Nisa 34 10 Nokta

NİSÂ 34. ÂYETİ ÜZERİNE MÜLÂHAZALAR (10)

NOKTA

Âyette geçen وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) ifadesine “onları dövün” şeklinde mânâ verilmesinin imkânsız olduğunu buraya kadar yaptığımız açıklamalarda birçok kereler ifade ettik. Bu kelimeye “dövün” mânâsı verilmesinin imkânsız olduğunu söylememizin sebebi böyle bir mânânın kelimenin sözlük anlamları arasında olmamasından değildir. Tam tersi “vurmak, dövmek” kelimenin en temel anlamlarındandır. Bu kelimenin böyle bir mânâya gelemeyeceğinin delilleri; âyetin konusu, gramer yapısı ve sûrenin en başından beri kullanılan kelimeler ve cümlelerdir.

Hangi dilde olursa olsun kelimeler; anlatılan konu ve kurulan cümleler üzerinden anlaşılmak zorundadır. Herhangi bir cümledeki herhangi bir kelimeyi bağlı bulunduğu diğer kelimelerden kopararak veya bağlı bulunduğu cümlenin gramer yapısını umursamayarak anlamak mümkün değildir. Nisâ 34. âyet; “isim, zamir, şibh-i fiil, fiil, harf, edat” cinsinden 60 bağımsız unsurun belli kurallar çerçevesinde bir araya gelmesiyle oluşmuş bir âyettir. Bu bağımsız birimlerin tamamı birbirine bağlıdır ve hiçbirine diğerlerinden bağımsız anlam tespiti yapılamaz. Cümle kuruluşlarındaki tutarlılık ve anlatım gücü de zaten bu temel yapı üzerinden anlaşılır.

Geleneksel ulemânın bu âyet üzerinden miras, mal bölüşümü ve nafaka konuları da dâhil olmak üzere kadının sahip olduğu haklarla ilgili ‘zulüm’ denebilecek fıkıhlar çıkardığını uzun alıntılar yaparak göstermeye çalıştık. Ulemâ ‘zulüm’ denebilecek bu fıkıhları; âyetin gramer yapısını ve isnat ilişkilerini olduğundan başka göstererek ve âyetteki kelimelere kendi oluşturdukları kurgulara göre mânâ vererek yapmıştır. Âyetin en başından beri ulemânın yaptığı ilkesizlikleri görmezden gelerek meseleyi وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesine verilecek sözlük anlamlarına bağlayıp ortadaki zulmün sadece kadının dövülmesi ile alâkalı olduğunu söylemek devekuşu gibi kafayı kuma gömmektir.

Ulemânın bu âyet üzerinden ortaya koyduğu “Kocalar karılarının âmiridir; erkek, akıl ve güç yönünden kadından üstündür; iyi kadınlar kocalarına itaatkârdırlar.” gibi anlayışlar devâsâ bir zulmün temelini oluşturan cümlelerdir. Ulemâ, işte bu anlamlara yaslanarak erkeğin kadını tedip etme, dövme ve en sonunda da her türlü haktan mahrum bırakarak kapı dışarı etme yetkisine sahip olduğunu söylemiştir.

En başından beri birçok kere söylediğimiz وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesine “onları dövün” mânâsını vermenin imkânsızlığı, ulemânın güya âyetteki kelimelere yaslanarak oluşturduğu böylesi bir fıkhın Allah tarafından emredilmiş olduğu yaklaşımının imkânsızlığına dayanmaktadır.

Bir kere zaten âyette geçen (فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ) (fe’izûhunne vehcurûhunne fî-lmedâci’i vadribûhun(ne)) cümlesinin meâl ve tefsirlerde geçtiği gibi (nüşûzundan korktuğunuz kadınlara) “önce öğüt verin, eğer nüşûzlarından vazgeçmezlerse sonra yataklarınızı ayırın, o da kâr etmezse onları dövün” şeklinde bir karşılığı yoktur. İkincisi; bu cümle “karı-koca” ilişkilerinden bahsetmemektedir çünkü âyetin başında geçen en-Nisâ ve er-Rical kelimelerinin “karılar-kocalar” şeklinde anlamları yoktur. Üçüncüsü; cümledeki üç emir, “biri kâr etmezse diğerine geçin” şeklinde değil, “üçünü birlikte yapın” şeklindedir. Dördüncüsü; cümledeki üç emirden biri yapılmazsa veya yanlış yapılsa diğerleri de anlamını yitirecek emirlerdir. Beşincisi; aynı anda yapılacak üç emirden birinin şiddet, baskı, tehdit, şantaj gibi şeyleri dışlayan فَعِظُوهُنَّ (faizuhenne) olması وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesinin “darp edin, dövün, tokat atın” şeklinde bir mânâya sahip olmasını imkânsız kılmaktadır. Altıncısı; dövmek, tokat atmak veya darp etmek bir had cezasıdır. Had cezalarının ne şekilde ve ne kadar uygulanacağının bildirilmemesi imkânsızdır. Çünkü bu durumda kadına bir tokat atmak da kemikleri kırılana kadar vurmak da ‘darabe’ olacaktır. Yedincisi; had cezalarının mahkemesiz, bireylerin kendilerinin savcı-hâkim ve cellât olduğu bir temele oturtulması imkânsızdır. Sekizincisi; bu emirlerin kadınların aleyhine olacak herhangi bir durumu ortaya çıkarması imkânsızdır.

Sadece âyetin kendi bağlamında bile وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesine “darp edin, tokat atın, dövün” şeklinde bir mânâ vermenin imkânsızlığına dâir getirdiğimiz bu kadar delîlin üstüne bir de insan onurunu her şeyin üstüne koyan Kur’an’ın söylediklerini eklersek kelimeye “darp edin, dövün, tokat atın” şeklinde mânâ veren ulemânın ne kadar büyük bir aymazlık içinde olduğu anlaşılmaktadır.

İşte bunları görmezden gelerek konuyu sadece وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesinin sözlük mânâsı üzerinden çözmeye kalkışmak diğer zulümlerin hepsine göz yummak demek olacaktır. Nitekim sayıları az da olsa hem geçmişte hem de günümüzde meseleyi وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesinin sözlük mânâlarına indirgeyerek çözmeye çalışanlar olmuştur. Sadece وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesine başka bir sözlük mânâsı atayarak meseleyi çözeceklerini sanmaları âyetin diğer kelimelerini de tahrif etmelerine yol açmıştır. Meselâ, bu mesele hakkında en fazla çalışma ortaya koyanlardan olan şu müelliflerin meâline ve düştükleri dipnotlara bakalım:

Nisâ 4/34

091_Nisa_34_10_Nokta

Erkekler, hanımlarını koruyup kollamakla görevlidirler. Bu, Allah’ın her birine diğerinde olmayan üstünlükler vermesi[1*] ve erkeklerin mallarından (eşleri için) harcamaları[2*] sebebiyledir. İyi kadınlar, Allah’a içten boyun eğen ve Allah’ın korumasına karşılık[3*] kimse görmezken de[4*] kendilerini özenle koruyanlardır. Sizi boşamaya kalkmasından[5*] korktuğunuz kadınlarınıza gönül alıcı sözler söyleyin, yatakta onlardan ayrılın[6*] ve onları rahat bırakın[7*]. Sizi gönülden kabul ederlerse[8*] onlara karşı başka bir yol aramayın. (Süleymaniye Vakfı meâli)[1]

Metnin tarihsel ve kültürel bağlamı

[1*] Bazı konularda erkekler, bazı konularda da kadınlar üstündür. Bu farktan dolayı biri diğerinin eksiğini tamamlar. Bu sebeple taraflardan biri diğerine özenmemelidir.

