Natik Bir Canli Olan Insanin Ayeti

‘NATIK’ BİR CANLI OLAN İNSANIN AYETİ

Yüce Allah kullarından kendisine ‘iman’ etmelerini istemektedir. ‘İman’ ise insanın kalbinin, fuadının ve sadrının bir şey üzerinde bir daha ondan ayrılmamak üzere karar kılması hâlidir.

İnsanın bir şey üzerinde bir daha ondan ayrılmamak üzere karar kılması hâli, yaratılmış hiçbir varlık için yapabileceği veya olabileceği bir şey değildir. İnsan, eşya hakkında bilgi edinme vasıtaları üzerinden bilgi edinir, o bilgisini kalbinde (aklında) işler, işlediği bilginin tüm verilerini “güvenilir veya güvenilmez” bilgi diyerek fuadına yollar. Fuad, akla ilave olarak işin içine duyguları da katarak o bilgi hakkında kesin kararını verir. Kesin kararını veren fuad o bilgiyi, ona karşı tasavvur ve davranış geliştirsin diye sadra yollar. Sadr bu elekten geçmiş bilgiyi durumuna göre ya hiç gözden geçirmeden ya da onlarca kez gözden geçirerek onu karaktere dönüştürür.

Tüm bilgi edinme yöntemleri kullanılarak bir eşya, bir olay, bir değer, bir tasavvur, bir düşünce veya bir insan hakkında bilgi edinilir. Kalp bu bilgiyi işler, fuad karar verir ve sadr davranış kalıbına/karaktere dönüştürür. Fakat zaman içinde öncekileri alt üst edecek yeni bir bilgi edinilirse tüm bu süreçler yeniden ama farklı bir şekilde başlar. Kişinin bir daha caymamacasına bir şey üzerinde kalbiyle, fuadıyla ve sadrıyla karar kılması için o şeyin veya kişinin asla değişmemesi gerekmektedir. Değişebilecek şeylere asla iman edilmez, edilemez.

Etrafımızdaki varlıkların tamamı (insan türü de dahil) “muhdes” varlıklardır ve her muhdes mutlaka bir değişime tâbidir.

İnsan türünün aklı her bilgiyi akıl edebilecek yapıdadır. Bazı bilgileri akıl edemeyeceğini bilmesi de “akıl etmek”tir.

Akılın Değişkenliği ve Sabit Gereksinimi

Her şeyi akıl edebilecek yapıda olan akıl daima değişkendir ve değişken olan bir şeyin bir kararda sabit kalabilmesi için hakkında yargıya varacağı şeyin sabit ve değişmez olması gerekmektedir.

Daima değişken olan ve ne tür bilgi gelirse gelsin hepsi üzerinde işlem yapan aklın sabite sahibi olması ve bu sabiteleri referans alarak düşünce/yargı/hüküm geliştirmesi ancak ve ancak ondan bağımsız olan şeylerin sabit olmasıyla mümkündür.

Akıl ancak kendi haricinde olan sabitelerle sabite sahibi olabilir ve değişmez değerler geliştirebilir.

Aklımızın, etrafımızdaki varlıklar hakkında sabit hükümler elde etmesi, aklın bir işlevi olmasından dolayı değil, varlıkların tamamının ‘AYET’ olmasından dolayıdır.

Çünkü ‘akıl’ değişkendir ama ‘ayet’ değişken değildir. ‘Ayet’ kelimesinin lügati manası, “kendi varlığının haricindeki bir şeye işaret eden alamet/levha/işaret” şeklindedir.

Bir işaret levhasının her dakika başka bir istikameti göstermesi onu işaret (ayet) olmaktan çıkarır.

Bu yüzden ‘ayet’ dendiğinde ilk akla gelmesi gereken şey, zamanın veya mekânın değişmesiyle değişmeyen bir şey olmasıdır.

Yani ‘ayet’ dendiğinde kesinlikle “sabit” olan bir şey akla gelmelidir.

İşte ‘akıl’ bu sabitelere tutunarak bilgileri işler. Sabiteleri dikkate almayan bir aklın işlediği bilgi hiçbir zaman bir sıhhat taşımaz ve çoğu kez yalan ve aldatılmayla sonuçlanır.

‘Ayet’ dendiğinde ikinci akla gelmesi gereken şey, onun ‘CEHR’ yani herkesin görebileceği bir şekilde olması, hiçbir kişi veya kişilere özel bir tahsisatının olmamasıdır.

‘Ayet’ asla şuna göre buna göre, bana göre sana göre olmaz, olamaz, olursa zaten ‘ayet’ olmaz.

‘Ayet’ dendiğinde üçüncü akla gelmesi gereken şey, ayetin kendisi sabite sahibi olduğu gibi, onu gören aklın da o sabiteleri sabite olarak edinebilmesine imkân vermesidir.

‘Ayet’ dendiğinde akla gelmesi gereken dördüncü şey ise, ‘ayet’ kendi açıklığını (cehrini), karşısına geçip onu okuyacak kişinin kapasitesine göre ayarlayamaz. Ayarlarsa ‘ayet’ olmaz. ‘Ayet’, ‘cehr’ oluşunu cehr olmanın en cehredici ilkelerinden alır. Kişilerin cehredici o ilkelere sahip olup olmaması ayeti ilgilendirmez.

Bu son dediğimizi açmaya çalışalım: ‘Ayet’ kendi varlığı ile bir başka şeyi işaret eder. İşaret ederken kullanacağı dilin hem kendisinin ayet olduğunu göstermesi hem de işaret ettiği şey üzerinde kapalılık oluşturmaması gerekir. Bunu yaparken karşısına gelip kendisine bakacak kişinin öğrenim durumunu veya kapasitesini değil, işaret ettiği şeyi en açık şekilde anlatmayı ve buna uygun dil kullanmayı temel alır.

Onun kullandığı dilin özelliği, kişilerin kapasitesine göre değil, söz denilen şeyler arasında en açık olanına göre düzenlenir. Ayet, ‘söz’ denilen şeylerin en açığını, en kesinini, en netini, en kapsamlısını, en fasihini, en doğrusunu kullanmış ama insanlar o dli bilmiyorsa bu, ayeti değil kişileri bağlar.

Ayetin Dilî Nitelikleri ve Açıklığı

Eğer ayetin kullandığı dil erişilemez, öğrenilemez, varlıkta karşılığı olmayan, bilinemez bir dilse o ayet de ‘ayet’ olmaz.

Bu yüzden ayetin dilinin dillerden hangisi olduğu değil, hangi niteliklere sahip olduğu ayetin dilinin sabitesidir.

Meramını açık anlatmayan, işaret ettiği şey üzerinde kapalılık oluşturan, kaosa ve karambole sebep olan bir dil Türkçe, Arapça, İngilizce olsa bile hiçbir şey değişmez.

Yaşayan veya çoktan unutulup gitmiş yeni ölü dillerin tamamını, yazısının olup olmadığına bile bakmadan Kur’an’daki lisanla karşılaştırdığımızda Kur’an’ın anlattığı şeylerin Kur’an’da kullanılan dilden başkasıyla bu kadar kısa ve açık bir şekilde anlatılmasına imkân yoktur.

Bu yüzden ‘ayet’ dendiğinde akla gelmesi gereken beşinci şey ise, onda kullanılan dilin niceliklerinin değil niteliklerinin sabite olması gerektiğidir.

‘Ayet’ sabiteleri olan sabitedir. Yani hem her zaman ve her mekânda işaret ettiği şey daima sabittir hem de kendisi daima sabittir.

Her varlığı anlarken kullandığımız akıl nasıl ki o varlıkların sabiteleri üzerinden “hüküm/karar/yargı/tasavvur” sahibi oluyorsa ayetler ve ayetlerin işaret ettiği şey/ler hakkında da “hüküm/karar/yargı/tasavvur” sahibi olması için ayetin ve işaret ettiği şeyin sabiteleri üzerinden bilgi sahibi olmak zorundadır.

Bilgi kaynağının yani bilgiyi ortaya çıkaran şeyin kendisinin değişken olması nasıl ki bilgisizlik ve kaos getiriyorsa ayetin ve işaret ettiği şeyin değişken olması da bilgisizlik ve kaos getirecektir.

Varlıktaki her şey muhdestir ve değişkendir ama ‘AYET’ ASLA DEĞİŞMEZ, DEĞİŞEMEZ.

Hani insanlığın en akıllılarından sayılan -ismi lazım değil- birisi “Evrende değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” demiş ya bu, ‘ayet’ diye bir şey olmasa doğru olacak bir sözdür. Hatta bu sözü söyleyen kişi bile aslında bir sabite yani bir ayete dayanarak böyle demiş olduğunun farkında bile değildir çünkü eğer değişmeyen tek şey değişimse, değişim sabittir ve her zaman değişimi gösteriyorsa ayettir.

İnsanın Natık Oluşu ve Değeri

Herhangi bir konuda ilmi bir disiplin oluşturmanın tek yolu da “sabiteler” yani değişmezler sahibi olmaktır. Eğer bir ilmin sabitesi yoksa veya kendisine kaynaklık eden bilgi kaynakları değişkense ortada bir ilim olduğundan asla bahsedilemez.

Sabiteler sadece bir başlangıç noktası oluşturmazlar. Aynı zamanda bir ayrım da oluştururlar. Her bir sabite ayet olduğu için, en görünür, en bilinir, en ulaşılabilir ve en açık olmak zorundadır.

İşte ayrımlar da bu açıklar sayesinde yapılır ve bu her akıl sahibine erişilebilir, ulaşılabilir olmak zorundadır.

Aristo mantığının ‘FASL’ dediği şey de budur. Daha önceki yazılarımızda ve konuşmalarımızda ‘fasl’ denen şeyin bir şeyi, bir varlığı, bir olayı, bir düşünceyi hatta bir lafzı bile diğerlerinden ayıran en belirgin özellik olduğunu belirtmiştik.

İşte kelamcıların Kur’an kelimelerini bırakıp kendi kafalarına göre icat ettikleri ıstılahta ‘fasl’ dedikleri şey, Kur’an’da ‘ayet’ olarak tanımlanmaktadır. Varlıklar, ayetleri üzerinden diğerlerinden ayrışırlar ve bu ayetler sabit olduğu için onlar hakkında yargı/hüküm/tasavvur elde edilir.

Kelamcılar ‘insan’ı tarif ederken “İNSAN, NATIK BİR CANLIDIR.” tanımlamasını kullanırlar. İnsanın canlı olması onu diğerlerinden ayıran ve sadece ona ait olan değişmez bir sabite değildir. Çünkü bitkiler de hayvanlar da canlıdırlar. Ama insanın natık oluşu sadece insanda olan ve onu diğer tüm varlıklardan ayıran temel ve değişmez özelliğidir. Kelamcılar buna “İnsanın faslı qaribidir.” demişlerdir ama biz buna Kur’an’ın getirdiği tanımlamayı getirerek “İNSANIN AYETİDİR.” demeyi tercih ediyoruz.

İşte insanı diğer varlıklardan ayıran, hiç değişmeyen ve sadece ona ait olan en belirgin özelliği olan ‘NATIK’ olma ayeti, “İnsan denen türün değerinin onun ‘söz’ ile olan ilişkisi üzerinden belirlenecektir.” anlamına gelmektedir.

Her bir ayetin kendi sabitelerinin onu diğerlerinden ayıran özellikler olduğunu ama aynı zamanda o ayeti anlamanın da bu sabiteler üzerinden olması gerektiğini belirtmiştik. O halde ‘natık’ olma sabitesi (ayeti) ile diğerlerinden ayrılan insanın kendi değeri de ‘natık’ oluşu üzerinden anlaşılacaktır.

‘Natık’ kelimesi zihinlere “konuşan/düşünen” manası ile yerleşmiş bir kelimedir. El-hak kelimenin böyle bir anlamı vardır. Fakat hem “konuşmak” denen şey ağızdan ses çıkarmak değildir hem de “düşünmek” denen şey kafa yormak demek değildir.

Konuşmak denilen şey;

  1. Her türlü mananın kendisine göre anlam kazanacağı bir referans değer
  2. Bu referans değer ile insan arasında bağ kurduran bir aracı değer
  3. Bir amaç
  4. Amaca uygun lafız
  5. Lafza uygun mana
  6. Amaç ve lafza uygun bir mâsadak (hakiki varlık)

Sözün Referansı ve İlmi Eleştiriler

olmasıyla gerçekleşen bir şeydir. Bunlardan birinin olmaması veya yanlış olması durumunda “konuşmak” denen şey sadece ses çıkarmaya dönüşür.

Yani eğer ki insanın ‘NATIK’ olmasından doğru ya da yalan, amaçlı ya da amaçsız, referansı var ya da yok, referans ile insan arasında doğru bağ kurduran aracı bir değer var ya da yok sadece ağzından ses çıkarması anlaşılıyorsa ‘natık’ olmak bir ayet olmaktan çıkar.

Çünkü ‘natık olmak’ “beyan sahibi olmak” anlamına gelir ve ‘beyan’ denilen şey sadece yukarıda saydıklarımız olursa ‘beyan’ olur.

İşte bu yüzden ‘natık olmak’ sözü yukarıdaki değerlere göre söylemeyi ve anlamayı mecbur hâle getirir. Bu noktada saydığımız şeylerin birincisi üzerinde biraz duralım.

HER TÜRLÜ MANANIN KENDİSİNE GÖRE ANLAM KAZANDIĞI REFARANS DEĞER:

Her şeyden önce bir sözün anlamı üzerinde ilk etki eden şey “sözü söyleyen” kişidir. “Her at sahibine göre kişner.” atasözünü buraya uyarlayarak “Her söz sahibine göre anlam kazanır.” diyerek meseleyi biraz daha sadeleştireyim.

Buna şu ayeti örnek getireyim: “DEDİ Kİ ‘BEN ALLAH’IM.’”

Bu sözün başındaki “Dedi ki…” ifadesine yaratılmış hangi varlığı fail yaparsanız yapın bu söz yalan, şirk, hadsizlik, küfür olacaktır.

Mesela, (hâşâ sonsuz kere hâşâ) “Musa dedi ki: ‘Ben Allah’ım.’”

Dosdoğru bir söz, noktasına, virgülüne dokunmadan sadece faili değişince her şey değişmektedir.

Metodoloji, Sonuç ve Uygulama Önerileri

Sadece bu da değil, söz ile muhatap arasına konulacak her bir kişi sözün güvenilirliğini de konulan kişiler yüzde yüz güvenilir olsa bile azaltacaktır.

Mesela,

  1. DUYDUM.
  2. DUYANDAN DUYDUM.
  3. DUYANDAN DUYANI DUYANDAN DUYDUM.
  4. DUYANI DUYANDAN, DUYANI DUYANDAN, DUYANI DUYANDAN DUYANI DUYDUM.
  5. DUYANI DUYANDAN, DUYANI DUYANDAN, DUYANI DUYANDAN, DUYANI DUYANDAN DUYDUM.

Bu şekilde insana ulaşan söz, sözün sahibi kim olursa olsun, duyanların nitelikleri ne olursa olsun asla güvenilecek bir söz mesabesine erişemez.

Çok yanlış bir şekilde “İslami ilimler” denilen müktesebat işte tamamen bu temel üzerine oturmuştur. Şimdi ilimleri bu temel üzerine oturtanlar insanı tanımlarken “İNSAN, NATIK BİR CANLIDIR.” demişlerdir. Az önce natık olmanın sadece konuşmak olmadığını aynı zamanda “konuşulan veya duyulan sözün değerini tespit etmek” anlamına geldiğini de söylemiştik.

İnsan natık bir canlıysa bu, insanın ayetidir. ‘Natık olmak’ da sözün değerini tespit etmek ise böylesi yollarla gelen sözlerin söz değeri üzerinden ona değer biçmek insanın ayeti olmaktadır.

Şimdi bize şöyle bir söz ulaşmaktadır: 

“Z, Y’den; Y, V’den; V, T’den; U, S’den; S, R’den; R de P’den duydu ki ‘Allah resulü Muhammed Kur’an’ı tahta, kemik, ağaç yaprağı, taşlar üzerine yazdırdı ve ölmeden önce bunları bir kitap hâline getirmeyip dağınık bir şekilde bıraktı.’”

Bu sözü yazarak kayıt altına alan kişi 870 yılında öldü. Onun ölümü üzerinden 1153 sene geçti. “Sözü yazdığı söylenen, 870 yılında ölen o kişinin yazdıkları nerede?” diye bir soru sorduğumuzda tek cevap “YOK”tur.

Peki, o yoksa onun yazdığını nerden biliyoruz? “Ondan duyanların söylediklerinden.”

Peki, ondan duyanların söylediklerinin ona ait olduğunun delili nedir? “Amma ayıp ettin, bize inanmıyor musun?”

İster inanın ister inanmayın ama tüm İslami ilimlerin temelinde bu vardır.

Şimdi, ‘NATIK’ olan insan buna ne değer versin?

Kavramlar: