Başlıklar
NÂZİ’ÂT SURESİNİN İLK AYETLERİ BAĞLAMINDA “YEMİN ÜSLUBUNU” ANLAMAYA ÇALIŞMAK
Yeryüzündeki tüm dillerin yapısı “müsnedün ileyh – müsned” ilişkisi temeline oturtulmuştur. Hangi cümle türü kullanılırsa kullanılsın o cümlenin bir müsnedün ileyh’i, bir müsned’i ve bir de isnadı olmak zorundadır. Zaten bu yapıda olmayan söze “cümle” denmesi mümkün değildir. Fiil cümlelerinde “müsnedün ileyh – müsned” ilişkisi zorunlu olarak daimdir. Hatta bu ilişkinin olmadığı bir fiil bulunamaz. Meselâ, sadece “Geldi.” denmesi durumunda bile bu ifade bir cümledir ve kesinlikle bir müsnedün ileyh’i ve bir müsned’i vardır. Nihayetinde “gelmek” fiili “o” zamirine isnat edilmiştir.
Fakat nahiv açısından bu isnat ilişkisinin kurulması “geldi” fiilinin ne için veya kim için kullanıldığını tam olarak ortaya koymamaktadır. Şekilsel olarak “geldi” fiilinde müsnedün ileyh ile müsned ilişkisi kurulmuş olsa bile bu sözün ne ifade ettiğinin anlaşılması için mutlaka bir bağlamı yani ortamı olması gerekmektedir. Nihayetinde eğer ağızdan “Geldi.” diye bir sözcük çıkmışsa bu şunların varlığına delildir:
- Konuşan bir kişi vardır.
- Dinleyen bir kişi vardır.
- Hakkında konuşulan bir kişi vardır.
- İkisinin bulunduğu bir mekân vardır.
- İkisinin bulunduğu bir zaman vardır.
- İkisinin konuşmasını gerektirecek bir sebep vardır.
- Bir başkası hakkında birinin diğerine haber vermesini gerektirecek bir sebep vardır.
İşte bunların hepsi aslında “müsnedün ileyh – müsned” ilişkisi ile alâkalı şeylerdir. Söz olarak “Geldi.” fiilini “o” zamirine isnat etmek sadece gramer yani nahiv açısındandır ve bu sadece şekilsel bir şeydir. Nihayetinde “nahiv” dediğimiz şey sadece karşısındaki cümle ile ilgilenir ve o cümledeki hangi kelimenin hangi kelimeye neden isnat edildiğini söyler.
Mesela; “Sarı çizmelerine aylak aylak gezdiği tarlalardan bulaşan çamuru, dün karısının evin hemen yanı başındaki dışı renkli panellerle kaplanmış süpermarketten satın aldığı bulaşık süngerini, yanındaki ablasının hediye etmiş olduğu yeşil su kovasındaki suya özenle daldırıp çıkararak hiç acele etmeden temizleyen adam, karısının bitmez tükenmez dırdırından bıktığını belli etmek için ani bir hareketle elindeki süngeri cama fırlattı.”
Nahiv, bu upuzun cümledeki her bir kelimeyi ince ince özneye atfeder ve orada bırakır. Şekilsel olarak cümlenin kendi içindeki “isnat” ilişkisinin kurulması bu cümleyi okuyan ya da dinleyen biri açısından tüm isnatlarının kurulduğu anlamına gelmez. En nihayetinde bu cümleyi sarf edenin kime, ne zaman, nerede, ne için söylediğinin “isnadı” hâlâ açıkta kalmaktadır.
Sözün anlaşılması sadece şekilsel çözümlemelerden ibaret değildir. Nahiv veya gramer denilen şey “bir sözün söz olmak için olmazsa olmazlarını taşıyıp taşımadığı ile sadece “şekilsel” olarak ilgilenir.” Onun ötesindeki bağlamla ilgilenmez. Tabiri caizse nahiv sadece önüne konulan cümle ile ilgilenir. O cümlenin failini-mefulünü, müptedasını-haberini tespit etmeyle ilgilenir. O sözün hangi gerekçelerle söylendiğiyle hiç ilgilenmez. Bir cümlenin mefulün lieclih’i olması bile bunun dışındadır. Çünkü bu durumda gerekçenin de gerekçesi lazımdır.
Mesela; “Kadın çocuğunu terbiye etmek için kıssalar anlattı.”
Bu kısa cümlede cümlenin öznesi olan kadının bir fiili niçin yaptığının gerekçesi vardır. Ama bu sözün söylenme gerekçesi yoktur. Yani “Kadın çocuğunu terbiye etmek için kıssalar anlattı.” cümlesini kuran kişinin bu cümleyi “neden, ne zaman, nerede, ne için ve kime” kurduğunun gerekçeleri yoktur.
Her sözü anlamlı, her hareketi tüm isnatları ile bilinir kılanlar; işte sözde olmayan, sözün arka planında bulunan bu isnatlardır. Hangi türde olursa olsun söylenmiş veya yazılmış her söz işte bu arka plandaki “müsnedün ileyh – müsned” ilişkisine göre anlam kazanır. Hatta bu arka planın kaçırılması veya göz ardı edilmesi durumunda söz anlaşılmaz ve hatta bazen kastettiği anlamın tam tersi yönde anlaşılmasına neden olur.
Sözün arka planındaki “isnat” ilişkisinin anlaşılması yazılı olanda başka, sözlü olanda başka şekilde anlaşılır. Sözlü olanda; arka plandaki isnat ilişkisinin anlaşılması kesinlikle sözün bağlamı ile alâkalıdır. Bu durumda söz şeklindeki bir anlamın anlaşılması için gerekli olan şey “sebebi vurud”tur. Yani konuşma hangi zamanda geçti, hangi olaya binaen söylendi, kim söyledi, kime söyledi, konuşanın kimliği, kişiliği, makamı, mevkisi, dinleyenin kimliği, kişiliği, makamı, mevkisi ve daha birçok şey gereklidir. Meseleye bu açılardan yaklaşıldığında konuşma halindeki bir sözün isnadının tespiti oldukça zordur ve hatta ne yapılırsa yapılsın isnadın tam kurulması mümkün değildir. Bunu bir örnekle daha anlaşılır hâle getirmeye çalışalım:
Buhari dedi ki; Ben Haşim’den, Haşim ibn Sirin’den, İbn Sirin Süddi’den, Süddi Mücahit’ten, Mücahit ibn Abbas’dan rivayet etti ki; Allah resulü Muhammed Veda Haccı’nda yaklaşık yüz elli bin kişiye şöyle buyurdu; “Ey insanlar! Size iki emanet bırakıyorum, biri Allah’ın kitabı diğeri benim sünnetim. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe şaşırmazsınız, sapıtmazsınız…”
Hadis kitaplarının tamamı Allah resulü Muhammed’in ağzından çıktığı iddia edilen bu sözü işte bu “isnat” zinciri ile aktarır. Hadisçilerin aktardığı bu rivayet zincirindeki “isnat” ile sözün anlaşılması için gerekli olan “isnat” arasında en ufak bir bağ yoktur. Bu isnat zinciri sözün anlaşılması için değil, rivayetin “meşru” oluşu için, bu sözün Allah resulünün ağzından çıktığının ispatı içindir.
Şimdi bu sözün anlaşılır olması için gerekli isnatları bir araya getirmeye çalışalım. İlk önce sözün kendisinin “şekilsel” yani nahiv açısından isnadına bakılır. Sözde bir düşüklük ya da nahiv açısından bir isnatsızlık yoktur. Yani karşımızdaki söz tam bir cümledir. Nahiv açısından geçer not alan bu cümlenin anlamlı olması için bu yeterli midir? Elbette ki yeterli değildir. Öyleyse sanki biz Kazlıçeşme Meydanı’ndayız, Allah resulü karşımızdaki platformda, elindeki son derece gelişmiş mikrofona konuşuyor da biz de onu dinliyoruz gibi yapamayız. Allah resulünün bu sözü bize söyleyebilmesi için konuştuğu topluluğun durumunu göz önüne getirmesi lazımdır. Yok zaten bunu yapmamışsa bu sözün söz değeri olmaz.
Sözün arka planı ve isnadı
Anlatılan olay geçmişte yaşanmış ve bitmiş bir olay olduğu için yapılması gereken şey geçmişte söylenmiş bir sözü günümüze getirmek değil, bizim geçmişe gitmemizdir. Aslına bakılırsa her ikisi de mümkün değildir. Çünkü ne yaparsanız yapın o günün insanının içinde bulunduğu durumu her yönden kavramanız mümkün değildir. Ama buna rağmen eldeki verilere bakarak ve onların da tartışmasız doğrular(!) olduğunu varsayarak o güne gitmeye çalışalım.
Veda Haccı’nda karşısındaki yüz elli bin kişilik kalabalığa söz söyleyen Muhammed’in o sözü söylemesinin gerisinde 61 yıl + Mekke’nin fethi vardır. O sözler işte bu 63 yıldaki birikimin eseridir. O sözler işte bu birikimin göz önüne alınması ile anlaşılması mümkün olan sözlerdir. Meselâ, Allah resulü Muhammed “Allah’ın kitabı” derken tahtaların, kemiklerin, ağaç yapraklarının, taşların vs. üzerine yazılmış yığını mı kastetmektedir veya “sünnetim” derken Kütüb-i Sitte’deki rivayetleri mi kastetmiştir? Diyelim ki o bunları kastetmiştir. Karşısındaki topluluk da acaba onun kastettiklerini mi anlamıştır? Olaya biraz daha geriden gelerek bakalım.
Rivayetlerin tamamına göre Mekke dönemi boyunca inanan insan sayısı bini bile geçmemiştir. Medine döneminde Bedir savaşına katılanların 313, Uhud savaşına katılanların 700, Hendek savaşına katılanların 3000, Mekke fethine katılanların ise 10.000 kişi olduğunu varsaydığımızda Veda Haccı’nda Muhammed’in karşısında durup onları dinleyenlerin çok büyük çoğunluğu henüz Müslüman olmuş ve hatta büyük çoğunluğu hala imân etmemiş kişilerdir. Günümüzde bile koca koca ulemânın “kitap ve sünnet” kavramlarına yükledikleri farklı ve birbirini tutmaz tanımlarını göz önüne aldığımızda Muhammed’in karşısında duran çoğu ya henüz imân etmiş veya daha imân etmemiş olan topluluğun Muhammed’in söylediği “kitap ve sünnet” kelimelerine doğru anlam yüklediklerini beklemek cahillikten başka bir şey olmayacaktır. İşte bu durum “Ben size kitap ve sünnetimi bırakıyorum.” sözünün bırakın günümüzdeki tam da onun söylediği gibi anlaşılmış olduğunu, kendi zamanında bile anlaşılması mümkün olmayan bir söz olarak durmaktadır. Karşısındaki “ümmi” ve okuyup yazmayı eksiklik olarak gören (rivayetler böyle diyor) topluluk “sünnetim” kelimesinden ne anlamalıdır? Ayetlerin nüzul sebebi olan rivayetleri mi, kendi şahsi yaşantısındaki olayları yani biyografisini mi, yoksa Kur’an’a yaklaşım biçimini mi -ki bu hepsinden zordur-?
Diyelim ki herkes hakiki manada anlaşılması gerekeni anladı. O zaman bu yüz elli bin kişi, Muhammed konuşmasını bitirir bitirmez “kitaba ve sünnete” sımsıkı sarılmak için ne yaptılar? Her biri Medine sokaklarında gezerek rivayet toplamaya mı başladılar? Sadece bir tek nüshası bulunan -ki o da deve kemikleri, tahtalar, ağaç yaprakları üzerine yazılmıştır- Kur’an’a sarılmak için Muhammed’in Medine Mescidi’nin bitişiğindeki odasının önünde kuyruk mu oluşturdular? O yüz elli bin kişinin sünnete sarılmak için kapı kapı rivayet toplamaya başladıklarına dair de Kur’an’a sımsıkı sarılmak için Muhammed’in kapısının önünde kuyruk olduklarına dair de tek bir rivayet yoktur. O halde bu yüz elli bin kişi Muhammed’in konuşmasından ne anladı?
Sonrasına bakalım…
Aynı Veda Haccı’nda Muhammed “Kadınlarınız hususunda Allah’tan korkun, onlar Allah’ın size emanetidir.” manasına gelen sözler söyledi. Bu sözü dinleyenler arasında en sâdık dostu Ebubekir de vardı. Peki Muhammed ölünce Ebubekir’in “nas” ile sabit olan “kadınların beratını” kaldırması o Veda Haccı’nı anladığını mı yoksa anlamadığını mı gösterir? Üçüncü seçenek ise “anladı ama bile bile tersini yaptı” seçeneğidir. Yani en sâdık dostu bile Muhammed’i anlamamışken kadını şeytanın kırbacı olarak tanımlayan, zıharı bir hukuk olarak gören, kadınları okutmamayı ve ara sıra dövmeyi bir terbiye metodu olarak SÜNNET şeklinde kendisinden sonrasına bırakan Muhammed’i kim anlayabilir ki?
Olaya bu yönüyle yaklaşıldığında kendi döneminde bile hem de en yakınları tarafından anlaşılmamış olduğuna dair onlarca örnek getirebileceğimiz bir sözün “isnat” ilişkisinin sağlıklı bir şekilde yapılamayacağı gayet aşikârdır. Konu, “rivayet sevicilik” veya “rivayet düşmanlığı” gibi seviyesiz bir yaklaşımla tanımlanamayacak kadar ciddi bir konudur.
Sadece tek bir sözün anlaşılması için bile o tarihe gitmek, günlük yaşamı oluşturan olayların kökenine kadar inmek, o günün akıl seviyesini ve aklın çalışma biçimlerini (“pergel” benzetmesini hatırlayalım lütfen) tespit etmek şarttır. Bunu yapmamız için elimizdeki rivayetleri malzeme olarak görsek bile, o malzemenin biri diğerini tutmaz şekildeki yapısına göz yumsak bile bunları yapmak imkansızdır. Bu durumda “Geçmişte söylenen sözler hiç anlaşılmayacak mı?” şeklinde haklı bir soru gelebilir. Bu soruya vereceğimiz cevap şudur: Geçmişte ve hatta günümüzde bile “konuşma” halindeki bir söz kesinlikle yüzde yüz isnat kurularak anlaşılamaz ama YAKLAŞIK olarak anlaşılır ve bu hiçbir zaman sahih olmaz.
Elimizdeki rivayetlerin son derece kısıtlı ve son derece çelişkili olması “yaklaşık” anlayışı sadece uzaklaştıracaktır. Kaldı ki bir olaya şahit olan veya bir sözü duyan kişinin duyduklarını ve gördüklerini karşısındakine sanki o an orada söyleniyormuş veya yaşanıyormuş gibi aktarabilmesi, aktarıcının edebi, sosyolojik, psikolojik, bilgi birikimi, basiret, analiz yapabilme kapasiteleri ve daha birçok açıdan çok yüksek seviyede olmasını gerektirir. Bu sadece Muhammed adına aktarılan rivayetlerle alâkalı bir durum değildir. Konuşma olarak aktarılan her söz için bu böyledir.
Yazıya gelince durum tamamen değişmektedir. Çünkü yazıda ortamı da bağlamı da sözün arka planındaki isnadı da oluşturan şey yazıyı yazan kişinin bizzat kendisidir ve yazıyı yazan kişi arka plandaki tüm isnatları yazının içine koymak zorundadır. Aynı zamanda yazıyı okuyan kişi de hem nahiv açısından gerekli olan isnatları hem de sözü anlamlı kılan arka plandaki isnatları yazının içinde aramak zorundadır.
Tam burada şunu belirtme zorunluluğu vardır. Karşımızda duran cümleye “nahiv” açısından “kim, kime, neden, ne zaman, nerede, ne için, nasıl, neyle” sorularını sormak ile bunların da arka planındaki isnadın anlaşılması için aynı soruların sorulması aynı şeyler değildir. Nahiv açısından sorduğunuz soruların cevabını karşınızdaki cümleden bulursunuz ve sorularınızı sormaya devam etmezsiniz, etseniz bile cevaplayacak şey nahiv değildir. Nahiv bir cümlenin öznesini, yüklemini, tümlecini, zarfını tespit edince soru sormayı bırakır. Çünkü nahiv denilen şey sadece cümle varsa vardır. Cümle yoksa, söz yoksa nahiv de yok demektir. Ama anlam denilen şey, sözün ya da herhangi bir varlığın isnadı denilen şey söz olmasa da var olan bir şeydir. Yeryüzünde konuşan hiç kimse olmasa bile varlık vardır ve bu varlığını bir isnadı olmak zorundadır. Yeryüzünde anlayan hiç kimse olmasa bile anlam vardır ve bu anlamın bir yere isnadı olmak zorundadır. Hiçbir anlam, hiçbir varlık rastgele, tesadüfi, herhangi bir isnadı olmadan olamaz; olsa buna “anlam” denmez. Varlığın ve anlamın isnadını tesadüfi olarak görmek, anlamın temeline anlamsızlığı koymak demek olacaktır. İnsan türü konuşsun ya da konuşmasın “anlam” üretmez, üretemez. O, etrafında kendisinden öncesinde var olmuş anlamları sadece keşfeder.
Öte yandan anlamak için sorulan soruların hakiki bir isnada ulaşmak için “nahiv” gibi sadece cümlenin isnadını kurmayla durmaması gerekmektedir. Bu noktada iki durum karşımıza çıkmaktadır. Varlığı ve anlamı anlamak için meselâ “Neden?” sorusunu ele alalım. Bu soruyu sonsuza kadar uzatmanız da mümkündür, bir sonsuza ulaşarak durmanız da mümkündür. Bunu herkesin bildiği şu örnekle açmaya çalışalım.
Herhangi bir kişinin yaratılışı anlamak için “Kim?” sorusunu sormaya başladığını düşünelim. Bu kişinin “Kim?” sorusunu getirip dayandıracağı son nokta “Allah” olacaktır. İşte o bahsettiğimiz iki durum tam burada çıkmaktadır. Ya “Allah’ı kim yarattı?” diyerek sormaya devam ederseniz ya da Allah’ın yaratılan bir varlık olmadığına ikna olursunuz ve kesersiniz.
İsnat açısından yazının konuşmaya göre farklı oluşu meselesine geri dönecek olursak her yazının arkasında da o yazıyı anlamlı kılan bir bağlam mutlaka vardır. Mesela, Victor Hugo’ya Sefiller’i yazdıran nedenler o romanın isnadıdır. Bu nedenlerin Sefiller romanının içinde bulunup bulunmaması tamamen yazarın becerisi ile alâkalıdır. Normal şartlarda eğer Victor Hugo böyle bir roman yazmışsa ve bu romanını insanların okumasını hedeflemişse romanını ortaya çıkaran isnatların yani arka planın da romanın içinde olmasını sağlamak zorundadır. Bunu yapıp yapmadığı veya yaptıysa bile hakkıyla yerine getirip getirmediği tamamen onun kapasitesi ile alâkalı bir durumdur. Yani romanı anlamak için sorulacak “Victor Hugo bu romanı neden yazdı?” sorusunun tam cevabının ve bu soruyla birlikte sorulacak diğer soruların tam cevabının romanın içinde olması yazarın mutlaka yapması gereken bir şeydir. Yazar bunu yapmamışsa ve okuyucu da bu nedenleri anlamak için başka kaynaklara müracaat ediyorsa bu kesinlikle yazarın kapasitesinin buna yetmediği anlamına gelecektir.
Bu noktada kaynağı ve oluşum şekli ne veya kim olursa olsun varlık sahnesine “yazı” olarak çıkmış her söz, kendisine anlam kazandıran arka plandaki isnadını da bünyesinde taşımak zorundadır. Çünkü “yazı”, “konuşma” gibi değildir. Konuşan kişiye soru sorabilirsiniz, ondan konuşmanın içine dahil olmayan şeyleri duyabilirsiniz, konuşmayı uzatabilirsiniz ama yazı donmuş bir metindir ve yazarı dışında o yazıya birinin ekleme yapması, dipnot düşmesi, yeniden düzenlemesi mümkün değildir hatta mümkün olsa bile bu asla doğru değildir.
İnsan türünün elinden çıkmış metinlerin söze asıl anlamını veren arka plandaki tüm isnatları bünyesinde barındırabilmesi mümkün değildir. Çünkü her şeyden önce insan türünün algıları sınırlıdır. Bunun yanında insan türü sadece algılayabildiği ve elde edebildiği şeyler üzerinden isnat oluşturur. Oysa isnatların hemen hepsi görünenden çok görünmeyen, bilinenden çok bilinmeyen üzerine kuruludur.
İşte Kur’an tam burada insan elinden çıkmış metinlerin tamamından ayrılır. Çünkü bu metnin kaynağındaki kişi görünmeyeni gören, bilinmeyeni bilendir hatta bunun da ötesinde bizzat bunları yaratan ve yarattıktan sonra da ‘el-Latif’ özelliğinden dolayı her şeye en ince noktasına kadar sirayet edebilendir. Fakat her ne olursa olsun Kur’an’daki kelimelerin ve cümlelerin tamamı sadece bir iddiadır ve her iddia gibi Kur’an’ın iddiaları da ispat istemektedir.
Son cümlemiz özellikle Kur’an’a imân ettiğini söyleyenlere gereğinden fazla cesaretli ve itici gelebilir. Yani bu cümle boyunu çok aşan bir cümle olarak görülebilir. Fakat bu cümlenin kastettiği anlam, gereksiz bir cesaret (belki de küstahlık) gösterisi yapılma amacına matuf değildir. Tam tersi bir hakikatin dillendirilmesidir. Çünkü söz kime ait olursa olsun en nihayetinde sözdür. Tüm dillerde olduğu gibi bu sözdeki kelimeler, cümleler, pasajlar da hakiki bir varlık değil hakiki varlığı işaret eden işaretler (ayetler)’dir. Bu sözün içinde geçen “Musa” sözcüğü hakiki Musa değildir. Hakiki Musa’yı anlatan sözdür. “Allah” sözcüğü hakiki varlık olan Allah’ın Kendisi değil, o Varlığı işaret eden sözdür. Her söz gibi bu sözü okuyanlar da sözün anlamının hayattaki karşılığını görmek zorundadır. Yoksa kimse ayetleri sadece okuyarak mutluluğa erişmeyecek, kimse ayetleri sadece okuyarak öldükten sonra cennete gitmeyecektir. Hem bu dünyada hem de öldükten sonra mutlu olmanın tek yolu vardır o da ayetlerin işaret ettiği şeyi anlamak ve yaşamaktır. Nasıl ki susuzluktan ölmek üzere olan biri “Ben su içiyorum.” demekle su içmiş olmayacaksa ayetleri sadece okuyan biri de ayetlerin ifade ettiği anlamı anlamış olmayacaktır.
Yemin üslubunun dilsel özellikleri
Hangi metin olursa olsun metinle gerçek arasındaki bağı kurmak, okuyan kişinin yapması gereken bir eylemdir ve bu eyleme “akletmek” denmektedir. Metnin yazarına düşen şey tam da burada devreye girmektedir. Yazar, yazdığı metnin içine okuyanın ‘metin ile gerçek’ arasındaki bağı kuracağı verileri tastamam koyması gerekmektedir. Bu arka plandaki isnattan tutun da nahiv isnatlarına kadar uzanan bir dizi tutarlığın ve yeterliliğin metnin bünyesinde olmasını zorunlu hâle getirir. Yazar bunlarla ilgili üzerine düşeni yaptıktan sonra o metin hakkında yanlış anlamaların hiçbirinden sorumlu olmayacaktır. Çünkü bundan sonrasındaki yanlış anlaşılmaların sebebini yazar değil okuyanın kapasitesi(zliği) belirleyecektir.
Biraz önce Kur’an’daki tüm sözlerin, kelimelerin ve pasajların hepsinin sadece bir iddia olduğunu, her söz gibi bu sözlerin de ispata muhtaç olduğunu söylemiştik. Doğrusunu söylemek gerekirse ispat yöntemi açısından da Kur’an, insan türünün bildiği tüm metinlerden ayrılmaktadır. İnsan elinden çıkmış metinlerin tamamının ispatı, söylenen şeylerin ispatının bizzat yazarın üstünde görülmesi ile yapılır. Ama Kur’an’ın tamamı ispatın tüm yükünü insanın omuzlarına bırakmıştır. Karışık görünen bu durumu biraz daha açmaya çalışalım.
Meselâ, “Biber acıdır.”
Bu kısa cümledeki ispat şudur. “Biber acıdır.” diyen kişinin bizzat kendisi biberin acı olduğunu deneyimlemiş olması gerekmektedir. Yoksa bu kişinin, tadını bilmediği bir biberin acı olduğunu söylemesi biber acı olsa bile yalan bir söz olacaktır. Yalan olan şey ise biberin acılığı değil, yazarın aslını bilmediği bir şey hakkında konuşmuş olmasıdır.
Görüldüğü gibi insan elinden çıkan cümlelerin ispatı, sadece sözü sarf eden üzerinden mümkündür. Fakat Kur’an’daki cümlelerin ispatı bizzat sözün yazarı üzerinden değil, söze maruz kalanlar üzerinden olmaktadır.
Mesela; “Allah’a kulluk yapmak iyidir.”
Bu sözü söyleyen kişi eğer Allah ise bizzat Allah’ın Allah’a kulluğu deneyimlemiş olması, O’nun iyi olduğunu görmüş ve anlamış olması gerekmektedir. Oysa Allah hiçbir zaman kul olmaz, kulluk da yapmaz. O halde “Allah’a kulluk yapmanın iyi olduğu” iddiasını deneyimlemek sözün sahibine değil, söze maruz kalana düşmektedir. İşte tam burada da devreye “imân” denilen şey girmektedir. “Allah’a kulluk yapmak iyidir.” sözü bir iddiadır. Bu iddiaya inanıp deneyimlemek veya inanmayıp deneyimlememek artık insanın inancına veya inançsızlığına kalmıştır.
Peki bu neden böyle olmak zorundadır?
Aslında cevap çok basittir. Çünkü Kur’an’ın bir beklentisi yoktur. Çünkü Kur’an’ı yazanın bir çıkarı yoktur ve rant peşinde değildir. Yüce Allah’ın bizzat kendisi için “bilinmez, görülmez, anlaşılmaz, ulaşılmaz” gibi durumlar veya şeyler yoktur. Aynı şekilde O’nun “mutluluk ve mutsuzluk” gibi durumları da yoktur. Bir kılavuz olmadan doğruyu bulamamak gibi bir durumu yoktur. Yanlış yapacağı veya yanlış yapmasına sebep olacak bir durumu yoktur. Şaşırma, unutma, eksik bırakma, başkasına muhtaç olma vs. gibi durumları yoktur.
İşte bu durumda, yazarı böylesine olağanüstü özelliklere sahip bir kitabın içindeki cümlelerin ispatının bizzat yazarın kendi üstüne kalması hiç yakışık almayacaktır. Hatta böyle yapması bir eksiklik olacaktır. Önünde sonunda O, bilmediği şeyleri iddia etmemektedir. O; bildiği, yokken var ettiği şeyleri iddia etmektedir. O’nun söylediği sözlerden bir tanesini bile kendi üzerinde tecrübe etmesi hem kusur olacaktır hem de kendisine yakışmayan oldukça düşük bir seviye olacaktır. Böylesi bir “Tanrı” tanımı Yahudilikte ve Antik Yunan felsefesinde vardır ama Kur’an’da yoktur.
Biraz önce nahiv dışında, sözün arka planında yatan isnatları anlamak için sorulacak soruların insanı bir noktadan sonra seçim yapmaya maruz bıraktığını söylemiştik. “Kim?” sorusunu sormaya devam ettiğinizde bu soru sizi Allah’a kadar götürecektir. İşte tam da orada ya duracak ve Allah’a razı olunacak ya da durmayarak razı olunmayacaktır.
Bu noktada Kur’an’daki isnatların tamamının vardığı nokta (belki de kaynaklandığı nokta demeliydim) Yüce Allah’tır. Peki bu sözün Allah’tan çıkma sebebi nedir? Hangi saikler Yüce Allah’ı “Kur’an” diye bir kitabı göndermeye mecbur(!) bırakmıştır?
Aslında bu sorunun cevabı da gayet basittir. Yüce Allah’ın Kur’an yani ilâhi bir kılavuz göndermesinin isnadı sadece ve sadece O’nun “Allah” oluşunun gereğidir. Yani O, “Allah” olmanın gereğini yerine getirmiştir. Kur’an’daki özelliklere sahip bir Allah’ın, şu varlığı yokken var eden bir Allah’ın, akıllı – akılsız, iradeli – iradesiz yarattıklarına bigâne kalması, onları umursamaması, verdiği akılla orantılı olarak aklı kullanma biçimlerini göstermemiş olması asla O’na yakışmayacaktır. Yani O’nu mecbur bırakan şey, yarattıklarından herhangi biri değil tam tersi bunu yapmak O’nun var edilmeyen “Mutlak Varlık” olmasının gereğidir. Tüm isnatların gelip Kendisi’nde son bulduğu (başladığı) varlığın, bu isnatlarını akıllı ve iradeli varlıklar tarafından elde edilemeyecek bir halde bırak-ma-mış olması zaten doğal olandır. Yani aslında ne bir zorunluluk vardır ne bir mecburiyet. Olan şey zaten olması gerekendir.
Arka planında böylesine bir isnat bulunan kitabın içinde geçen her söz -ki bu söz, konuşma değil yazı karakterlidir- bu arka plana göre anlam kazanmak zorundadır. Bu arka plandan kopuk olarak anlaşılan her kelime asla anlamlı olmayacaktır.
Tefsir sorunları ve çeviri güçlükleri
Bu uzun girişi, Kur’an’da olduğu söylenen “yemin üslubu” için yaptık. Her şeyden önce şu bilinmeleridir ki ister insan kullansın isterse insan üstü bir varlık, yemin üslubu; gramerin özel üsluplarından biridir ve sıra dışı yani olağan olmayan bir üsluptur. Yemin üslubunun olağan dışı olması hem nahiv açısından hem de nahivden öte isnat ilişkisi açısındandır. Yemin üslubunda cümlenin tüm öğeleri belirtilebileceği gibi belirtilmeyebilir de. Hatta yemin üsluplarında çoğunlukla cümlenin ögelerinin birçoğu gizlenir yani hazfedilir. Bu sadece Kur’an’a özgü bir şey değildir. Konuştuğumuz Türkçede bile “vallahi, billahi” sözcükleri, fiili hatta mefulü bih’i gizlenmiş (hazfedilmiş) cümlelerdir.
Özellikle Arapçada herhangi bir kelimenin başına yemin harfi olduğu söylenen bir ‘vav’ (و) getirilmesi ve son harekesinin mecrur (esre) yapılması durumunda bile yemin üslubu kullanılmış olur. Nitekim elimizde bulunan resmî Mushaflarda bu şekilde yemin üslubuna konu edilmiş birçok kelime bulunmaktadır. ‘Vet’tini, vez’zeytuni, ve’l leyli, veş’şemsi, vel’asri, ves’saffati, vel’kalemi’ ifadeleri bunlardan sadece bir kaçıdır.
Kim olursa olsun ve neye / niçin / ne zaman yemin edilirse edilsin yemin üslubunun kullanılması için nahivdeki isnatların ötesinde de isnatlar lazımdır ve yemini meşru ve gerekli hâle getiren şey de şeklen nahive uyması değil, tam tersi şeklin ötesindeki isnatlardır. Yemin üslubunun kullanılması için şu arka planın olması gerekmektedir:
- Yemin eden kişi ve bu kişinin itimat edilebilir olması.
- Kendisi için yemin edilen kişi.
- Bu ikisi arasında öncesinden gelen ve muhatabın direnç ve inançsızlık göstermiş olduğu bir konu.
- Yemin edenin de muhatabın da yüksek değeri hususunda ittifak ettiği üzerine yemin edilen şey.
- Muhatabın, yemin edilmesi durumunda bile mukavemet veya inançsızlık göstermesi durumunda karşılaşacağı sonuç cümlesi.
Biraz önce sabit ve değişmeyen isnatları hakkında anlattığımız hususları da göz önünde bulundurarak, yukarıda belirttiğimiz şekilsel 5 şartla birlikte Kur’an’da kullanılan yemin üsluplarının bu şartları taşıyıp taşımadığını Nâzi’ât suresinin ilk 5 ayeti üzerinden anlamaya çalışalım:
Ve-nnâzi’âti ġarkâ(n)
Ve-nnâşitâti neştâ(n)
Ve-ssâbihâti sebhâ(n)
Fe-ssâbikâti sebkâ(n)
Felmudebbirâti emrâ(n)
Yemin üslubu şekilsel olarak tıpkı şart-cevap cümlelerinde olduğu gibi “yeminin şartı” ve “yeminin cevabı” olabilecek iki cümleden oluşurlar. Nahiv kitaplarının hemen hemen hepsinde yemin üslubu ile ilgili şu açıklamalar bulunmaktadır:
Yemin üslubu, gramer bakımından birbirinden bağımsız ancak anlamca birbiriyle bağlantılı iki cümleden meydana gelen sözdür.
Yemin üslubu, söylenecek sözün veya verilecek haberin anlamını güçlendirmek için kullanılmaktadır. Söze yeminle başlayan bir kimse, yemin ederek sözünü pekiştirmekte ve haber verdiği şeyden emin olduğunu belirtmek istemektedir.
Yemin cümlesi + Yeminin cevabı
(Yrd. Doç. Dr. R. Resul Sevinç / Arapçanın Temel Gramer Kuralları / s.449)
Nahiv kitaplarında bu şekilde tarif edilen yemin üslubunun şartlarına bakıldığında Nâzi’ât suresinin ilk beş ayetinde “yemin cümlesi” vardır ama yemine konu olan ve yeminin bizzat kendisi için yapıldığı yeminin cevabı olabilecek bir cümle yoktur.
Nahiv açısından bu uygunsuzluğa göz yumsak bile söylenecek sözün anlamını kuvvetlendirmek üzere edilen yeminin ne adına yani ne üzere olduğu belli değildir. Nâzi’ât suresinin birinci ayetine verilen meallere bir göz atalım ve üzerine yemin edilen şeyi meal yazarlarının nasıl anladıklarını görelim:
Ve-nnâzi’âti ġarkâ(n)
Abdulbaki Gölpınarlı Meali – Andolsun şiddetle çekip alanlara.
Ali Bulaç Meali – Ta en derinden acıyla sökerek çıkaranlara andolsun.
Ali Fikri Yavuz Meali – Kasem olsun, (kâfirlerin ruhlarını tâ) derinliklerden çekip şiddetle çıkaran meleklere;
Bahaeddin Sağlam Meali – Dalarak (ruhları) çekip alanlara
Bayraktar Bayraklı Meali – 1,2,3,4,5. Andolsun doğup batan yıldızlara, yörüngelerinden çıkmadan hareket edenlere, uzayda sakin sakin yüzenlere, hayırda yarışanlara, işini mükemmel yapanlara.
Diyanet İşleri Meali (Eski) – Canları boğarcasına şiddetle çekip alanlara and olsun
Nâzi’ât metninin yorum ve bağlamı
Diyanet İşleri Meali (Yeni) – Andolsun (kâfirlerin ruhlarını) şiddetle çekip çıkaranlara,
Diyanet Vakfı Meali – 1,2,3,4,5. Söküp çıkaranlara, yavaşça çekenlere, yüzdükçe yüzenlere, yarıştıkça yarışanlara, iş düzenleyenlere andolsun;
Edip Yüksel Meali – Andolsun söküp çıkaranlara
Erhan Aktaş Meali – Ant olsun şiddetle çekip alanlara.
Hasan Basri Çantay Meali – Andolsun (kâfirlerin cesedlerine) boğulmuş olan ruuhlarını tâ derinlikler (in) den söküb koparan,
Hayrat Neşriyat Meali – 1,2,3,4,5. (Kâfirlerin ruhlarını) şiddetle söküp çıkaranlara (nâziât’a), (Mü’minlerin ruhlarını yavaş yavaş) kolaylıkla çekip alanlara,(1) (emrolundukları şeye sür’atle) yüzüp gidenlere, sonra yarışıp geçenlere, sonra işleri düzenleyenlere (bütün bu vazifeleri yapan meleklere) yemin olsun (ki, öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz!)
Mehmet Okuyan Meali – Yemin olsun: Söküp çıkaranlara,
Mehmet Türk Meali – 1,2,3,4,5. (Kâfirlerin ruhlarını) boğarak şiddetle söküp çıkaran, (Müslümanların ruhlarını) kolaylıkla alan, (Allah’ın emirlerini) sür’atle yerine getiren, (bunun) için hemen harekete geçen ve (Allah’ın emriyle) kâinatı idare eden (melek)lere yemin olsun ki!
Muhammed Esed Meali – DÜŞÜN bu [yıldız]ları, batmak üzere yükselen;
Mustafa İslamoğlu Meali – ŞAHİT olsun (muhatabın yüreğine) dalıp (küfrü oradan) şiddetle söküp çıkaran (uyarı ayetleri)!
Ömer Nasuhi Bilmen Meali – Andolsun (ruhları) şiddetle çekip çıkaranlara.
Suat Yıldırım Meali – Var gücüyle koşanlar
Süleyman Ateş Meali – Andolsun söküp çıkaranlara,
Süleymaniye Vakfı Meali – Söke söke alanlara
Yaşar Nuri Öztürk Meali – Yemin olsun, çekip koparanlara / yay çekenlere / kuyudan su çekenlere / bağsız-bekçisiz koşan atlara / ayrılık yüzünden hasret çekenlere / daldırıp daldırıp çıkaranlara
Türkiye’de yayınlanmış yaklaşık üç yüz elli farklı kişiye ait meal vardır. Biz bu meallerden sadece 21 tanesini aldık. Nâzi’ât suresinin ilk ayetlerinde yemin üslubu olduğuna dair hepsi de mutlak bir ittifak içindeler. Fakat bu ittifaka rağmen üzerine yemin edilen şeyi onlar bile farklı farklı anlamışlardır. Yemin üslubunun genelde inanmakta direnen, söylenen veya söylenecek söze şüphe ile yaklaşan kişiler için kullanıldığını göz önüne aldığımızda söze inanmış olanların bu kadar farklı anladığı bir yemini “kâfir” olanlar nasıl anlayacaklardır? Yukarıya aldığımız meallerin en sonuncusu olan Y. N. Öztürk mealine dikkat edilirse meal yazarının araya eğik çizgi (slaş işareti) koyarak Nâzi’ât suresinin ilk ayetine verilen çeşitli meallerin ve tefsirlerin hepsini aldığı görülecektir. Böylece merhum meal yazarımız seç-beğen-al modelinde bir mealle işi meali okuyanın beğenisine havale etmiştir. Merhum meal yazarının ayetin altına yazdığı bu farklı mealler aslında tefsirlerde anlatılanların meale yansıtılmasından başka bir şey değildir.
Böyle olmasına rağmen verilen meallerin hepsini de “doğru varsayarak(!)” şu soruyu soralım:
Yemin üslubunun kullanılmasının gerekçesinin (arka plan isnadının), sözün veya verilecek haberin inanılırlığını artırmak, verilecek habere dikkat çekmek olduğunu az önce R. Sevinç’in kitabından öğrendik. Peki burada edilen yemin, sözün inanılırlığını mı artırmıştır yoksa kendisi için yemin edilen söz unutulup bizzat yeminin kendisi mi anlamın konusu olmuştur?
Meselâ, ilk ayete verilen “Kuyudan su çekenlere yemin olsun.” mealini ele alalım. Böylesi bir yemin hangi sözün inanılırlığını artırmıştır? Veya “Bağsız-bekçisiz koşan atlara yemin olsun.” şeklindeki yemin hangi söze daha kuvvetli bir anlam kazandırmıştır?
Geleneksel dini anlayışın arka plana yerleştirdiği kurguya göre bu ayetlerde yemin eden Yüce Allah’tır, yemine muhatap olanlar ise Mekkeli müşriklerdir. Buna göre yemin üslubunun kullanılmasının arka planındaki isnatların en başında “Bir konuşmacının, karşısında kendisine inanmakta zorlanan muhatabı için, sözüne güvenirlilik katmak amacıyla, üzerine yemin ettiği şeyin yüksek değeri hususunda karşısındaki muhatabın da mutabık olması lazımdır.” kaidesi gelmektedir. Ne dediği ve ne üzerine yemin edildiği belli olmayan bir sözden karşıdaki muhatap ne anlayacaktır?
Şekilsel olarak bir sözü yemin üslubuna uygun hale getirmek o sözün yemin üslubuna uymuş olmasına yetmemektedir. Aynı zamanda bağlam olarak da isnadının doğru olması gerekmektedir. Ulemânın bu ayetlerin ilk muhataplarının Mekkeli müşrikler olduğunu, o gün Arap toplumunda söze inanılırlık katmak için yemin üslubu kullanmanın son derece yaygın olduğunu, Yüce Allah’ın da Arap dilini kullandığı için o toplumun yapısına uygun olarak yemin ettiğini söylemeleri de işi kurtarmamaktadır. Kurtarmamaktadır çünkü karşımızda sadece Mekkeli müşrikleri muhatap alan bir kitap değil tüm insanlığı muhatap alan bir kitap bulunmaktadır. O halde bu kitabın sadece Mekkeli müşrikleri göz önüne alarak yemin üslubunu kullanması her şeyden önce kitabın kendi iddiasına ters düşmektedir. Kaldı ki o günün Arap toplumunda “çekip koparanlar / yay çekenler / kuyudan su çekenler / bağsız-bekçisiz koşan atlar / ayrılık yüzünden hasret çekenler / daldırıp daldırıp çıkaranlar” üzerlerine yemin edilecek kadar değerli olabilirler -ki değildirler- ama yine o zamanda yaşayan diğer topluluklar için böylesi değersiz şeylere yemin etmek saçma ve hatta yemin edenin ciddiyetsizliği sayılabilir. Dahası; iddiası tüm insanlığa kılavuz olmak olan bir kitap eğer illâ da yemin üslubunu kullanacaksa, üzerine yemin edilecek şeyin yüksek değeri hususunda sadece Mekkeli müşriklerin değil, her zamanda ve her mekânda yaşayan insanlığın tamamının ittifak ettiği bir şey olması gerekmektedir. Çünkü bu kitabın hiçbir yerinde “bölgesel” ya da “mahalli” bir iddia yoktur.
Öte yandan Mekkeli müşrikleri inandırmak için değeri kendisinden çok daha küçük olan “çekip koparanlar / yay çekenler / kuyudan su çekenler / bağsız-bekçisiz koşan atlar / ayrılık yüzünden hasret çekenler / daldırıp daldırıp çıkaranlar” gibi ne olduğu belli olmayan şeyler üzerine yemin eden Allah’ın diğer insanları dikkate almamış olması hem kitabın iddiasına hem de O’nun mutlak adaletine uymayacaktır.
Bu noktada haklı olarak “Nâzi’ât suresinin ilk beş ayetindeki üslup yemin üslubu değilse nedir?” sorusu ortaya çıkacaktır. Hemen belirtelim ki ayetteki hareke tercihleri böyle olduğu müddetçe bu kalıp sadece yemin üslubudur. Yani bir ismin başına ‘vav’ getirip sonunu cer etmek sadece yemin üslubunun kalıbıdır. O halde yine haklı olarak şu soru çıkacaktır: “Elimizde bulunan ve Diyanet tarafından basılan Mushaflardaki harekeler Kur’an’ın aslından mıdır?”
İlâhiyat çevrelerinin tamamı bu sorunun cevabının “Hayır, harekeler Kur’an’ın aslından değildir, kıraat imamları tarafından sonradan konulan işaretlerdir ve bu şekilde yirmi değişik harekeleme ve hatta noktalama vardır.” şeklinde olduğunu gayet iyi bilirler. Yani ne harekeler ne de noktalar Kur’an’ın aslından değillerdir. Elimizdeki, Diyanet tarafından basılan Mushaflarda yukarıya aldığımız gibi geçen Nâzi’ât suresinin ilk beş ayeti günümüze kadar ulaşan el yazmalarında şu şekilde geçmektedir:

(Kâhire – Meşhedi Nüshası – Resim; www.corpsucoranium.de)
İşte ilk hâli böyle olan Kur’an’ın noktalanması ve harekelenmesi sonradan ve hem de yaklaşık dört asır gibi uzun bir sürede gerçekleşmiştir ve bu konuda noktalanma ve harekelenmesi üzerinde ittifak edilmiş tek bir metin yoktur. Dolayısıyla aslında noktasız ve harekesiz olan bu metnin yemin üslubu olacak şekilde harekelenmesi Âsım b. Behdele tarafından olmuştur. Âsım b. Bahdele’nin hareke tercihlerinin dokunulamaz olduğunu söylemek son derece yanlış ve bir o kadar da saçma bir iddia olacaktır. Kaldı ki tarih boyunca yazılan tefsirlere bakıldığında farklı noktalamaların ve harekelemelerin temel alındığına dair yüzlerce hatta binlerce örnek getirmek mümkündür.
Kur’an’ın aslı noktasız ve harekesizdir. Âsım b. Behdele tarafından oluşturulan problemlerin çözümü için noktasız ve harekesiz metnin farklı noktalamalara ve harekelemelere müsaade eden imkanlarından faydalanmak aslına bakılırsa zaten olması gerekendir. Az önce verdiğimiz meallere tekrar bakıldığında birçok meal yazarının bu noktalama ve harekelemeye göre yemin üslubundan başka bir kalıba uymayan Nâzi’ât suresinin ilk beş ayetini kiminin “iğra” üslubuna göre kiminin ise “tahzir” üslubuna göre çevirdiği görülecektir.
Kur’an’ın ilk hâlinin noktasız ve harekesiz olması aslında dış bağlamdan yani arka plandaki isnatlardan sadece biridir ve esas olan şey bu değildir. Kur’an kelimelerine nokta ve hareke tercih etmenin kesinlikle şu isnatlar hiç gözden kaçırılmadan yapılması gerekmektedir:
- Kur’an’ı gönderen Yüce Allah’tır.
- Kur’an’ın iddiası her zaman ve her mekânda akıllı ve iradeli varlık türüne kılavuz olmaktır.
- Kur’an’daki kelimelerin seçimi, seçilen kelimelerin belli bir sıraya göre dizilip cümle kurulması, kurulan cümlelerin nevi şahsına münhasır bir şekilde dizayn edilmesi kesinlikle Allah’ın indindendir.
- Hiçbir kelimesi, hiçbir cümlesi başka cümlelerle asla çelişmemelidir.
- Asgari akıl sahibi olanın anlayamayacağı hiçbir sözü olmamalıdır.
- Karanlık noktaları bulunmamalıdır.
- Tüm sözleriyle takip edilebilir ve anlama ulaşılabilir olması gerekmektedir.
- İnsan türünün takatının üstünde olmamalıdır.
- Kullanılan üslubun ilkeli ve tespit edilebilir olması gerekmektedir.
- Her kelimesinin karşılığının yine bizzat kendisinde bulunması gerekmektedir.
- Yanlış anlaşılmalara müsaade edecek yapıda değil tam tersi yanlış anlaşılmaları engelleyecek yapıda olması gerekmektedir.
- En yukarı anlamı bile asgari akıl seviyesinde olmalıdır.
- Semantik derinlik ile asgari anlam arasında kopmaz bir bağın olması gerekmektedir.
Aslında bu isnatların tamamını bünyesinde bulunduran “Kur’an, Allah’ın indinden gelme bir kitaptır.” isnadı yeterlidir. Çünkü diğer isnatların tamamı bu isnadın alt başlıkları mesâbesindedir. İşte bu isnatlardan sonra Kur’an’ın fiziksel durumunun noktasız ve harekesiz olduğu isnadını koymak gerekmektedir.
Fakat aslı noktasız ve harekesiz de olsa noktasız ve harekesiz metni, noktasız ve harekesiz okumak mümkün değildir. Çünkü noktasız ve harekesiz el yazmalarındaki işaret sayısı 15’tir ama ağızdan çıkan ses sayısı 28’dir. Bunun yanında her kelime noktasız ve harekesizdir ama okunurken mutlaka nokta ve hareke olmak zorundadır. Meselâ; Âsım b. Behdele kıraatinde وَالنَّازِعَاتِ (ve-nnâzi’âti) şeklinde geçen kelime el yazmalarında şu şekilde geçmektedir:




(Kâhire – Meşhedi Nüshası – Resim; www.corpsucoranium.de)
Her iki yazım arasındaki farklara bakıldığında el yazmalarında olmayan fazladan iki ‘elif’in de kelimeye eklendiği görülmektedir.
والنازعات
Bu iki eliften sondakinin gerekçesinin, kelimenin “cemi-müennes-salim” kalıbında olmasından dolayı olduğu anlaşılmaktadır. Birincisinin gerekçesinin ise kelimenin “ismi fail, sıfat-ı müşebbehe veya mübalağa ile ismi fail” olarak görülmüş olduğu anlaşılmaktadır.
Noktasız ve harekesiz metnin imkânlarını kullandığımızda Nâzi’ât suresinin ilk beş ayetinin şu üsluplarda olması mümkündür:
- İğra üslubu
- Tahzir üslubu
- Fiili gizlenmiş fail
- Fiili ve faili gizlenmiş meful
Az önce “ilk beş ayetten sonra gelen ayetlerde yeminin cevabı olan herhangi bir cümle olmadığını” söylemiştik. Buna dair delilimiz şudur: Yemin üsluplarında yeminin cevabının başında bir ‘lam’ (ل) harfi bulunur (bkz. Hasan Akdağ /edatlar s.359). Fakat Nâzi’ât suresinin ilk beş ayetinden sonra başında ‘lam’ gelen bir kelime yoktur. Bu da şekilsel olarak ilk beş ayetten sonraki ayetlerin yeminin cevabı olmayacağının başka bir delilidir.
Öte yandan noktalanmış ve harekelenmiş bile olsa meal ve tefsir yazarlarının noktalayıp harekeledikleri kelimelere sözlük manaları tercih ederlerken hiç de özenli davranmadıkları, kelimelere kelimelerin sözlük manaları arasında olmayan manalar tercih ettikleri de başka bir sorunsal olarak durmaktadır. Meselâ meallerin çoğunda وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًاۙ (Ve-nnâzi’âti ġarkâ(n)) ifadesinde غَرْقًا (ġarkâ(n)) kelimesine “dalmak” manası verilmiştir. Oysa kelimenin böyle bir manası yoktur. Kelime, ayette geçtiği şekliyle “sülasi- mücerred” kökten bir mastardır ve kelimenin sülasi kökündeki manaları “batıp boğulmak, suda boğulmak, gömülmek, karışmak, akıllıca davranmak, işi başından aşmak” şeklindedir. Yani kelimenin manası “dalıp çıkarmak” değil; “suya, işe, çamura batmak, gömülmek”tir.
İşte tüm bu durumlar “Yemin üslubu değilse nedir?” sorusunun kolayca ve kısaca cevaplanamayacağı hatta kısaca cevaplansa üstelik isabet edilse bile bunun doğru bir yöntem olmayacağını göstermektedir. O halde ne yapmalıyız?