[2*] Mehir sorumluluğu ve aileyi geçindirme sorumluluğu (Bakara 2/233; Nisâ 4/4, 24; Talak 65/6).

[3*] Allah’ın kadını koruması, kadının zinâ ettiğini iddia eden kişinin 4 şahit getirme zorunluluğu (Nisâ 4/15; Nûr 24/4,6,13), evi geçindirme sorumluluğunun erkeğe ait olması, kadının evlilik ve boşanma hukukunun mehir ile maddi güvence altına alınmış olmasıdır (Bakara 2/229, Nisâ 4/20-21).

[4*] “Kimse görmezken” anlamı verdiğimiz kelime li’l-ğayb= للغيب ’dır, fî’l-ğayb = في الغيب  takdirindedir. Gayb, “beş duyuyla algılanamayan” şey için kullanılır. Görülmeyen, duyulmayan yani şahit olunmayan şey insanlar için gaybdır.  Kadınların zinâ suçunun sabit olması için dört şahit aranır (Nisâ 4/15). Demek ki âyette “lil gayb” ifadesiyle, şahitlerin olmadığı durumdan bahsedilmektedir. Kötü kadınlar bunu fırsat bilip ahlaksızlık yapabilirler. Ama iyi kadınlar, Allah’a içten boyun eğdikleri için bunlardan uzak dururlar.

[5*] “Boşamaya kalkmasından” anlamı verdiğimiz kelime nüşûz =نُشُوزً’dur. Gideceği zaman kişinin oturduğu yerden hafifçe kalkması anlamındadır (el-Ayn). Bir âyet şöyledir: “Ey inanıp güvenenler! Size toplantılarda “Yer açın!” denince yer açın ki Allah da size yer açsın. “Nüşûz edin = Kalkın!” denince de kalkın ki Allah, içinizden inanıp güvenenler ile kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızın iç yüzünü bilir.” (Mücadele 58/11). Nüşûz kelimesi koca için kullanılınca “eşini terk etmesi yani boşaması” anlamına gelir. İlgili âyet şöyledir: “Bir kadın, kocasının nüşûzundan/boşamaya kalkmasından veya yüz çevirmesinden korkarsa aralarında uzlaşmaları, ikisine de günah olmaz. Uzlaşmak iyidir. Nefisler doyumsuzluğa yatkın kılınmıştır. Eğer iyi davranır ve Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakınırsanız bilin ki Allah, yaptığınız şeylerin iç yüzünü bilir.” (Nisâ 4/128). Durum böyle olduğu için nüşûz kelimesi, bu âyette de zorunlu olarak “kadının eşini terk etmesi, boşanıp gitmesi” anlamında kullanılmış olacaktır.

[6*] Erkeğin yataktan ayrılması, hem kadının kararını gözden geçirmesini sağlar hem de ayrılmak istediği kocadan hamile kalmasını engeller. Bu süre içinde erkek, eşini evden ayıramaz. Kadının evden çıkarılmaması, sadece kadının değil, erkeğin boşamasında da uygulanan bir kuraldır (Talak 65/1).

[7*] “Rahat bırakma” anlamı verdiğimiz darb =ضرب  kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bir şeyin üstüne vurma veya sabitlemedir (Müfredat). Hemen hemen her iş için kullanılan bu fiilin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir (el-Ayn). Burada kelimeye, erkeğin yatağı terk etmesinden sonra eşini boşanma olmaksızın bırakması, daha güzel bir ifade ile eşi kesin kararını verene kadar onu, rahatsız etmemesi ve evden çıkarmaması anlamını vermek gerekir. Çünkü kadının ayrılma yetkisini kullanmaktan vazgeçmesi ancak kendi hür iradesiyle gerçekleşebilir. Bunu âyetin takip eden bölümü gösterir.

[8*] “Gönülden kabul etme” itaatın Arap dilindeki sözlük anlamıdır. Zıddı ikrahtır (Müfredat). Bir işi dayak sonucu yapmak ikrâh altında yapmaktır. İkrahın dinimizde yeri yoktur (Bakara 2/256).“Onları darb edin” emrinden sonra gelen “size itaat ederlerse” ifadesi, darb kelimesine dayak anlamı vermeyi imkânsız hâle getirir. Ona verilebilecek tek anlam, ayrılmak isteyen kadını evinde bırakmak, zorla çıkarmamak olur. Çünkü Allah Teâlâ, kadınlara da erkekler gibi eşinden ayrılma hakkı tanımıştır (Bakara 2/229).

Bu meâlin yazarları âyette geçen (وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّۚ) (vellâtî teḣâfûne nuşûzehunne fe’izûhunne vehcurûhunne fî-lmedâci’i vadribûhun(ne)) cümlesine hem geleneksel anlayıştan hem de günümüzdeki birçok meâl yazarından farklı olarak “sizi boşamaya kalkmasından korktuğunuz kadınlarınıza gönül alıcı sözler söyleyin, yatakta onlardan ayrılın ve onları rahat bırakın” mânâsını vermişlerdir. Evet cümleye bu mânâyı veren meâl yazarları kadını dayak yemekten kurtarmışlardır ama bunu cümlenin gramer yapısını ve diğer birçok kelimeyi hem görmezden gelerek hem de tahrif ederek yapmışlardır. Çünkü her ne kadar diğerleri gibi cümleye “nüşûzlarından vazgeçmezlerse önce – yine nüşûzlarından vazgeçmezlerse sonra – hâlâ vazgeçmezlerse bu sefer” şeklinde cümleler eklememiş olsalar da verdikleri mânâ yine bir tertip ve sıralama olduğunda anlamlıdır. Yoksa üç fiilin aynı anda yapılması durumunda meâlde kurulan cümle anlamsız olacaktır. Aynı anda vaaz verip aynı anda yatakları ayırıp aynı anda onları rahat bırakmayı yerine getirmek mümkün değildir. Dahası kelimeye verdikleri “rahat bırakın” anlamı âyetteki ‘nüşûz’ kelimesinin “boşanıp gitmek” anlamı taşıması durumunda anlamlı olacaktır. Oysa ‘nüşûz’ kelimesinin “boşanıp gitmek” gibi bir mânâsı yoktur. Kelimenin “boşanıp gitmek” anlamı olduğunu kabul etsek bile نُشُوزَهُنَّ (nüşûzehunne) kelimesine “sizi boşamasından” şeklinde mânâ verilmesi imkânsızdır. Çünkü hem ifadede “siz” kelimesi yoktur hem de ifade bir isim tamlamasıdır. Böyle bir anlamın verilebilmesi için ifadenin fiil cümlesi olması, fiilin müennes olması ve bir de eril “siz” (kum) zamirinin mef’ûl (nesne) olarak gelmesi gerekmektedir. Fakat ifadede bunların hiçbiri yoktur.

Aynı şekilde, âyetin en başındaki ‘er-Rical’ ve ‘en-Nisâ’ kelimelerine “erkekler hanımlarına” şeklinde mânâ vererek eril ve dişil türün tamamını kapsayan kelimeleri “karılar-kocalar” anlamına indirgemişlerdir. Âyetin en başındaki kelimeleri bu şekilde değiştirince ister istemez devamındaki meseleleri de “karı-koca” ilişkileri bağlamına indirgemek zorunda kalmışlardır. Bunlara göre ‘nüşûz’; evli kadınların kocalarını boşamaya kalkışmalarıdır ve devamındaki kelimeler de bu temele göre anlam kazanmaktadır. Yani eğer kadın kocasını boşamaya kalkışırsa erkek ona öğüt verecek, hemen yatağını ayıracak ve kadını rahat bırakacaktır. İyi de neden? Ya kadın boşanma isteğinde haklıysa ve öğüt verilmesi gereken kadın değil de erkekse? İyi de ya kadın boşanacak olmasına rağmen yatağını ayırmak istemiyorsa? Sonra “rahat bırakın” demek ne demektir? Onlara engel olmayın mı, onlara ilişmeyin mi, onlara baskı uygulamayın mı, onlarla cinsî münâsebet kurmayın mı, onlara vurmayın mı? Hadi diyelim ki bunlardan birini seçtik, bu sefer de anlamı “muhâtabı kötü bir şeyden engelleyip iyi olana yöneltmek için söylenen söz” olan فَعِظُوهُنَّ (faizuhenne) kelimesi sorun olacaktır. Çünkü boşanmak; istenmeyen bir durum olsa da yapılmaması için engellenmesi gereken bir durum asla değildir.

Bu meâl yazarlarına göre cümle, bir kocanın karısını boşanmaktan vazgeçirmesi temeli üzerine kuruludur. İyi ama “yatakları ayırmak” boşanmaktan vazgeçiren değil tam tersi boşanmayı hızlandıran veya kabullendiren bir adım olmayacak mıdır? Üstelik meâl yazarları cümleye “sizi boşamasından korktuğunuz karılarınıza” diyerek başlamıştır. Yani kadın boşanacağını söylememiş, boşanma süreci başlatmamış; sadece koca bundan korku duymaktadır. Karısının kendisinden ayrılacağından korkan veya karısının hareketlerinden bunu sezen erkeğin üzerine düşen şey karısını düzeltmek değil kendisini düzeltmektir.

Evet, bu meâl yazarları وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesine “onları dövün” mânâsını vermemişlerdir ama bu mânâyı verebilmek için hem âyetin gramer yapısını hem de kelimeleri tahrif etmişler, içinden çıkılamaz daha başka sorunların oluşmasına yol açmışlardır. Çünkü bunlara göre mesele sadece kadının dövülmesi veya dövülmemesi meselesidir.

En başından beri bu âyetin karı-koca ilişkilerinden değil, kadın ve erkek türü arasındaki hukukun temelinden bahsettiğini ortaya koymaya çalıştık. Âyetin son cümlesinin de bu hukukun işleyişini bozacak nitelikte davranış sergileyen kadınların hukuku ile alâkalı olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Hemen bir önceki وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ (vehcuruhunne fil medacii) ifadesinin evli olan kadınları yataklarında yalnız bırakmaktan bahsetmediğini, evli olsun veya olmasın nüşûz yapmış her kadının cinsel birliktelikten uzak tutulması ile alâkalı olduğunu söylemiştik. Eğer nüşûz yaptığı dört şahitle tespit edilmiş ve ev hapsi cezası verilmiş kadın evli ise kocası onunla herhangi bir cinsî münâsebette bulunmayacak, eğer evli değilse herhangi bir toplumsal baskıdan dolayı nüşûz partneri olan erkekle evlendirilmeyecek. Tecavüzcüsü ile evlenmek zorunda bırakılan binlerce kadını göz önüne aldığımızda verilen emrin ne kadar derin bir yarayı sardığı çok daha iyi anlaşılacaktır.

Bir kısım ulemânın bu âyeti tahrif yoluyla kadınların dövülmesi temeline oturtması ile diğer bir kısmın yine tahrifle kadınların dövülmemesi temeline oturtması aynı şeydir. Tahrif; kim tarafından ve ne adına yapılırsa yapılsın tahriftir. Asıl olan; kelimeleri tahrif ederek istenilen anlama getirmek değil Yüce Allah’ın kelimeleri nereye götürüyorsa oraya gitmektir. Kadınların dövülmemesi gerektiğini anlamak için hiçbir âyete ihtiyaç yoktur. Yüce Allah’ın tertemiz bir fıtrat üzerine yarattığı insan eğer sadece kendi fıtratına yaslanarak “güçsüz” olanlara karşı güç kullanmanın “ahlaksızlığını” anlamıyorsa bir değil bir milyon tane âyet olsa bile kâr etmez. Eğer Yüce Allah’a imân ettiğini söyleyen herhangi biri veya herhangi bir topluluk erkeğe göre daha savunmasız ve daha güçsüz olan kadınların dövülüp dövülmemesi ile alâkalı ilâhî bir düzenlemeye ihtiyaç duyuyorsa o kişi veya topluluk ya fıtratlarını yok etmiştir ya da Yüce Allah’ı hiç tanımamıştır. Dünyanın en ilkel topluluklarında bile kadınlara karşı güç kullanmak, sırf geçimsizliğinden dolayı onları dövmek çirkin ve aşağılık bir davranış olarak görülmüş ve hâlâ da görülmektedir. Kadınların dövülmeyeceğini anlamak için ne imânâ ne kitaba ne âyete ne de başka bir şeye ihtiyaç vardır. Bunu anlamak için sadece ve sadece insan olmak yeterlidir.

Ayetin dilbilimsel çözümü ve terimler

Nisâ 34. âyetin sırf hırçınlık veya geçimsizlik yaptığı için kadının dövülmesinden bahsettiğini söyleyebilme sefilliğinin gramerle, i’râbla, kelimelerin mânâlarına dikkat etmemeyle, Kur’an’ı anlamamayla veya başka bir şeyle hiç alâkası yoktur. Şu dünya üzerinde iki ayağı üzerinde gezen, bir kadından doğmuş herhangi bir insan; Kur’an hiç gönderilmemiş olsa bile kendisini veya çocuklarını doğuran kadını dövmeyi aklından geçirmenin ne kadar aşağılık bir şey olduğunu anlamamışsa bir değil bin Kur’an gelse kâr etmeyecektir.

Bırakın âyetin kelimeleri üzerinden kadının dövülmeyeceğini ispatlamayı, kadın dövülecek mi dövülmeyecek mi tartışmasını yapmak bile sefilliktir. Bu âyetin kadının dövülmesinden bahsetmediğini söylememize ve Allah’ın izniyle bunu ortaya koymamıza rağmen böylesi bir konuyu açmış olmaktan bile utanç duyuyoruz. Bırakın bir kocanın karısını dövmesini güçlü olan erkeğin güçsüz olan erkeğe haklı bile olsa güç kullanmasının ne kadar sefil ve aşağılık bir davranış olduğunu anlamak için “âyet beklenen” bir dünyada yaşadığımız için utanç duyuyoruz.

Bir tarafta âyetteki kelimeleri tahrif ederek, gramer yapısına hiç aldırmayarak, “Âyet kadının dövülmesinden bahsediyor, tarihte kadın dövülebilirdi ama şimdi geliştik, kadının dövülmesinin ne kadar kötü bir şey olduğunu anladık, bu âyet kadının dövülebileceğine inanan Arap toplumu için kendisine uygulama zemini bulan bir âyetti ama şimdi uygulama zemini yoktur, bu yüzden âyet tarihseldir.” diyerek Kur’an’ın ölü bir metin olduğunu ispatlamaya çalışan tarihselcilerin; diğer tarafta da tıpkı onlar gibi âyetin kelimelerini ve gramer yapısını tahrif ederek, “Hayır efendim, bu âyet kadının dövülmesinden değil boşanıp gitmesinden bahsediyor, dolayısıyla âyet tarihsel değil evrenseldir.” diyerek güya âyetin hükmünü geçerli kılmaya çalışan sözde evrenselcilerin olduğu bir tartışmanın konusuna taraf olduğumuz için utanç duyuyoruz. Bize göre; “Kur’an’a imân eden insanlar” olarak kendilerini tanıtanların -tartışmanın ister “kadın dövülür” tarafında isterse “kadın dövülmez” tarafında olsunlar- böyle bir meseleyi tartışma konusu yapmaları bile yeteri kadar aşağılık bir durumdur.

Bulgularımız için ne kadar güçlü deliller ortaya koyarsak koyalım böyle bir konu için gösterdiğimiz çabadan gurur değil utanç duyuyoruz. Allah aşkına, kadınların dövülmeyeceği ispat isteyen bir konu mudur? Allah aşkına, insanlığımız bunu anlamaya yetmemekte midir? Allah aşkına, Yüce Allah’ın Rahman, Rahim, Halim olması bile bir müminin, bırakın kadını her ne sebep olursa olsun güçsüzlere, savunmasızlara, zavallılara karşı güç kullanılmasının ne kadar aşağılık bir şey olduğunu anlamasına yetmemekte midir? Bu söylemimizin duygusal tepkiler olarak görülmesi mümkündür, fakat Allah’ı şahit tutarak söylüyoruz ki kadının dövülüp dövülmeme meselesinin ilimle, bilimle, soğukkanlılıkla, araştırmayla uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur. Sadece vicdanla, insan olmayla alâkası vardır.

Kur’an’da 58 defa geçen وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesine gelince en temel anlamı “vurmak, dövmek” anlamına gelen bu fiil, önündeki ve arkasındaki kelimelere göre ve hatta harf-i cer’le gelip gelmemesine, mef’ûlünün hangi kelime olduğuna göre farklı anlamlara gelebilen bir kelimedir. Nisâ 34. âyette وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) şeklinde geçen kelimeye en ilkesiz yaklaşımları “vurmak, dövmek” anlamını verenler değil, vermeyen meâl yazarları göstermektedir:

Onları geçici olarak evden uzaklaştırınız. (B. Bayraklı)

Ve nihâyet onları çıkarın. (Edip Yüksel)

Sonra bir süre ayrılın. (Erhan Aktaş)

Fıkhi ve hukuki değerlendirmeler

Ve kendilerini rahat bırakın. (SV meâli)

Ve nihâyet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin. (Y. N. Öztürk)

Bu meâl yazarlarının hepsi de “kadının dövülmesine karşı olduklarını” hem sözlü hem de yazılı olarak söyleyenlerdir. Bunların bir kısmına göre وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesi “kadınları evden çıkarmak”, diğer bir kısmına göre ise “kocaların evden çıkması” mânâsına gelmektedir. Bir diğerine göre ise ne kadınlar evden çıkacak ne de kocaları. İkisi birbirini rahat bırakacak, biri diğerine ilişmeyecektir. Bir tek kelime ama birbirine taban tabana zıt üç anlam ortaya çıkmaktadır. Öte yandan bu meâl yazarlarının hepsi de kelimeye Kur’an’da -tekil ya da çoğul- emir fiil olarak geçtiği diğer yerlerin tamamında “vurmak” anlamını vermişlerdir. Anlaşılan o ki onları bu mânâyı vermeye sevk eden şey kelimenin ya da âyetin kendisi değil kitlelerine şirin gözükme sevdâsıdır. Zaten bu anlamlara nasıl ulaştıklarına dâir Kur’an’dan delil getirmedikleri gibi âyetin gramer yapısıyla alâkalı olarak da herhangi bir çalışma ortaya koymamışlardır. Bunlar da âyetin gramer yapısını tıpkı kelimeye “dövün” mânâsı verenler gibi ele almış ve tüm toplumu ilgilendiren bir meseleyi “karı-koca kavgalarına” indirgemişlerdir.

Nisâ 34. âyetindeki kelimenin “dövmek” anlamına gelmediğini söyleyenlerden biri olan Prof. Dr. Mehmet Okuyan, Kur’an’da Çok Anlamlılık adlı kitabında kelimenin anlamları ile ilgili şu açıklamaları yapmıştır:

ض ر ب Kökünden kelimeler Kur’an’da 58 yerde geçmektedir. Darabe veya darb kelimesinin anlam dünyası ile ilgili olarak kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır. “Darabe veya darb kelimesi, rızkın hayırlısını aramak, yolculuğa çıkmak, yerine getirmek, hızlı yürümek, rızık temini için seyahat etmek, yüz çevirmek, bir yönden başka yöne döndürmek, yerine getirmek, engel olmak, mahrum etmek, kazanmak, istemek, yüzmek, yaratılıştaki şekil, herhangi bir şeyin bir türü, çeşidi, bölümü, benzeri, her şeyin uzun olanı, sık ağaçlı vadi, katı beyaz bal, çise, zayıf cüsseli kişi” anlamlarına geldiği gibi, “tutmak, zor altında kalmak, terk etmek, zaman geçmek, yürümek, karıştırmak, dikmek, para basmak, mühür kazımak, müddet belirlemek, hisse ayırmak, vergi koymak, alçaltmak, bozguna uğratmak, ayırmak, meyletmek, alıştırmak, tekrarlamak, vurmak, çarpmak, atmak, ateşe vermek, buğdayı başağından ayırmak, bombardıman etmek, müzik aleti çalmak, müzik yapmak, yazmak, akrebin sokması, incitip harekete geçirmek, ayırmak, ayrılmak, zorla kabul ettirmek, kovmak, defetmek, bırakmak, terk etmek, vazgeçmek, iptal etmek, kaçınmak, hareket etmek, hareket ettirmek ve sefere çıkmak” gibi anlamlara da gelmektedir. Ayrıca darabe kelimesinin namazla kullanılınca “kılmak”; çadırla kullanılınca “dikmek”; gece ile kullanılınca “uzamak”; soğuk ve rüzgâr ile kullanılınca “isabet etmek, zarar vermek”; yol ile kullanılınca “yol açmak” anlamları da vardır.

İbn Faris ve Ezheri’nin ifadelerine göre bu kelimenin adrabe kalıbındaki anlamlarından biri de “evde ikamet etmek” şeklindedir. İbnu’l-Kutiyye, darabe fiiline “zorlamak ve zayıflatmak” mânâsı vermiştir. Ayrıca bu kelimenin “düşkün bırakmak ve elem vermek” mânâları da kaynaklarda yer almaktadır.

(Prof. Dr. Mehmet Okuyan; Kur’an’da Çok Anlamlılık, s.403)

Müellifin belirttiği gibi ‘darabe’ kelimesinin anlam yelpazesi oldukça geniştir. Mâmâfih M. Okuyan’ın sıraladığı anlamlardan birçoğunun kelimenin harf-i cer’li kullanımıyla ortaya çıkan anlamlar olduğu notunu da düşmek gerekmektedir. Her fiilde olduğu gibi eğer bu fiilden sonra bir harf-i cer varsa kelime ona göre anlam kazanmaktadır. Meselâ, ‘darabe fi’ şeklinde gelirse yolculuğa çıkmak; ‘darabe fi’l emr’ şeklinde gelirse ortak olmak; ‘darabe ala’ şeklinde gelirse “baskı yapmak, empoze etmek, kısıtlamak, engel olmak”; ‘darabe an’ şeklinde gelince “yüz çevirmek, vazgeçmek”; ‘darabe ile’ şeklinde gelince “meyletmek”; ‘darabe le’ şeklinde gelince “aramak”; ‘darabe bi’ şeklinde gelince “katmak, karıştırmak” gibi mânâlar kazanmaktadır.

Harf-i cer’li kullanımlarında bu gibi anlamlara gelen kelime, harf-i cer’siz kullanımlarında mef’ûlüne göre de farklı anlamlar kazanabilmektedir. Meselâ; ‘darabe’r rakame’l kıyasiyye’ şeklinde bir mef’ûlü olunca “rekor kırmak”; ‘darabe hıssaten’ olunca “kota uyguladı”; ‘darabe meselen’ olunca “misal verdi”; ‘darabe’l cerese’ olunca “zili çaldı” gibi anlamlara gelebilmektedir. Aslına bakılırsa kelimenin harf-i cer’siz kullanımlarının hepsinde verilen mânâların “vurmak” anlamlarına çok yakın olduğu görülmektedir.

Az önce yaptığımız alıntıda M. Okuyan’ın da belirttiği gibi bu fiil birlikte kullanıldığı kelimeye göre yani mef’ûlüne göre farklı anlamlara gelebilmektedir. Fakat Nisâ 34. âyetinde kelimenin mef’ûlü hem bir zamirdir ve hem de kelime harf-i cer’siz gelmiştir. Eğer kelimenin mef’ûlü başka anlam vermemizi gerektirecek bir kelime olsaydı o takdirde mef’ûlüne göre anlam verilebilirdi ama وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) ifadesinde öyle bir durum yoktur.

İşte bu durum kelimeye anlam vermeyi çıkmaza sokmaktadır. Çünkü normal şartlarda وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) şeklinde geçen bu kelimeye hiç tereddütsüz “onları dövün” mânâsı verilmesi şarttır. Ama bu kelime, üç emrin aynı anda yapılmasını zorunlu hâle getiren bir cümlenin parçasıdır. Verilen üç emrin birbiriyle çelişmeden, biri diğerini yok etmeyecek yapıda olması gerekmektedir. Verilen bu üç emirden biri فَعِظُوهُنَّ (faizuhunne) olunca diğer emirlerden hiçbirinin “şiddet” içermemesi gerekmektedir. Çünkü daha önce de birçok kereler açıkladığımız gibi “şiddet” ve “vaaz” kelimeleri asla yan yana gelmemesi gereken iki kelimedir. Şu (وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّۚ) (vellâtî teḣâfûne nuşûzehunne fe’izûhunne vehcurûhunne fî-lmedâci’i vadribûhun(ne)) cümlesinin yapısında üç emir fiilin bir sıralamaya göre yapılacağını bildiren herhangi bir şey de yoktur. Daha önceki sayfalarda müfessirlerin âyetteki emirleri bir sıraya göre getirirken “âyetin zâhirinden bu emirlerin aynı anda yapılması gerektiği anlaşılsa bile” diyerek emirleri “Önce şunu, eğer kâr etmezse sonra bunu, o da kâr etmezse daha sonra şunu yapın.” şekline çevirdiklerini, böyle yaptıktan sonra da cümleye âyette olmayan birçok kelimeler eklediklerini aktarmıştık. Âyetin kelimelerine sâdık kalınmadıktan sonra ulaşılacak anlamların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü asıl olan kelimelere sadâkattir. Üstelik âyetin gramer yapısını önemsemeyip müfessirlerin söylediklerini kabul etsek ve tıpkı onlar gibi وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesine “onları dövün” mânâsı versek bile çıkmazdan kurtulmuş olmamaktayız. Çünkü üçüncü aşamasında dayak olan bir söz asla “vaaz” olmaz ve bu durumda kişi birinci aşamadaki vaaza iknâ olduğu için değil üçüncü aşamadaki dayaktan korktuğu için sadece pısar.

Peki bu açmazdan çıkmak için ne yapmalıyız?

Gündeme getirdiğimiz bu açmazın sadece bizim tarafımızdan fark edilmesi mümkün bir şey değildir. Çünkü Kur’an’a meâl yazacak kadar bilgileri olan meâl ve tefsir yazarlarının cümlenin bu durumunu görmemiş olmaları imkânsızdır. Meselâ, tarihselci söylemine bu âyeti de âlet eden Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün içinde وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesinin geçtiği cümleye verdiği meâli ele alalım:

وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّۚ… Dik başlılık ve hırçınlığından yıldığınız, yuvayı yıkacağından kaygılandığınız karılarınıza gelince, onlara ilkin öğüt verin. Öğüt fayda etmezse onları yataklarında yalnız bırakabilirsiniz. Bununla da yola gelmezlerse onlara tokat atabilirsiniz.

Cümleye böyle bir meâl veren Prof. Dr. Mustafa Öztürk:

  1. Cümlenin yapısının müptedâ-haber çatısında olduğunu, الّٰت۪ي (ellati) ism-i mevsûlünün cümlenin müptedâ olduğuna delil olduğunu, dolayısıyla cümlenin öznesinin sonuna “karılarınız+a” şeklinde bir “-a” sesi ekleyerek “nesneye” dönüştürülemeyeceğini fark etmemiş midir?
  2. Cümlede de âyette de ve hatta âyetin öncesinde ve sonunda da “karılar” şeklinde bir kelimenin olmadığını fark etmemiş midir?
  3. Meâline yazdığı “karılar+ınıza” kelimesinin âyette hiç olmadığını ve “karılarınıza” kelimesinin Arapça karşılığının ‘ezvacekum’ olduğunu bilmemekte midir? Dahası meâline yazdığı “karılarınıza” şeklindeki kelimenin bir isim tamlaması olduğunu, böyle bir kelimenin âyette hiç olmadığını fark etmemiş midir?
  4. Müptedâ-haber cümlesinin yapısına aykırı olarak haberin bir emir fiil olduğunu fark etmemiş midir?
  5. Haber cümlesi bir yandan sıra dışı olarak emir cümlesi ile başlamaktayken diğer yandan fiilin başında bir ‘fa’ edatı olduğunu fark etmemiş midir?
  6. Arka arkaya verilen üç emir arasındaki edatın sıra ve tertip bildirmesi mümkün olmayan ‘ve’ edatı olduğunu fark etmemiş midir?
  7. Aradaki tertip bildirmeyen edata rağmen sanki cümlede bir sıralama varmış gibi cümleyi “önce bunu, eğer kâr etmezse sonra şunu, o da kâr etmezse şunu yapın” şekline sokarken yaptığının cümleyle alâkası olmadığını fark etmemiş midir?
  8. Mümkün değilken cümledeki emir fiilleri sıraya dizmesine göz yumsak bile âyette olmayan “yuvayı yıkacağından kaygılandığınız-karılarınıza gelince-ilkin-öğüt fayda etmezse-bununla da yola gelmezlerse” cümlelerinin âyette olmadığını fark etmemiş midir?
  9. Âyetteki وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesinin “tokat atabilirsiniz” şeklinde çevrilemeyeceğini, kelimenin taşıdığı mânânın “tokat, tekme, yumruk, kafa, kırbaç kullanılarak yapılan her vurma şekli”ni kapsadığını fark etmemiş midir?

İnanç ve ahlak açısından yoruma

Bunlar sadece son cümleyle ilgili olan sorulardır. Âyetin başından beri yaptıklarını yani âyete âyette olmayan hangi kelimeleri eklediğini, hangi kelimelere kendi anlamını değil de başka anlamlar verdiğini daha önceki sayfalarda zaten yazmıştık.

Eminiz ki Prof. Dr. Mustafa Öztürk de izinden gittiği ulemâ da diğer meâl yazarları da bunların hepsini fark etmişlerdir. Dahası Mustafa Öztürk ve onun gibiler bizim okuduğumuz tefsirleri okumamışlar mıdır? Ulemânın bu âyet üzerinden “kocası eve girdiğinde ayağa kalkmamaları, çağırdığında ‘buyur efendim’ diyerek gelmemeleri, emirlerini harfiyen yerine getirmemeleri, güler yüzle yataklarına girmemeleri” durumunda kadınların önce bir güzel dövülüp sonra her türlü haktan mahrum bırakılarak sokağa atılmaları gerektiği gibi bir fıkıh ürettiklerini bilmiyorlar mıdır?

Fark etmesine fark etmişlerdir ama Yüce Allah’ın tertemiz âyetlerinden böylesi Câhiliye anlayışları ve zulüm üzerine kurulmuş fıkıhları ortaya çıkaran sebepleri irdelemek yerine kendilerinden önceki ulemânın yaptıklarını sorgulanamaz doğrular kabul ederek ve tarihselciliğe sığınarak (belki de imân ederek) âyetleri tarihte kalmış ölü bir metin olarak göstermeyi ve bu uğurda canla başla ömür harcamayı daha tercih edilebilir görmüşlerdir.

Âyet üzerinden oluşturulan müktesebâtın kitabı anlama gayretinde olanları çıkmaza soktuğu kesindir. Fakat bir çıkmazdan kurtulmanın yolu; çıkışı olmayan başka çıkmazları birbirine ekleyerek labirentler oluşturmak değildir. Bu çıkmazdan kurtulmanın yolu; âyete âyette olmayan kelimeler eklemek, âyetin gramer yapını hiçe saymak, âyetteki kelimelere aslî anlamlarının dışında (hiç olmayacak) mânâlar vermek değil, müktesebat adına her ne varsa sorgulamak ve Kur’an kelimelerinin imkânlarına ulaşmaya çalışmaktır.

Kur’an, Allah’a ve âhiret gününe imân eden her mümin için dokunulmaz bir kitaptır. O’nun herhangi bir kelimesini veya harfini değiştirmek her mümin için tahammül edilmesi imkânsız bir davranıştır. Fakat tam burada sıradan insanların pek bilmediği ama ilim çevrelerinin tamamının çok iyi bildiği bir durum devreye girmektedir. Sıradan insanların dokunulmaz kabul ettiği Kur’an’a çoktan dokunulmuş, “değiştirilemez” denilen binlerce kelimesi zaten çoktan değiştirilmiştir. İlim çevrelerinin “farklı kıraatler” adı altında tanımladığı ilmî disiplin; noktalamaları ve harekelemeleri farklı olan yirmi değişik okuyuşu temel almaktadır. Bu farklı okuyuşlar tefsir ilminin zenginliği olarak da kabul edilmiş, müfessirler bu farklı okuyuşlar üzerinden yeni ve farklı açılımlar geliştirebilmişlerdir. Nitekim tefsirlerinde gramer tahlillerine epey yer veren Zemahşerî, Râzî, Kurtubî vs. gibi müfessirler bu farklı okuyuşlardan oldukça bol bir şekilde yararlanmışlardır. Bu farklı kıraatlerde sadece noktalamalar ve harekelemeler değil aynı zamanda âyet sayıları da farklıdır. Nitekim daha önceki sayfalarda buna dâir bir istatistik vermiştik. Hatta aradaki fark bundan da ötedir. Bazı kıraatlerdeki âyetlerde kelime ve cümle eksikliği veya tam tersi olarak fazlalığı vardır. Buna dâir birkaç örnek verelim:

Abdullah bize, Abdullah b. Said, Yahya b. İbrahim b. Süveyd en-Nehai ve Eban b. İmran en-Nehai vasıtasıyla şöyle dediğini rivâyet etti:

Eban: Abdurrahman b. el-Esved’e:

“Sen Fatiha, 1/7. âyeti عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ غَيْرِ الضَّالِّينَ صِرَاطَ مَنْ اَنْعَمْتَ… şeklinde okuyorsun dedim, dedi.

Abdullah bize, Muhammed b. Abdullah b. el-Hasen, Sehl, Ali b. Müsehher, el-Ameş ve İbrahim vasıtasıyla el-Esved ve Alkame’nin Ömer b. Hattâb’ın arkasında namaz kıldıklarını ve (Fatiha’yı) bu şekilde okuduğunu rivâyet etti.

(İbn Ebû Dâvûd; Kitâbü’l-Mesâhif, s.77)

Meselâ bu rivâyete göre elimizdeki mushaflarla Ömer b. Hattâb’ın okuyuşunu karşılaştırırsak şöyle olmaktadır:

Ömer b. Hattâb kıraati… عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ غَيْرِ الضَّالِّينَ صِرَاطَ مَنْ اَنْعَمْتَ

Âsım b. Behdele hafs kıraati… صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ

Bu iki kıraat arasındaki fark sadece noktalama ve harekeleme değil tam tersi kelime eksiltme ve çoğaltma şeklindedir. Ömer b. Hattâb kıraatinde (مَنْ) (men) şeklinde olan ism-i mevsûl Âsım’ın hafs kıraatinde (الَّذ۪ينَ) (elleżîne) şeklinde geçmektedir. Ömer b. Hattâb kıraatinde olan ikinci (وغَيْر) (veġayri) kelimesi Âsım’ın hafs kıraatinde (وَلَا) (velâ) şeklinde geçmektedir.

Nisâ 24. âyetinde elimizdeki Âsım’ın hafs kıraatinde (فَمَا اسْتَمْتَعْتُمْ بِه۪ مِنْهُنَّ) (femâ-stemta’tum bihi minhunne) şeklinde geçen cümle Übey b. Kâ’b kıraatinde (فَمَا اسْتَمْتَعْتُمْ بِه۪ مِنْهُنَّ اِلَي اَجَلٍ مُسَمَّي) (femâ-stemta’tum bihi minhunne ilâ ecâlin musamman) şeklinde geçmektedir (Kitâbü’l-Mesâhif s.79). Yani Übey b. Kâ’b kıraatinde fazladan اِلَي اَجَلٍ مُسَمَّي (ilâ ecâlin musamman) cümlesi vardır. Bu onun fazlalığı mıdır yoksa Âsım’ın eksikliği midir? Bu da ayrı bir bahsin konusudur.

Toplumsal cinsiyet ve aile ilişkileri analizi

Bakara 198. âyet

لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْۜ… (Leyse ‘aleykum cunâhun en tebteġû fadlen min rabbikum)Âsım hafs kıraati.

لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْۜ فِي مَوَاسِمِ الْحَجِّ… (Leyse ‘aleykum cunâhun en tebteġû fadlen min rabbikum fī mavâsimi âlḥajji)İbn Mes’ûd kıraati. (Kitâbü’l-Mesâhif s.80).

İbn Mes’ûd kıraatinde olan (فِي مَوَاسِمِ الْحَجِّ) (fī mavâsimi âlḥajji) cümlesi Âsım’ın hafs kıraatinde yoktur.

Görüldüğü gibi kıraatler arasında bırakın noktalama ve harekeleme farklılıklarını cümle eksiklikleri veya fazlalıkları bile vardır. Kur’an’ın kitaplaşma sürecini konu edinen İbn Ebû Dâvûd’un Kitâbü’l-Mesâhif adlı çalışmasında hem nokta ve hareke farklılıklarına hem de kelime ve cümle farklılıklarına dâir yüzlerce örnek bulmak mümkündür.

Bu rivâyetleri aktarmamızın sebebi onları temel alarak meseleye yaklaşmak değildir. Bizim rivâyetler üzerinden gelen bilgilerle buluştuğumuz tek yer Kur’an’ın aslının noktasız ve harekesiz olduğudur. Günümüzde Kur’an’ın noktasız ve harekesiz nüshalarından epey vardır ama kimse onlara meraklı olmadığı için sadece müzelerde turistlere sergilenmesi amacıyla kullanılmaktadır. Oryantalistlerin hazırladığı Corpus Coranium programında otuza yakın nüsha bulunmaktadır. Sadece Türkiye’de eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Tayyar Altıkulaç, bir zamanlar siyasete atılıp sol eğilimli bir partinin Cumhurbaşkanı adayı da olmuş Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun başkanlığını yaptığı IRCICA (İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi) şemsiyesi altında el yazmalarından yedi tanesini[2] kitaplaştırmıştır. Çok da uzun olmayan bir zaman önce Yemen’in başkenti Sana’daki Camiu’l-Kebir (Ulu Câmi)’nin tavan arasında çuvallara tıkılmış hâlde çürümeye terk edilmiş el yazmaları üzerinde çalışma yaparak onların çok küçük bir kısmını gün yüzüne çıkaranlar da yine Alman müsteşrikler olmuştur.

Harekesiz ve noktasız yazılmış el yazmaları ile Ebü’l-Esved ed-Düelî ile başlayıp Âsım b. Behdele ile sürdürülen ve yaklaşık 400 yıl devam eden Kur’an’ın noktalanması ve harekelenmesi süreçlerinden sonra ortaya çıkan nüshalar arasındaki farkların tespiti, bu farkların anlama olan etkileri çok daha kapsamlı ve çok daha büyük bir çalışmanın konusudur.

Bizim bu konuyu burada açmamızın sebebi Nisâ 34. âyet üzerinde müktesebat eliyle oluşmuş labirentten çıkmak için Kur’an’ın noktasız ve harekesiz hâlinin bize sunduğu imkânı görmezden gelmeden hareket etme isteğimizdir. Daha önceki sayfalarda Nisâ 34. âyetin Mısır Meşhed nüshasında aşağıdaki gibi yazıldığını aktarmıştık:

الرجال قومون علي النسا بما فضل الله بعصهم غلي بعض و بما انفقوا من امولهم فالصلحت قنتت حفظت للعيب بما حفظ الله ولتي تحافوت نسوزهن فعظوهن و اهجروهن في المضجع و اضربوهن فان اطعنكم فلا تبغوا عليهن سبيلا ان الله كان عليا كبيرا
Nisâ 4 / 34

(Kahire Meşhedi Nüshası)

Yine az önce bu yazımda فالصلحت قنتت حفظت şeklinde geçen üç kelimenin Âsım kıraatinde (فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ) (fe-ssâlihâtu kânitâtun hâfizâtun) şeklinde, İbn Mes’ûd kıraatinde ise (فَالصَّوَالح قَوَانِتٌ حَوَافظُ) (fe-ssevâlihu kavanitun havafizun) şeklinde geçtiğini de aktarmıştık. İşte biz de yukarıdaki el yazmasında bu (اضربوهن) şekilde geçen kelimenin Âsım kıraatinde olduğu gibi وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) şeklinde değil de وَاصْرِبُوهُنَّ (vasribuhunne) şeklinde okunması durumunda müktesebat eliyle oluşturulmuş labirentten çıkma imkânımızın olup olmadığının göz önüne alınması gerektiğine inanıyoruz.

Daha önce defalarca ifade ettik; âyetteki (فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنّ) (faizuhunne vehcurûhunne fî-lmedâci’i vadribûhun(ne)) bu üç emirden bir tanesinin فَعِظُوهُنَّ (faizuhunne) olmasından dolayı diğer emirlerin hiçbir şekilde “şiddet, tehdit, baskı, zorlama” içeriği taşımaması gerektiğini göstermektedir. Üç emri birbirine atfeden aradaki edatın tertip bildirmeyen وَ (ve) edatı olması ise hepsinin birlikte yapılmasını zorunlu hâle getirmektedir. Tüm bunları göz önüne aldıktan sonra Âsım b. Behdele’nin hangi gerekçeye dayanarak koyduğunu bilmediğimiz noktayı sorgulamak yerine âyete kelimeler sokuşturarak Câhiliye fıkıhları üretenlerin izinden gitmenin ve âyeti bambaşka bir hâle sokmanın tutarlı bir açıklaması asla yoktur. Âsım’ın koyduğu noktayı sorgulamak yerine âyetin gramerini bozmak, âyete âyetten olmayan kelimeler sokuşturmak ise tam bir çelişki olacaktır.

Hemen belirtelim ki Âsım’ın koyduğu o noktayı sorgulamak Kur’an’ı sorgulamak değil, hangi temel üzerine ve hangi gerekçelerle Kur’an’ı noktalayıp harekelediğini hiç bilmediğimiz Âsım b. Behdele’yi ve yaptığı işi sorgulamaktır.

Öte yandan Âsım b. Behdele’nin koyduğu o noktayı sorguladığımız için bizi tekfir etmeye hazır, hiçbir şekilde anlamak gibi bir derdi olmayan kötü niyetli insanların yukarıya sadece üç örneğini aldığımız -ki yüzlercesi vardır- Ömer b. Hattâb, Übey b. Kâ’b, İbn Mes’ûd kıraatlerini tekrar okumalarını ve dahası Kitâbü’l-Mesâhif’i okumalarını tavsiye ederiz.

Yine de bütün bunlara rağmen biz hiçbir şekilde yaptığımızın tek doğru olduğunu iddia etmiyoruz. Biz sadece Nisâ 34. âyet bağlamında müktesebâtın oluşturduğu labirentten çıkmak için uğraşıyoruz ve bunun için rivâyetlere veya karanlık akıllı ulemânın tefsirlerine ve hiçbir ilkesi olmayan yaklaşımlarına değil Kur’an’a sarılıyoruz.

El yazmalarında (اضربوهن) şeklinde geçen bu kelimeyi وَاصْرِبُوهُنَّ (vasribuhunne) şeklinde okuduğumuzda labirentten çıkma imkânımız olacak mıdır?

091_Nisa_34_10_Nokta

091_Nisa_34_10_Nokta

Kahire Meşhedi Nüshası

Topkapı Nüshası

Kök harfleri ص ر ب olan kelime; “çok istenen bir şeyi yapmayıp kendini tutmak, başka bir şeye dönüşsün diye bir şeyin durumunda hiçbir değişiklik yapmadan, ona hiçbir müdâhalede bulunmadan beklemek” anlamına gelmektedir. Meselâ; kaka yapması gereken çocuğun kaka yapmamasına ‘sarabe’s sabiyyu’ denmektedir. Yine “yavrusuna vermesi gereken sütü vermeyip memesinde bekleten hayvan için ‘sarabe’l lebene fi’d dar’i’, yeniden yeşeren toprak için ‘saribeti’l ard’, ekşimeye bırakmak için sütü azar azar tulumda biriktirmeye ‘istarabe’l lebene fi’, fakirlerin barındığı, durumlarını muhâfaza ettiği yere ‘sırbun’, kuruduktan sonra tekrar yeşeren bitkiye ‘sarabetün’ denmektedir.

Bu kelimenin bütün anlamları; yapılması gerekeni yapmadan, durumunda herhangi bir eksiklik veya fazlalık meydana getirmeden o şeyin değişmesini beklemek anlamında buluşmaktadır. İçilmesi gereken sütü içmeyip, kendi hâlinde ekşimeye bırakmak o süte dokunmayıp kendi kendine değişmesini beklemektir.

Kelimenin bu anlamlarını göz önüne aldığımızda وَاصْرِبُوهُنَّ (vasribuhunne) ifadesi “Baskı uygulamadan, zorlamadan, hak ve hukuklarında herhangi bir eksikliğe gitmeden onları rehabilite edin/doğal hâline döndürün.” şeklinde bir anlama ulaşmaktayız. İşte bu anlam ne âyetin gramer yapısına müdâhale etmeye ne de âyete âyetten olmayan kelimeler eklemeye ihtiyaç bırakan, hem de siyak ve sibakıyla son derece uyumlu bir anlamdır.

Peki bu anlamı Âsım kıraatindeki وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) okuyuşuna göre vermemizin imkânı var mıdır? Ya da daha önce örneğini verdiğimiz şu meâl yazarları gibi anlamlar veremez miyiz?

Onları geçici olarak evden uzaklaştırınız. (B. Bayraklı)

Tefsir geleneğinde değişim ve güncelleme

Ve nihâyet onları çıkarın. (Edip Yüksel)

Sonra bir süre ayrılın. (Erhan Aktaş)

Ve kendilerini rahat bırakın. (SV meâli)

Ve nihâyet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin. (Y. N. Öztürk)

Kesinlikle veremeyiz. Çünkü Edip Yüksel ve Bayraktar Bayraklı’nın verdiği meâller zaten kadının, kendisine herhangi bir hak vermeden sokağa atılması gerektiğini söyleyen ulemânın görüşleridir. Üstelik âyette “onları geçici olarak evden…” şeklinde de “ve nihâyet…” şeklinde de anlam verebileceğimiz kelimeler yoktur. Erhan Aktaş’ın verdiği mânâyı verebilmek için de fiil ile mef’ûl arasında bir ‘an’ harf-i cer’i olması gerekmektedir ve âyette o ‘an’ harf-i cer’i yoktur. SV meâlinin verdiği anlam ise zaten mümkün değildir. Çünkü bu kadınlar nüşûz yapmış kadınlardır. Bu rahatsız durumu oluşturan zaten onlardır. “Onları rahat bırakın” demek “bırakın nüşûzlarına devam etsinler” anlamına gelecektir. Gerçi SV meâlinin yazarlarının وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) kelimesine “ve kendilerini rahat bırakın” anlamı vermelerinin sebebi daha önce geçen وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوز (vellâtî teḣâfûne nuşûz) cümlesine “sizi boşamaya kalkmasından korktuğunuz kadınlarınıza” şeklinde mânâ vermiş olmalarıdır ki böyle bir mânâyı ciddiye alıp eleştirmek bile gereksizdir. Y. Nuri Öztürk’ün verdiği alternatifli meâl de üzerinde durulmaya değecek bir meâl değildir.

Daha önce de belirtmiştik. ‘Darabe’ fiili mef’ûlüne, önündeki harf-i cer’e ve cümledeki diğer kelimelere göre anlam kazanabilen bir kelimedir. Ama el yazmalarında (اضربوهن) şeklinde geçen bu kelimenin Âsım kıraatinde olduğu gibi وَاضْرِبُوهُنَّ (vadribuhunne) şeklinde okunması durumunda “onları dövün” şeklinde bir anlam verilmesi şarttır. Çünkü hem harf-i cer yoktur hem de mef’ûlünü direkt almıştır.

Buraya kadar yaptığımız tüm bu açıklamalardan sonra el yazmalarında (اضربوهن) şeklinde geçen bu kelimeyi وَاصْرِبُوهُنَّ (vasribuhunne) olarak okumanın yine Kur’an’ın imkânlarından faydalanmak olduğunu söylemekteyiz. Buna göre âyetin bu cümlesinin anlamı şu şekilde olmaktadır.

وَ اِنْ تَمْسِكُو اللَّتِي (تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ) فِي الْبُيُوتِ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ …

“Eğer nüşûzundan emin olduğunuz kadınları evlerde tuttuysanız onları doğru olana yönelten sözler söyleyin, yatma yerlerinde onları yalnız bırakın, haklarını eksiltmeden rehabilite edin.

Âyetin kendi metninde ve meâlde kırmızı renkle gösterdiğimiz kelimeler Nisâ 34. âyetinde yoktur. Fakat hem müptedâ-haber çatısında olan cümlenin haberinin emir fiil olması hem de o fiilin başında bir ‘fa’ edatı olması cümlede hazfedilmiş bir şart fiili ve şart edatı olduğunun delîlidir. Adına “fasiha fa’sı” denilen bu edatın özelliği; geldiği cümlede gramer kuralı gereği “şart edatı ve şart fiilinin hazfedilmiş” olmasıdır. Yani bu tür cümle yapılarında edatı ve fiili gizlemek bir tercih değil gramer kuralı gereğidir. Hazfedilen şart edatı ve fiilini, görevleri sonra ile önce arasında bağ kurmak olan âyetin başındaki ism-i mevsûlün takibini yaparak Nisâ 15. âyetten tespit etmiştik. Bununla ilgili önceki bölümlerde çok daha geniş açıklamalar yapmıştık.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar üzerine Nisâ 34. âyetin tamamına verilmesi gereken daha isâbetli mânâ şöyle olmalıdır:

الرجال قومون علي النسا بما فضل الله بعصهم غلي بعض و بما انفقوا من امولهم فالصلحت قنتت حفظت للعيب بما حفظ الله ولتي تحافوت نسوزهن فعظوهن و اهجروهن في المضجع و اضربوهن فان اطعنكم فلا تبغوا عليهن سبيلا ان الله كان عليا كبيرا
Nisâ 4 / 34

(Kahire Meşhedi Nüshası)

091_Nisa_34_10_Nokta

(Âsım b. Behdele Kıraati)

Allah’ın onların (kadın ve erkeğin) bazısını bazısına göre çoğalabilir hâle getirmesinden dolayı erkekler de kadınlara göre ortaya çıkarlar ve devamlılıklarını sağlarlar, (her ikisinin de ortaklaşa sahip oldukları) kendi mallarından talep sahibi olmaları buna (kadının çoğalabilir olmasına) göredir. (Çoğalma konusunda) Dürüst olan kadınlar Allah’ın belirlediği ilkelere göre o gayb’ı oldukları gibi koruyarak üzerlerine düşeni yapanlardır. Eğer nüşûzundan emin olduğunuz kadınları evlerde tuttuysanız onları doğru olana yönelten sözler söyleyin, yatma yerlerinde onları yalnız bırakın, haklarını eksiltmeden rehabilite edin. Eğer gönüllü olarak size uyarlarsa artık onların aleyhlerine olacak bir yöntem aramayın. Hiç şüphesiz ki Allah, Aliyyen Kebiran’dır.

Her durumda sığınağımız; günahlarımızdan ve hatalarımızdan dolayı bağışlanma dileyeceğimiz tek merci Yüce Allah’tır. Onun tertemiz dininin ve insana huzur veren dosdoğru yolunun kıyâmete kadar yeterli ve tek kaynağı Kur’an’dır.

(04.02.2021-Kartal-İstanbul)

  1. Meâl yazarları âyetteki en son cümle (اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلِيًّا كَب۪يرًا) (inna(A)llâhe kâne ‘aliyyen kebîrâ(n))’ı galiba sehven unutmuşlardır.

  2. Allah’a hamdolsun ki biz de bu nüshalardan yedi tanesinin kitaplaşmış hâlini edinmiş bulunmaktayız ve çalışmalarımızda bunlardan çok sık olarak yararlanmaktayız.

Kavramlar: