Başlıklar
NİRENGİ NOKTANA GÖRE ANLAM VE AMAÇ EDİNMEK
Her ideoloji, din, yaşam biçimi öneren entelektüel bir düşünce, varlığı anlama ve anlamlandırma iddiasında bulunan felsefe kısacası her tür sistem kendisini temsil ettiği kısacık bir öz’e yaslanır. Bu kısa öz, sistemlerin üzerine bina olduğu asıldır, temeldir. “İnsan alet yapan hayvandır.”, “İnsan düşünen hayvandır.”, “Tanrı; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tur.”, “Varlık; Ahura Mazda ve Ehrimen temellidir.” gibi slogan cümleler bunlardan birkaç tanesidir.
Din ve nirengi noktası
Kur’an, sistemlerin ve felsefelerin tamamı için tek bir kavram kullanır: DİN.
Din, ıstılah olarak, kişiye lehte ya da aleyhte davranış kalıpları belirleyen, sorumluluk yükleyen sistem demektir.
Fakat her din lehte ya da aleyhte olan davranış kalıplarını belirtmeden önce tüm önermelerin, tehditlerin, vaatlerin, tanım ve tariflerin kendisiyle anlam bulduğu, daha basit bir ifade ile kendisinden referans aldığı arka planı uzun uzun anlatır. İşte az önce saydığımız slogan cümleler aslında kanunların, yasaların, ceza ve mükafat tanımlarının, iyi ve kötünün kendisine göre belirlendiği referans (ki buna ‘nirengi noktası’ da denir) noktalarıdır. Bu referans noktaları dikkate alınmadan hiçbir sistem anlaşılamaz.
Fakat her referans noktası, o referans noktasını belirleyen kişinin varlık hakkındaki bilgisi üzerine temellendirilir. Mesela komünizmin “İnsan alet yapan hayvandır.” referans noktasını ele alalım. Komünizm bu cümle üzerine inşa edilmiş, her türlü önerme, vaat, kanun, tanım ve tarif bu cümle ile anlam kazanmıştır. Bu cümleyi komünizmden çekip alırsak ortada komünizm diye bir şey kalmaz, her şey anlamını yitirir. İşte bu cümlenin ortaya çıkışı, komünizmi va’z eden kişinin varlık hakkındaki bilgilerinin veya sezilerinin sonucudur.
Her türlü insan ürünü şeyi ve dini meydana çıkaran kişiler kesinlikle mukayyet varlıklardır yani varlığını devam ettirmek için başka şeylere muhtaç, zaman ve mekâna bağımlı kişilerdir. Akılları ne kadar büyük olursa olsunlar eninde sonunda varlığa içerden bakmaktadırlar. İşte bu durum onların aldığı nirengi noktasının varlığın hangi sınırlarını gözeterek aldıklarını şüpheli ve sorgulanabilir hâle getirmektedir.
Bunu biraz empati yaparak daha açık hâle getirmeye çalışalım:
Makinaların hepsi birbirine bağlı devasa bir fabrika hayal edelim. Bu fabrika bir ürün üretmektedir. Fakat bu ürün yüzlerce hatta binlerce parçadan oluşmuştur. Fabrikada her parçanın eklene eklene en sona gelip son halini alan ürün bu hâle gelirken fabrikanın içinde yüzlerce tezgâhtan geçmektedir. İşte insan ürünü ideoloji ve din va’z edenler bu devasa fabrika içindeki bu tezgâhlardan birinin başındaki adam gibidirler. (Bunu görsel olarak anlamak isteyenlere Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filmini tavsiye ederim). Fabrikadaki kendi tezgahlarının başında duran filozof, ideolog ve düşünürler önlerine gelen ürüne bir parça takmaktadırlar fakat ürüne bakarak ürünün kendilerinden önceki haline ve kendisinden sonra nasıl bir şeye dönüşeceğine dair tahminlerde bulunarak tezgahlarındaki parçalardan hangisinin ürüne daha uygun olacağını söylemektedirler. İşte bunların taktıkları parçanın doğru parça olduğunu kesin olarak anlamaları için fabrikadaki tüm makinaları ve ürünü meydana getiren parçaların tamamını oluşundan, yok oluşuna kadar her şeylerini bilmeleri gerekmektedir. Bilmezler ise ne ürünü ne tezgâhlarını ne ürüne takılan parçaları ne fabrikayı hiç ama hiç bilmiyorlar demektir ve ürüne hangi parçayı takarlarsa taksınlar ürün iki tezgâh sonra parçalanacak demektir.
İşte bu yüzden onların önermelerinin tamamının kapsama alanı sadece ve sadece kendi tezgâhlarının alanı kadardır. Yani hiçbir şekilde fabrikadaki tezgâhların tamamı ürünle ve ürünü meydana çıkaran parçalarla ilgili doğru bir önermede bulunamazlar.
Yüce Allah da bir din göndermiştir. Bu din de benzerleri gibi insana önermeler, vaatler, cezalar, yasaklar ve serbestler, iyi ve kötü tanımlamaları getirmektedir. Yüce Allah’ın dininde de bunların hepsinin kendisine göre anlam kazandığı yani bir referans (nirengi) noktası vardır ve bu nirengi noktası da diğerleri gibi kısacık bir cümle hatta cümleciktir: ‘LA İLAHE İLLALLAH’
La ilahe illallah’ın kapsamı
Fakat diğer dinlerdeki nirengi noktası belirleyenlerle bu nirengi noktasını belirleyen arasında miktarı tahmin edilemeyecek kadar farklar vardır. Bu nirengi noktasını belirleyen Zat, yaratılmış değil Yaratan’dır, mukayyet değil Mutlak’tır, yaşaması için başkasına ve başka şeylere muhtaç olan değil tüm hayat sahiplerinin Kendisi’ne muhtaç olduğudur, zaman ve mekânın kendisini kuşatıp mukayyet hâle getirdiği değil, zaman ve mekânı Kuşatan’dır.
Şimdi biri evrenin içinde küçük zerre bile olamayacak bir gezegenin üstünde esâmesi bile olmayacak kadar küçük gözleriyle, durduğu yerden etrafına ve evrene bakarak yanı başındaki insana “Siz var ya siz, şu evren içinde alet yapan hayvansınız.” diyecek ve devamında “İşte bu nirengi noktasına göre şöyle yaşayacak, böyle öleceksiniz.” şeklinde buyruklar belirtip bu nirengi noktasına göre tanım ve tarif üretecek. Bu da yaşam biçimi anlam ve amaçlılığın nirengi noktası olacak.
Öte taraftan Yüce Allah varlığı yaratan olacak, her şeyi her zerresine kadar kuşatan olacak, Kendisi’nin hiçbir şeye ihtiyacı olmayacak tam tersi her varlık O’na muhtaç olacak, her bir şeyden haberdar olacak, her bir şeyi Kendi ilmiyle yaratan olacak, varlığı başlangıçsız ve sonsuz olacak, tüm başlangıçları O başlatan, tüm sonları O sonlandıran olacak, işte bundan dolayı her şeyin nirengi noktası “La ilahe illallah” diyecek ve “İnsan türü, alet yapan hayvandır.” nirengi noktası ile bunu aynı kefede değerlendirecek!?
‘La ilahe illallah’ varlığın tüm sınırlarını, tüm zerresini yaratan ve yarattıktan sonra sevk ve idare eden Zat tarafından belirlenen bir nirengi noktasıdır ve O’nun kapsama alanı görüneniyle görünmeyeniyle, yakınıyla uzağıyla varlığın tamamıdır. Varlık içinde bu nirengi noktasına göre anlam ve amaç kazanmayan ne herhangi bir zerre ne de zerrelerden oluşmuş herhangi bir kürre vardır ve olması da imkânsızdır.
Bunun dışındaki tüm nirengi noktaları “insan” denen akıllı ve iradeli varlığa serbest bir alan bırakmak yerine onu dar kalıplar içine sığdıracak ve bu kalıplar hiçbir zaman insan türüne yakışan anlam ve amaç üretmeyecektir -ki zaten üretememişlerdir.
İşte bu noktadan, Kur’an’da geçen ‘zulüm, aduv, ferrat, şatata’ gibi “aşırılık” anlamı içeren kavramlara baktığımızda mananın “bir sınırın ötesine geçmek” değil, tam tersi “sınırsız olanı sınırlandırma” temelli olması gerekmektedir.
Yüce Allah’ın insan için önerdiği anlam ve amaç, aşılabilen sınırlara değil, insan ne yaparsa yapsın ulaşılamayan sınırlara sahiptir ve bu sınırlar ne fazladır ne de eksiktir. Çünkü Allah mükemmel Varlık’tır ve mükemmellik tam zamanında, tam yerinde, tam kararında ne fazla ne eksik olmak demektir.
İnsan türünün Yüce Allah için kullandığı “sınırsız, sonsuz, çok merhametli, çok bağışlayan, çok ilim sahibi vs.” gibi tanımlamaların tamamı bir aşırılık ve fazlalık içermektedir. Çünkü bu tanımlamalar Yüce Allah gözetilerek değil insan gözetilerek getirilmiş tanımlamalardır. Yüce Allah insanın merhametine göre çoooooook merhametlidir ama Yüce Allah kendi Zat’ında tam merhametlidir. Bu böyle olmak zorundadır çünkü olması gerekenden daha çok olmak da bir kusurdur.
Yüce Allah’ın birçok sıfatı lafız ve vezin olarak “mübalağa ile ismi fail” kalıbındadır. Bu tanımlamalar bile “insan” denen varlığın bırakın bir nirengi noktası belirlemeyi, ona nirengi noktası gösterilmez ve öğretilmez ise burnunun ucunu göremeyeceğinin dildeki en bariz delilleridir. Çünkü Yüce Allah için MÜBALAĞA olmaz, olamaz.
Merhamet, zulüm ve sınırlandırma
Bu tanımlamalar, gördüğünü tarif etmekten, dile getirmekten, kuşatmaktan aciz insan içindir.
Şu varlık içinde olmazsa olmazlardan olan “MERHAMET” denen şeyi insana verseydik ve ona “Bunu varlığa taksim et.” deseydik, insanın taksiminin kapsama alanı kendisinden öteye geçmeyen ve kendisine bile yetmeyen bir taksim olurdu. İşte o, “Yüce Allah” için “çok merhametli” derken kendisinde bulunan bu taksimi baz alarak yapmıştır. Oysa “merhamet” denen şey Yüce Allah’ta bir aşırılık değil, KENDİ NEFSİNE ŞART KOŞTUĞU BİR İLKEDİR.
Anlamlılık ve amaçlılık elde etmek isteyen insanın ‘LA İLEHE İLLALLAH’ı es geçerek başka nirengi noktasına göre anlam ve amaç araması, varlığın sınırlarını genişletmek veya dar kalıplar içine sıkışmış insanı dar kalıplarından kurtarıp özgürleştirmek değil, boynuna prangalar üstüne pranga geçirip onu burnunun ucunu görmekten aciz olanlara kul etmektir.
İşte bu yüzden ‘zulüm’ ve ‘şatata’ insana karşı yapılan aşırı bir davranış değil, “onu dar kalıplar içine sıkıştırmak” yani “AZALTMAK” anlamına sahiptir.
Kur’an’da 3 kez geçen ‘şatata’ kelimesi sözlüklerde genelde “sınırı aşmak, aşırıya kaçmak, zulmetmek” anlamlarında kullanılmaktadır. Kelime anlamı olarak “sınır, kıyı, sahil, bir şeyin kenarı” anlamına gelen bu kelime, belli bir sınırı öteye götürüp daha geniş bir sınır elde etmek değil, “geniş sınırı daraltıp küçük bir bölge oluşturmak” anlamında olmalıdır.
‘Zulüm’ ise “karanlık” demektir. “Karanlık” da tıpkı ‘şatata’ gibi “sınırları daraltmak” anlamındadır. Karanlıkta kalan biri uzağı göremez, onun görebildiği en uzak yer burnunun ucu olacaktır. Karanlık, çok geniş olan bir coğrafyanın üzerine çöktüğünde kişi ancak ve ancak bastığı yeri görebilir. İşte bu da insanın anlam ve amaçlılığının dar kalıplara sığdırılması anlamına gelmektedir. Bizim “aşırılık” diye adlandırdığımız tariflerin tamamı aslında “çoğaltmak” değil “azaltmak” anlamına gelmektedir.
“Sınırı aşmak” diye tanımladığımız ise “geniş olana daha dar bir sınır getirip onu o sahte sınırlar içine hapsetmek”tir.
Çünkü hiçbir şey ‘LA İLAHE İLLALLAH’ın ötesine geçmeye güç yetiremez. Bu nirengi noktasını ihlal etmenin tek bir yolu vardır: Daha dar ve daha sığ nirengi noktaları belirlemek…
Çünkü ‘LA İLAHE İLLALLAH’ yatayda, üste doğru dikeyde, alta doğru dikeyde sonuna gidilerek, onun da ötesinde bir sınır koyulabilecek bir şey değildir.