Başlıklar
NİSÂ 34. ÂYETİ ÜZERİNE MÜLÂHAZALAR (3)
AİLENİN MALLARI SADECE ERKEĞİN MİDİR?
Önceki bölümde her harf-i cer’in mutlaka bir fiile bağlanması gerektiğini ve bu duruma da ‘taalluk’ dendiğini belirtmiştik. Harf-i cer’in bağlandığı kelimeye ise ‘müteallak’ denmektedir. Anlamaya çalıştığımız Nisâ 34. âyette geçen harf-i cer’lerin tamamı da kelimelere ve cümlelere bağlanmaktalar ve bu yazının önceki bölümlerinde fiil gibi görev almasının zorunlu olduğunu belirttiğimiz mübâlağalı ism-i fâil olan قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine de ‘mef’ûl’ (nesne) olarak bağlanmaktadırlar. Fakat burada unutulmaması gereken bir durum vardır. Âyetin ilk cümlesinin ana yapısı her zaman için isim cümlesidir ve bu cümle müptedâ-haber çatısına sahiptir. Cümlenin içinde fiillerin ve mef’ûllerin olması ‘haber’ olan kısmın iç içe geçmiş ‘bileşik cümle’ olduğunu göstermektedir. Unutmamak gerekir ki cümlede fiil gibi görev alan قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin dışında iki tane daha fiil (فَضَّلَ – اَنْفَقُوا) (enfekû – faddala) bulunmaktadır. Fiiller, mef’ûl almasa bile zaten cümledirler. Bu durumda cümlenin i’râbı kendi içinde birkaç şekilde olmaktadır:
- İsim cümlesi olması itibarıyla cümlenin müptedâ-haber olarak genel i’râbı
Asıl itibarıyla cümlenin müptedâsı اَلرِّجَالُ (er-rical) kelimesidir; haberi ise قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesidir. Cümlenin devamındaki kelimelerin tamamı harf-i cer’lerle قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine bağlanan mef’ûllerdir.
عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ | قَوَّامُونَ | اَلرِّجَالُ |
(ala annisâ-i bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din vebimâ enfekû min emvâlihim) | (kavvamune) | (erricâlu) |
Harf-i cer’lerle fiil gibi amel eden قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine bağlanan mef’ûller | Haber | Müptedâ |
Cümlenin genel i’râbı bu şekildedir ama haber olan قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin fiil gibi amel etmesi tüm kelimelerin ona bağlanmasını sağlarken aynı zamanda ikinci bir i’râbın oluşmasına da neden olmaktadır. Bu durumda haber tek bir kelime değil kendi içinde birkaç cümleden oluşmuş bileşik bir cümle olmaktadır. Bu durumda cümlenin müptedâ-haber olarak genel i’râbı şu şekildedir:
قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ | اَلرِّجَالُ |
(kavvâmûne ala annisâ-i bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din vebimâ enfekû min emvâlihim) | (erricâlu) |
Bileşik cümlelerden oluşmuş haber | Müptedâ |
Fiil mef’ûl çeşitleri ve örnekleri
Uzun bir cümleden oluşan ‘haber’ kısmındaki fiillerden dolayı da cümlenin bu ana yapısında iki i’râbın oluşmasına neden olmaktadır.
- Haber cümlesinin genel i’râbı
عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ | قَوَّامُونَ |
(ala annisâ-i bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din vebimâ enfekû min emvâlihim) | (kavvamune) |
Kendi içinde cümlelerden oluşmuş mef’ûller | Fiil gibi amel eden mübâlağa ile ism-i fâil + fâili müstetir هم (hum) zamiri |
Bu genel yapıda ‘mef’ûlleri’ oluşturan kelimeler ve cümleler harf-i cer’ler yardımıyla قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine bağlanmaktadır. Yani hepsinin müteallakı (kendisine bağlanacağı kelime) bu kelimedir. Bu kelime ve cümlelerin قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine ‘mef’ûl’ olarak bağlanmaları tek bir şekilde olmamaktadır. Türkçe dilbilgisinde genelde “tümleçler” ve “zarflar” başlığı altında toplanan mef’ûllerin (nesnelerin) tıpkı Türkçede olduğu gibi fiilden etkileniş biçimine göre çeşitli şekilleri vardır. İşte bu çeşitli şekiller mef’ûllerin çeşitlerini bildirirler.
Meselâ, قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinden hemen sonra bir harf-i cer’le gelen عَلَى النِّسَٓاءِ (ale’n-Nisâ) ifadesi “mef’ûlü bih gayri sarih” olarak adlandırılırlar. Türkçede ise buna “dolaylı tümleç” denir. Yani mef’ûlünü (nesnesini) direkt değil de dolaylı olarak bir harf-i cer üzerinden almıştır. Bu durum aynı zamanda nesnesini dolaylı olarak alan fiillerin anlam olarak geçişli veya geçişsiz olduğunu da belirler. Daha önce bunun üzerinde durmuştuk. Fakat aynı şekilde cümlenin devamında gelen cümleler de mef’ûldürler. Fakat bunların mef’ûllükleri Türkçedeki “nesne” veya “dolaylı tümleç” olmaları şeklinde değil, “mef’ûlü li eclih” veya “mef’ûlü maah” veya “mef’ûlü mutlak” şeklindedir. Bunların Türkçedeki karşılıkları “sebep zarfı, vâsıta zarfı, pekiştirme zarfı” şeklindedir.
Bir önceki bölümde incelediğimiz بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) cümlesindeki بِ (bi) harf-i cer’inin sebep bildiren bir anlama sahip olduğunu, مَٓا (ma) edatının ise mastar edatı olduğunu ve hemen devamındaki fiilin anlamını mastara çevirdiğini söylemiştik. Bu durumda haber cümlesi içinde مَٓا (ma) edatı ile başlayan cümle ikinci بِمَا (bima) edatına kadar müfred (tekil) hükmünde قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin mef’ûlü olmaktadır. Bu cümlenin mef’ûllüğü ise kendisinden önceki عَلَى النِّسَٓاءِ (ale’n-Nisâ) kelimesi gibi mef’ûlü bih gayri sarih (dolaylı tümleç) değil, mef’ûlü li eclih (sebeb bildiren zarf) şeklindedir. Fakat aynı zamanda bu da kendi içinde bir cümledir. Buna göre cümlenin bir i’râbı daha çıkmaktadır.
- Haber cümlesinin içindeki diğer cümlelerin kendi içindeki i’râbı
اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ | مَا | بِ | وَ | فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ | مَا | بِ | عَلَى النِّسَٓاءِ | قَوَّامُونَ |
(enfekû min emvâlihim) | (ma) | (bi) | (ve) | (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) | (ma) | (bi) | (ale’n-Nisâ) | (kavvamune) |
? Müfred hükmünde mef’ûl olan cümle. (Hangi tür mefül=?) Cümlenin kendi içindeki i’râbı Fiil+fâil… اَنْفَقُوا Mef’ûlü b.gayri sarih… مِنْ اَمْوَالِهِمْ | ? | ? Kendisinden sonraki cümleyi mefül olarak قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine bağlayan harf-i cer. (Hangi tür mef’ûl olduğu harfin kullanılış şekline göre belirlenecektir) | ? | Müfred hükmünde قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin “mef’ûlü li eclihi” (sebep zarfı) olan cümle. (Bu cümlenin kendi içinde bir i’râbı daha vardır) Fiil… فَضَّلَ Fâil… اللّٰهُ Mef’ûlü b.gayri sarih… عَلٰى بَعْضٍ | Mastar edatı | Kendisinden sonraki cümleyi قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine bağlayan, sebep bildiren harf-i cer. | Meâl yazarlarının çeviri yöntemleri ve tercihleriMef’ûlü bih gayri sarih. (Dolaylı tümleç) | Fiil gibi amel eden mübâlağa ile ism-i fâil + fâili müstetir هم (hum) zamiri. |
(İki farklı renkle belirtiğimiz kısımdan mavi renkli olanı henüz işlemediğimiz bu bölümün konusu olan kısımdır.)
