Başlıklar
NİSÂ 34. ÂYETİ ÜZERİNE MÜLÂHAZALAR (2-Üstünlük)
ÜSTÜNLÜK YARIŞI
Aslına bakılırsa 34. âyetin bu kısmı (Erricâlu kavvâmûne ala annisâ-i bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din vebimâ enfekû min emvâlihim) parçalanması mümkün olmayan bir cümledir. Fakat istisnâları olmakla birlikte bu cümle meâllerde ve tefsirlerde genelde iki cümleye bölünerek çevrilmiştir. Âyetin, bir önceki bölümde incelediğimiz اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) kısmı ayrı bir cümle, buradan sonrası da başka bir cümle sayılmıştır. Fakat gramer açısından bu haber cümlesi fiil cümlesine dönüşmekte ve âyetin devamı da bu fiil cümlesinin öğeleri olmaktadır. İlerleyen sayfalarda bu daha iyi anlaşılacaktır.
Çalışmanın en başında merkeze meâllerin hepsini değil sadece Mustafa Öztürk meâlini alacağımızı belirtmiştik. Bu yüzden onun meâlini anlamaya devam ediyoruz. M. Öztürk âyetin devam cümlesine şu meâli vermiştir:
بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ
Çünkü Allah erkeklere kadınlardan daha fazla hak ve yetki vermiş bulunmakta, ayrıca erkekler evlenirken eşlerine mehir vermekte, evlendikten sonra da hane halkının geçim masraflarını üstlenmekteler.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu verilen meâl ile âyetin metni arasında bir bağ kurmak neredeyse imkânsızdır. Çünkü bu meâlde geçen ‘Allah’ kelimesinden başka hiçbir kelimenin âyette bir karşılığı bulunmamaktadır. Mustafa Öztürk âyetteki kelimeleri anlamak yerine onları iptal edip âyetle alâkası olmayan bambaşka bir metin yazmıştır. Böylelikle rivâyetleri baz alarak Kur’an kelimelerine anlam vermeyi bir üst kademeye taşıyarak rivâyetlerin kendisini âyet yapmıştır. Meâl olarak âyetin altına yazdıklarının eleştirilmeye değer bir tarafı yoktur. Bu yüzden onunla fazla vakit kaybetmeden âyetteki kelimeleri anlamaya çalışacağız.
- بِ (Bİ) Harf-i Cer’i
Cer harfleri, önlerinde yer alan isimle beraber tam bir anlama sâhip değildirler. Az önce de belirttiğimiz gibi harf-i cer’le gelen bir ismin anlamının tam olabilmesi için mutlaka bir fiile veya fiile benzeyen (şibhi fiil = ism-i fâil, mübâlağa ile ism-i fâil, ism-i mef’ûl, ism-i tafdîl vs. gibi) bir kelimeye bağlanmaları gerekmektedir. Bu duruma ‘taalluk’ denir. Bu harf-i cer, âyette önünde bir ism-i mevsulle birlikte بِمَا (bima) şeklinde geçmektedir. Önceki bölümde âyetin ilk cümlesini incelerken âyetin şu kısmının tek bir cümle olduğunu ve hepsinin birlikte anlaşılması gerektiğini belirtmiştik: اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ (Erricâlu kavvâmûne ala annisâ-i bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din vebimâ enfekû min emvâlihim) Bunun en büyük nedeni işte bu بِمَا (bima) kelimesidir. Çünkü bu kelimenin ‘taalluku’ yani kendisine bağlanacağı şibhi fiil, kendisinden önce geçen قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesidir. İşte bu yüzden cümlenin parçalanıp iki cümle hâline getirilmesi asla doğru değildir. Yani harf-i cer’le gelen بِمَا (bima) kelimesi kendisinden öncesine bağlanmak zorundadır.
Bi (بِ) harf-i cer’i genellikle “-le, ile” anlamına gelmekle beraber, çeşitli anlamlar ifade ettiği de olur:
- مَعَ (maa) anlamında: دَخَلْتُ الدَّارَ بِخَالِدٍ (Eve Halit’le beraber girdim.)
- Karşılığında anlamında: خُذِ الدَّارَ بِالْفَرَسِ (Atın karşılığında evi al.)
- Sebep, -den dolayı, yüzünden, için: مَاتَ الَّجُلُ بِالْجُعِ (Açlıktan dolayı (açlık yüzünden) adam öldü.)
- Yemin (kasem) anlamında: اُقْسِمُ بِالله (Allah’a yemin ederim.)
- -i, -e eki verir: مَرَرْتُ بِدَارِكَ (Evine uğradım.)
(Hasan Akdağ / Arap Dilinde Edatlar s.131)
Buna göre birçok kullanım şekli olan ‘bi’ (بِ) harf-i cer’i âyette, yukarıda açıkladığımız (c) şıkkında olduğu gibi yani “sebep, -den dolayı, yüzünden, için” anlamında geçmektedir. Zaten M. Öztürk ve birçok müfessir ve meâl yazarı da bu harf-i cer’i meâllerine “çünkü, sebebiyle, -den dolayı” şeklinde çevirerek bizim de tercih ettiğimiz şıkkı almışlardır.
- ما (Ma) Edatı
İlk cümlede iki defa بِمَا (bima) şeklinde gelen ما (ma) edatı, yerine göre isim, yerine göre harf, yerine göre de zâid olabilmektedir. Âyetin i’râbını yapanlar ما (ma) edatını ‘ism-i mevsul’ olarak almışlardır. Türkçedeki karşılığı ‘ilgi zamiri’ olan ism-i mevsuller, anlamlarını kendilerinden sonra gelen ve adına ‘sıla cümlesi’ denen cümleden alırlar ama görevleri bir cümlenin öncesini sonrasına bağlamaktır. Zaten kendisinden sonra gelen ‘sıla cümleleri’ asıl cümle içerisinde “i’râbtan mahalli olmayan” yani asıl cümlenin bir öğesi olmayan cümlelerdir. Sıla cümlesinin Türkçe karşılığı, bir nevi parantez içi cümle gibidir. İki defa gelen bu edatın müfessirlerin söylediği gibi ism-i mevsul olması durumunda anlamaya çalıştığımız ilk cümlenin gramer yapısı şu şekilde olmalıdır:
(اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ) وَبِمَٓا (فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ)اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا
Parantez içinde farklı bir renkle yazdığımız cümleler asıl cümlenin öğeleri değil, ما (ma) ism-i mevsullerini açıklayan sıla cümleleridir. Bu duruma göre asıl cümle sadece parantez dışında kalan kelimelerdir ve her iki ism-i mevsul de önlerindeki sıla cümlesi ile birlikte ‘müfred’ hükmünde birer cümledir. Parantez içine şimdilik meâl verilmemesi durumunda cümle şu şekilde olacaktır:
(…) وَبِمَٓا (…) اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا … Erkekler, o şeyden dolayı (…) ve o şeyden dolayı (…) kadınlara kavvamdırlar.
İşte parantez içindeki sıla cümleleri “O şey nedir?” sorusunun cevabı olan sıfat hükmünde yani ism-i mevsulü tanıtıcı cümlelerdir. İsm-i mevsullerin her ikisi de mef’ûldür ve sıla cümleleri de ism-i mevsullerin sıfatı olarak müfred yani tek kelime hükmündedir. Fakat bütün bunlar âyette geçen ما (ma) edatının ‘ism-i mevsul’ olması durumunda geçerlidir. Bu edat, ism-i mevsul olmanın dışında birçok şekilde kullanılır:
ما (Ma) Edatının Kullanılış Şekilleri:
- İsm-i mevsul olur (akılsız varlıklar için)
- İki fiil cezmeden şart edatlarından olur.
- Nefi (olumsuzluk) edatı olur.
- Soru edatı olur.
- Mastariye edatı olur.
- Mastariye zamaniye edatı olur.
- Taaccüp (hayret) anlamı ifade eder.
- Nekre-i nâkısa olur.
- Övgü ve yergi fiillerinden sonra tam marife özel, tam marife genel ifade eder.
- Bazı kelimelerin sonuna gelerek onların hareke etkisine engel olur (Ma’yı kaffe).
- Kelimelerin sonunda gelen ama kelimenin görev yapmasına engel olmayan ma olur.
- Nekre isimleri daha belirsiz yapmak için kullanılır.
(Hasan Akdağ / Edatlar s. 389).
Hemen belirtelim ki bu kullanımların hepsinin kendisine ait kalıpları ve özel şartları vardır. Fazla teknik bilgiye girmemek için detaylara girmedik.
Bu edatın ism-i mevsul olarak kabul edilmesi durumunda önündeki cümleyle birlikte şu şekilde mânânın verilmesi gerekmektedir:
(اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ) وَبِمَٓا (فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ) بِمَا … Allah’ın, onların bazısını bazısına üstün yaptığı şey/ler sebebiyle ve mallarından infak ettikleri şey/ler sebebiyle.
Buna göre eğer önceki bölümde incelediğimiz cümlenin ilk âyetine Mustafa Öztürk gibi “Erkekler, kadınların âmiri/reisi konumundadır.” gibi bir mânânın verilmesi ve ما (ma) edatının da ‘ism-i mevsul’ olarak alınması durumunda erkeklerin kadınlara âmirliğinin iki tane sebebi olmuş olacaktır:
- Allah’ın erkekleri kadınlardan üstün yaptığı “şey/ler” sebebiyle.
- Erkeklerin mallarından infak ettikleri “şey/ler” sebebiyle.
Görüldüğü gibi cümlede iki defa geçen ما (ma) edatının ‘ism-i mevsul’ olarak alınması durumunda ortaya ne olduğu bilinmeyen “şey/ler” çıkmaktadır. Müfessirlerimiz âyetteki cümleden ne olduğu anlaşılmayan bu “şey/lerin” erkeklerin kadınlara nazaran daha akıllı ve daha güçlü olmaları olduğunu söylemiştir. Ortaya çıkan bu tür meâllere göre fiziki güç ve akıllı olma üstünlüğü Allah’tan, mallarından infak etme üstünlüğü ise erkeklerin kendinden gelmektedir. Bir sonraki فَضَّلَ (faddale) kelimesini incelerken bu konu üzerinde daha uzun durulacaktır.
Birçok meâl yazarı ve müfessir âyette geçen ما (ma) edatlarının her ikisini de “mastariye ma’sı” olarak almıştır. Getirebileceğimiz örnek pek fazladır ama biz bir tanesini almakla yetineceğiz:
Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur… (Diyanet Vakfı Meâli)
Bu meâlin yazarları cümlede tef’il bab’ında bir fiil olarak geçen فَضَّلَ (faddale) kelimesine “üstün kılması” şeklinde mastar mânâsı vermişlerdir. Yine fiil olarak geçen اَنْفَقُوا (enfaku) kelimesine de yine mastar olarak “harcama yaptıkları” şeklinde mastar mânâsı vermişlerdir.
Mustafa Öztürk meâline gelince;
Kocalar, karılarının âmiri/reisi konumundadır. Çünkü Allah erkeklere kadınlardan daha fazla hak ve yetki vermiş bulunmakta, ayrıca erkekler evlenirken eşlerine mehir vermekte, evlendikten sonra da hane halkının geçim masraflarını üstlenmekteler… (Mustafa Öztürk meâli).
Bu meâlin içinde; bırakın âyette geçen ما (ma) edatına herhangi bir mânâ vermeyi, bu edatın izini bulmak bile imkânsızdır.
Bizim tercihimiz de âyette iki defa geçen ما (ma) edatının birincisinin mastariye ma’sı olduğu yönündedir. Bunun gerekçeleri bir sonraki kelime incelenirken daha iyi anlaşılacaktır. İkinci ما (ma) edatına hangi kullanım biçiminin tercih edileceği sırası geldiğinde ortaya konacaktır.
- فَضَّلَ (Faddale) Kelimesi
Tefsir ve meâl yazarlarının çok büyük bir çoğunluğu âyetteki بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) cümlesine “Allah’ın insanlardan bazısını bazısına üstün kılmasından dolayı” şeklinde mânâ vermişlerdir. Birkaç meâl yazarı (ör. M. İslamoğlu, E. Yüksel) ise bu cümleye diğerlerinden farklı olarak “farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmıştır” şeklinde tuhaf bir mânâ vermiştir. Mustafa Öztürk ise cümleye “Çünkü Allah erkeklere kadınlardan daha fazla hak ve yetki vermiş bulunmakta” şeklinde mânâ vermiştir. Bu bilgilere göre âyette geçen فَضَّلَ (faddale) kelimesine meâllerin büyük çoğunluğunda “üstün kılmak”, M. İslamoğlu ve E. Yüksel meâllerinde “farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmak”, M. Öztürk meâlinde ise “fazla hak ve yetki vermek” mânâsı tercih edilmiş görünüyor. Fakat hangi mânâ tercih edilirse edilsin sonuçta şu sorular ortaya çıkmaktadır:
- Hangi konularda erkekler kadınlardan daha üstün kılınmıştır?
- Hangi konularda erkeklere, kadınlarda olmayan “farklı alanlarda üstün yetenekler” verilmiştir?
- Hangi konularda erkeklere, kadınlar üzerinde kullanmak üzere daha fazla hak ve yetki verilmiştir?
Bu sorular gâyet mâkul ve yerinde sorulardır. Çünkü baştan sona ilkeler üzerine binâ edilmiş Kur’an’da târifi yapılmamış bir üstünlük, tanımı yapılmamış ve alanları belirlenmemiş farklı yetenekler, çerçevesi çizilmemiş daha fazla hak ve yetki varsa dâima sûistîmale kapı aralayacak ve o sûistîmal kapısı hiç kapanmayacaktır. Kaldı ki Kur’an’da ilkeleri belirlenmemiş, çerçevesi çizilmemiş, başladığı ve bittiği yer belirtilmemiş “üstünlüklerin, kabiliyetlerin, hakların ve yetkilerin” var olduğu iddiası Kur’an’ın ısrarla tavsiye ve emir buyurduğu ilkeli yaşama prensibine de aykırıdır. Kur’an gibi îcazı yüksek olan bir metnin içinde “Allah, insanlardan bazısını bazısına üstün kıldı.” denmesi ama bu üstünlüğün hangi konularda olduğunu hiç belirtmemiş olması Kur’an’ın îcazına da ters bir durumdur. Çünkü îcaz demek sözü eksik bırakmadan ve gereğinden fazla sözü çoğaltmadan merâmını anlaşılır bir şekilde anlatmak demektir.
Aslına bakılırsa bizim yukarıda sorduğumuz sorular müfessirlerin de gündemine gelmiş ve onlar bu soruları şu şekilde cevaplamıştır:
Şöyle de denilmektedir: Erkeklerin aklî olgunluk ve idarecilik bakımından bir üstünlükleri vardır. İşte bundan dolayı kadınlar üzerinde yöneticilik hakkı erkeklere verilmiştir. Yine denildiğine göre erkeklerin, kadınlarda bulunmayan bir şekilde ruhî bakımdan ve karakter itibariyle bir üstünlükleri vardır.
Klasik müfessirlerin erkek üstünlüğü yorumları
Çünkü erkeklerin karakterinde hararet ve kuruluk baskın olduğundan dolayı, erkekte bir kuvvet ve bir çetinlik bulunur. Kadınların karakterinde ise baskın olan nemlilik ve soğukluktur. O bakımdan, yumuşaklık ve zayıflık anlamındaki hususlar karakterinde yer eder. Bu bakımdan, erkeklere, kadınlar üzerinde yöneticilik, işlerini görüp gözetme hakkı verilmiştir.
(Kurtubî – el-Câmi’ li Ahkâmi’l Kur’an – c.5.s.171)
Bu müfessir, erkeklerin kadınlara olan üstünlüğünün “aklî olgunluk, kuvvet ve çetinlik” yönünden olduğunu söylemiştir. İşte bu üstünlükler sebebiyle erkeklerin kadınlara yönetici/âmir/reis kılındıklarını söyleyen müfessirimiz, bu âmirliğin/reisliğin hangi çerçevede olması gerektiğini ise şu şekilde açıklamıştır:
Erkeklerin hanımlarını Te’dip Hakkı ve Sınırı
Bu âyeti kerime, erkeklerin hanımlarını te’dip (edep vermek) edebileceklerine delildir. Kadın kocasının haklarını koruduğu takdirde, erkeğin hanımı ile kötü geçinmemesi gerekir.
“Kavvam” ifadesi, fa’al vezninde mübâlağa ifade eden bir kelime olup, bir şey üzerinde durmak, onu gözetmek, bütün gayreti ile onu korumak, ona nezaret etmek anlamındadır. Erkeklerin kadınlar üzerinde “kaim” olmaları, işte bu çerçeve içerisindedir. Erkeğin, kadının işlerini çekip çevirmesi, onu te’dip etmesi (edeplendirmesi), evinde tutması, onu (gereksiz yere) dışarı çıkmaktan alıkoyması ile olur. Kadının da kocasına itaat etmesi ve masiyet olmadığı sürece emrini kabul etmesi görevidir. Buna gerekçe olacak fazilet, nafakayı karşılama yükümlülüğü, akıl, cihad, miras,emr-i bil ma’ruf ve nehy-i ani’l münker hususlarında daha güçlü oluşu olarak gösterilmiştir.
(Kurtubî – el-Câmi’ li Ahkâmi’l Kur’an – c.5.s.171)
Erkeklerin üstünlüklerini ve bu üstünlükten kaynaklanan reisliklerini bu şekilde açıklayan müfessirin, bu çerçeveyi neye göre belirlediği kendisinden başka kimseye mâlûm değildir. Bu müfessirimizin, “kadın” denilince kafasında ne canlandığını, daha doğrusu “kadın” denen varlığa nasıl bir değer verdiğini ise Âl-i İmrân sûresi 14. âyet bağlamında söylediği şu sözlerden anlıyoruz:
Yüce Allah; “Kadınlara” buyruğunda, insanların nefisleri onlara çokça arzu duyduğundan önce kadınları söz konusu ederek başladı. Çünkü kadınlar “şeytanın attığı kementler” ve erkeklerin fitneye düşmelerine sebeptir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Benden sonra erkekler için kadınlardan daha çetin bir fitne terk etmiş değilim.” Hadisi Buhari ve Müslim rivâyet etmiştir. (Buhari, Nikah 18; Müslim, Zikir 97, 98; Tirmizi, Edep 31, İbn Mace, fiten 19).
Kadın fitnesi her şeyden daha çetin ve zorlu bir fitnedir. Denilir ki: Kadınlarda iki fitne vardır Çocuklarda ise tek fitne vardır. Kadınlardaki fitneden birisi, akrabalık bağlarını kesmeye götürür. Çünkü kadın kocasına annelerle, kız kardeşlerle bağı kesmeyi emreder. İkinci fitne ise helal-harama bakmaksızın mal toplama fitnesidir. Oğullara gelince onlardaki fitne bir tanedir. O da onlar için mal toplama tutkusudur.
Abdullah b. Mesud’un rivâyetine göre[1] Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kadınlarınızı yüksek odalarda iskân etmeyiniz, onlara yazı yazmayı öğretmeyiniz.” Bu şekilde Rasulullah (sav) erkekleri bundan sakındırmış olmaktadır. Çünkü onların yüksek yerlerde iskân ettirilmeleri dolayısıyla erkekleri görmeleri söz konusudur. Bu ise onları himaye etmek ve onları setretmek değildir. Çünkü kimi zaman erkekleri görüp de bundan dolayı bela ve fitne söz konusu olabilir. Diğer taraftan “kadınlar erkekten yaratılmışlardır.” O bakımdan kadının bütün derdi, erkektir. Erkek ise şehvet ile birlikte yaratılmıştır. Kadın da erkeğin sükûn bulduğu bir varlık kılınmıştır. Bu sebeple onlardan birine öteki hakkında güven duyulmaz.
Onlara yazı yazmayı öğretmekte de böyle bir fitne, daha da ileri derecede söz konusudur. Eş-Şihab’ın kitabında Peygamber (sav)’ın: “Kadınlara gereğinden fazla elbise almayınız ki evlerinden dışarı çıkmasınlar” buyurmaktadır (bu hadisin asılsız olduğu belirtilmiştir.) (Ebul Ferac-İbnu’l Cevzi, el mevzuat)
(Kurtubî – el-Câmi’ li Ahkâmi’l Kur’an – c.4.s.124)
Kendisi de bir anneden doğmuş olmasına rağmen kadınların sadece erkekteki şehveti gidermekten başka bir amaç için yaratılmamış olduğunu söyleyen bu müfessirimiz için erkekteki üstünlük, kadından daha akıllı ve daha kuvvetli olmasıdır. Her ne kadar bu müfessirimiz erkeğin kadına olan üstünlüğünde aklı saymış olsa da ne geçmişte ne de günümüzde erkekler kadınlara akılları ile değil sadece kaba kuvvetleriyle üstünlük sağlamışlardır. Kaba kuvvetin üstünlük ölçüsü olarak kabul edildiği bir dünya görüşünde adalet terazisinin doğru işlemesi mümkün değildir. “Kadın” denilince tasavvurunda bunlar canlanan böylesi müfessirlerin Kur’an’daki kelimelere bu anlayış üzerinden mânâlar vermesi çok da şaşılacak bir durum değildir. Sanılmasın ki bu müfessir ‘tefsir’ adı altında ileri sürdüğü bu söyleminde yalnızdır. Ne yazık ki müktesebâtımız bu müfessir gibi düşünenler eliyle oluşturulmuştur. Elimizdeki meâllerin büyük çoğunluğunun arkasında da böylesi tefsirler vardır. Kendisine en çok müracaat edilen Râzî de erkeklerin kadınlara olan üstünlüğünü şu şekilde açıklamıştır:
Erkeği kadından İleri Kılan Sebepler
Birinci Sebep: Cenab-ı Hakk’ın, بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ “Çünkü Allah onlardan bazısını (erkekleri), bazısından (kadınlardan) üstün kılmıştır” buyruğu ile belirttiği husustur. Bil ki erkekler pek çok yönden kadınlardan üstündür. Bunların bir kısmı hakiki sıfatlar, bir kısmı ise şer’i hükümlerdir. Hakiki sıfatlara gelince, bil ki hakiki üstünlüğün neticesi şu iki şeye dayanır:
- Bilgi (ilim)
- Kudret (güç kuvvet)
Erkeklerin bilgilerinin ve akıllarının daha çok olduğu husûsunda şüphe yoktur. Yine erkeklerin güç ve meşakkatli işlere karşı kuvvetlerinin daha fazla olduğu husûsunda şüphe yoktur. İşte bu iki sebepten ötürü akıl, sebat, kuvvet, genel mânâda yazı yazma, binicilik ve atıcılık, peygamberler ile âlimlerin erkeklerden oluşu, gerek büyük gerek imametin (namaz imamlığı ve devlet başkanlığının) erkeklere verilmiş olması; cihad, ezan, hutbe, itikaf, had ile kısas hususlarındaki şehadet -ki bu sayılanlar âlimlerce ittifakla kabul edilmiştir-, Şafii(r.h)’ye göre evlilik, mirastaki hissenin fazlalığı, mirasta asabe oluş, gerek kasten gerekse hataen adam öldürmede diyeti yüklenme, kasame, nikahta velâyet, talak, ricat (talaktan dönüş), birden çok kadınla evlenebilme ve doğan çocukların erkeklere nispet edilmesi hususlarında, erkeklerin kadınlardan üstünlüğü söz konusudur. Bütün bunlar erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna delalet eder.
(F. Er-Râzî / Tefsir-i Kebir c.8.s18)
Hemen belirtelim ki Râzî’nin erkeklerin üstünlüğünü “akıl ve kaba güç” olarak temellendirmesinden sonra saydığı meselelerin hiçbirinde ölçü belirleyen şey Kur’an değil, rivâyetleri merkeze alan ve Kur’an’ı o rivâyetlere göre şekillendiren “fıkıh” anlayışları olmuştur. Onun söylediği meselelerin hepsini tek tek bu bağlamda ele almamızın imkânı yoktur.
Bu müfessirlerimize göre annesinden erkek olarak doğan her insan, kadınlardan hatta kendisini doğuran annesinden bile üstün olarak doğmaktadır. Daha açık bir ifade ile (hâşâ) Yüce Allah erkekleri kadınlara nazaran daha akıllı ve daha kuvvetli yani onlardan üstün yaratmaktadır. Bir kimsenin akıl yönünden diğerinden üstün olduğunu ölçmenin imkânı yoktur. Tüm erkeklerin aynı akıl seviyesine sâhip olduğunu da kadınlardan daha akıllı olduğunu da söylemek imkânsızdır. Akıl somut bir şey değildir ki teraziye koyup tartılabilsin veya metreyle ölçülebilsin. Akıl; olaylar/bilgiler arasında bağ kurduran, sebepleri sonuçlara bağlatan, doğruyu yanlıştan ayırtıp eşyânın hakîkatlerine ulaştıran; insanın doğru yoldan dönmesine/sapmasına engel olan bir yetidir. Bu sebeple bir kişinin diğerlerinden daha akıllı olup olmadığı cinsiyet üzerinden anlaşılacak bir konu değil, ancak ve ancak bu yetilerin açığa çıkabildiği uygun ortamlar oluştuğunda anlaşılabilecek bir konudur. Üstelik akıl yönünden diğerlerine göre üstünlüğü olan bir erkek sadece kadınlara değil erkeklere de bir üstünlük sağlamış olacaktır. Meselâ, Râzî, aklının bir ürünü olan bu tefsirini ortaya koyarken sadece kadınlara mı üstünlük sağlamış olmaktadır? Ya da insanlığın en akıllılarından biri sayılan ‘Einstein’ sadece kadınlara karşı mı akıl yönünden daha üstündür? Üstelik Râzî veya Einstein’ın insan türünün en akıllıları olduğunu söylemek için dünyadaki bütün akılların yukarıda saydığımız özellikler doğrultusunda ölçülmüş olması gerekmektedir. Bu ikisinden çok daha akıllı ve zeki olan nice insan imkân ve ortam bulamadığı, tefsir yazamadığı veya genel görelilik (izafiyet) teorisi ortaya koyamadığı için daha mı az akla sâhiptir?
Akıl yönünden üstünlüğü cinsiyet üzerinden yapılacak bir tasnifle tespit etmenin ve kadınlar ne yaparlarsa yapsınlar daha üstün bir akla sâhip olamayacakları için onların ‘hak’ eksikliğine muhâtap olduklarını söylemenin, bunun üzerinden fıkıh geliştirmenin, böylesi bir anlayış üzerinden de bir dünya görüşüne sâhip olmanın akılla bir alâkası olmayacağı gibi Yüce Allah’ın dîniyle de bir alâkası yoktur. Yüce Allah’ın dîninde aklın çokluğu veya üstünlüğü değil onun doğru kullanılması ölçüdür. Yoksa Musa’yla mücadele eden Firavun o toplumun en geri zekâlısı değildir. Yüce Allah’ın kitabını kendi elleriyle tahrif eden Yahudi ulemâsı bunları hiç akıl sâhibi olmadıkları için değil herkesten daha akıllı oldukları için yapmıştır. Tüm insanlığa savaş açmış şeytan akıldan yoksun değil tam tersi oldukça çok aklı olan biridir. Bunların sorunu akıllarının azlığı veya çokluğu ile bağlantılı değil o akıllarını hakîkate ulaşma adına doğru yolda kullanmamaları ve hatta o doğru yoldan sapma adına kullanmalarıdır:
Andolsun ki yarattığımız insanların ve cinlerin çoğu, (yaratılış gayelerine uygun davranmadıkları için) cehennemlik olmayı hak etmiştir. Çünkü böylelerinin akılları vardır hakikati idrak etmez, gözleri vardır hakikati görmez, kulakları vardır ama hakikat çağrısını işitmez. İşte bunlar (yollarını şaşırmışlık bakımından) davar sürüsü gibidirler ve hatta davar sürüsünden daha da beter haldedir. İşte bunlar tam bir aymazlık içinde olan kimselerdir. (Mustafa Öztürk meâli)
Bu meâle göre bile davar sürüsü gibi olmanın ölçüsünün iddia edildiği gibi doğuştan akıl eksikliği ile yaratılan kadın olmak değil aklı ilkelere göre çalıştırmamak olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Buna benzer onlarca hatta yüzlerce âyet olmasına rağmen yaratılıştan kadınları “akıl yoksunu” olarak nitelemenin ve doğuştan üstün yaratılan(!) erkekler tarafından güdülmesi gereken davar sürüsünün bireyleri konumuna düşürmenin Allah’ın dîniyle zerre kadar alâkası yoktur ve olması da mümkün değildir. Kur’an’ın hiçbir yerinde kadının erkekten daha az akla sâhip olarak yaratıldığına dâir bir söylem yoktur. Tam tersi hiçbir ayrım yapılmadan, kadın olsun erkek olsun insan türünün en güzel takvim üzerine yaratıldığına dâir âyetler vardır:
Biz insanı en güzel şekilde yarattık. (Mustafa Öztürk meâli)
İnsanı en güzel şekilde yarattık diyen bu âyet “insan” derken sadece erkeği mi kastetmektedir? İnsan türünün tamamını kapsayan “ahsen-i takvim” ifadesinin kastettiği “en güzel takvim” tanımlaması içine kadın girmemekte midir? Yani kadın ‘hasen’ (güzel), erkek ‘ahsen’ (en güzel) midir? Tüm insan türünün yaratılışını “ahsen” olarak tanımlayan Yüce Allah’ın bu âyetine rağmen kadının eksik akılla yaratıldığını söylemenin ve bunun üstüne ‘fıkıh’ üreterek yaşam biçimleri ortaya çıkarmanın kesinlikle Allah’ın dîniyle bir alâkası yoktur. Hele câhiliyenin kopkoyu karanlığına sâhip akılların, Nisâ 34. âyetteki بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) ifadesine “Allah erkeklere kadınlardan daha fazla hak ve yetki vermiştir.” gibi âyetteki kelimelerle hiç alâkası olmayan meâller vermesinin, sanki âyet onu diyormuş gibi Yüce Allah’ın vermediği bir üstünlüğü, hakkı ve yetkiyi erkekler ve kadınlar arasında pay etmesinin, bu da yetmezmiş gibi kalkıp bu ifadeler üzerinden Kur’an’ı tarihsel ilân etmesinin bırakın ilmi ve aklı, insan olmayla bir alâkası yoktur.
Akıl gibi soyut bir değeri getirip cinsiyete tâbi kılmak, erkek olarak yaratılan herhangi bir kimsenin kadın olarak yaratılan herhangi bir kimseden daha akıllı olduğunu ve bunun da üstünlüğün ölçüsü olduğunu belirtmek her yönüyle Kur’an ile çelişen bir söylemdir. Bu söylemler üzerine binâ edilmiş fıkıhların hiçbir meşrûiyeti yoktur. İnsanların binlerce hatta milyonlarca yıl bu anlayışlar üzerinden oluşmuş fıkıhlara göre yaşamış olmaları, bu fıkıhlara göre hak ve yetki târifleri yapmış olmaları ve bunlara göre sosyal yapılar oluşturmuş olmaları hiçbir zaman bir yanlışı doğru hâle getirmez. Bunları uygulayan insan sayısının çokluğu da bir yanlışı doğru yapmaz. Eğer öyle olsaydı şirkin yaygınlığı yani şirki kabul edip yaşayan insanların çokluğu da şirki meşrû yapardı.
Müfessirlerimizin Nisâ 34. âyetteki فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) ifadesine “Allah erkekleri kadınlardan daha üstün kılmıştır.” şeklinde bir mânâ vermeleri ve bu üstünlüğün de “akıl ve kaba güç” olduğunu söylemeleri bir arada olması hiçbir zaman mümkün olmayan iki şeyi bir araya getirme çabasıdır. Çünkü aklın ve kaba gücün aynı anda birbirine denk bir üstünlük ölçüsü olabilmesi mümkün değildir.
Aklın kimde daha fazla veya az olduğunu herhangi bir şekilde ölçebilmek mümkün değildir ama kaba kuvvetin kimde daha fazla veya daha az olduğunu ölçebilmek mümkündür. Çünkü bunlardan biri soyut diğeri somuttur. Güçlü olması sebebiyle bir başkasına hükmeden birinin bu hükmün temeline aklı mı yoksa kaba kuvveti mi ölçü olarak koyduğunu anlayabilmenin imkânı yoktur.
Bir ân bu müfessirlerin doğru anlamlara isabet ettiklerini varsayarak akıl ve kaba güç dengesinin işleyişinde bunların kişiye nerede üstünlük sağladıklarını anlamaya çalışalım. Hem de bunu, anlamaya çalıştığımız Nisâ 34. âyetin devamında gelen cümleler üzerinden yapalım. Bilindiği gibi birçok meâl yazarı ve müfessir âyetin devamındaki cümleye aşağıdaki meâle yakın bir şekilde anlam vermiştir:
وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ
Dik başlılık ve hırçınlığından yıldığınız yuvayı yıkacağından kaygılandığınız karılarınıza gelince, onlara ilkin öğüt verin. Öğüt fayda etmezse onları yataklarında yalnız bırakabilirsiniz. Bununla da yola gelmezlerse onlara tokat atabilirsiniz. (Mustafa Öztürk meâli)
Toplumsal düzen ve erkek otoritesi anlayışları
Hemen belirtelim ki Mustafa Öztürk’ün “Onlara tokat atabilirsiniz.” şeklinde mânâ verdiği ‘vadribuhunne’ ifadesi meâllerin ve tefsirlerin ezici çoğunluğunda “onları dövün” şeklinde geçmektedir. Fakat bu şimdilik önemli değildir. Diyelim ki o ifade M. Öztürk’ün meâlinde olduğu gibidir. Tokat atmak bir kadının “dik başlılığında ve hırçınlığında” gelinen son noktadır. Bunu yapmadan önce şunları yapmış olmalıdır:
- Dik başlılık ve hırçınlığından yıldığınız yuvayı yıkacağından kaygılandığınız karılarınıza gelince, onlara ilkin öğüt verin…
Öğüt; bir kişiyi yaptığı kötü bir şeyden sakındırmak için duruma uygun bir şekilde akıl kullanılarak söylenen sözlerdir. Diyelim ki bir kişinin eşi dik başlılık yaparak yuvayı yıkmak istemektedir ve kocası da onu bundan vazgeçirmek için öğüt vermektedir. Bu kocanın verdiği öğütlerin hakîkaten duruma uygun öğütler olduğu, eşini kışkırtan ve onu daha da hırçınlaştıran sözler olmadığı nasıl anlaşılacaktır? Kocanın duruma uygun sözler söylediğini ve hakîkaten doğru bir yaklaşım sergilediğini anlamanın ölçüsü ne olacaktır? Kocanın, doğuştan kendisine kadından daha fazla verilen aklı doğru çalıştırıp çalıştırmadığı; kendisinden daha akılsız olan kadına onu bu sakıncalı davranışlarından vazgeçirecek akıl dolu nasîhatlar verip vermediği nereden anlaşılacaktır? Takdir edilmelidir ki bunu ölçmenin ve anlamanın imkânı yoktur.
- Öğüt fayda etmezse onları yataklarında yalnız bırakabilirsiniz…
Diyelim ki bu koca yanlış nasîhatlar ve kışkırtıcı sözler söyleyerek karısını hırçınlığından ve dik başlılığından vazgeçirmek yerine daha da kışkırtmıştır ve bunun üstüne bu hatayı kendi üstün aklında değil de eksik akıllı karısında görmüş ve onu yatağında yalnız bırakmıştır. Hakîkaten karısını yatağında yalnız bırakıp bırakmadığı nasıl ölçülecektir? Diyelim ki karısını yatağında yalnız yatmaya mahkûm etmiştir ama onunla evin yatma yeri olmayan başka bölümlerinde cinsel temasta bulunmuştur. Yattığı yerde kadını yalnız bırakmıştır ama evin diğer bölümlerinde dâima kadının burnunun dibinde bitmiş ve kendinde akıl dolu, nasîhat addettiği şeyleri söylemeye devam etmiştir. Bunun böyle olup olmadığı nasıl ölçülecektir? Ya koca öğüt yerine isyan, sükûnet yerine huzursuzluk telkin ediyorsa; bu nasıl anlaşılacaktır?
- Bununla da yola gelmezlerse onlara tokat atabilirsiniz…
Bundan önceki iki aşamada akıllı olanın erkek mi yoksa kadın mı olduğunun anlaşılması mümkün değildir ama erkek tokat atınca veya kadın, kemikleri kırılıncaya kadar dövülünce erkeğin güçlü olduğu kesinlikle ölçülebilecek ve kesinlikle anlaşılabilecektir. Şimdi iki aşamasında da erkeğin üstün olup olmadığını anlama imkânı bulunmayan bir sürecin kaba güç kullanma aşamasını yanlışsız ve eksiksiz bir şekilde tamamlayıp kadına tokan atan veya onu döven erkeğin kadından daha üstün olduğunu attığı dayaktan mı anlayacağız? Karısını döven birini gördüğümüzde üstün akıllı bu adamın ilk iki süreci doğru bir şekilde yerine getirdiğine mi hükmedeceğiz? Kaba güce başvurmak; aklın kâr etmediği durumlar için ve özellikle akıl sâhibinin âciz kaldığı durumlar için söz konusudur. Doğuştan kendisinden daha akılsız olan bir kadını üstün aklıyla iknâ edemediği için dik başlılığından ve hırçınlığından vazgeçiremeyen bir aklın üstünlüğü nereden gelmektedir acaba? Birinin, kaba güç ve akıl yönünden daha yaratılırken kendisinden daha aşağı olan diğerine aklıyla güç yetirememesi durumunda yedek plan olarak kaba güç üstünlüğünü devreye sokması akıllı olmanın değil akılsız olmanın ölçüsüdür.
Akıl ve kaba gücün üstünlük ölçüsü olarak alınması, esasında akılla üstün olunmazsa kaba güçle üstünlük sağlanabileceğinin ölçü alınması demektir. Tüm erkeklerin kadınlardan daha akıllı olduğunu söylemek imkânsızdır ama tüm erkeklerin kaba güç açısından -istisnâlar olsa bile- ezici çoğunlukla kadınlardan daha güçlü olduğu bir gerçektir. Kadına karşı aklıyla üstün olamayan bir erkeğin, üstünlük ölçüsünden biri olarak kabul edilen kaba gücünü kullanması gâyet meşrû ve hatta gerekli bir şey olacaktır. Dahası aklıyla erkekten daha üstün olmasına rağmen Allah tarafından doğuştan üstün olarak yaratılan erkeğin kaba gücüne mâruz kalan bir kadının buna itiraz etmemesi gerekecektir. Hatta yeryüzündeki tüm kadınlar akıl yönünden erkeklerden daha da üstün olsalar bile -ki müfessirlerimize göre kadınların erkeklerden daha akıllı olması imkânsızdır- sırf kaba gücü daha fazla diye akıl değil kaba güç ölçü olacaktır.
Her şeye güç yetirmesine rağmen kendi sınırsız gücünü bile ilkeler üzerinden kullanan, İlâh oluşunu bile sınırsız gücü üzerinden değil de sınırsız merhameti üzerinden tanımlayan Yüce Allah’ın hiçbir ilke gözetmeden erkeğin kaba gücünü bir üstünlük ölçüsü kıldığını söylemek her şeyden önce Allah’a hakarettir. Hele Yüce Allah’ın; sınırsız merhameti ve hiçbir yaratılmışın kuşatamayacağı incelikteki adaleti temel alınarak insanlığa bildirilmiş bir takım hukukî (miras, şahitlik, cihat, zekât vs. gibi) düzenlemelerin temeline erkeğin kaba gücünü koymuş olduğunu söylemenin hiçbir akılla alâkası yoktur. Hepsinden daha beteri; âyetlerde böylesi bir şey asla olmamasına rağmen meâl veya tefsir adı altında âyetlerin bunları söylediğini yazmaktır. Böyle yapanları edep sınırları içinde tanımlayacak bir kelimeyi biz bilmiyoruz. Bunlar “farklı fikirler” denilerek hoş görülecek, sineye çekilecek, gülücüklerle karşılanacak şeyler değildir.
Kadın-erkek ilişkilerinin temeline cinsiyet ayrımını koyan ulemâ, kadın cinsini yaratılış îtibâriyle erkekten daha aşağıda kabul ettiği için hak-hukuk, sorumluluklar ve yükümlülüklerin târiflerini de bu üstünlük ölçüsüne göre yapmıştır. Daha baştan akıl yönünden erkekten daha aşağıda olduğunu kabul ettiği kadını, toplumu inşâ edecek ana yapı olarak değil de erkeğin nesnesi olarak gören ulemânın buna göre fıkıh üretip bu fıkıhlara göre toplumsal yapılar oluşturması, toplumun hak ve adalet duygularını buna göre şekillendirmesi bir yana, onların söylediklerinin büyük kitleler tarafından din olarak algılanması hem büyük bir çöküşü hem de insanlığın Kur’an gibi bir hazineyi tarihsel olarak görmesini beraberinde getirmiştir. Böylesi ulemâ eliyle rivâyetler ve câhiliye anlayışlar temel alınarak biriktirilmiş devâsâ müktesebat bütün ağırlığı ile Yüce Allah’a imân etmek isteyen insanlığın üzerine yıkılmıştır. İmân edenleri bile Kur’an’a güvenme noktasında tereddütte bırakan bu anlayışlar, adaletsizliği bir kader olarak içselleştirmeyi öğütlemekten başka bir işe yaramamaktadır.
Oysa eğer illâ da bir kader aranacaksa o kader; Allah’ı dikkate almayan insan türünün asla mutlu olamayacağı kaderidir. Allah’ı dikkate almadan mutlu olacağını zanneden insan türü bu kaderi asla bozamayacak, Allah’ı dikkate almazsa asla mutlu olamayacaktır.
Asr sûresi (103)
وَالْعَصْرَ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ
Velhasıl; güvenen, o sâlihatları yerine getiren, birbirlerine o hakkı ulaştıran ve sonuna kadar (o hakta) direnenler dışında kalan insan türünün tamamı büyük bir ziyan içindedir.
İşte insan türünün kaderi budur ve bu kaderi asla bozamayacak; tüm anlayışlarını, duygu ve düşüncelerini, bireysel ve toplumsal yaşamını Yüce Allah’ın sonsuz merhametini ve bu sonsuz merhametinden kaynaklanan sonsuz ilminin eseri olan Kur’an’ı dikkate almadan asla mutlu olamayacaktır.
Meâl ve tefsir yazarlarının ezici çoğunluğunun “üstün kılmak” mânâsını verdikleri Nisâ 34. âyette geçen فَضَّلَ (faddale) kelimesine gelince; bu kelime ف ض ل (fa+dad+lam) kök harflerinden türemiş “tef’il bab’ında” bir fiildir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 104 kelime bulunmaktadır.
فَضَلَ – فَضْلا…Fazla olmak, ihtiyaçtan fazla olmak, artmak, kalmak, arta kalmak.
هَلْ فَضَلَ مَعَه شَىء…Yanında bir şey kaldı mı?
فَضُلَ – فُضُولاً…Faziletli olmak, erdemli olmak.
اَفْضَلَ عليه…İyilik yapmak, ikramda bulunmak, üstün olmak.
هُوَ اَفْضَلَ اَصْحَابه في الجِدَّ وَالْاجتِهَاد…O ciddiyet ve çalışmada arkadaşlarından üstündür.
فَضَّلَ – تَفْضِيلاً…Tercih etmek, yeğlemek, üstün tutmak.
فَضَّلَ الْمَوت على الحِيَانةِ…Ölmeyi, ihanet etmeye tercih etti.
تَفَضَّلَ – تَفَضُّلاً…İyilik etmek, lütufta bulunmak, fazilet iddiasında bulunmak, üstünlük taslamak
فَضْل – (ج) فُضُولٌ…İyilik, ihsan, lütuf, erdem, ikram.
فَضْلًا عَنْ…-den başka, -in dışında, buna ek olarak.
فُضُول…Çok faziletli, çok ikram sever / boş, lüzumsuz, fuzuli.
فَضيلٌ…Faziletli, üstün, erdemli.
فَضِيلةٌ…Erdem, fazilet.
(Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı / Yeni Sözlük FDL md.s.1738)
اَلْفَضْل / Fadlun: İktisâdı, itidali aşan ziyade, artma. İki kısma ayrılır:
- Övülen türden ziyade, artma. Örneğin ilmin ve hilmin artması (اَلْفَضْل) gibi.
- Yerilen türden ziyade, artma. Örneğin öfkenin gerekenin üzerinde artması gibi.
Övülen hususlarda daha çok اَلْفَضْل (fadlun) sözcüğü, yerilen hususlarda ise فُضُول (fudulun) sözcüğü kullanılır.
Ayrıca اَلْفَضْل (fadlun) sözcüğü iki şeyden birinin diğeri üzerinde bir ziyadeliğe sâhip olmasıyla ilgili kullanıldığında üç kısma ayrılır:
- Cins olarak üstün olma. Örneğin hayvan cinsinin bitki cinsine göre sütün olması gibi.
- Tür olarak üstün olma. Örneğin insan türünün hayvan türünden üstün olması gibi.
- Zat olarak üstün olma. Örneğin bir adamın başka bir adama üstün olması gibi. İlk ikisi cevhersel üstünlüklerdir. Bu iki hususta eksik olan tarafın, eksikliğini ortadan kaldırmasının ve üstünlük kazanmasının hiçbir yolu yoktur. Örneğin atın, eşeğin, insana mahsus kılınmış fazileti kazanmaları mümkün değildir. Üçüncü türden üstünlük ise “ârazi” olabilmekte, dolayısıyla onu kazanabilmek için bir yol bulunabilmektedir.
(R. El-İsfahânî / El-Müfredât FDL md)
Anlamaya çalıştığımız فَضَّلَ (faddale) kelimesiyle ilgili getirdiğimiz bu tanımlamaların hepsinde ön planga çıkan “bir şeyin gerekenden daha çok olması” anlamıdır. Sülâsî kökünde “arttı, arta kaldı, fazla oldu” anlamı olan kelime ‘tef’il’ bab’ına geçince “artırdı, fazlalaştırdı” anlamlarının yanında “tercih etti, yeğledi, üstün yaptı” anlamlarını da kazanmaktadır. Fakat Türkçede kullanılan “üstün yaptı” ifadesi tam olarak bu kelimenin kastettiği şeyi karşılamamaktadır. Biraz daha anlaşılır kılmak için Türkçedeki “üst/ün” kelimesinin TDK sözlüğünde nasıl açıklandığına bakalım:
ÜST
- Bir şeyin yukarı göğe doğru olan yanı, üzeri, fevk (karşıtı alt).
- Bir şeyin görülen yanı, yüzü.
- Bir şeyin dış yüzü, yüzey.
- Giyecek giysi.
- Birine göre yüksek aşamada olan kimse, mafevk.
- Vücut, beden.
- Artan, geriye kalan bölüm.
- Birkaç şeyden birbirine göre yukarıda olan.
- Öte, arka.
- Sınıflandırmalarda temel olarak alınan bir tipe göre ileri derecede olan, üst makam, üst rütbe.
ÜSTÜN
- Benzerlerine göre daha yüksek düzeyde olan, onları geride bırakan:
- Birine veya bir şeye göre nitelik bakımından daha yüksek, daha elverişli olan.
Üstün bulmak (veya görmek): Bir şeyi veya kimseyi başkasından daha değerli bulmak veya görmek.
Üstün gelmek: Benzerlerinden daha yüksek düzeyde olmak. Bir kimseden veya bir şeyden daha yüksek, daha değerli olmak.
Üstün tutmak: bir kimseye, bir şeye başkasından daha çok değer vermek.
(TDK sözlüğü 11. Basım 2011. Üst md.s.2451- üstün md.s.2454)
Türkçedeki, bir kimseyi makam ve rütbe olarak diğerlerinin üstü yapmak, âyette geçen فَضَّلَ (faddale) kelimesinin karşılığı değildir. Bu kelimenin Türkçedeki karşılığı “bir şeyi benzerlerinden daha değerli hale getirmek” şeklindedir.
Âyette geçen بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) cümlesine M. Öztürk “Allah erkeklere kadınlardan daha fazla hak ve yetki verdi.” meâlini vermiştir. Bu meâlde فَضَّلَ (faddale) kelimesine yüklenen anlam Türkçedeki “üstün, değerli, fazla” kelimesinin karşılığı değil “üst rütbeye ve makama terfi ettirdi” ifadesinin karşılığıdır. Oysa فَضَّلَ (faddale) kelimesinin üst rütbeye terfi ettirdi gibi bir mânâsı asla yoktur.
Kaldı ki hiçbir meâl ve tefsir yazarı, şurası hariç, Kur’an’da kelimenin ‘tef’il’ bab’ında geçtiği diğer yerlerde bu mânâyı vermemişlerdir:
Ey İsrailoğulları! Vaktiyle size lütfettiğim onca nimeti ve böylelikle sizi bir zamanlar cümle aleme üstün kılışımı bir düşünün! (Mustafa Öztürk meâli)
Mustafa Öztürk ve diğerleri âyette geçen وَاَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ (veennî faddaltukum ‘ale-l’âlemîn) cümlesine “Cümle âleme üstün kılışımı düşünün.” mânâsını verirken “Cümle âleme karşı size yetki ve hak verdim.” şeklinde anlamamış, “Size değer verdim, sizi tercih ettim.” anlamışlardır. Eğer bu âyette geçen فَضَّلَ (faddale) kelimesine de tıpkı Nisâ 34. âyetteki gibi mânâ verilirse “Yahudilerin insanlık üzerinde yetkili kişiler olduğu”nun kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü Yüce Allah’ın verdiği bu yetkiyi geri aldığına yani onlarda bir tenzîl-i rütbe yaptığına dâir bir açıklama yoktur. Kur’an’da “Ey İsrailoğulları, cümle âlemin üzerine sizi yetkili tayin etmiştim, şimdi sizden yetkileri aldım.” diyen bir âyet yoktur.
İşte onlar bizim gönderdiğimiz peygamberlerdir. Biz onlara birbirlerinden farklı özellikler verdik… (Mustafa Öztürk meâli)
Kelimeye bir yerde “üstün kılmak”, diğer yerde “farklı özellikler vermek”, bir başka yerde “daha fazla hak ve yetki vermek” mânâsını veren meâl yazarının hangi ilkeye göre hareket ettiğini kestirebilmek imkânsızdır. Üstelik kelimenin “farklı özellik vermek” gibi bir mânâsı bulunmamaktadır.
Cinsiyet tasvirleri ve fitne iddiaları
Geçerli mazeretleri bulunmadığı halde kafirlere karşı sefere katılmayıp evlerinde oturmayı yeğleyen müminler, mallarını ve canlarını ortaya koyarak Allah yolunda savaşanlarla asla eşit değillerdir. Allah mallarıyla ve canlarıyla savaşanları evlerinde oturan müminlerden daha üstün bir mertebeye yükseltmiştir. Gerçi Allah bütün müminlere cennet vaat etmiştir; ama malları ve canlarıyla savaşan müminlere (şu veya bu sebeple savaşa katılmayıp) evlerinde oturan müminlerden çok daha büyük bir mükafat lütfedecektir. (Mustafa Öztürk meâli)
Meâl yazarı aynı âyet içinde iki defa geçen kelimenin birine “üstün bir mertebeye yükseltmek” mânâsı vermiştir. Bu mânâ bile bir kısmının diğerleri üzerinde daha fazla hak ve yetki sahibi kılındığı anlamına değil daha fazla değer verildiği anlamına gelmektedir. İkinci kullanıma ise “çok daha büyük” gibi akıl sınırlarını zorlayan bir mânâ vermiştir.
Yine biz İsmail’i, Elyesa’yı, Yunus’u ve Lût’u da vahiy ve peygamberliğe mazhar kıldık. Böylece onların hepsini (peygamberlikle görevlendirerek) diğer insanlardan üstün kıldık. (Mustafa Öztürk meâli)
Meâl yazarının bu âyette verdiği “üstün kıldık” mânâsı daha fazla yetki ve hak olmasa gerekir. Kelimenin kastettiği anlamı tespit etmeye yoğunlaşacak olursak bizce kelimenin kastettiği şeyin en açık hâle geldiği âyetlerden birisi şudur:
Maddi zenginlik yönünden kiminizi kiminizden üstün kılan da Allah’tır. Hal böyleyken maddi imkânları geniş olanlar, sâhip olduğu zenginliği kendi köleleriyle eşit olarak paylaşmaya, böylece onlarla denk olmaya hiç yanaşmazlar. (Kölelerini bu konuda kendilerine denk görmeyen o müşrikler nasıl oluyor da putları Allah’a denk tutuyorlar?!) Yine onlar nasıl oluyor da (kendilerine hiçbir nimet verme imkânı bulunmayan o putlara tanrılık yakıştırmak sûretiyle) Allah’ın onca nimetini bile bile inkara kalkışıyorlar? (Mustafa Öztürk meâli)
Meâl yazarının, âyeti, yorumla tanınmayacak hâle getirdiği bu meâlde, içinde فَضَّلَ (faddale) kelimesinin geçtiği وَاللّٰهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلٰى بَعْضٍ فِي الرِّزْقِ (va(A)llâhu faddale ba’dakum alâ ba’din fî-rrizk(i)) cümlesine verdiği mânâ “Maddi zenginlik yönünden kiminizi kiminizden üstün kılan da Allah’tır.” Dikkat edilirse yapı olarak bu âyetteki cümle ile Nisâ 34. âyetteki cümle nerdeyse tıpatıp aynıdır. Karşılaştırma yaparak anlamaya çalışalım:
Nisâ 34. âyet … بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ… (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din)
Nahl 71. âyet … وَاللّٰهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلٰى بَعْضٍ فِي الرِّزْقِ … (va(A)llâhu faddale ba’dakum alâ ba’din fî-rrizk(i))
Bu iki cümle arasındaki tek fark, Nahl 71. âyetteki فِي الرِّزْقِ (fî-rrizk(i)) kelimesidir. Bu fazlalığı da göz önüne alarak her iki cümlede geçen ‘faddala’ kelimesine “üstün kıldı” mânâsı vererek çevirecek olursak şöyle olmaktadır:
“Allah’ın onların bazılarını bazılarına üstün yapmasından dolayı.” (Nisâ 4/34)
“Allah rızık açısından bazınızı bazılarınıza üstün yapmıştır.” (Nahl 16/71)
Bu iki cümle arasındaki fark; birinde hangi konuda üstün yapıldığı bilinmemektedir. Eğer bir kimsenin diğerlerinden hangi hususta üstün olduğu bilinmiyorsa ve Yüce Allah bunu belirtmemişse Allah adına ortaya atılıp “Allah erkekleri akıl ve kuvvet yönünden kadınlardan daha üstün yaptı.” demek veya فَضَّلَ (faddale) kelimesine “hak ve yetki verdi” gibi bir mânâ vererek erkekleri kadınlar üzerinde sınırı ve çerçevesi olmayan bir yetkiye atamak Allah’tan rol çalmak olacaktır. Kaldı ki biraz önce kelimenin “üst makama terfî ettirdi” gibi bir anlamının olmadığını söylemiştik.
İkinci kullanımda ise üstünlüğün sadece ve sadece rızık hakkında (فِي الرِّزْقِ) (fî-rrizk(i)) olduğu belirtilmiştir. Bu durumda Nahl 71. âyetinden yola çıkan birinin âyetteki ‘fi rızki’ kelimesini görmeden her konuda diğerlerinden üstün olduğunu söylemesi imkânsızdır. Üstünlüğün hangi konularda olduğunun belirtildiği âyetlerde kelimenin “daha fazlalaştırdı, daha artırdı” gibi bir anlamı vardır. Bu anlam üzerinden Nahl 71. âyetteki cümleye mânâ verdiğimizde durum çok daha net görülecektir:
Allah, rızık konusunda kiminizi, kimine göre daha fazlalaştırmıştır.
Unutmayalım ki kelimenin sülâsî kökündeki mânâsı “fazla olmak, artmak, arta kalmak” şeklindeydi. Fiilin tef’il bab’ına taşınması demek her şeyden önce bu mânânın geçişli yapılarak tef’il bab’ına taşınması demektir. Yukarıda verdiğimiz sözlük mânâları içinde kelimenin diğer bablar’da kazandığı mânâlar da verilmiştir. Tef’il bab’ının kelimelere kazandırdığı özellikler şu şekilde geçmektedir:
TEF’İL BAB’I
Sülâsî (yalın-üç harfli) bir fiilin tef’il bab’ına getirilmesi ortadaki harfin aynısından bir harf daha eklemek sûretiyle olur ve bu “şedde” ile gösterilir. Bu kalıp genelde lâzım (geçişsiz) bir fiilin müteaddî (geçişli) yapılması için kullanılır. Bununla beraber sülâsî (yalın) kökünde zaten müteaddî olan fiillerin de geçişliliği artar. Bu bab’ın asıl görevi bu olmakla beraber şu anlamlarda da kullanılabilirler:
- Çokluk ve sertlik ifade eder:
أَكْسَرَ الزُّجَاجَ…Camı iyice kırıp parça parça etti.
Bazen fiilin kendisi çokluk mânâsını ifade eder:
طَوَّفَ خَالِدٌ الكَعْبَةَ … Halit Kabe’yi çok tavaf etti.
Bazen fâilinde çokluk ifade eder:
مَوَّتَ الإبِلُ. …Develer çokça öldü (Birçok deve öldü).
Bazen mef’ûlünde çokluk ifade eder:
غَلَّقَ خَالدٌ الباب…Halit çok kapıları kapadı, kilitledi.
- Fiilin sülâsî (yalın) kökünde ifade ettiği anlamı mefulüne isnadına yarar:
كَفَّرْتُهُ… Onun küfrüne (kafir olduğuna) hükmettim.
كَذَّبْتُهُ… Onun yalancı olduğuna hükmettim.
صَدَّقْتُهُ…Onun doğru olduğuna hükmettim.
- Bir işin oluş zamanını ifade etmeye yarar:
صَبَّحْنَاهُ…Ona sabahleyin gittik.
مَسَيْنَاهُ… Ona akşamleyin gittik.
سَحَّرْنَاهُ…Ona seher vakti gittik.
- Bir yere varmayı, erişmeyi ifade eder:
غَرَّبَ…Batıya vardı, erişti.
شَرَّقَ…Doğuya vardı, erişti.
- Giderme, izale etme anlamı ifade eder:
فَزَّعَهُ…Onun korkusunu giderdi.
مَرَّضَهُ…Onu tedavi etti.
- Bu bab’ın bazı fiilleri işin parça parça aralıklarla yapıldığını ifade edebilir.
وَ تَنَزَّلَ الْقُرْاَن…Kur’an’ı parça parça aralıklarla indirdi.
(Hasan Akdağ / Arap Dili Dilbilgisi s.134)
Kelimenin sözlük mânâlarını ve kelimenin tef’il bab’ında olduğunu göz önüne aldığımızda üstünlüğün yani fazlalığın hangi konularda olduğunun belirtilmediği yerlerde kelimenin mânâsı ya “tercih etti, tercihe şâyan hâle getirdi” şeklinde veya “fazla olmasını sağladı, artacak hâle getirdi, çoğalacak hâle getirdi” şeklinde olmalıdır.
- بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ … Onların bazısını bazısına karşı tercih etti / tercihe şâyan hâle getirdi.
- بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ … Onların bazısını bazısına göre fazla olmasını sağladı / artacak hâle getirdi / çoğalacak hâle getirdi.
Son olarak; bu cümlede geçen بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum ala ba’din) ibâresi üzerinde durmak gerekmektedir. Bu ibârenin بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kısmı muzâf+muzâfun ileyh olarak bir izâfet terkîbidir (isim tamlaması). Yani kelime هُم + بَعْضَ şeklindedir. Bu ifadedeki zamir kime gidecektir? Kural gereği bir zamirin kendisinden önce geçmiş en yakın isme dönmesi gerekmektedir. Bu durumda cümlenin tamamını yazmak gerekecektir:
اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ
(Erricâlu kavvâmûne ala annisâ-i bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din)
Burada şuna dikkat etmek gerekecektir. بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kelimesi kendisinden önceki hangi isme dönerse dönsün o isim tek başına alındığında kelimenin kastettiği topluluk sadece o kişilerden oluşmak zorundadır. Şimdi; بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kelimesinin kendisinden önceki النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimesine dönmesi mümkün değildir çünkü بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kelimesinin sonundaki هُم (hum) zamiri müzekker, النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimesi ise müennestir. Bu durumda bu zamirin cümlenin en başında gelen اَلرِّجَالُ (er-Rical) kelimesine döneceği söylenebilir. Fakat bu zamirin sadece ‘er-rical’ kelimesine dönmesi durumunda بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) ifadesine verilecek mânâ “Allah onların bazı erkeklerini bazı erkeklere üstün kıldı.” şeklinde olması gerekmektedir. Çünkü zamir kime dönerse بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kelimesinin kastettiği topluluk sadece onlardan oluşmuştur demektir. Dolayısıyla بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kelimesindeki هُم (hum) zamiri kendisinden önce geçen hem النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) hem de اَلرِّجَالُ (er-Rical) kelimesine dönen bir zamirdir. Bu durumda بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kelimesinin kastettiği topluluk sadece kadınlardan veya sadece erkeklerden oluşmuş bir topluluk değil her ikisinin birlikte oluşturduğu topluluktur. İçinde kadınlar da olduğu halde bir topluluğa sadece müzekker هُم (hum) zamiri gelmesi ise ‘galibiyet’ kuralı gereğidir ki dilde esas olan zaten müzekker sîga kullanmaktır.
Fakat sorun tam da buradan sonrasında başlamaktadır. Eğer بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kelimesi “erkekler ve kadınlardan” oluşmuş bir topluluksa بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum alâ ba’din) ifadesinden “erkeklerin kadınlardan üstün kılındığı” mânâsı nereden çıkmaktadır? Bunun tam tersi bir durumun olması da gâyet mümkündür. Biraz daha açalım:
- بَعْضَهُمْ … (ba’dehum) “Onların bazısı” (Onlar = erkek ve kadınlardan oluşmuş topluluk)
- عَلٰى بَعْضٍ … (alâ ba’din) “Bazısına göre” (kadınlar mı? erkekler mi?)
Bu ifadeye peşînen “erkekler kadınlardan…” şeklinde anlam vermenin hiçbir temeli yoktur. Bu yaklaşım sadece ön yargı ve rivâyetler üzerinden oluşturulmuş bir anlamın zorla âyete giydirilmeye çalışılması olur. Üstelik âyetin içinde veya Kur’an’ın başka bir yerinde ne erkeklerin kadınlara ne de kadınların erkeklere üstün kılındığına dâir bir söylem hiç yoktur. Kaldı ki tekrar ifade ediyoruz; Türkçedeki “üstün kılmak, üst rütbeye atamak, yetkili kılmak, âmir yapmak” gibi anlamlar asla فَضَّلَ (faddale) kelimesinin karşılığı değildir.
Anlamaya çalıştığımız بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum ala ba’din) ifadesi Kur’an’ın birçok yerinde aralarında farklı harf-i cer’lerle geçmektedir. Bu kalıp, iki kelime arasındaki harf-i cer’e göre anlam kazanmaktadır. Fakat hangi kalıpta kullanılırsa kullanılsın asla بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kısmının sadece erkeklerden, بَعْضٍ (ba’din) kısmının ise sadece kadınlardan olduğuna dâir bir tek kullanım yoktur. Biraz önce de belirttiğimiz gibi بَعْضَهُمْ (ba’dehum) ifadesindeki zamirin kendisine döndüğü isim bu topluluğun erkeklerden mi, kadınlardan mı, yoksa her ikisini birden mi kapsadığını belirlemektedir.
- مِنْ (Min) harf-i cer’i ile kullanılan kalıp: “Biri diğerinden olma, biri diğerinden olan topluluk” mânâsında.
Birbirinden gelme bir nesil olarak Allah işiten ve bilendir. (TDV meâli)
(Bkz: 3/195 – 4/125 – 9/67)
- لِ (Li) harf-i cer’i ile kullanılan kalıp: “Biri diğeri için düşmanlık veya dostluk yapan topluluk” mânâsında. Bu kullanımda dostluk, yardım veya düşmanlık olup olmadığı, ifadeden sonraki kelimeden anlaşılmaktadır.
De ki: Andolsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler. (TDV meâli)
A’râf /24
قَالَ اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ
Akıl güç ve cinsiyet eşitsizliği tartışması
Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu. (TDV meâli)
(Bkz: 2/36 – 20/123)
- بِ (Bi) harf-i cer’i ile olan kullanılan kalıp: “Biri diğerine karşı, biri diğerinin yerine geçecek topluluk” mânâsında.
Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût’u öldürdü. Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir. (TDV meâli)
(Bkz: 6/53 – 22/40)
- اِلٰى (İle) harf-i cer’i ile kullanılan kalıp: “Bir amaç uğruna birbirleriyle hedef birlikteliği yapan, biri diğerinin yanında olan, biri diğeriyle iç içe olan topluluk” mânâsında.
Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız! (TDV meâli)
(Bkz: 2/76 – 6/112 – 9/127)
Bu ifade Kur’an’da başka şekillerde de hatta arada hiçbir harf-i cer olmadan da birçok kere geçmektedir. Örnekleri ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım hiçbirinde بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kısmının sadece erkeklerden, بَعْضٍ (ba’din) kısmının ise sadece kadınlardan olduğuna dâir bir tek kullanım yoktur. Bu kalıbın Kur’an’da en fazla kullanıldığı kalıp Nisâ 34. âyette olduğu gibi بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum ala ba’din) kalıbıdır. Bu kullanımların hepsinde ve hatta zamirin sadece müzekkere dönmesi hâlinde bile “kadın-erkek” birlikte anlaşılmıştır.
Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar. (TDV meâli)
Mesela bu âyette “birbirlerinden soranlar” ne sadece erkeklerdir ne sadece kadınlardır. Yani hem soranlar kadınlar ve erkeklerdir hem de kendilerinden sorulanlar kadınlar ve erkeklerdir.
Ardından, kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar. (TDV meâli)
Tüm kullanımlardan farklı olarak bu âyette sadece erkekler bulunmaktadır. Çünkü بَعْضُهُمْ (ba’dehum) ifadesindeki هُمْ (hum) zamiri bu âyetin öncesinde geçen ve sadece erkek kardeşlerden oluşmuş “bahçe sâhiplerine” dönmektedir. Aslına bakılırsa bahçe sahibi olan bu kardeşler arasında bile kadınların olması mümkündür. Hiç kimse bu âyetin öncesinde kullanılan müzekker sîgasından yola çıkarak kardeşlerin sadece erkeklerden oluştuğunu söyleyemez. Fakat bu şimdilik başka bir konudur. Sonuçta eğer ifadedeki zamir açık olarak sadece müzekkerleri veya müennesleri kastediyorsa bu durumda topluluk sadece müennestir veya sadece müzekkerdir diyebiliriz. Ama eğer zamir hem müzekker hem de müennes isimlere dönüyorsa, bu durumda بَعْضُهُمْ (ba’dehum) kısmının sadece erkekler, عَلٰى بَعْضٍ (ala ba’din) kısmının ise sadece kadınlar olduğunu söylemenin imkânı yoktur. Meselâ, aşağıdaki âyette öncesi ve sonrası müzekker sîgasında olduğu hâlde ifadenin sadece erkekleri kastettiğini söylemenin imkânı yoktur.
Sâd/24
قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى نِعَاجِه۪ۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ الْخُلَطَٓاءِ لَيَبْغ۪ي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَل۪يلٌ مَا هُمْۜ وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُوَخَرَّ رَاكِعًا وَاَنَابَ
Davud: Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız imân edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az! dedi. Davud, kendisini denediğimizi sandı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. (TDV meâli)
Bu âyetin hem öncesinde hem sonrasında hiçbir şekilde müennes sîga kullanılmamıştır. Bundan yola çıkarak “burada kastedilenler sadece erkeklerdir” denmesi durumunda hem ortaklık yapanların hem de birbirlerinin haklarına tecavüz edenlerin sadece erkekler olması gerekmektedir. Oysa burada söylenmek istenen şeyin ne kadınlıkla ne de erkeklikle bir alâkası yoktur. Hiçbir meâl ve tefsir yazarı da Kur’an’ın birçok yerinde ve çok çeşitli şekillerde geçen بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum ala ba’din) ifadesinin بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kısmına sadece erkekler, عَلٰى بَعْضٍ (ala ba’din) kısmına ise sadece kadınlar mânâsı vermemiştir. Fakat her ne oluyorsa oluyor sadece Nisâ 34. âyette durum birdenbire tersine dönüyor بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum ala ba’din) ifadesinin بَعْضَهُمْ (ba’dehum) kısmı sadece erkeklere, عَلٰى بَعْضٍ (ala ba’din) kısmı ise sadece kadınlara dönüşüveriyor.
Tekrar edelim ki Nisâ 34. âyetteki اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (Erricâlu kavvâmûne ala annisâ-i bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) cümlesi içinde geçen بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum ala ba’din) ifadesindeki هُمْ (hum) zamirinin sadece âyetin en başındaki اَلرِّجَال (er-rical) kelimesine dönmesi hâlinde cümleye “Allah’ın bazı erkekleri diğer bazı erkeklere üstün kılmasından dolayı” şeklinde bir mânâ verilmesi zorunludur. Bu durumda erkeklerin kadınlara üstünlüğü değil “bir kısım erkeklerin diğer erkeklere üstün olduğu” gibi bir durum çıkacaktır. Buna mukabil olarak هُمْ (hum) zamirinin hem ‘en-Nisâ’ hem de ‘er-Rical’ kelimelerine dönmesi hâlinde ise erkeğin kadına üstünlüğü değil, erkek ve kadından oluşan bir kısım insanın yine erkek ve kadından oluşan bir kısım insana üstünlüğü söz konusu olacaktır. Ama hiçbir şekilde “erkeğin kadına üstünlüğü” şeklinde bir sonucun çıkması söz konusu değildir.
Bu durumda kimin kime ve hangi konuda üstün kılındığı belli değildir gibi bir sonuca mı çıkılmaktadır?
Elbette ki hayır. Bu karışıklık; önce âyette geçen فَضَّلَ اللّٰهُ (faddala(A)llâhu) ifadesine “Allah üstün kıldı” meâli vermekten ve ardından da “üstün kılma” ifadesine “yetkili kıldı, üst makama atadı, üstüne çıkardı, rütbesini yükseltti” mânâsı yüklemekten kaynaklanmaktadır. Bu kelimenin kastettiği anlamların hiçbirinde ve Kur’an’da kullanılan tüm kalıplarında “ast-üst” veya “alt-yukarı” veya “üzeri-aşağı” gibi bir mânâ yoktur. Yani Yüce Allah tarafından فَضَّلَ (faddale) fiiline maruz kalan birinin diğerlerinden daha yüksek bir rütbesi, makamı, ayrıcalığı veya yetkisi yoktur. Bu kelimenin kastettiği mânâ “çoğaltmak, artırmak, fazlalaştırmak” şeklindedir. Fakat bu fazlalaştırma kişiyi daha değersiz hâle getiren değil daha değerli hatta vazgeçilmez hâle getiren bir fazlalaştırmadır. İnsanlık içinde Yüce Allah’ın kendilerini vazgeçilmez kıldığı ve değerli hâlde fazlalaştırdığı erkekler değil kadınlardır. İnsanlığın devam etmesi yani çoğalıp fazlalaşması kadınlara bağlıdır. Yüce Kur’an; erkek olmadan da çoğalan bir kadının yani Meryem’in kıssasını uzun uzun anlatmış dahası onu ve oğlunu yaratılış âyeti olarak ilân etmiştir. (21/91 – 23/50). Fakat Kur’an’ın hiçbir yerinde “kadın olmadan” dünyaya gelebilen bir erkekten, dahası kadın olmadan nesil sahibi olan herhangi bir erkekten bahsetmemiştir. Kur’an bahsetmediği gibi insanlık tarihinin hiçbir döneminde kadın olmadan çoğalabilen, artabilen herhangi bir erkek de yoktur.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı Nisâ 34. âyetinin erkeğin üstünlüğünden bahsettiğine yönelik bir anlamın çıkarılması mümkün değildir. Hiçbir ilke gözetmeden âyetin ilkelerine mânâ verip ardından çıkan anlama râzı olmayıp Kur’an’ı tarihsel ilân etmek ise sadece bir savrulmadır. Tüm bunlardan sonra tekrar tekrar söylüyoruz ki ortaya koyduğumuz her şey sadece bizim Kur’an’dan anladıklarımızdır. Bundan öte bir anlam taşıması mümkün değildir. Biz çabamızla ve sıkı sıkıya bağlı kalmak için titizlikle uymaya çalıştığımız “Kur’an’ı Kur’an ile anlama metoduyla” bu sonuca ulaştık. Gerisi Yüce Allah’ın takdiridir. Muhtemel yanlışlarımızın “ben böyle düşünüyorum, falan böyle demiş” söylemleri ile değil de sadece Kur’an’ı Kur’an ile anlama ilkesiyle düzeltilmesi okuyucudan beklediğimiz bir şeydir.
Buna göre âyetin ilk cümlesi ile birlikte bu bölümde incelediğimiz kısmın daha isabetli olduğuna kanaat getirdiğimiz meâli şu şekillerde olmalıdır. Alternatif olarak iki meâl verilecektir. Hangisinin daha isabetli olduğu âyetin devamındaki cümlelerin anlaşılmasıyla netleşecektir. Kaldı ki her ikisi de aynı anlamı vermektedir:
- Allah’ın onların (kadın ve erkeğin) bazısını bazısında çoğaltmasından dolayı erkekler de dâima kadınlarda meydana gelirler…
- Allah’ın onların (kadın ve erkeğin) bazısını bazısına göre çoğalabilir hâle getirmesinden dolayı, erkekler de kadınlar üzerinden ortaya çıkarlar ve devamlılıklarını sağlarlar[2]…