Başlıklar
16.11.2024 tarihli derste söylediğim “Müteşabih olan Yüce Allah’ın sıfatları ve efali değildir; müteşabih olan insandır, insanın sıfatlarıdır.” cümlesi her şeyden önce insanlık tarihinde yanlış yöne giden “düşünmek” veya “nazar” denilen eylemin “YÖNÜNÜ” belirleyen SABİT BİR ÖLÇÜDÜR.
Aslına bakılırsa hem filozoflar hem de kelamcılar ‘varlık tasavvurları’ hakkında söz söylerlerken her zaman için ‘varlığı’ “sorgulanamaz bir ‘el-evvel’e” dayandırırlar. O ‘el-evvel’ olmadan hiçbir şeyin anlamlı olamayacağını söylerler. Aklen bu düşünceye gelmek zor değildir hatta bu mecburi bir düşüncedir. Bu yüzden “felsefe tarihi”nde ateist olan filozof yoktur yani hepsi bu zorunluluğu görmüşlerdir.
‘El-Evvel’ hakkında her birinin farklı açıklaması ve farklı tanımı olabilir fakat önünde sonunda ‘el-evvel’in var oluşu hususunda ihtilaf yoktur.
Filozoflar açısından, varlığı kendinden olan ‘el-evvel’ ile varlığı bir başkasına bağlı “hadis varlık olan insan” arasında bir TEŞBİH ilişkisi yoktur ve olmaz da çünkü filozofların tanrısı (yani ‘el-evvel’i) sadece kavramsal bir tanrıdır, üstelik o tanrı insanla asla İLİŞKİ KURMAZ. Bu yüzden Tanrı ile insan arasında bir TEŞBİH ilişkisi gereksiz ve saçma olur filozoflara göre.
İnsanla ilişki kurmayan hareketsiz tanrının insanı görmesine, duymasına, acımasına, yol göstermesine, merhamet etmesine gerek de yoktur, bunların yeri de yoktur fakat işin içine Risaleti karıştırıp ‘El-Evvel’ olanın hadis olan insanla ilişkiye geçtiğini söylediğinizde TEŞBİH ilişkisi de başlamış demektir hatta teşbihlerin en başına “İLİŞKİDE TARAF OLMAK” konulmak zorundadır.
Düşünün ki ortada taraflardan birinin ‘EL-EVVEL’ diğerinin de HADİS olduğu bir ilişki var. Bu ilişkide TARAF olma açısından her iki taraf BİRBİRİNE BENZİYOR. Bu ilişkiyi “Mabud-abid” veya “Melik-kul” veya “Yaratan-yaratılan” veya “mutlak-mukayyet” veya başka şekilde tanımlamanız, ilişkide TARAF olma açısından tarafları BENZER olmaktan kurtarmamaktadır. Nihayetinde ortada bir lişki var ve taraflık açısından bir ucunda insan diğer ucunda Tanrı var.
Söylemi biraz daha ileri götüreyim. Bu ilişkide taraf olma açısından Tanrı ne kadar vazgeçilmez ise insan da en az onun kadar vazgeçilmezdir çünkü İLİŞKİ iki tarafın olmasını ZORUNLU kılar, iki taraf olmazsa ilişki diye bir şey olmaz.
İlk bakışta uçuk bir cümle gelecektir ama yine kurayım uçuk cümlemi: “İNSAN–ALLAH ilişkisinde ilişkinin var olabilmesi için HEM ALLAH HEM İNSAN ZORUNLU VARLIKLARDIR.” Bu ilişkide İNSANIN zorunlu olmayışı taraf olması açısından değil VAR OLMASI açısındandır.
Bu tıpkı şuna benzer. Sonsuz beyaz bir zemin düşünün, o sonsuz beyaz zeminde, zeminden ve beyazlıktan başka hiçbir şey yokken ne anlam aramanın ne de başka şeylerin varlığını düşünmenin anlamı vardır fakat o sonsuz beyaz zemine minicik siyah bir nokta koyarsanız artık “O NOKTA NEDEN VAR?” sorusunu sormak kaçınılmaz olacaktır. İşte bu, beyaz zemin ile nokta arasında bir ilişkinin başladığı anlamına gelecektir. Bu ilişkide anlam arayışı sadece beyaz zeminin sonsuzluğu hakkında olmayacaktır. Bu ilişki artık MÜFRED hükmünde mürekkeb bir terkip gibidir yani baktığınız şey iki tarafı olan TEK BİR İLİŞKİDİR. O beyaz zeminden o siyah noktayı silerseniz, beyaz zemin durur ama artık İLİŞKİ kalmaz yani o siyah nokta yoksa beyaz zeminin başkasıyla kuracağı ilişki de yok demektir.
İşte bu açıdan Allah-İnsan ilişkisi içerik olarak nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir ilişki olduğunu kabul ettiğimiz müddetçe ilişkinin anlamlılığı her iki tarafın da en az diğeri kadar zorunlu olmasını gerekli kılar.
Şu an ben yazıyorum. Yazdıklarıma anında cevap vermeseniz bile siz bu yazma işleminin karşı tarafı olduğunuz için benim yazmam anlamlıdır. Eğer siz olmasaydınız bu sosyal medya platformu da benim olmuş olsaydı ben de sürekli yazsaydım okuyan olmadığı müddetçe yazmanın hiçbir anlamı kalmazdı. Nasıl ki basit bir yazının bile anlamlı olması “YAZAN–OKUYAN” ilişkisini zorunlu kılıyorsa ve bu zorunluluk ilişkisinde taraflardan birinin yokluğu beraberinde “YAZAN–OKUYAN” ilişkisini de yok ediyorsa bu durumda okuyanın en az yazan kadar vazgeçilmez olduğu anlamına geliyorsa İNSAN–ALLAH ilişkisinde (ilişkinin ortaya çıkması açısından) Allah kadar insan da vagzeçilmez zorunlu varlıktır (taraftır). İşte bu beraberinde TEŞBİH ilişkisini mutlaka getirir, taraf olma açısından her iki taraf birbirine benzemektedir.
Az önce felsefede bunun olmadığını ve olamayacağını söyledim çünkü onlar “İNSAN–ALLAH” ilişkisini reddetmektedirler, bu yüzden onların MÜTEŞABİHLİK gibi bir sorunu olmaz.
Taraf olma açısından her iki taraf birbirine eşit derecede benzemektedir fakat her benzerlik bir SABİTE ile ortaya çıkar. Eğer benzerliklerde bir sabite yoksa benzerlik de ortaya çıkmaz. İşte burada devreye ÖNCELİK–SONRALIK ilişkisi girmek zorundadır. Bu öncelik sonralığı “ASIL–FER” olarak da isimlendirebiliriz.
İkinci olarak devreye girmesi gereken şey VECHİ ŞEBEH yani “benzeme yönü”dür.
Üçüncü olarak devreye girmesi gereken şey BENZETME edatıdır.
Şimdi buna göre MÜTEŞABİHLİK ilişkisinde ÖGELERİ belirleyelim:
1. Müşebbeh Bih
Bu, “öncelik–sonralık” ilişkisi üzerinden belirlendiğine göre “Allah–insan” ilişkisinde MÜŞEBBEH BİH ‘el-evvel’ olan Yüce Allah’tır çünkü O’nunla beraber O’nun ‘el-evvel’ sıfatına ortak olacak başka bir varlık yoktur. O halde ASIL (müşebbeh bih) olan O’dur.
Bundan sonra hangi varlık hakkında konuşursak konuşalım tüm var olanlar VAR olma açısından sadece ve sadece MÜTEŞABİHtirler yani tüm varlıklar “MIŞ GİBİ VAR OLAN VARLAR”dır.
Biraz daha açayım:
“TAŞ VAR.”
“DAĞ VAR.”
“DENİZ VAR.”
“AĞAÇ VAR.”
“HAYVAN TÜRÜ VAR.”
“İNSAN TÜRÜ VAR.”
“ALLAH VAR.”
Bu “VAR”lar arasında var oluşu asıl olan tek VAR, YÜCE ALLAH’TIR, diğerleri ise “VAR”mış gibi olanlardır yani var olma açısından MÜTEŞABİHLERDİR.
Meseleye her türlü ideolojik ön yargılardan ve her türlü duygusallıktan uzak bir şekilde bakacak olursak; her bir varlık “VAR” olmak denilen şeyin tüm yükünü ve sorumluluğunu kendi üzerine alarak VAR olmamaktadır. Mesela, insan basitçe “BEN VARIM.” cümlesini kurabilmektedir fakat VAR’IM cümlesindeki “-IM” ekini ‘VAR’ kelimesine eklerken o ekin tüm sorumluluğunu ve yükünü kendisi çekmeden eklemektedir fakat Yüce Allah (haşa) şöyle bir cümle kursa “BEN VARIM.” (Subhanallah, hakikaten Allah neden böyle bir cümleyi hiç kurmamış), O cümlesindeki ‘VAR’ kelimesine “-IM” ekini eklemeyi hak etmektedir.
O’nun varlığı üzerinde kimsenin hakkı, dahli, yardımı veya ortaklığı yoktur. Bu yüzden O’nun VAR oluşu hakikidir yani O “MIŞ GİBİ BİR VAR DEĞİLDİR”.
İşte bu yüzden eğer ortada bir ilişki varsa veya olacaksa Yüce Allah ile beraber bir ilişkinin tarafı olacak kişiler şunu peşinen kabul etmelidirler. Bu ilişkinin bir ucunda “Allah” olduğu müddetçe diğer taraf daima TARAF”MIŞ” GİBİ BİR TARAFTIR.
Bundan dolayı Yüce Allah ‘el-evvel’ olması hasebiyle ASILdır yani MÜŞEBBEH BİHtir.
2. Benzetme Edatı
Teşbihi bir şablon olarak kullandığımız için burada “edat” derken lafzi bir edattan bahsetmediğimiz anlaşılmıştır sanırım. Evet, diyeceğimiz şey lafzi bir edat değildir ama işlevsel açıdan lafzi edatın işlevine sahiptir fakat nasıl bir işlevsellikten bahsettiğimizin anlaşılması için önce “LAFZİ EDATLAR ne işe yarar?” sorusunu sormak ve bunun cevabına göre söze devam etmek gerekmektedir.
Bilindiği üzere “fiiller ve isimler” kendi başlarına asla bir anlama tahsis edilemezler. Bunların anlamları ancak ve ancak bir TERKİB ile açığa çıkar. Edatlar ise terkip olsun ya da olmasın hiçbir zaman kendi başlarına bir anlama sahip değillerdir.
İsim ve fiillerin -bir anlama tahsis edilmemiş olsalar bile- sözlük yani lügat manaları vardır fakat edatların ne lügat manaları vardır ne de terkip içinde kendilerine ait bir mana kazanabilirler. Bu yüzden edatlar, anlamlı kelimelerin anlamlarının ortaya çıkması için yardımcı elemanlardır. Edatlar her zaman için İTİBARİdirler yani kendinden önceki veya sonraki kelimeye göre cümleye anlam katkısında bulunurlar, fiillerden önce veya sonra gelenler fiillere, isimden önce veya sonra gelenler isimlere anlam katkısında bulunurlar.
Bu açıdan “Edatlar mı isimlere ve fiillere anlam katkısında bulunurlar yoksa isimler ve fiiller mi edatlara anlam katkısında bulunurlar?” sorusu da önemli bir soru haline gelir. Hayır, bu bağlamda bu sorunun cevabının peşine düşmeyeceğiz. Bu bahsi diğer bir konudur.
Meseleye “‘Allah–insan’ ilişkisinde teşbih edatının görevini ne üstlenmiştir?” sorusuyla devam edelim.
Az önce edatların ne olduğunu ve ne olmadığını söyledik. Bu söylemde en ön plana çıkan şey şu oldu. İsim ve fiiller bir anlama tahsi edilmemiş olsalar bile lügat anlamlarına sahiptirler, ayrıca cümlede yani bir terkipte oluşan anlamı sahiplenebilirler fakat edatlar ne kendi başlarına ne de cümlede bir anlamı sahiplenebilirler. Onlar, daima başka kelimelerin, anlamları ne yönde sahipleneceklerine yardımcı olurlar.
İşte bu çerçeveyi kullanarak “‘Allah–insan” ilişkisindeki teşbih edatı nedir?” diye bir soru sorduğumuzda karşımıza “VARLIK” kelimesi çıkmaktadır. “Allah–insan” ilişkisinde iki taraf arasındaki taraf ilişkisini kuran şey her iki tarafın da VAR olmasıdır. Nasıl ki bir teşbihte benzetme edatı olmadan teşbih ilişkisi kurulamıyorsa “Allah–insan” ilişkisinde de her iki taraf VAR olma ile birbirine bağlanmaz ise bu ilişki kurulamaz.
Teşbih edatları ancak ve ancak bir BENZEYEN ve bir de BENZETİLEN var olunca işlevsellik kazanırlar. İşte tıpkı bunun gibi eğer sadece Yüce Allah VAR olsaydı ve ondan başka hiçbir şey olmasaydı ‘VAR’ kelimesi asla anlamlı ve işlevsel olmazdı.
“Allah–insan” ilişkisinde her iki taraf VAR olarak VARdır fakat az önce de belirttiğimiz gibi;
“ALLAH VAR.”
“İNSAN VAR.”
cümlelerindeki ‘VAR’ kelimesi aynı içeriğe sahip değildir, bu VARlardan biri ASILdır diğeri FER ama her halükârda “Allah–insan” ilişkisini kuran kelime ‘VAR’ kelimesidir yani benzetme edatıdır. Bu kelimeyi ‘Allah’ kelimesine haber yaptığımızda anlam yönü başka, ‘insan’ kelimesine haber yaptığımızda anlam yönü başkadır TIPKI EDATLAR gibi.
Her benzetme edatı “benzeyen-benzetilen” ilişkisinde daima “MIŞ GİBİ” ilişkisi kurdurur. Hele bu benzetme edatı ‘ŞBH’ kökünden türeyen ‘MÜTEŞABİH’ kelimesi ise kelimenin BAB’INDAN dolayı bu “MIŞ” ilişkisi en önce gelen anlam olmaktadır.
Burada biraz duralım çünkü “Bu benzetme edatının ism-i fail olarak MÜTEŞABİH olması mı yoksa ism-i mef’ul olarak MÜTEŞABEH veya MÜTEŞEBBEH olması mı doğrudur?” sorusunu cevaplamak gerekecektir.
Eğer söz konusu olan ilişki “ALLAH–İNSAN” ilişkisi ise benzetme fiilini ism-i fail olarak kime izafe edeceğimiz büyük önem kazanmaktadır. Eğer biz bu kelimeyi ism-i fail olarak insana izafe edeceksek bu tamamen YALAN olur çünkü insanın bu kelimeye FAİL olması ancak ve ancak ASIL olması durumunda söz konusudur oysa insan asıl değil FERdir.
O halde “Allah–insan” ilişkisinde ism-i fail bir kelime kullanılacaksa bu fail sadece ‘Allah’ olmak zorundadır; sadece bu da değil, ism-i fail olan kelimenin LAZIM değil, kesinlikle MÜTEADDİ bir anlama sahip olması gerekmektedir çünkü karşımızda ASIL’IN Fer’e benzemeye çalışmasından bahseden bir olgu değil tam tersi FER’in fail tarafından BENZETİLME olgusu vardır.
İnsan VAR OLARAK BENZEYEN bir varlık değildir tam tersi VAR OLDURULARAK BENZETİLEN BİR VARLIKTIR yani ne VAR olurken ne de BENZERKEN insan asla FAİL değildir. Bu yüzden insanın kendi başına da bir terkip içinde de VAR olması anlamlı değildir TIPKI EDATLAR gibi. İnsanın şu varlık içinde var olması sadece ve sadece ASIL olan VAR’a anlam katkısı sunmaktan ibarettir. TIPKI EDATLAR gibi. İşte bu yüzden “Allah–insan” ilişkisinde teşbih edatının yerinde ‘VAR’ kelimesi durmaktadır. ASIL olan bir ‘VAR’ ile ona benziyormuş gibi yapan bir ‘VAR’ arasında durmaktadır bu kelime.
Bunu bir cümle ile ifade edecek olursak şöyle deriz:
“İNSAN, VARMIŞ GİBİ OLSUN DİYE VAR OLMA AÇISINDAN VAR EDİLMİŞ BİR MÜTEŞEBBEHTİR.”
3. Müşebbeh
Bu konuda uzun uzun cümleler kurmaya hiç gerek yok çünkü “İnsan–Allah” ilişkisinde ‘müşebbeh’ olanın insan olduğu kesindir çünkü insanın sadece VAR oluşu değil, duyması, görmesi, hissetmesi, dokunması, bilmesi, anlaması, hareket etmesi, irade etmesi, mevcut olması kısacası her şeyi MÜTEŞEBBEHdir yani görecelidir. Bunlar hakkında insanın kesin yargıları yoktur, olması da mümkün değildir.
İnsanın kendisinde olan bu nitelikleri bir ASIL’a dayandırmadan açıklaması ve bunlarla ilgili oluşan veya oluşacak olan soruları ASIL OLAN VAR’a dayandırmadan anlamlı kılması asla mümkün değildir.
Hadis varlık olması ve varlığının da ebedi olmaması her ne yaparsa yapsın her ne düşünürse düşünsün onu MÜŞEBBEH olmaktan daha yukarı bir konuma asla getirmez, getiremez.
İnsana dair sıfatların ve fiillerin tamamı GÖRECELİDİR ve birinin bağışı ile kendisinde bulunan şeylerdir. Bunların hiçbirinin “Allah–insan” ilişkisinde herhangi bir şeye tanım ve tarif getirmesi hele ölçü olması asla mümkün değildir. Bu yüzden “Allah–insan” ilişkisinde MÜTEŞEBBEH olan daima ve değişmez bir şekilde İNSANDIR, insana ait her durumdur.
İnsanın bu durumunu görmeden “Allah nasıl görür, nasıl duyar, nasıl bilir, nasıl bir ‘Var’dır?” şeklinde sorular sorması VAR’a tepetaklak bakması gibidir.
İnsan kendi duymasını, görmesini, işitmesini kısaca VAR olmasını temellendirebildi mi ki “Allah nasıl duyar?” diye sorsun. Kendi var oluşunu da varlığın var oluşunu da ‘EL-EVVEL’ olana dayandırmadan anlamlı kılamayan insanın kendi sıfat ve fiillerini merkeze alarak “İnsan–Allah” ilişkisinden kaynaklanan sorular sorması saçmadır, ahmaklıktır, küstahlıktır. Bu yüzden MÜTEŞEBBEH olan insandır, müşebbeh bih olan Yüce Allah’tır.
4. Benzetme Yönü
‘Benzetme yönü’, oldukça netameli ve gerçek manada tahammül isteyen bir konudur çünkü konuyu açmak için kullanılacak ve ilk bakışta çok cüretkâr gelen cümlelere başvurulacaktır. Bu yüzden konuya ideolojik veya duygusal olmayan bir duruş sahibi olmak şarttır.
Mesela,
“VARLIK OLMA AÇISINDAN VAR OLMA HUSUSUNDA İNSAN VE ALLAH EŞİTTİR.”
“BİLME ŞEKİLLERİ VE İÇERİKLERİNDEN BAĞIMSIZ OLARAK ‘BİLMEK’ DENİLEN EYLEMDE İNSAN VE ALLAH EŞİTTİR.”
“‘ALLAH–İNSAN’ İLİŞKİSİNDE TARAF OLMA AÇISINDAN İNSAN VE ALLAH EŞİTTİR.”
ve benzer şekilde cümleler kursam cümlelerdeki ‘EŞİT’ sözcüğü ONTOLOJİK çağrışımlarla anlaşılacak ve bu bana iftira olarak geri dönecektir. (‘Rab’ kavramında olduğu gibi.)
Devamında mesela “‘SEMİ’ ve ‘BASİR’ olmak açısından tüm içerik ve şekillerden bağımsız olarak insan ve Allah eşittir.” desem daha da beter bir duruma düşüreceğim kendimi.
Burada zor olan şey konunun açıklaması değil, muhatapların TAHAMMÜLÜdür. Karşımda Kindi, İbn Rüşd, Farabi, İbn Sina gibi filozoflar veya Eş’ari, Gazali, Cüveyni, Cürcani, Razi, Maturidi gibi kelamcılar olsaydı hiçbir kelimeyi sakınmama gerek yoktu hatta İbn Teymiye gibi selefiler olsaydı yine sorun olmazdı fakat muhataplarımın kahir ekserisi inancını düşüncelerine gerekçe kılan değil, düşüncelerini inançlarına gerekçe kılan insanlar olduğu için sözler süt değil, yoğurt değil devasa bir iceberg (aysberk) olsa bile insan üflemeden söylemek istemiyor.
Allah ASILDIR, insan ise FERdir. Meseleye bu açıdan bakıldığında Kur’an’da Yüce Allah’tan haber veren her kelime, her cümle ‘asıl’; insana dair her kelime, her cümle ‘MÜTEŞEBBEHTİR’.
Meseleyi “Kur’an–insan” ilişkisine taşıdığımızda ise “KUR’AN SÖZ OLARAK ‘ASIL’DIR, İNSANA AİT HER SÖZ ‘FER’DİR.” yargısına gelmek zorundayız.
Bu yüzden ne ‘EL-EVVEL’ olan Yüce Allah’a ait sıfatlar ve fiiller MÜTEŞABİH olarak ne de KUR’AN’DAKİ herhangi bir kelime veya cümle MÜTEŞABİH olarak adlandırılabilir, kesinlikle AD-LAN-DI-RI-LA-MAZ.
Teşbih yapılmasının gayesi açısından meseleye yaklaştığımızda durum daha da netleşmektedir. Teşbihin gayesini bir daha hatırlayalım: “ÜZERİNDE KAPALILIK BULUNAN BİR ŞEYİ ONDAN DAHA BİLİNEN VE DAHA AÇIK OLAN BİR ŞEYE BENZETEREK KAPALILIĞI GİDERMEK İÇİN TEŞBİH YAPILIR.”
Meseleye bu açıdan baktığımızda sıfatları, fiilleri hatta varlığı üzerinde (eğer Allah dikkate alınmaz ise) kapalılık olan taraf ALLAH değil İNSANDIR yani “İnsan–Allah” ilişkisinde kapalı olan taraf Allah değildir, insandır. Bu yüzden eğer ki bu kapalılık bir benzetme ile giderilecekse bu MÜŞEBBEH olan insan olmak zorundadır.
Mutlak Zat’ın varlığının, fiillerinin ve sıfatlarının tamamı bir gösterene ihtiyaç duymayacak kadar açık ve ortadadır. Allah’u Teala’nın üzerinde bir kapalılık yoktur ki benzetmenin gayesi o kapalılığı gidermek olsun, Allah’u Teala’nın sıfatlarında ve fiillerinde bir kapalılık yoktur ki o fiiller insanın fiillerine benzetilerek giderilmeye çalışılsın.
Mesela, Selefiler ve Kelamcılar ‘İNNELLAHESTAFA ALAL ARŞ’ ifadesi üzerinde tartışmaktadırlar. Tartışırken her ikisi de bu söylemin ‘MÜTEŞABİH’ olduğu hususunda hemfikirdirler. Aralarındaki anlaşmazlık, “Allah, Zatı ile mi istiva etti yoksa bu manevi bir istiva mıdır?” üzerinedir.
Peki, bu arkadaşlar bu ayete “MÜTEŞABİH” derken neyi asıl, neyi fer olarak alıyorlar? Elbette ki İNSANIN istivasını asıl, Allah’ın istivasını fer olarak alıyorlar yani ‘İstiva’ kelimesine önce insan fiili olarak anlam veriyorlar daha sonra Allah’ı bu fiile benzetiyorlar fakat bunu yaparken;
- “Asıl–fer” ilişkisini tam tersine çeviriyorlar.
- İnsanın istivasını anlamış gibi yapıyorlar.
Oysa her şeyden önce ‘İSTİVA’ kelimesi bir fiildir. Tüm fiilleri yaratanın fiillerinde bir kapalılık olabilir mi hiç? Oysa Allah ‘el-Evvel’dir O hiç ‘fer’ olabilir mi? Oysa insan “HAREKET” denen şeyin kendisini asla bilmemektedir, daha “Ben nasıl hareket ediyorum?” sorusunun cevabını bile vermekten aciz olan insanın kalkıp kendisini asıl yerine koyması hakikaten küstahlıktır.
“Yüce Allah kadir-i mutlaktır.” cümlesi genel manada bilgi vermez ama bu kısa ifade Yüce Allah’ın tüm fiillerini açıklamak ve temellendirmek için yeterlidir. Yüce Allah’a “Kadir-i mutlak” dedikten sonra kalkıp ona “Nasıl yapıyor, nasıl ediyor?” şeklinde bir soru sorulmaz, sorulursa bu sadece ahmaklık olur çünkü “Nasıl?” sorusu bir keyfiyet sorusudur ve bu soru kesinlikle ancak gözlemle cevaplanır. Bu soruyu soran kişinin tatmin olacağı tek cevap ALLAH’I GÖRMESİ ile mümkündür.
Peki, insan Allah’ı görebilir mi? Eylemlerini ne şekilde gerçekleştiğine şahit olabilir mi? Cevap kesinlikle “Hayır olmaz.” şeklinde olacaktır.
Devam edelim sormaya: Peki neden göremez? Çünkü sınırlıdır.
Peki “sınırlı olmak” demek ne demektir? “KAPALI OLMAK” DEMEKTİR.
O halde “Allah–insan” ilişkisinde KAPALI taraf, açılması gereken taraf ALLAH’IN FİİLLERİ VE SIFATLARI DEĞİL, İNSANIN FİİLLERİ VE SIFATLARIDIR yani ortada MÜTEŞABİH olan tek kişi vardır, o kişi Yüce Allah değil, insanın ta kendisidir.
Allah’ın görmesinin bir açıklamaya ihtiyacı yoktur ama insanın görmesinin hem bir dayanağa hem de bir açıklamaya ihtiyacı vardır. Allah görür çünkü ‘HALİK’ olandır, çünkü ‘Kadir’ olandır, çünkü ‘latif’ olandır, ‘muhit’ olandır, ‘basir’ olandır ve bunların hepsi başkası tarafından O’na bağışlanmış şeyler değildir.
Peki İNSAN NEDEN GÖRÜR? Bunun tek makul açıklaması vardır: Çünkü Allah onu böyle yaratmıştır. Şimdi, kimmiş müteşabih? Kimmiş asıl? Kimmiş kapalı?
Gelelim Kur’an’a ve Kur’an’daki lafızlara…
Bir zamanlar demiştik ki; “İnsan türünün elinde ‘KİTAP’ kelimesini tüm boyutlarıyla hak edecek tek belge vardır, “Kur’an”. Diğer kitapların tamamı KİTAP rolü yapan belgelerdir ve asla ‘Kitap’ kelimesini tam olarak hak etmezler. Bu aslında bir teşbihtir. Bu teşbihte MIŞ gibi yapanlar, Kur’an’ın dışındaki her sözdür. Bundan sonrasında Asıldan asıla giden tüm bilgi paradigmaları yıkılmalıdır.
VARMIŞ GİBİ
ANLIYORMUŞ GİBİ
BİLİYORMUŞ GİBİ
HAREKET EDİYORMUŞ GİBİ
KONUŞUYORMUŞ GİBİ
İRADE EDİYORMUŞ GİBİ
SEÇİYORMUŞ GİBİ
YAŞIYORMUŞ GİBİ
yapan insandır. İşte, gerçek “epistemolojik temel” budur. İnsan ne yaparsa yapsın KADİR-İ MUTLAK karşısında sadece ve sadece MÜMKİN VARLIKTIR yani sadece bir fer, sadece bir detay, sadece bir ayrıntıdır yani sadece MIŞ GİBİ YAPAN BİR VARLIKTIR.
Bugün yazdıklarımın tamamını derliyor, özetliyor, zipliyor ve şu cümlenin içine koyuyorum:
‘İNNA LİLLAH VE İNNA İLEYHİ RACİUN’
Geldiğimiz o Zat hiç müteşabih olur mu? Kendisine döneceğimiz o Zat’ın fiilleri ve sıfatları hiç müteşabih olur mu?
Ey insan, elini vicdanına koy ve kime ‘müteşabih’ dediğini bir düşün!
İşte, o kendisinden geldiğin ve O’na yaslanmadıkça asla anlamlı olamayacağın O ZAT sana kendi ilminden bir kitap gönderdi. O kitap hiç müteşabih olur mu?
‘EFELE TA’QİLUN’