Arapçadaki mef’ûl çeşitleri ve Türkçe karşılıkları şu şekildedir:
- Mef’ulü bih (nesne) …Bir fiilden, dolaysız bir şekilde direkt etkilenen mef’ûl.
- Mef’ûlü bih gayri sarih (dolaylı tümleç) … Bir fiilden, dolaylı yoldan etkilenen mef’ûl
- Mef’ûlü fih (zaman ve mekân zarfı) … Bir fiilin yapıldığı zamanı veya mekânı bildiren mef’ûl.
- Mef’ûlü li eclih (sebep zarfı) … Bir fiilin hangi sebep veya amaçla yapıldığını bildiren mef’ûl.
- Mef’ûlü meah (vâsıta zarfı) … Bir fiilin ne ile birlikte yapıldığını bildiren mef’ûl.
- Mef’ûlü mutlak (pekiştirme zarfı) … Bir fiilin anlamını pekiştiren (fiilin kendi türünden mastarı) veya bir fiilin nasıl yapıldığını veya bir fiilin yapılış sayısını bildiren mef’ûl.
Bir önceki bölümde incelediğimiz بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) cümlesinin başındaki بِ (bi) harf-i cer’inden dolayı cümlenin, olduğu gibi haber cümlesinin ana âmili olan قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine “mef’ûlü li eclih” (fiilin yapılış sebebini bildiren zarf) olarak bağlandığını belirtmiştik. Yukarıda verdiğimiz tabloda cümlenin asıl cümle içinde müfred hükmünde olduğunu ama kendi içinde de “fiil+fâil+mef’ûl+mef’ûlü bih gayri sarih” (yüklem+özne+nesne+dolaylı tümleç) şeklinde bir i’râba sahip olduğunu belirttik.
Geçen iki bölümde âyetin ilk cümlesini belli bir yere kadar işlemiş ve iki farklı meâl vererek bu iki meâlden hangisinin daha isâbetli olduğunu belirleyecek olanın cümlenin son kısmı olduğunu belirtmiştik:
- Allah’ın onların (kadın ve erkeğin) bazısını bazısında çoğaltmasından dolayı erkekler de dâima kadınlarda meydana gelirler…
- Allah’ın onların (kadın ve erkeğin) bazısını bazısına göre çoğalabilir hâle getirmesinden dolayı, erkekler de kadınlar üzerinden ortaya çıkarlar ve devamlılıklarını sağlarlar…
Bundan sonraki وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ (vebimâ enfekû min emvâlihim) cümlesi tıpkı kendinden önceki بِمَا (bima) ile başlayan cümle gibi asıl cümle içinde müfred hükmünde mef’ûl, ama kendi içinde i’râbı olan bir cümledir. Az önce verdiğimiz tabloda cümlenin kendi içindeki i’râbını göstermiştik. Fakat bu cümle bir atıf edatı olan وَ (ve) edatı ile başlamaktadır. Bu cümle M. Öztürk meâlinde şu şekilde geçmektedir:
وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ
(vebimâ enfekû min emvâlihim)
…ayrıca erkekler evlenirken eşlerine mehir vermekte, evlendikten sonra da hane halkının geçim masraflarını üstlenmekteler. (M. Öztürk meâli)
Meâl yazarının âyetteki bu cümleye verdiği meâlin içinde âyetin orijinal metninde geçen hiçbir kelimenin karşılığı yoktur. Yani üstte yazan Arapça metin ile aşağısında yazan Türkçe metin arasında en ufak bir bağ yoktur. Bu meâl yazarı Kur’an’a meâl yazarken keşke Kur’an’ı da okusaydı. Çünkü adım adım izinden gittiği ulemânın (atalarının) rivâyet temelli tefsirleri üzerinden edindiği anlayışlarını, âyet sanki onların yazdıklarını diyormuş gibi âyetin altına meâl diye yazmasının Kur’an okumayla veya Kur’an’a meâl yazmayla bağını biz kuramadık. Okumadığı ve kelimelerinin anlamlarıyla da ilgilenmediği bir kitabın “tarihsel” olduğunu söylemek nasıl bir aklın ürünüdür, onu da hiç anlamadık. Daha önce de belirttiğimiz gibi Kur’an’ı bu hâle getirmenin “farklı fikir sahibi olmak” gibi bir açıklaması asla olamaz. Çünkü buna fikir denmez, denemez. Farklı fikir sahibi olabilmesi için her şeyden önce meâlini yazdığı metne sadâkat göstermesi gerekmektedir. Kelimelerinin ve cümlelerinin ne dediğiyle ilgilenilmeyen bir metinden nasıl ‘farklı fikir’ sahibi olunabilir ki? Kaldı ki fikirlerinin hiçbiri yeni ve farklı değil ilkel denebilecek kadar eski ve benzerini Câhiliye karanlıkları içinde bile bulabileceğimiz kadar sıradandır. Gönül isterdi ki Kur’an’ı anlamaya çalışan biri olarak hiçbir meâl yazarının ve rivâyet temelli tefsircinin dediklerine takılmadan enerjimizi sadece Kur’an’ın ne dediğini anlamaya sarf edelim. Fakat biz de dâhil herkesin aklında ve tasavvurunda bu tür yazarların ve onların dayandığı müfessirlerin söylemleri yer etmiştir. Dolayısıyla bu çalışmanın ana çatısı “Kur’an ne diyor?” değil “Kur’an ne demiyor?” üzerine olmak zorundadır. Çünkü karşımızda, hakkında yorum da dâhil tek söz söylenmemiş, daha önce hiç okumadığımız ve daha önce içeriğinden şu ya da bu şekilde haberdar olmadığımız bir metin değil, her kelimesi ile ilgili binlerce hatta milyonlarca söz söylenmiş bir metin vardır. İşte bundan dolayı devâsâ boyutlardaki müktesebatla birlikte bize kadar gelen Kur’an’ın ne dediğinden ziyâde ne demediği daha önem kazanmaktadır. Üstte tek bir Arapça cümle ve altında hepsi de o Arapça cümlenin doğru çevirisi olduğu iddiasında bulunan 350 tane farklı meâl olunca ister istemez “O Arapça cümle hangi meâllerin dediğini demiyor?” sorusu daha önem kazanmaktadır. İşte bu çalışma bundan dolayı “Kur’an ne diyor?” temelli değil “Kur’an ne demiyor?” temellidir.
Bir önceki bölümde âyetteki بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum ala ba’din) ifadesindeki هم (hum) zamirinin müzekker olmasına rağmen cümlenin en başında geçen hem اَلرِّجَالُ (er-rical) hem de النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimelerine döndüğünü, galibiyet kuralı gereği zamirin müzekker geldiğini belirtmiştik. Bir önceki bölümde tekrar tekrar üzerinde durmuştuk ama bir kere daha tekrarlamamız fazladan olmayacaktır. Âyette geçen بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ba’dehum ala ba’din) ifadesindeki هم (hum) zamirinin sadece en başta geçen اَلرِّجَالُ (er-rical) kelimesine dönmesi durumunda ifadenin anlamı “erkeklerin bazısı diğer erkeklere” şeklinde olmak zorundadır. Dolayısıyla bu ifadeden “erkekler kadınlara” şeklinde bir anlam çıkması mümkün değildir.
İşte bu durumun cümlenin en sonunda gelen ve bu bölümde anlamaya çalışacağımız (vebimâ enfekû min emvâlihim) وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ cümlesindeki müzekker (eril) sîgada gelen اَنْفَقُوا (enfekû) fiiline de yansıyıp yansımadığını tespit etmek de zorunlu hâle gelmektedir. Yani bir önceki cümlede olduğu gibi bu fiil de fâili (öznesi) kadınlar ve erkekler olduğu halde müzekker sîgasında gelmiş olabilir. Zaten cümleye dikkat edilirse sadece “mallarından infak ederler” şeklindedir. Kimin kim için ve neden dolayı infak ettiği belirtilmemiştir. Meâl yazarlarının cümleye “Çünkü erkekler mallarından kadınlar için infak ederler.” şeklinde anlam vermeleri rivâyetler üzerinden oluşan şablonların âyete giydirilme çabasından başka bir şey değildir. Cümlede sadece iki tane kelime vardır. Bir önceki bölümde her ikisi üzerinde de uzunca durduğumuz; cümlenin başındaki بِ (bi) ve مَا (ma) edatlarının hangi amaçla kullanıldıkları ve اَنْفَقُوا (enfekû) fiilinin fâillerinin (öznelerinin) sadece erkekler mi yoksa hem kadınlar hem de erkekler mi olduğunun anlaşılması bu cümleyi daha öncesine atfeden و (ve) bağlacının cümleyi nereye bağladığı ile anlaşılacaktır.
Çünkü eğer bu bağlaç sadece atıf edatıysa cümlenin i’râbı kendisinden önceki cümlenin i’râbına tâbidir demektir ve bu durumda اَنْفَقُوا (enfekû) fiilinin öznesi hem ‘en-Nisâ’ hem de ‘er-racul’ olmak durumunda kalacaktır. Böyle olması durumunda cümlenin anlamı “Kadınlar ve erkekler kendi mallarından infak ederler.” olacaktır. Tekrar edelim ki cümlede infak etmenin ne için veya kim için yapıldığı belirtilmemektedir. Dahası ‘infak’ kelimesi Kur’an’da sadece mümin olanların değil kâfir olanların hem de Allah yolundan alıkoymak veya gösteriş yapmak için yaptıkları bir eylem olarak da gösterilmektedir.
(yunfiku mâlehu ri-âe-nnâsi)
Ey imân edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez. (TDV meâli)
(mâ yunfikûne fî hâżihi-lhayâti-ddunyâ)
Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar. (TDV meâli)
(yunfikûne emvâlehum ri-âe-nnâsi)
Allah’a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarfedenler de (ahirette azaba dûçâr olurlar). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü bir arkadaştır o! (TDV meâli)
(yunfikûne emvâlehum liyasuddû ‘an sebîli(A)llâh)
Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlûp olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme toplanacaklardır. (TDV meâli)
Görüldüğü gibi bu âyetlerin hepsinde de ‘infak’ kelimesi sadece müminlerin yaptığı bir iş olarak değil, aynı zamanda mümin olmayanların da yaptığı bir eylem olarak gösterilmiştir. Bunların dışında aynı kelime aşağıdaki âyette Yüce Allah’ın yaptığı bir eylem olarak O’na atfen kullanılmıştır.
Mâide 5/64
وَقَالَتِ الْيَهُودُ يَدُ اللّٰهِ مَغْلُولَةٌۜ غُلَّتْ اَيْد۪يهِمْ وَلُعِنُوا بِمَا قَالُواۢ بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِۙ يُنْفِقُ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ وَلَيَز۪يدَنَّ كَث۪يرًا مِنْهُمْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًاۜ وَاَلْقَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَٓاءَ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِۜ كُلَّمَٓا اَوْقَدُوا نَارًا لِلْحَرْبِ اَطْفَاَهَا اللّٰهُۙ وَيَسْعَوْنَ فِي الْاَرْضِ فَسَادًاۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِد۪ينَ
(yunfiku keyfe yeşâ(u))
Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır) , dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez. (TDV meâli)
İşte kelimenin bu şekilde yaygın olarak kullanılması, üstüne üstlük Yüce Allah’ın fiilleri arasında bulunuyor olması âyetteki وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ (vebimâ enfekû min emvâlihim) cümlesinin ne kadar önemli bir cümle olduğunu göstermeye yeterlidir. Yukarıdaki TDV meâline biraz dikkat edilirse meâl yazarlarının kelimeye kimi yerde “vermek” kimi yerde “harcamak” kimi yerde ise “sarf etmek” mânâlarını verdiği görülecektir. Bırakın yazarları farklı olan meâllerdeki kelimelere farklı mânâların verilmesini, yazarı aynı olan meâllerde bile kelimeye farklı mânâlar verilmiştir. Bu durum bizim biraz önce söylediğimiz “Kur’an ne demiyor?” temelinin ne kadar gerekli olduğunun bir kere daha altını çizmektedir.
Bu bölümde ele alacağımız وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ (vebimâ enfekû min emvâlihim) cümlesinin anlamını belirleyecek olanın en başındaki وَ (ve) bağlacı olduğunu söylemiştik. Bu harf cümledeki konumuna göre kendisinden sonraki cümleyi kendisinden önceki cümleye çok çeşitli şekillerde bağlayabilir. Onları görelim:
- وَ (Ve) Edatı
- Atıf edatı olur: Atıf edatlarının en çok kullanılanı bu edattır. Müfred kelimeleri birbirine atfettiği gibi cümleler arasında da aynı görevi yapar. Yerine göre cümlelere “fakat, ise, de” anlamı verir.
- İbtidaiye (başlangıç edatı olur: Cümleleri başlatmaya yarar. Bu durumda bir atıf edatı değildir. Edatın bu kullanımında görevi yalnızca cümleleri başlatmaktır.
- İsti’nafiye edatı olur: Birbirine atfetme imkânı olmayan iki cümle arasında geldiği zaman bu adı alır. Bu durumda edattan öncesinin dilek (talep-inşa) sonrasının haber (bildirme) kipi veya tersi olması halinde ortaya çıkar.
- İ’tiraziye edatı olur: İtirazi cümleleri (parantez içi cümleler) başlatır.
- Haliye edatı olur: Hal cümlelerinden önce gelir. Bu cümleler isim veya fiil cümlesi olabilir.
- Maiyet (beraberlik) edatı olur: Bundan sonraki kelime “mef’ûlü meah” olduğu için devamlı mansuptur.
- Kasem (yemin) edatı olur: Kendisine yemin edilen isimden önce gelir ve ismin sonunu cer (esre-kesra) yapar. Edat bu kullanılışında hem yemin edatı hem de harf-i cer’dir.
- رُبَّ(rubbe-nice anlamında) edatından önce geldiği zaman, bu edatı hazf edip onun yerine geçer.
- Cemi (çoğul) edatı olur: Cemi müzekker, mâzi, muzâri ve emir fiillerinin sonuna gelerek onları cemi yapar.
- Cemi müzekker sâlimler ve beş isimlerde raf alameti olarak bunlarda zamme’nin yerini tutar.
- İşba edatı olur: Cemi-müzekker muhatap mâzi fiillere mansup muttasıl zamir doğrudan birleşmez. Bu fiiller ile sözü edilen zamirler arasına getirilerek zamirlerin kelimeye birleşmesi sağlanır.
- Zaid olarak gelebilir.
(Hasan Akdağ / Edatlar s.430)
Hemen belirtelim ki son cümlenin başındaki وَ (ve) edatının “b, c, d, g, h, i, j, k, l” şıklarından biri olması mümkün değildir. Bu edat “a, e, f” şıklarında belirtilen görevlerden birini üstlenmektedir. Meâl ve tefsir yazarlarının birçoğu bu edatı görmemiş, meâllerine yansıtmamışlardır. Yansıtanlar da وَ (ve) edatına sadece bağlaç anlamı yüklemiş ama bu sefer de başka kelimeleri yok saymıştır. Meselâ, aşağıdaki meâle bakalım:
Allah’ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde ‘sorumlu gözeticidir.
(Ali Bulaç Meâli)
Böyle bir meâl hem cümlenin gramer yapısı açısından hem de mânâsı açısından sorun yaratmaktadır.
Gramer açısından yarattığı sorun: Böyle bir mânâyı ifade etmek için birinci cümlenin başında olan بِمَا (bi+ma) kelimesinin tekrarlanmasına gerek yoktur. İki cümle arasında olan وَ (ve) edatı zaten kendisinden sonraki cümleyi öncesine atfettiği için son cümlede olduğu gibi kendisinden önceki cümlenin i’râbına tabidir. Bu durumda önceki cümlenin başındaki بِمَا (bi+ma)’yı tekrar kullanmanın hiçbir anlamı yoktur.
Anlam açısından oluşturduğu sorun: Meâl yazarı peşînen erkeklerin kadınlar üzerinde sorumlu gözeticiler olduğunu kabul ettiği için devamında gelen cümleleri sanki erkeklerin neden kadınlar üzerinde sorumlu gözeticiler olduğunu açıklayan cümleler gibi kabul etmiştir. Oysa meâlinde verdiği “bazısını bazısına üstün kılması” cümlesindeki “bazısını bazısına” ifadesinin erkeklere gitmesi durumunda “erkekleri kadınlara üstün kılması” değil, “erkeklerin bazısını diğer bazı erkeklere üstün kılması” mânâsı vermesi zorunludur. Bir önceki bölümde bunun hakkında uzun açıklamalar yapmıştık.
Bunun yanında cümleye “onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde ‘sorumlu gözeticidir” şeklinde mânâ vermek âyetin başındaki اَلرِّجَالُ (er-rical) kelimesini tür ismi olmaktan çıkaracak, sadece “evli ve malı mülkü olan erkekler” gibi dar bir mânâya çekecektir. Ama kelimenin “evli ve zengin erkekler” gibi bir mânâsı yoktur. Daha da önemlisi evlilik sırasında elde edilen mal-mülkün üzerinde kadınların hiçbir hakkı olmadığı, o mal mülkün sadece erkeğe ait olduğu, erkeğin evini geçindirmesinin sebebinin aile olmasından dolayı değil de kadına yönetici olduğundan dolayı olduğu gibi bir mânâ çıkmaktadır. Yani evin tüm hizmetlerini gören, çocuk doğuran, çocuklara gözü gibi bakan, her türlü zorluğa katlanan kadın, evin içinde “el kızı” gibi durmaktadır. Kocasına destek vererek alınan evin, kocası ile arasında doğan muhabbetten dolayı doğurduğu çocukların, o çocukların başkasına muhtaç olmaması için kocasıyla el birliği içinde edindikleri malın üstünde kadının hiçbir söz hakkı yoktur; üstelik erkek evin geçimini sağladığı, eve ekmek getirdiği, çocuklara üst-baş aldığı, elektrik, su faturalarını ödediği yani infak ettiği için kadın erkeğe sonu gelmez bir minnet duymalıdır. Ne yazık ki mümin olduğunu iddia eden erkekler, kendilerini doğuran kadınlara tam da bu gözle bakmış ve tam da buna göre devâsâ fıkıhlar üreterek toplumları buna göre şekillendirmişlerdir.
İşte yukarıya aldığımız meâl yazarı âyete mânâ verirken bu arka plan üzerinden mânâ vermektedir. Ama verdiği mânâ ne âyetin metninin gramer yapısına ne de Kur’an’a uymaktadır. Evet bu meâl yazarı diğer birçok meâl yazarının görmeyip meâline yansıtmadığı وَ (ve) edatını görmüş ve meâline yansıtmıştır ama bu sefer cümledeki diğer kelimeleri görmemekle kalmamış, ortaya koyduğu meâlin Kur’an’ın inşâ ettiği ‘mümin’ kimliğini yerle bir ettiğini de görmemiş, görememiştir.
Cümlenin gramer yapısına göre وَ (ve) edatının kendisinden sonraki cümleyi kendisinden önceki cümleye sadece atfetmesi doğru değildir. Çünkü eğer bu edat sadece atıf edatı olsaydı az önce de ifade ettiğimiz gibi daha önceki cümlenin başında geçen بِمَا (bi+ma) edatının tekrar etmesine gerek olmazdı. Bu cümlenin başında وَ (ve) edatının olması ve بِمَا (bi+ma) edatının tekrar gelmesi her şeyden önce ikinci بِمَا (bi+ma) edatının birincisinden farklı amaçlarla kullanıldığının göstergesidir. Bundan önceki bölümde بِمَا (bi+ma) edatlarıyla ilgili detaylı bir açıklama yapmıştık. Bu edatların ikinci kullanımda önündeki cümleye nasıl bir fark kattıklarının anlaşılması âyette “if’âl” bab’ında mâzi bir fiil olarak geçen اَنْفَقُوا (enfekû) kelimesinden anlaşılacaktır.
Bu edatlara tekrar dönüleceği için cümledeki اَنْفَقُوا (enfekû) kelimesine geçiyoruz.
- اَنْفَقُوا (enfekû) Kelimesi
Âyette “if’âl” bab’ından mâzi bir fiil olarak gelen bu kelime ن ف ق (nun+fa+qaf) kök harflerinden türemiştir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 111 adet kelime bulunmaktadır. Normal olarak kelimenin if’âl bab’ında olması kelimenin geçişli (müteaddî) bir mânâya sahip olması ve mef’ûlünü (nesnesini) direkt almasını gerekli kılmaktadır. Fakat kelime if’âl bab’ında olmasına rağmen mef’ûlünü direkt değil وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ (vebimâ enfekû min emvâlihim) şeklinde bir harf-i cer yardımıyla almıştır. Kaldı ki kelime if’âl bab’ında geçtiği yerlerin hemen hepsinde mef’ûlünü direkt almıştır. Sadece bu cümlede mef’ûlü ile kendisi arasında bir harf-i cer vardır. Kelimenin mef’ûlünü harf-i cer yardımıyla alması demek, mânâsının geçişli (müteaddî) değil geçişsiz (lâzım) olması demektir. Nitekim if’âl bab’ının tek işlevi geçişsiz fiilleri geçişli yapmak değildir. Bunun dışında da kelimelere birçok özellik kazandırmaktadır. Az sonra if’âl bab’ının kelimelere kazandırdığı anlamlarla ilgili detaylı bilgi verilecektir. Fakat bundan önce kelimenin sözlük mânâlarını verelim:
نَفَقَ – نَفْقًا…………… Tükenmek, bitmek, kalmamak.
نَفَقَتِ البِضَاعَةُ – نَفَاقًا….. Mal revaç bulmak, mala talep artmak.
نَفَقَتِ الْمَرْاَةُ…………… Kadının isteyenleri (talep edeni) çok oldu.
نَفَقَ جُرْحُ……………. Yara kabuk bağladı.
اَنْفَقَ – اِنْفَاقًا………….. Harcamak, sarf etmek, tüketmek.
اَنْفَقَ على الْمُطَلَّقَة……… Boşanan kadına nafaka verdi
نَافَقَ – نِفَافًا – مُنَافَقَة……. Münâfıklık yapmak, içindeki kötü şeyi gizlemek.
اِنْفَاقٌ………………… Harcama, tüketim, sarfiyat.
مُنَافِقٌ ……………….. Münâfık, iki yüzlü, içindeki kötüyü gizleyen, kimlik ve kişiliği zayıf kişi.
اَلنّافِقُ………………… Revaçta olan, çok talep edilen.
(Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı / Yeni Sözlük s.2035)
(نَفَقَ الشَّيْءُ): Bir nesne geçip gitti ve sona erdi, zail oldu, tükendi ya da bitti. Bu şöyle olur.
- Örneğin “alışveriş kesat olmayıp rayiç olmak, çok iyi olmak anlamına gelen نَفَقَ الْبَيْعُ – نَفَاقًا sözünde ifade edildiği gibi alışveriş yoluyla olur. Şu kullanımlardan gelir.
- (نَفَاقَ الايِّمِ) “Eşi, kocası olmayan kadının ya da kızın taliplisi çok olmak.”
- Örneğin “binek öldü” anlamına gelen نَفَقَتِ الدَّابَّةُ sözünde ifade edildiği gibi ölüm yoluyla olur.
- Örneğin “dirhemler sona erdi, tükendi ya da bitti” anlamına gelen نَفَقَتِ الدَّرَاهِمُ “dirhemleri harcayıp tükettim” kullanımlarında ifade edildiği gibi “yok olma, sona erme, zail olma, tükenme ya da bitme” yoluyla olur.
İnfak, malla ilgili de olabilir başkasıyla ilgili de: ve vacih: zorunlu da olabilir isteğe bağlı olarak da.
النّفَقُ (nafakun): bir taraftan diğerine geçişi olan ya da geçit olan yol ve yer altında bir taraftan diğer tarafa geçişi ya da çıkışı olan yabani hayvan ini, deliği ya da oyuğu. Nifak kelimesinin kullanımı da buradan gelir ki; “şeriate bir kapıdan girip başka bir kapıdan çıkmak” demektir.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredât NFK md)
Kelimenin sözlük mânâlarında “harcamak, talep etmek, tükenmek” anlamları ön plana çıkmaktadır. Bu mânâlardan sadece “harcamak, tüketmek, sarf etmek” anlamları müteaddî (geçişli), diğer iki mânâ ise lâzım (geçişsiz)’dır. Biraz önce de belirttiğimiz gibi normal şartlarda kelimenin if’âl bab’ında olması anlamın da geçişli olmasını gerektirmektedir ama bu fiil cümlede mef’ûlünü bir harf-i cer yardımıyla aldığı için ‘geçişsiz’ bir mânâya sahip olduğu ortadadır. İşte bu durum, if’âl bab’ının fiillere kattığı anlamlar üzerinde durmamızı gerekli kılmaktadır.
İf’âl babının yapı ve işlevleri
İF’ÂL BAB’I
Üç harfli (sülâsî) bir fiil, bu bab’a genellikle geçişli yapmak için getirilir. Yani bir fiil üç harfli iken geçişsiz ise bu bab’a gelince geçişli olur. Şâyet zaten geçişli ise bir mef’ûl alıyorsa, bu baba gelince iki mef’ûl alır. Üç harfli iken iki mef’ûl alıyorsa bu baba gelince bir mef’ûl daha alır ve mef’ûl sayısı üçe çıkar.
خَرَجَ عَلِيٌّ…Ali çıktı (geçişsiz)
اَخْرَجَ عَلِيٌّ صَادِقًا…Ali Sadık’ı çıkardı (if’âl bab’ı – geçişli)
كَتَبَ عَلِيٌّ رِصَالَةً…Ali, bir mektup yazdı (geçişsiz ve 1 mef’ûl var)
اَكْتَبَ عليٌ صَادِقًا رِصَالَةً…Ali, Sadık’a bir mektup yazdırdı (if’âl bab’ı – geçişli ve 2 mef’ûl var)
عَلِمَ عليٌّ الْخبر صَحِيحًا…Ali haberi doğru bildi (geçişsiz ve 2 mef’ûl var)
اَعْلَمَ عليٌّ الْخبر صَحِيحًا…Ali, Sadık’a haberi doğru bildirdi (if’al bab’ı – geçişli 3 mef’ûl var)
(Dikkat! Okuyucunun bu örneklerde if’âl bab’ından gelen fiillerin mef’ûllerini harf-i cer olmadan aldıklarına dikkat etmesi, konunun anlaşılması için önem arz etmektedir.)
O halde üç harfli iken bir fiilin anlamı “açtı” ise bu bab’a gelince “açtırdı” veya “geldi” ise “getirdi” veya “gördü” ise “gösterdi” olmaktadır. Bu bab’ın asıl görevi bu olmakla beraber şu anlamlarda kullanılır.
- Bir şeye girmek, erişmek anlamında.
Bu şekildeki kullanımlarda bazı isimler fiilleştirilir.
اَلْعِرَاقُ…Irak
اَعْرَقَ الْمُسَافِرُ…Yolcu Irak’a girdi.
الحِجَازُ…Hicaz
اَحّجَزَ الرَّجُلُ…Adam Hicaz’a girdi.
- Bulmak anlamında.
اَعْظَمْتُ الرَّحُلَ…Adamı büyük buldum.
اَحْمَدْتُ الرَّحُلَ…Adamı övgüye değer buldum.
- Olmak anlamında.
اَلْقَفْرُ…. Kurak, kıraç yer…… اَقْفَرَتِ الْاَرْضُ…Yer kıraç oldu.
الْمَاشِيَةُ…Sürü…… اَمْشَي الرَّجُلُ …Adam sürü sahibi oldu.
اَلتَّمْرُ…Hurma…… اَتْمَرَ الرَّجُلُ …Adam hurma sahibi oldu.
- Arz etme, sunma, maruz bırakma anlamında.
اَبَاعَ الرَّجُلُ بَيْتَهُ……Adam evini satışa arzetti.
اَقْتَلَ الرَّجُلُ نَفْسَهُ……Adam kendisini ölüme maruz bıraktı.
- Giderme, izale etme anlamında.
اَشْكَيْتُ الرَّجُلَ……Adamın şikâyetini giderdim.
اَشْفَى الْمَرِيضُ……Hastanın şifası gitti.
(Hasan Akdağ / Arap Dili Dilbilgisi s.131;
Yrd. Doç. Dr. M. Mustafa Meral Çörtü / Sarf s.167)
İf’âl bab’ından gelen bir fiilin bu kullanımlardan hangisine göre anlam kazanacağı fiilin nesnesini alış şeklinden anlaşılmaktadır. Eğer o fiil bu bab’a getirilmeden önce geçişsiz ise bu bab’a geldiğinde mef’ûlünü de direkt alıyorsa bu bab’ın, fiili geçişli yapmak için kullanıldığı anlaşılır. Eğer sülâsî kökünde zaten geçişli ve mef’ûlünü direkt alıyorsa bu bab’a getirildiğinde de iki mef’ûl alıyorsa yine aynı şekilde söyleyebiliriz. Ama sülâsî kökünde geçişsiz bir mânâdaysa ve bu bab’a getirildiğinde de mef’ûlünü direkt değil de Nisâ 34. âyette olduğu gibi harf-i cer yardımıyla alıyorsa bu durumda fiil diğer kullanımlardan biridir demektir.
Bilindiği gibi anlamaya çalıştığımız kelime Nisâ 34. âyette وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ (vebimâ enfekû min emvâlihim) şeklinde geçmektedir ve mef’ûlü ile arasında bir مِنْ (min) harf-i cer’i vardır. Arada bu harf-i cer’in olması her şeyden önce fiilin mânâsının geçişsiz olduğunu göstermektedir. Nitekim اَنْفَقُوا (enfekû) kelimesinin if’âl bab’ında geçtiği ve mef’ûlünün de aynı şekilde اَمْوَالِهِمْ (emval) kelimesinin olduğu diğer âyetlerde kelime mef’ûlünü harf-i cer olmadan almıştır.
(yunfikûne emvâlehum)
Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir. (TDV meâli)
(yunfikûne emvâlehum fî sebîli(A)llâhi)
Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir. (TDV meâli)
(yunfiku mâlehu ri-âe-nnâsi)
Ey imân edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez. (TDV meâli)
(yunfikûne emvâlehumu)
Allah’ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarfedenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer (de yine ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir. (TDV meâli)
(yunfikûne emvâlehum billeyli ve-nnehâri sirran ve’alâniyeten)
Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler. (TDV meâli)
Görüldüğü gibi bu örneklerin hepsinde de if’âl bab’ında olan kelime, mef’ûllerini harf-i cer yardımıyla değil direkt almıştır. Üstelik dikkat edilirse bu âyetlerin hepsinde de mef’ûl Nisâ 34. âyette olduğu gibi اَمْوَالَهُمْ (emvalehum) kelimesidir. Fakat fiil ile mef’ûl arasında herhangi bir harf-i cer yoktur. Aynı şekilde bu kelime mef’ûlü اَمْوَالَهُمْ (emvalehum) olduğu hâliyle 4/38 – 8/36 âyetlerinde de kelime mef’ûlünü direkt almıştır. Bu durumda kelimeye meâl ve tefsirlerde olduğu gibi “mallarından harcarlar” şeklinde bir mânâ vermemin hiçbir gerekçesi yoktur. Çünkü eğer kelime “harcama, tüketme, sarf etme” gibi geçişli bir mânâya sahip olsaydı diğer âyetlerde olduğu gibi gelmesi gerekirdi.
Bu durumda bu kelime Nisâ 34. âyette fiil kökenli değil isim kökenli bir kelime olmaktadır. Yani isimden fiilleştirilmiş bir kelime olmaktadır. İf’âl bab’ının kelimelere kazandırdığı anlamları ve kelimenin içinde geçtiği cümlenin kendisinden önceki cümlelerle bağını, âyetin de siyâkını ve sibakını dikkate aldığımızda kelimenin mânâsının “nafaka sahibi olmak” veya “talep sahibi olmak” şeklinde olması gerekmektedir.
Az önce âyette iki defa kullanılan بِمَا (bi+ma) ifadesinin her ikisinin de aynı anlama gelmemesi gerektiğini ifade etmiştik. Bilindiği gibi bu ifade بِ (bi) harf-i cer’i ve مَا (ma) edatının birleşimidir. Tıpkı bir önceki cümle gibi وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ (vebimâ enfekû min emvâlihim) cümlesinin de başında بِ (bi) harf-i cer olması demek, bu cümlenin bir fiile bağlanması gerektiği anlamına gelmektedir. Çünkü ilk bölümde de ifade ettiğimiz gibi harf-i cer’ler isimlerin başına gelirler ve o ismi bir fiile bağlarlar. Zaten harf-i cer olmadan cümleye anlam verildiğinde cümlenin anlamı tamam olmamaktadır.
مَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ …… “Mallarından talep sahibi olmaları”
Harf-i cer olmadan bunun gibi tamamlanmamış bir anlama sahip olan bu cümle ancak bir fiile bağlandığı zaman tam bir anlama sahip olacaktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu cümle de kendisinden bir önceki cümle gibi en başta gelen ve fiil gibi amel eden قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin mef’ûlüdür. Cümle müfred (tekil) hükmündedir. Daha önceki bölümlerde Nisâ 34. âyetin ilk cümlesinin ana gramer yapısının şu şekilde olduğunu belirtmiştik:
قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ | اَلرِّجَالُ |
kavvâmûne ala annisâ-i bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din vebimâ enfekû min emvâlihim | erricâlu |
Haber | Müptedâ |
Bu ana temel üzerine oturan cümledeki “haber” uzun bir cümleden oluşmaktadır ve o cümle de kendi içinde üç cümleden oluşmaktadır.
(بِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِم) وَ (بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ)اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ
Erricâlu kavvâmûne ala annisâ-i (bimâ faddala(A)llâhu ba’dehum ala ba’din) ve (bimâ enfekû min emvâlihim)
Parantez içinde farklı renkle belirttiğimiz cümlelerin her ikisi de müfred (tekil) hükmündeki cümlelerdir. İşte bu cümleleri cümlenin en başındaki fiile بِ (bi) harf-i cer’i bağlamaktadır. O cümleler fiile bağlanmadan tek başlarına tam bir anlama sahip olmazlar. Bu son cümleyi kendisinden öncesine bağlayan بِ (bi) harf-i cer’inin cümleye kattığı anlam “buna göre, bu esâsa göre, böyle olmasından dolayı” şeklindedir.
Buraya kadar anlattıklarımıza göre âyetin ilk cümlesinin daha isabetli olduğuna kanaat getirdiğimiz mânâsı şu şekilde olmalıdır:
Allah’ın onların (kadın ve erkeğin) bazısını bazısına göre çoğalabilir hale getirmesinden dolayı, erkekler de kadınlar üzerinden ortaya çıkarlar ve devamlılıklarını sağlarlar, (her ikisinin de ortaklaşa sahip oldukları) kendi mallarından talep sahibi olmaları buna göredir…
Nisâ sûresinin 34. âyeti hiçbir şekilde erkeğin kadına olan üstünlüğünden veya erkeğin kadına yönetici olmasından bahsetmemektedir. Çünkü Kur’an’ın hiçbir yerinde ne kadının ne de erkeğin diğerine göre ve hangi sebeplerden dolayı üstün kılındığını açıklayan tek bir ifade yoktur, tam tersi kadın olsun erkek olsun tek üstünlüğün Allah’a bağlılık ve sadakat olduğu onlarca âyette ifade edilmektedir. Kaldı ki bu üstünlük bile birinin diğerine hukukî olarak bir üstünlük sağladığı veya diğerlerine yönetici olacağı anlamına asla gelmemektedir. Bu âyet “La ilahe İllallah” prensibine sıkı sıkıya bağlanarak sürü gibi, davar gibi güdülmeyi reddederek tasavvurunu ve şahsiyetini Kur’an’a göre inşâ etmeye karar vermiş müminleri belli kurallara bağlayan âyettir. Kadın olsun erkek olsun Kur’an’ın önerdiği mümin şahsiyetin birileri tarafından davar gibi güdülmeye ihtiyacı da yoktur, buna tahammül etmesi de mümkün değildir. Ataların, seyyidlerin, şeyhlerin, yöneticilerin izinden davar sürüsü gibi giden insanları durmadan kınayan Kur’an’ın, kadını erkeğin davarı hâline getirecek bir düzenleme getirmesi asla mümkün değildir.
Toplumsal yorum ve hukuki etkileri
Sonsuz bir güce sahip olmasına rağmen gücünü üstünlük olarak kullanabilecekken kendi gücüne ilkeler koyan; sonsuz ilim sahibi olmasına rağmen, her durumda kullarından çok daha iyi kararlar almasına rağmen, sahip olduğu ilimle kullarının iradesini de en güzel şekilde yönetecek olmasına rağmen kullarının iradesine ise asla ipotek koymayan Yüce Allah’ın, kadının iradesine ipotek koyacak bir otorite belirleyip onu yetkilendirmesi asla mümkün değildir. Güçlünün güçsüze hâkim olduğu, güçlünün güçsüzü ezdiği toplum yapıları Yüce Allah’ın dîninin önerdiği bir yapı değildir. Yüce Allah’ın dîninde; güçlü gücünden dolayı başkalarının üstünde olmaz, güçlü oldu diye suçlu konumunda da olmaz. Ama Yüce Allah’ın dinine göre; güçlü olmasına rağmen gücünü ilkesizce kullanmak, gücünden dolayı üstünlük taslamak kişiyi hem aşağılık hem de suçlu yapar. Yaratılış özelliklerinin hiçbiri -ki buna akıl ve güç de dâhildir- üstünlüğün veya aşağıda olmanın sebebi değildir. Kaldı ki eğer illâ da biri diğerinden üstün olacaksa tüm insanlığı doğuran kadınlar daha üstün ve daha değerlidir. Kur’an, erkek olmadan üreyebilen bir kadını (Meryem’i) evire çevire anlatmaktadır ama kadın olmadan üreyebilen bir erkekten hiç bahsetmemektedir.
Kadın, erkek, uzun, kısa, ileri zekâlı, orta akıllı, siyah, beyaz, çekik gözlü, melez, sarı tenli, kırmızı tenli yaratılmış olmak ne aşağıda olmanın ne de yukarıda olmanın ölçüsü değildir. Çünkü bunların hepsi Yüce Allah’ın âyetleridir.
Bu hakîkatin karşısına “Erkekler kadınlardan daha güçlü ve daha akıllı oldukları için kadınların âmiridir.” şeklinde bir sözle çıkmak, Yüce Allah’ın dîninin temeli olan aklını ve özgür iradesini kullanarak imân eden insan profilini yerle bir etmektir. Daha doğuştan başına âmir tayin edilmiş bir insanın “akıl ve iradesi” yoktur demektir.
Bu da yetmezmiş gibi âyette geçen بِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِم (bimâ enfekû min emvâlihim) cümlesine “erkekler mallarından harcarlar” gibi bir anlam vererek ve cümledeki “mal” kısmını sadece erkeklere has kılarak kadınları bir de maddi yoksunluğa mahkûm etmek, zaten hiçbir dayanağı olmayan ‘kadını’ ölene kadar başkasının kulu hâline getirmektir. Âyette geçen اَمْوَالِهِم (emvalihim) ifadesini sadece “erkeklerin malları” şeklinde bir anlamla karşılamak insan temelli Kur’an’ı kadın-erkek temelli cinsî ayrım üzerinden tasnif yapan bir kitap hâline getirmektedir.
“Erkekler mallarından harcayarak evin geçimini sağlarlar.” demek aile olmuş, ev kurmuş, çoluk çocuğa karışmış olmalarına rağmen sahip olunan maddi değerlerin tek sahibi erkeklerdir demektir. Eğer böyleyse aşağıdaki âyet kadının miras bıraktığı hangi malı taksim etmektedir?
Hanımlarınızın çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir, çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir… (TDV meâli)
Diyelim ki kadının bıraktığı bu miras kendi annesinden babasından kalan mallardır. Bu kadın, ömür boyu kocasıyla biriktirdikleri üzerinde tek söz hakkına sahip değildir, o maddi değer ikisinin değil sadece erkeğindir, bu da yetmezmiş gibi bir de ölürken anne babasından kalan mirasın da bir kısmını ona bırakmaktadır. Böylelikle erkek hem karısının desteğiyle ömür boyu biriktirdiklerinin sahibi hem de karısına verâset yoluyla gelenlerin bir kısmına sahip olmaktadır. Bu kadına annesinden babasından bir şey kalmadığını, evlendikten sonra kocasıyla el ele vererek çok büyük servet sahibi olduklarını düşündüğümüzde Karun gibi zenginleşmiş olsalar bile kadının geriye bıraktığı bir şey yok demektir. Çünkü müfessir ve meâl yazarlarımız erkeğin eve ekmek getirmesini, ev kirasını ödemesini, elektrik ve su paralarını ödemesini, çoluk çocuğuna elbise almasını, lunaparka götürmesini, dondurma almasını “erkeğin kendi malından harcaması” olarak görmekte ve hatta bunu “üstünlük sebebi” saymaktadırlar. Dolayısıyla kocası ona bir külah dondurma aldığında “kocası ‘kendi’ malından ona harcama yaptığı için” kadın ona minnet duymalıdır.
İşte Nisâ 34. âyet bunun böyle olduğunu değil, olmadığını ve olmayacağını bildirmektedir. Âyette geçen اَمْوَالِهِم (emvalihim) kelimesindeki ‘hum’ zamiri sadece erkeğe değil hem erkeğe hem de kadına dönen bir zamirdir. Yani o mallar ikisinindir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu âyet erkeğin üstünlüğünden değil Nisâ sûresinin başından beri anlatılan miras ve mal bölüşümü esâsının temelinden bahsetmektedir. Nitekim âyetin devamında gelen وَالّٰت۪ي (elleti) ism-i mevsûlü bu âyeti Nisâ sûresindeki önceki âyetlere bağlayacak ve devamındaki cümlelerin anlaşılmasının yolunun önceki âyetlerle bağ kurmaktan geçtiğini bize bildirecek ve hatta bizi buna mecbur edecektir. Âyette geçen بِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِم (bimâ enfekû min emvâlihim) cümlesi erkeklerin mallarından harcamalarından değil kadın ve erkeğin birlikteliğiyle çoğalmış bir ailenin, bireylerin ailenin ortak mallarından hangi esas üzerine hak sahibi olmaları gerektiğinden bahsetmektedir.
Miras ve mal bölüşümünü Câhiliye âdetlerini hortlatan ulemâ görüşleri ve rivâyetler temeli üzerine oturtmuş olan müktesebat, Kur’an’ın inişinden bu yana yüzlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ dört başı mâmur bir miras hukuku bile oluşturmamıştır. Bırakın hukuku, Nisâ 11. ve 12. âyetlerde belirtilen yüzdeleri bile doğru dürüst hesaplayamamıştır. Âyette verilen yüzdeleri bir türlü denk getiremeyen ulemâ, “arta kalan” kısım için “avliyye” diye bir kavram türeterek yeni haklar îcat etmiştir. Sadece miras hukukunu değil hayatın tamamını “Erkek kadından daha akıllı ve daha güçlüdür bu yüzden üstündür.” temeli üzerine binâ eden ulemâ bütün önermelerini, içtihatlarını, fıkıhlarını ve hatta tefsirlerini bu düsturla yapmıştır.
Bu temel üzerine binâ edilen müktesebâtın kendisi tarihsel olduğu halde kalkıp onları meşrû sayarak Kur’an’ın âyetlerini tarihsel ilân etmek Kur’an’ın gömdüğü Câhiliye karanlıklarını İslâm adına hortlatmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Nisâ sûresi çok yoğun bir şekilde kadın-erkek ilişkilerinin çerçevelerini belirleyen bir sûredir. Bu çerçevelerin hiçbirinde “güç ve akıl fazlalığı” temel alınmamış, güven ve sadâkat temel alınmıştır. Her fırsatta bağlamdan bahseden ulemânın iş Nisâ 34. âyete gelince âyeti hem siyâkından ve sibâkından hem de tüm Kur’an’dan kopararak Câhiliye karanlıklarına göre mânâ vermesi Câhiliye’nin İslâm eliyle meşrûlaşmasına ve temelinde sadece “güç” olan bir tarihin de oluşmasına sebep olmuştur. Yüce Allah’ın gönderdiği tertemiz kitaba ihânet Muhammed’den sonrasında başlayan bir şey değildir. Onun öncesinde de tüm resûllere ihânet edildi. Onun öncesinde de bu ihânetler din adına yapıldı. Onun öncesinde de Musa’nın ve İsa’nın izinden gitmeyenler ‘Musa’ ve ‘İsa’ adını kullanarak ‘Yahûdilik’ ve ‘Hıristiyanlık’ adıyla dinler uydurdular. Onların da rivâyetleri, fıkıhları, ulemâ görüşleri yani onların da Musa ve İsa’ya atfen oluşturulmuş müktesebatları vardı ki hâlâ da var. Kitap sayısının yüz milyonlara varması hiçbir müktesebâtı “doğru” yapmaz. O müktesebâtın insanlar tarafından hem de binlerce yıldır uygulanmış olması da onu doğru yapmaz. Her zaman ve her zeminde tek doğru vardır ve o da Yüce Allah’ın ilmiyle oluşmuş Kur’an’dır.
Bu müktesebâtın dayattığı hayat biçimlerinden dolayı ezen veya ezilen tarafta olan bir müminin müktesebat üzerinden eğri ve doğru arayışı hiçbir zaman onu Kur’an’ın aydınlığına götürmeyecektir. Hele meseleyi cinsiyet temeline oturtarak “kadınlar eziliyor” edebiyatı yapmaları hiçbir zaman onları özlem duydukları adalete götürmeyecektir. Çünkü mesele kadın-erkek meselesi değil “insan” meselesidir. Bir kadına zulmeden insanlar Yüce Allah’ın huzûrunda “kadına zulmün” değil “insana zulmün” hesabını vereceklerdir. Çünkü zulüm hangi sebeple ve kime yapılırsa yapılsın zulümdür. Üstelik günümüz insanı sadece kadına zulmeder halde değildir. Erkeği ile kadını ile insanlığın tamamı zulüm altındadır. Bir müminin amacı sadece kadınlara zulmü engellemek değil zulmün her türünü engellemektir. Müminin zulmün her türünü engellemesi kılıç kuşanıp, beline bomba bağlamakla değil adaleti kişiliğinin temeli hatta kişiliğinin bizzat kendisi yapmakla olacaktır. Ne gariptir ki Kur’an’ın bu düsturu da yine قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesi üzerinden söylenmektedir. Fakat ne yazıktır ki o âyetler bile Câhiliye’nin anlayışları üzerinden anlaşılmıştır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ…
(Yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû kûnû kavvâmîne li(A)llâhi şuhedâe bilkist(i)…)
Ey Müminler! Allah için dâima adaletle ortaya çıkan ve dâima adaletle varlıklarını devam ettiren şahitler olun… (Ramazan Demir – Mâide 5/8)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَ…
(Yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû kûnû kavvâmîne bilkisti şuhedâe li(A)llâhi velev ‘alâ enfusikum evi-lvâlideyni vel-akrabîn(e)…)
Ey Müminler! Kendi nefsinize, anne baba, akrabalara ve kendinize karşı bile olsa Allah için dâima adaletle ortaya çıkan ve dâima adaletle varlıklarını devam ettiren şahitler olun… (Ramazan Demir – Nisâ 4/135)
Adaletli olmak demek gömlek değiştirir gibi yeri geldiğinde adalete başvurmak değildir. Çünkü adalet hakîkî bir varlığın adı değil hakîkî bir davranışın adıdır. Adalet ayakta tutulacak bir şey değil onunla ayakta kalınacak ve onunla yaşanılacak bir karakter, bir tasavvur, bir kişiliktir. Adalet sadece hukukî meselelerin değil bakışın, duruşun, sevginin, nefretin, oturuşun, sevmenin, su içmenin, yemek yemenin kısacası her nefesin temelidir.
Adaleti hak dağıtılırken giyilen hâkim cübbesi gibi algılayan bir insanın sadece kadına değil varlığın tamamına zulmetmemesinin önünde hiçbir engel yoktur. Adalet üzere var olmak ve adalet üzere varlığına devam etmek sadece güçlülerin tatbik edeceği bir karakter biçimi değildir. Güçsüzlerin de adaleti karakter hâline getirmeleri ve varlıklarına bu temel üzerine devam etmeleri şarttır. Çünkü adalet giyilip çıkarılacak bir hâkim cübbesi değil üzerine aklın çalışma biçiminin ve tasavvurun inşâ edildiği temeldir. Aklın her bir bağının ve tasavvur binâsının her bir taşının temel yapısı adalettir.
İşte Kur’an insanı bu temel üzerine var olmaya ve varlığını devam ettirmeye çağırmaktadır. Çünkü bu Kur’an; yaratması ve yok etmesi, sevmesi ve sevmemesi, kullarına görev yüklemesi ve görevden alması, hak ve ödev belirlemesi, cezâ ve mükâfat vermesi, dışlaması ve kabul etmesi, vermesi ve alması, tehdit ve vaatleri kısacası tüm fiilleri ve tüm isimleri ile “mutlak adalet temelli” olan Yüce Allah’ın öğretisidir. Bu öğretinin içinde insanlardan birini diğerine kul edecek, birini diğerine mecbur edecek, birini diğerine sırf kaba kuvvetinden dolayı daha yetkili kılacak herhangi bir şeyin olması mümkün değildir ve olmamıştır da.
Nisâ 34. âyetinin meâl ve tefsir müelliflerinin bahsettiği şeylerle hiçbir alâkası hem de hiçbir yönden yoktur. Meâl ve tefsir yazarlarının ortaya koyduğu mânâları kabul etmeye ne âyetin gramer yapısı ne de Kur’an müsâade etmektedir. Bu âyet başından beri devam eden konuların ana temelidir. O hukukların hepsinin temelinde çoğalabilir halde yaratılan kadınlarda başlatılan hayat vardır. O hukukların hepsinin temelinde tüm toplumların kendisinden doğduğu anneler vardır. İşte Nisâ 34. âyet bu temeldir.
Allah’ın onların (kadın ve erkeğin) bazısını bazısına göre çoğalabilir hale getirmesinden dolayı, erkekler de kadınlar üzerinden ortaya çıkarlar ve devamlılıklarını sağlarlar, (her ikisinin de ortaklaşa sahip oldukları) kendi mallarından talep sahibi olmaları buna (kadının çoğalabilir olmasına) göredir…