştir. Kalp ile cihattan maksat, hoş̧ görmemek, buğzetmek ve ondan teberri etmek, uzak olmaktır. Hasan-ı Basrî de “münafıklarla cihadı, şartları ortaya çıktığı [yani suçu işledikleri sübut bulduğu] zaman onlara hukuki yaptırımları uygulamak olarak tefsir etmiştir.

(el-Keşşaf c.3.s.136)

Peygamberin şefkati ve ayetlerle uyumsuzluk

Her iki ayet de aynı surededir ve iki ayet arasında sadece yedi ayet vardır. Birinde kafirlere ve münafıklara karşı “Sert ol, tavizsiz ol.” diyen bir emirle muhatap olan Muhammed vardır, diğerinde kafirliği, münafıklığı, hainliği, düşmanlığı onlarca ayet tarafından ifşa edilerek bildirilmiş bir münafığın mezarı başına gidip, üstelik Allah “asla affetmeyeceğim” demesine rağmen “Ben de yetmişten fazla af dilerim.” diyen Muhammed vardır. Bu durum Muhammed’in ümmetine duyduğu şefkati ve merhameti üzerinden açıklanamayacak kadar çelişkili bir durumdur. Bir yanda onlara “Peygamber ve beraberindekiler gibi iman edin.” denilince “Beyinsizler gibi mi inanalım?” diyen, Allah’a ve ahirete inanmadıkları halde Allah ve müminleri aldatmaya kalkışarak “inandık” diyen, onlara “Yeryüzünde fesat çıkarmayın.” denilince fesat çıkaranların ta kendileri olmalarına rağmen “Biz müslihiz.” diyen, müminlerle karşılaştıklarında “inandık” ama şeytanları ile baş başa kaldıklarında “Biz onlarla alay ediyoruz.” diyen münafıklar vardır, öte yanda kendisine “Kafirlere ve münafıklara karşı tavizsiz ol.” diyen ayetler vardır ve diğer bir yanda ise Allah’ın “Asla bağışlamayacağım.” demesine rağmen münafıkların liderinin mezarı başına gidip “Madem Allah, ‘Yetmiş kere af dilesen bile affetmem.’ dedi, ben de yetmişten fazla af dilerim.” diyen Muhammed vardır. Eğer bu durum hakikaten müfessirlerin rivayetler üzerinden resmettikleri gibiyse Allah resulü Muhammed kafirlere ve münafıklara karşı değil, (hâşâ, bin kere hâşâ) Allah’a ve ayetlere karşı mücadele ediyor gibi bir sonuç çıkmaktadır.

(DEVAM EDEN BİR ÇALIŞMADAN KISA BİR ANEKDOT)

Kavramlar: