Nergis

NERGİS

Bir su kenarında, tüm akıllardan ve gözlerden bağımsız olarak, kendisini gerçekleştirmek üzere bir nergis çiçeği açar. Tek başına onu hayal ettiğimizde tohumunu çatlatmasının, ıslak toprağın altından yukarı doğru hareket etmesinin, kendi özünü oluşturan tüm zati ve arazi özelliklerinin faili yine kendisidir. O, etrafındaki her şeyden bağımsız olarak, köküyle, gövdesiyle, yaprağıyla, çiçeğiyle, rengiyle, kokusuyla bir tek şey için çabalar: Kendisini gerçekleştirmek.

Nergis ile insanın ilk karşılaşması

Su kenarındaki bu nergisin biraz ötesinde, bir annenin rahmindeki bir yumurta harekete geçer, follopi tüpüne savrulur ve o tüpün içinde bir spermle birleşir. Akıllara durgunluk veren bir devinim ve hızla aşamadan aşamaya geçer, şekillenir, ete, kemiğe, sinire, damara, organa dönüşür. Belli bir zaman kendisine çok güvenli gelen o mekânda hedeflediği oluşum için çabalar durur. O, güvenli mekânda kaldığı sürece o mekânda tam olarak gerçekleştirmesi mümkün olmayan potansiyeller edinir. Sonra, o mekâna sığmadığına karar verir ve bir doğumla o mekânı terk eder. Kendisindeki kuvveler ile mekânın uyumundan kaynaklanan avantajı kullanarak daha önceki mekânında oluşturduğu kuvvelerini bil-fiil olarak ortaya çıkarır. Yavaş yavaş büyür, büyüdükçe kuvveleri daha çok bil-fiil olarak kendisini gösterir. Fiilleri kuvveleri, kuvveleri fiillerini besler durur. Tüm bu süreçlerde kendi zati ve arazi özelliklerinin tek faili vardır, kendisi. O bu faillikle bir tek şeyi amaçlar: Kendisini gerçekleştirmek. 

Sonra, kuvvelerinin bil-fiiller ile tamamen meydana çıktığı bir zamanda, nazlı nergisimizin kendisini gerçekleştirdiği su kenarına doğru yola çıkar. Orada bir nergisin olduğundan habersizdir. Adımlarını o adımların faili olarak atar ve gövdesini nergise doğru sürükler. Sonra, yeşil otlar arasında, su yeşili gövdesinden önce nergisin açık sarı ve beyaz çiçeklerinin kokusunu duyar: “Ne güzel bir koku!” Bunu bağırarak değil, içine ve içinden söyler.

Başını o yöne çevirdiğinde nergisi görür: “Ne güzel bir çiçek!” Yine içine ve içinden konuşur. Peki ya nergis onu görmüş müdür? Peki ya nergis da ona “Bu ne güzel insan!” demiş midir? Çünkü her ikisi ayrı varlıklar olsalar da aralarında ortak ve aşılamaz bir birliktelik vardır.

Tohumdan çiçeğe devinen ve her hareketinin faili bizzat kendisi olan nergis de yumurtadan insana doğru devinen gibi kendisinin de amacı bir fail olarak “kendisini gerçekleştirmektir.” Aralarındaki fark sadece nesnel farktır. Biri topraktan, sudan beslenmiş ve kendi olmuştur; diğeri sütten, etten, sebzeden beslenmiş kendi olmuştur. Birbirinden bağımsız oluşan bu “kendiler” hep aynı amaca doğru koşmuşlardır: Kendisini gerçekleştirmek. 

Nergisi görüp hayrete kapılan insan, gördüğü her varlığın aslında hep aynı yöne yani kendisini gerçekleştirme yönüne doğru gittiğini anlar. Milyonlarca, milyarlarca varlık sadece bir tek şeyi hedeflemekte ve sadece o şey tüm oluşumların nedenini belirlemektedir. Peki, tüm bu kendisini gerçekleştirmelerin temelinde neden birinin diğerinin kendisini gerçekleştirmesine engel olması yoktur? Nasıl olur da bu kadar çok “kendi” olan varlıklar çatışmadan, çelişmeden kendisini gerçekleştirir? Mesela, nergis, bir gün bir insan gelsin, kendisini görsün, kokusuna ve rengine hayran kalsın diye kendisini gerçekleştirmiş değildir. İnsanın kendisi de bir gün bir su kenarına gideyim, orada bir nergis göreyim, kokusuna ve rengine hayran kalayım diye kendisini gerçekleştirmiş değildir. Nergis kendisinin kendisini gerçekleştirmesinin, insan da kendisinin kendisini gerçekleştirmesinin failidir. Ne nergis insanı ne de insan nergisi hesaba katarak kendisini gerçekleştirmiştir. Öyleyse nasıl oldu da daha önceden hiçbir yargısı olmadığı halde nergis ile karşı karşıya kaldığında “Bu ne güzel çiçek!” dedi? Dahası nasıl oldu da nergis kendisini insan ona “Ne güzel çiçek!” diyecek şekilde gerçekleştirdi?

Yoksa, yoksa tüm bunları planlayan ve tüm kendisini gerçekleştirmeleri belli bir düzen içerisinde kurgulayan biri mi var? Yoksa, hiçbir kendisini gerçekleştirme, bu imkânı veren o planlayıcıdan bağımsız olarak kendisini gerçekleştirme olamaz mı? Yoksa, o planlayıcı olmadan hiçbir şey “kendi” olamaz mı?

Güzelliğin ve türler arası ayrımın analizi

Nergisi görene kadar kendisini kendi zanneden insan da insanı görene kadar kendisini kendi zanneden nergis de büyük bir hayal kırıklığı yaşar çünkü o ana kadar her ikisi de kendilerini, kendilerini kendi yapan kuvvelerin sahibi ve bu kuvveleri açığa çıkaran fiillerin faili olarak görüyorlardı. Meğerse nergisi gördüğünde “Bu ne güzel çiçek!” sözünü biri ona söyletmiş. Meğerse insanı gördüğünde ona “Bu ne güzel çiçek!” densin diye biri onu düzenlemiş. Evet, her biri diğerinden bağımsız olarak (Kant’ın deyimiyle) kendinde şeydir. Kendinde şey olmak için ne nergis insana ne de insan nergise muhtaçtır fakat bu muhtaçsızlık ve bağımsızlık nasıl oldu da bir ırmak kenarında aynı gözede buluştu ve her ikisi için de kendinde şey olmak anlam kazandı? Karşılaşana kadar ne birinin ona “güzel” demesi nergisin umurundaydı ne de insan bir çiçeğe “güzel” demeyi hayal etmişti. Nergis, kimse kendisini görmeseydi de çiçeğine o rengi verecek ve o çiçek o kokuyu yayacaktı. 

İnsan bunları düşünüyordu da nergis bunları düşünüyor muydu? Nergis o kokuyu insan “güzel” desin diye mi yaymıştı? Nesneler üzerinde tecrübesi olan insan elbette ki “Kesinlikle hayır.” cevabını verecektir. O halde insanı umursamayan, “güzel–çirkin” nitelemesi yapamayan nergisin kendisini gerçekleştirmesinde mi insan hesaba katılmadı yoksa insanın kendisini gerçekleştirmesinde nergis mi hesaba katılmadı?

“GÜZEL” … Bu, nergisin yapısında olmayan, kendisini gerçekleştirirken asla göz önüne almadığı bir değerdir. “Güzel” veya “çirkin” demek hatta “beyaz, sarı, yeşil” demek sadece insana özgü bir şeydir. Nergis için kendisini gerçekleştirmesinde bir tanımlama dahî yoktur. O kendini, kendisini tanımlamadan gerçekleştirir hatta etrafında bir uyum var mı yok mu bunu da umursamaz çünkü bu bir farkındalık kuvvesi gerektirir ve bu kuvve nergiste yoktur, varsa bile bu, ontolojik sınırların ötesine geçemez; yoksa nergis de farkındadır gece ve gündüzün, sıcak ve soğuğun, su ve susuzluğun.

Heyhat, eğer yüzlerce yıl önce Aristoteles mantık binasını cisim üzerine temellendirmeseydi mantık binasının temeline belki de sadece “farkındalık” konurdu. Şöyle yapılırdı belki: Varlıklar farkında olma durumlarına göre kategorilere ayrılırlar. 

Taşlar gibi yaşam ve ölüm sahibi olmayan varlıklar: Bunlar hiç farkındalık sahibi olmayan varlıklardır. Bunlar farkındalık için iltizami olan bilgiyi hem edinemezler hem de saklayamazlar. Öyle ki kendilerinde verili olan şeylerin, bilgilerin bile farkında olamazlar.

Bitkiler gibi toprakla sabit bir bağ kurarak yaşayan ve ölen varlıklar: Bunlar sadece ontolojik bir farkındalığa sahiptirler. Sadece gece, gündüz, sıcak, soğuk, su, susuzluk, hava, havasızlık, gibi kendi yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak şeyleri fark edebilirler. Bunları fark edebilmelerini sağlayan şey duyu organları veya hisler değildir çünkü bunlar onlarda yoktur. Farkındalıklarının tamamı yapılarının tamamında bulunan enzimler yoluyla olur. Bu enzimler sayesinde ışığı, suyu, geceyi, gündüzü fark ederler ama bunların farkındalıkları son derece kısıtlıdır. Bunlar farkındalık için iltizami olan bilgiyi hem edinebilir hem de saklayabilirler fakat bilgi edinme aletleri sadece enzimler olduğu için edindikleri ve sakladıkları bilgi sadece ontolojik varlıklarının sürdürülmesini sağlayacak kadardır. Hayvanların veya insanların asla farkında değillerdir mesela. Onlara karşı ne bir savunma ne de başka bir refleks geliştirebilirler. 

İnsan bilinci ve ayrıcalığının kökenleri

Hayvanlar gibi ontolojik varlıklarını sürdürmeleri için toprakla sabit bir bağ kurmayan ve hareket etmediğinde varlığını devam ettiremeyen varlıklar: Bunların farkındalıkları duyu ve hisler yoluyla olmaktadır fakat şu da var ki aynı zamanda duyu ve hislerin ötesinde basit bir zekâya da sahiptirler. Bu basit zekâ diğerleri ile kıyaslandığında kimilerinde daha fazla vardır ama ne kadar fazla olursa olsun basitlik sınırını asla aşamazlar. Bunlar kendileri için gerekli olan şeylerin yanında kendilerine nelerin zarar vereceğinin de farkına varırlar ve bunlara karşı savunma refleksleri geliştirirler. Taşlar ve bitkilerde olmayan ve dıştan bakıldığında epistemolojik bir değer gibi gözüken bazı şeylerin de sahibidirler. Mesela annelik yapmak, mesela yavrusunu korumak, mesela çiftleşmek için seçici davranmak, mesela bir şeye karşı daha zaaflı veya güçlü olmak gibi fakat bunların tamamı onlar açısından epistemolojik bir değer taşımaz çünkü duyu, his ve zekâları, kendilerinde, farkına varmış olmayı bilmenin farkındalığını oluşturmamaktadır. Bu yüzden epistemolojik olarak gözüken bu değerlerin tamamı sadece ontolojik temellere yaslanırlar.

Tüm bunlardan sonra sadece insan, farkındalık ve farkında olmuş olmanın farkına varan varlıktır: Tüm diğer varlıklar gibi ontolojik bir vücuda sahiptir fakat yaşamasının temelinde ontolojik varlığı neredeyse hiç rol oynamaz hatta farz-ı misal insan, ontolojik varlığından soyutlansa dahi geride bir anlam kalır. Tanımsal açıdan taşları, bitkileri ve hayvanları ontolojik varlıklarından ayırdığımızda geriye hiçbir şey kalmaz. İnsan vücutsuz da anlamlı bir tanıma sahiptir. Mesela, Aristoteles gibi “İnsan, düşünen canlıdır.” değil de insanı tüm ontolojik değerlerinden soyutlayarak “İnsan, düşünendir.” dediğimizde kesinlikle geriye çok anlamlı bir anlam kalmaktadır. İşte, insan kendi vücudunun dışında da anlamlı olabileceğinin farkında olandır. Diğer tüm varlıkların kendi ontolojilerini aşarak kendilerinin farkına varabilmeleri mümkün değildir, sadece insan bunun farkındadır ve işte bu farkındalık onun hiç değişmeyen sabit değeri ve dahası en sahih tanımıdır. Bu yüzden insanda dahî her düşünce değil, farkındalık oluşturan düşünce asıl değerdir.

İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak sadece ontolojik bilgileri edinmez. O bilginin her türünü hem edinir hem saklar hem aktarır hem de bu bilgilerin tamamıyla veya tek tek bir farkındalık oluşturur çünkü insan farkında olmanın farkına varan tek varlıktır.

Evet, Aristoteles, insan türünün ayarları ile oynayıp mantık binasını tarifi olmayan tarifler üzerine kurmasaydı belki de mantık binası işte bu temeller üzerine bina edilecekti. Bilgi “bilinmeyen”, ilim “sabit olmayan” olmayacaktı. Bu durumda su kenarında nergis ile karşılaşan insan, nergisin, insanın farkında olmayan, savunmasız bir emanet olduğunu daha onunla karşılaşmadan fark etmiş olacaktı çünkü her farkındalığın bir farkı iltizami olarak gerektirdiğini, farkların sadece tanımlarla (ölçülerle) fark edilebileceğini, ölçüler olmazsa farkın değil kaosun oluşabileceğini, varlığın doğal halinin kaosu değil de uyumu temel aldığını ve asıl olan farkındalığın da işte bu uyumu görmek olduğunu fark edecekti çünkü uyumu fark etmek uyumlu olanların farklarını bilmeyi zorunlu hâle getirmektedir. 

Üstelik su kenarındaki nergisi gören insanın mantığı hiç de Aristoteles’in dediği gibi çalışmadı. O ilk baktığında nergisin temel yapısını oluşturan maddeyi, onun diğer toprağa bağımlı olarak yetişen bir “nami” olduğunu görmedi. O ilk baktığında nergisin diğerlerinden farklı olduğunu gördü. İlk bunun üzerinden onu aklında resmetti, ilk bununla onu anladı. İlk görüşte aşk gibi nergisi görür görmez onu tasavvuruna, zihninin içinde olan tüm diğer varlıklardan farklı olarak yerleştirdi yani önce farkı fark etti, sonra fark ettiği farkı temel aldı.

Farklar, bilgi ve akıl ilişkisi üzerine

İnsan düşünmeden edemiyor, acaba annesi ile atı arasındaki farkı nasıl anladı diye. Annesi ile atı arasındaki farkı fark ederken insanlığa armağan ettiği mantık binasını mı kullandı? Önce atıyla annesini aynı kümeye cisim olarak koyduktan sonra mı onları ayırdı yoksa hiçbir zaman bunu yapmadı mı? Yoksa önce farkı bildi de öyle mi konuştu? Daha da tuhaf bir durum var aslında. Aristo’nun kurduğu, filozof ve kelamcıların canhıraş bir şekilde her şeyin temeline koydukları mantık binası, artık farkına varmış insanın üzerine bina edilmektedir. O bina da diller, kelimeler, tanımlar, tarifler hep oluşmuş bir akıl üzerine bina edilmektedir. Mesela, beş yaşındaki bir çocuk için Aristo’nun mantık binası işlemez ama eminiz ki Aristo kurduğu mantık binasından çok önceleri annesi ile atı arasındaki farkı fark etmiştir, daha dört yaşında bir çocukken annesine “atım”, atına “annem” dememiştir. Evet, elbette ki insan, düşünen canlıdır fakat düşünce insanda, edinilmiş bilgileri şart koşar ama farkı fark etmek insanın annesinin karnındayken hatta insan sadece bir ‘alak’ iken bile yaptığı bir şeydir.

Kur’an’ın insanı yumurtanın ilk döllenmesinden ta ölene kadar ‘el-insan’ (الانسان) olarak tanımlaması da bundan dolayı olsa gerektir çünkü bu kelime “fark etmek” anlamındaki bir fiilden türemiş bir kelimedir. Kelimenin sonuna eklenen ‘elif-nun’ (ا-ن) harflerinin anlama katkısı ya farkındalığın katlanması ya da farkındalığın geri dönüşümü ya da her ikisi şeklindedir yani anlam ya fark ettiğini edinen ya farkı da fark eden ya da farkı fark ederek fark ettiğini edinen şeklindedir. Bu özellik insandan hiç ayrılmayan, en başından en sonuna her duyusuna, her hissine, her düşüncesine temel olan bir özelliktir. O halde neden “İnsan, düşünen canlıdır.” demeliyiz? Oysa ‘el-insan’ kelimesinin anlam alanı içinde “düşünmek” ve “canlılık” yoktur. Yani ‘el-insan’ kelimesi ile “düşünen” ve “canlı” kelimeleri arasında ne dilbilgisel ne anlamsal ne epistemolojik bir bağ vardır. Kavramlarla kavramların tarifi arasında epistemolojik bir bağ olmaması dünyanın sonu değildir elbette ama madem “mantık” kullanıyoruz o halde kavram ile kavramın tanımı arasında epistemolojik bir bağ olması bir tercih sebebi olmalıdır. Üstelik tanım sonunda ortaya çıkan anlam ile tanımlanan arasında kısmilik varsa bu tanım tanım olma değerinden çok şey kaybeder. Mesela, Aristoteles insanı “düşünen canlı” olarak tanımlamıştır. Bir tanımın en önemli koşulu “efradını cami ağyarını mâni” olmasıdır. “İnsan, düşünen canlıdır.” dediğimizde belli bir yaşın öncesi yani bebeklik ve erken çocukluk dönemini yaşayanlar bu tanımın dışında kalacaktır. Bu durumda tanımın tanım olma koşulu olan “efradını cami” gerçekleşmemiş olacaktır. 

Denilebilir ki; “Bu tanımda ‘düşünen canlı’ ile kastedilen şey, işte sizin deminden beri anlatmak istediğiniz, insana farkları fark etmesini sağlayan şey olarak alınmıştır ve bu tanım bil-fiil üzerine değil bil-kuvve üzerine temellendirilmiştir yani sizin ‘İnsan, farkları fark edendir.’ şeklindeki tanımınızla ‘İnsan, düşünen canlıdır.’ tanımı niteliksel bir fark oluşturmamaktadır. Bu fark sadece tanımların ifade biçimindedir.”

Bu itiraz ve açıklama haklı gibi gözükse de haksızdır çünkü bir tarafta kavram ile kavramın tanımı arasında epistemolojik bağ kuran bir tanım varsa diğer tarafta da aynı içeriğe sahip ama tanımlanan ile tanım arasında epistemolojik bağı olmayan bir tanım varsa yine mantık ve dil bilgisi kuralları gereği tercihin birincisinden yana yapılması gerekmektedir. Kaldı ki “İnsan, düşünen canlıdır.” tanımında “düşünmek” denilen şeyin de tarife ihtiyacı vardır. Mesela, ses çıkarma kabiliyeti ile doğan bebeğin bu kabiliyetini kullanarak anlamsız sesler çıkarması “düşünce” sayılacak mıdır? Anlamlı ama terkipsiz bir şekilde çıkardığı ilk kelimeler “düşünce” sayılacak mıdır? Oysa “‘el-insan’ farkları fark edendir.” veya “İnsan fark edendir.” tanımındaki kelimeler tamamen müşterek bir anlamı bölüşürler yani “Fark eden insandır.” tanımı da “İnsan fark edendir.” tanımı da hem açıklık açısından hem de anlam açısından son derece nettirler ve ikinci bir tanıma ihtiyaç duymazlar çünkü ‘enese’ “fark etmek”, “fark etmek” ‘enese’dir. Hemen belirtelim ki bu bir totoloji değildir. 

İşte, bu temelden hareketle, su kenarındaki nergisi fark eden insana döndüğümüzde, her varlığın mahiyetine dair merakın ilk önce farkları fark etmekle başladığını ve her türlü öz arayışının ilk fark edilenler üzerine bina edildiğini söyleyebiliriz hatta diyebiliriz ki “Eğer ki insan farkları fark eden bir yapıda olmasaydı asla bir öz arayışı olmazdı.”

Meseleye biraz derinlik kazandırmak için konuşmanın yönünü başka bir tarafa çeviriyoruz. Sanıldığının aksine farklar sadece ontolojik varlıklarda gerçekleşmezler. İster epistemolojik isterse de ontolojik olsun her şeyin temelini “farklar” oluşturmaktadır. Ne gariptir ki Aristoteles bile kendi mantık binasında varlıkları birbirinden “fasıl” yani “farkların ortaya çıktığı özellikler” üzerinden tasnif etmektedir fakat Aristoteles varlığın değişmez yasası olan “fasıl” bahsini çok daha ötelere atmış ve ona belirleyici bir rol yüklememiştir. Bu yüzden farkları temel almayarak “cisim, nami, hasais” şeklinde varlık kümeleri oluşturmuş ama sonradan bunları farkları üzerinden ayırarak her birini alt ve üst kümeler olarak taksim etmiştir fakat bu taksim işe yaramamış, alt kümeler üst kümeler olmadan tarif edilememiştir. Bu da beraberinde üst kümenin alt küme içerisinde olmasına yol açmıştır. Mesela, insan için “İnsan, düşünen canlıdır.” demiştir oysa “canlı” kümesi “düşünen” kümesinden çok daha geniş bir kümedir. “Canlı” dediğimizde bu kümenin içine “hayvan, bitki, insan” girmektedir oysa “düşünen” dediğimizde bu kümenin içine sadece “insan” girmektedir. Buna göre insan “düşünen” olarak “canlı” kümesinin içinde, “hayvan ve bitki” de “canlı” olarak “canlı” kümesinde bulunmaktadır. O halde “İnsan, düşünen canlıdır.” ifadesi hayvan ve bitkiden bağımsız olarak farklı bir küme oluşturmamakta tam tersi sanki iki kümenin birleşimi gibi olmaktadır.

Kavramlar: