Nisa 34 7 Korkular Üzerine Fikih İnşa Etmek

NİSÂ 34. ÂYETİ ÜZERİNE MÜLÂHAZALAR (7)

KORKULAR ÜZERİNE FIKIH İNŞÂ ETMEK

Ayetin bağlamı ve temel vurgular

En başından beri Nisâ sûresi 34. âyetinin basit aile kavgalarından bahsetmediğini, insan türünü oluşturan kadın ve erkeğin arasındaki hukukun temelini anlattığını ortaya koymaya çalıştık. Bir önceki cümlede bu hukukun doğru ve hakîkî temeller üzerine binâ edilmesinin tek yolunun kadının normalin dışına çıkmadan doğurması ve yine normalin dışına çıkmadan doğru beyânda bulunması olduğunu anlatmaya çalıştık. Yani doğru ve gerçek hukuk sadece ve sadece kadın sâliha olunca oluşmaktadır. Bu âyette geçen “sâlihat” kavramının “imân eden kadınların en iyisi” anlamına gelmediğini, âyetin çerçevesini çizdiği konuyla alâkalı olarak mümin olsun ya da olmasın o konuda dürüst yani normalin dışına çıkmadan davranan her kadını kapsadığını ifade etmeye çalıştık.

Âyetteki konuların kendisine göre şekillendiği ana cümle “Allah’ın bazısını bazısına göre çoğalabilir kılmasından dolayı (kadın ve erkek) buna göre (ortak) mallarından talep sahibi olurlar.” cümlesidir. Bu durum, çoğalabilen yani doğurabilen bir tür olmasından dolayı kadını hukukun temeline yerleştirerek ona müstesnâ bir konum kazandırmıştır. Her şeyden önce kadın, erkeklerin şehvetlerini gideren bir nesne olmaktan çıkıp toplumları kuran, hukukun temelini atan en etkin özne olmaktadır. Üstelik bu etkin özne olma özelliği sadece “mümin kadınlar” için değil yeryüzündeki tüm kadınlar için geçerli bir özellik olmaktadır.

Fakat nasıl ki -mümin olsun veya olmasın- her erkek sâlih yani normale göre davranan değilse her kadın da sâliha yani normale göre davranan değildir. Bir erkeğin bir kadınla yaptığı nikâh akdine sâdık kalıp gayrimeşrû ilişkilere girmemesi erdem, fazîlet veya yücelik değil, zaten olması gereken en normal durumdur. Gayrimeşrû bir şekilde başka kadınlardan değil de bir hukuka göre nikâh akdi yaptığı eşinden nesil sahibi olması erdem, fazîlet veya yücelik değil, zaten olması gereken en normal bir durumdur. Hiçbir erkek karısını aldatmadığı, başkasının nâmûsuna göz dikmediği, iffetini koruduğu için övünme, gerinme, kendisini nâmusluların en nâmuslusu gibi lanse etme hakkına sahip değildir çünkü zaten öyle olmak zorundadır, zaten normal olan budur. Üstelik bu en normal durum sadece mümin erkek için değil dünyadaki her erkek için böyledir. Bu en normal durumda kalmak için kişinin mümin olması da gerekmemektedir. Meselâ, mümin olmayan bir Rus erkeği, “ben Kur’an’a imân etmiyorum, müslim de değilim; o hâlde istediğim şekilde istediğim kadınla ilişki kurabilir, evli olduğum hâlde başka kadınlardan nesil sahibi olabilirim.” demek gibi bir hakka sahip değildir. Kendi toplumunda da olsa İslâm toplumunda da olsa bu böyledir.

Fakat böyle olmasına rağmen dünyanın her yerinde normalin dışında davranış gösteren erkek ve kadınların olduğu kötü bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Üstelik bu kötü gerçeklik Kur’an tarafından da görülmüş ve ona karşı çeşitli önlemler geliştirmiştir. Meselâ, zinâ yapanlara ceza uygulanmasını önermesi bu önlemlerden sadece bir tanesidir.

Kur’an; insanı da mümin olarak tanımladıklarını da hem hata yapmaz kusursuz varlıklar olarak nitelememiş hem de önerdiği hayat biçimini hatasızlık ve günahsızlık üzerine temellendirmemiştir. Tam tersi dâima insanı hata yapabilen, günah işleyebilen, imân da edebilen, ettiği imândan da dönebilen, küfrün en koyusuna düşebileceği gibi aydınlığın en parlağına da ulaşabilen bir varlık olarak temel almış ve tüm önermelerini, emir ve yasaklarını, tehdit ve vaatlerini buna göre yapmıştır. Kur’an insana ne “kusursuz” gözüyle bakmış ne de “kusursuz ol” demiştir.

İnsanın bu yapıda olduğunu bilen Yüce Allah’ın insanlara hukuk önerirken sadece kusursuzluk açısından hukuk geliştirmiş olması, kusurlular için herhangi bir hukuk tanımlaması getirmemiş olması mümkün değildir. Her insanın konulan hukuku sûistîmal etme, arkasından dolanma, boşa çıkarma, yanlışa yorma gibi potansiyeli vardır. Fakat Yüce Allah insanı belli bir formatta yarattığı için hukukun oluşmasında ve davranış geliştirmede temel alınması gereken şey insanın içindeki sûistîmal etme potansiyeli değil her insanın mayası olan o asıl format olmalıdır.

Rûm 30/30

088_Nisa_34_7_Korkular_Uzerine_Fikih_Insa_Etmek

Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler. (TDV meâli)

Fıtrat, insan doğası ve hukuk

Yüce Allah’ın her insana yüklediği bu yaratılış formatı hiçbir zaman yok edilemez. Üstü örtülebilir, görmezden gelinebilir, umursanmayabilir ama yok edilemez. İşte bu ana format insanın doğal yapısıdır. Bu temel format üzerine yaratılan insanın sonradan edindiği kötü davranışların ve inançların tamamı cevher (öz) değil araz (ârıza)’dır. Bir hukukun başarılı olması doğal yapı ile uyumu üzerinden gerçekleşmektedir. Doğal yapı üzerine binâ edilmeyen her hukuk er ya da geç sonuçta zulüm, mutsuzluk, uyumsuzluk, kaos getirecektir. Meselâ, kadının doğal yapısının yani yaratılışının erkeğe göre daha akılsız olduğunu, doğal yapısı gereği her kadının şeytanın kementleri olduğunu söyleyen ulemânın kadınlar için oluşturduğu fıkıh sonuçta kadınlar için daha çok ezilme, daha az hak alma gibi bir durum ortaya çıkarırken bunun zararını sadece kadınlar görmemiş, bu hâle getirilen kadınların doğurduğu erkekler geriye kan ve gözyaşı, kaos ve çözümsüzlükten oluşan devâsâ bir tarih bırakmışlardır. Şu bir gerçektir ki insanın doğal yapısı yani yaratılış formatı temel alınmayarak geliştirilen her hukuk belki görünürde birilerine daha fazla iltimas geçmiş gibi gözükecektir ama sonuçta tüm zararı iltimas gören de görmeyen de birlikte görecektir. Meselâ, doğal yapıyı temel almayan Firavun’un düzeninde Firavun ve onun âlî kendilerini iltimas görenler olarak konumlandırmışlardır. Ama denizde boğulan sadece onlar olmamıştır. Üstelik denizde boğulmayıp geride kalan kadın, erkek, yaşlı, çocuk hepsi de bundan ciddi bir şekilde zarar görmüştür.

Doğal olmadıktan, insan fıtratı temel alınmadıktan sonra ortaya çıkan durumdan şunun daha fazla, bunun daha az etkilenmiş olmasını tartışmanın, doğal olmayan bir yapı içerisinde daha fazla haklar talep etmenin kimseye mutluluk getirmeyeceği de ortadadır. Çünkü yapılması gereken şey daha fazla hak koparmak değil doğal yapılar üzerine binâ edilmiş hukuka dönmektir. Meselâ, günümüz toplumlarında ezildiği gâyet açık olan kadın ezilmekten kurtulsa, erkeklerden çok daha fazla haklara sahip olsa, her kadın erkekler tarafından başlar üstünde taşınsa içinde yaşadığımız toplum kendi doğal yapısı ile uyuşan, kadına da erkeğe de mutluluk getiren bir düzene kavuşmuş olmayacak, bunun zararını kadın da erkek de birlikte görecektir.

Doğal yapı üzerine kurulan tek düzen Yüce Allah’ın önerdiği düzendir. O’nun önerdiği düzenden başkasının doğal olması mümkün değildir. Çünkü insanın doğal yapısıyla çelişmeyen düzen getirmeye O’ndan başkasının güç yetirmesi istense bile mümkün değildir. Fakat öte yandan her insanın yaratılış formatına göre davranmayacağı da açıktır. Bu durumda, düzenleme getirirken doğal yapıyı bozanlar mı yoksa doğal yapıya uyanlar mı temel alınmalıdır? Bu dediğimi bizzat kendi yaşadığım şu örnekle daha anlaşılır hâle getirmeye çalışayım.

Çocuklarımla girdiğim bir elektronik eşya mağazasından alacağımızı almış, her müşteri gibi kasada paramızı ödemiş, aldıklarımızı üzerinde mağazanın amblemi bulunan poşetin içine koymuş, çıkış kapısına doğru gitmiş, barkod okuyuculardan da geçmiştik. Fakat tam bu sırada arkası bize dönük koruma önümüzü kesmiş ve son derece kaba bir sesle elimizdeki poşette bulunanları kendisine göstermemizi istemişti. Bunun nedenini sorduğumda ise bu önlemi mağazada yaşanan hırsızlık olaylarına karşı aldıklarını söylemişti. Tüm alışveriş merkezini birbirine katmamıza rağmen ben ona paketi açıp göstermemekten, o da paketin içini görmek istemekten vazgeçmedi.

Hırsızlık yapan birkaç müşteri dikkate alınarak kapıdan giren her müşteriye potansiyel hırsız muâmelesi yapmak, buna göre her müşteriyi hırsız yerine koyup ona göre önlem geliştirip düzen kurmak doğal olmayan bir yapının temel alınması anlamına gelmektedir. Oysa ne kadar çok olursa olsun hırsızlık asla doğal bir şey olmadığı gibi her insanı hırsız yerine koymak da doğal değildir. Böylesi bir düzende ne müşteri ne de dükkân sahibi kârlı çıkacaktır. Hırsız olmadığı hâlde hırsızmış gibi bir uygulamaya mâruz kalan müşteri bir daha o dükkândan içeriye adımını atmayacak, dükkân sahibi ise dürüst müşteri kaybına uğrayacaktır. Fakat dükkâna giren diğer müşterilerin hırsız muâmelesinden rahatsız olmaması işte bu doğal olmayan bir uygulamanın meşrûlaşmasına sebep olacaktır ve ne yazık ki insanlığın aklı bugün tam da bu yönde çalışmaktadır.

Yüce Allah’ın getirdiği düzende araz sahibi insan sayısı ne kadar çok olursa olsun düzen ve hukuk asla bu arazlar üzerine değil yaratılış formatı yani cevher üzerine binâ edilmiştir. O’nun getirdiği düzende, O’nun önerdiği hukukta her insan potansiyel günahkâr değil potansiyel iyi olarak tanımlanmış ve tüm önermeler işte bu iyiler üzerine temellendirilmiştir. O’nun getirdiği düzende kadın potansiyel olarak aklı az, şeytanın kemendi, dövülmesi, terbiye edilmesi, başına âmir tayin edilmesi gereken bir varlık değil; insanlığın devamlılığı kendisine bağlı, bir beyânıyla toplumların ve hukukun temelini atacak kadar değerli bir varlıktır. Hiçbir yönden erkekten bir eksikliği olmadığı gibi tam tersi doğurmak gibi fazlalığı olan çok değerli bir varlıktır. İşte Yüce Allah’ın getirdiği düzende rengine, ırkına ve dinine bakılmadan her kadın bu değere sahiptir. Çünkü Yüce Allah bir çocuğa anne olmayı sadece mümin kadınlara has bir durum kılmamıştır. Mümin olmayan insanların akrabalık bağlarını molla önünde “İslâmî nikâhlar” kıymadıkları için yok saymamış, gayrimeşrû ilan etmemiştir. Kocası kâfirlerin en azılılarından biri olan Firavun’un karısının Firavun’la kurduğu karı-koca ilişkilerini, o ilişkiden meydana gelen çocukları ve o ilişkilerden doğan akrabalık bağlarını yok saymamıştır. Yine bunun tam tersi olarak Nuh ve Lut’un kâfir ve hatta hâin karılarıyla olan karı-koca ilişkilerini, o ilişkilerden meydana gelen çocukları ve o ilişkiden doğan akrabalık bağlarını yok saymamıştır. Onları tanıtırken Nuh ve Lut’un karıları, diğerini tanıtırken Firavun’un karısı tanımlamasını kullanmıştır. Çünkü kadının da erkeğin de baba, oğul, anne, kız olmasıyla neye inandığı arasında en ufak bir bağ yoktur ve hukuk bunun üzerine binâ edilmemiştir.

Hukukta korunma ve delil ölçütleri

Bir hukuka imân etmeyle hukukun kendisi arasında bir bağ yoktur. Yüce Allah’ın getirdiği hukuk, mümin ya da kâfir hukuku değildir. Kâfirlik veya müminlik o hukuka inanan veya inanmayan insanın bir hâlidir yoksa hukukun tanımlanması değildir. Yüce Allah’ın insan türü için belirlediği hukuka inanmak, onun insanı mutlu edeceğine kesin güven duymak kişiyi mümin, güvenmemek ise kâfir yapacaktır. Fakat Yüce Allah’ın önerdiği hukuka “bu hukuk mümindir” demek çok saçma olacaktır. Yüce Allah’ın gönderdiği hukuka “bu hukuk ‘insana güvenmek’ temeli üzerine kurulmuştur” demek mümkündür. Bu sadece o hukuku insana güveni temel almış bir hukuk hâline getirir. Müminlik akıllı ve iradeli varlıkların yapacağı bir tercihtir; bizzat hukukun kendisi tercihte bulunmaz, tercihte bulunan insana düzen getirir.

Kur’an; dükkâna giren hırsızı dikkate alarak dükkâna giren her müşteriye hırsız muâmelesi yapmaz, genel düzenlemelerini dükkâna giren her müşterinin hırsız olabileceği ön kabûlü üzerinden geliştirmez. O, tüm insanların doğal yapısının ‘iyi’ olduğu temeli üzerinden düzenlemeler getirir. Fakat bu, Kur’an’ın hırsızlığı kabul etmediği, kötü bir gerçeklik olarak onu yok saydığı, hırsıza karşı hiç önlem almadığı ve ona göz yumduğu anlamına gelemez. Çünkü eğer öyle olsaydı temel yapısını ‘iyi’ olarak kabul ettiği insana; adam öldürdüğünde kısas, zinâ yaptığında celde, hırsızlık yaptığında el kesme cezası getirmesi saçma olurdu. Bunları ve daha birçok önlemi aldığına göre insanın kötülük yapabileceğini de görmüş, bunu da dikkate almış demektir. Fakat biraz önce de dediğimiz gibi onun aldığı önlem dükkâna giren her müşteriyi hırsız yerine koymak değildir.

Kur’an’ın asıl olan hukuku, doğal yapı üzerine koyarak geliştirdiği hukuktur. Geri kalan kısmı sadece dükkâna giren hırsıza karşı alınmış önlemlerdir. İşte buna göre zinâ suçunu dört şâhide bağlayarak suçüstü yapmayı neredeyse imkânsız hâle getirmiştir. Zinâ olayına bu yönden baktığımızda Yüce Allah’ın neden böylesi bir şart getirdiği anlaşılmaktadır. Çünkü eğer zinâ suçunun tespiti için bundan daha aşağısını getirseydi meselâ kocanın beyânıyla veya gözle görülmediği hâlde çıkarımla kadının ve erkeğin zinâ cezasına çarptırılabileceğini söyleseydi bundan en fazla zararı doğal yapısını görmezden gelerek normal davranışın dışına çıkanlar değil bizzat iyilerin kendisi görecekti. İşte Yüce Allah zinâ suçunun tespitini neredeyse imkânsız hâle getirerek iyileri koruma altına almıştır. Yoksa iyilere de zinâ suçu isnat etmenin kapısı aralanacak, bir erkeğe hayran hayran bakan kadınlar da bir kadına olan sevgisini gizleyemeyen erkekler de zinâ suçuyla isnat edilebilecekti. Bir erkeğin evine giren her kadın veya bir kadının evine giren her erkek potansiyel zinâkâr olarak nitelenebilecekti. Kapısını sütçüye açan her kadın da evindeki temizlikçi ile yalnız kalan her erkek de potansiyel zinâkâr olarak nitelenebilecekti.

İşte Nisâ 34. âyet, -imân etsin ya da etmesin- her kadının potansiyel iyi olduğu temeli üzerine kurulmuş hukuku ifade etmektedir. İmân etmiş ya da etmemiş olduğunu hiç dikkate almadan her kadının karnındaki bebeği olması gerektiği gibi koruduğunu temel alarak ona ve karnındakine temel hukuk belirlemiştir. Öte yandan buna aykırı davranacakların da var olacağını bir realite olarak görmüş, iyilerin korunması için önlem almıştır. Ne kadar çok olurlarsa olsunlar bir toplumda zinâ yapanlar veya fâhiş hareketlerde bulunanlar dâima azınlıktadır. Azınlık üzerinden tüm toplumun hayatına kısıtlama getirecek önlemlerin alınması asla doğru değildir. Bu, tüm toplumu ‘kötü’ saymak anlamına gelecektir. İşte bu yüzden Nisâ 34. âyette geçen فَالصَّالِحَاتُ(fe’s sâlihat) kavramı, öznesi sadece kadınlar olduğu hâlde hiçbir şekilde özel bir anlatıma bağlanmamış, kendisine hiçbir ayırt edici tanımlama getirilmemiştir. Bundan da öte Kur’an’ın hiçbir yerinde kadına ayrı erkeğe ayrı sâlih/sâliha tanımı yapılmamış, erkeği sâlih yapan şeyler neyse kadını da sâliha yapan şeylerin aynı şeyler olduğu belirtilmiştir. Çünkü sâlih olmanın yani hareketlerine ve sözlerine hastalık denilebilecek şeyleri bulaştırmamanın cinsiyetle alâkası yoktur.

Nisâ 34. âyetinin devam cümlesinin başında geçen bir ism-i mevsûl bizi Nisâ 15 ilâ 19. âyetlerine bağlamış, normalin dışına çıkan kadınları tanıtmıştır. Bu cümlenin başındaki ism-i mevsûl kimsenin kafasına göre tanım yapmaması gerektiğini söylerken kelimelere gösterilen sadâkatsizlik ulemâyı en olmadık saçma yorumları yapmaya sevk etmiş ve ne yazık ki en sonunda insanların zihninde bu ulemâ eliyle oluşturulan anlamlar kalmıştır. Meselâ Râzî, ism-i mevsûlle birlikte gelen وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنّ (vellâtî teḣâfûne nuşûzehunne) cümlesine “serkeşliğinden korktuğunuz kadınlar” anlamını verdikten sonra “korku” ile alâkalı olarak şu açıklamaları bile getirebilmiştir:

Bil ki “havf” (korkma), istikbalde kötü bir şeyin olacağını zannedildiği zaman kalpte meydana gelen bir hâlden ibarettir. Şafii, “serkeşlik” (geçimsizlik), bazen söz ile bazen de fiil ile olur. Meselâ söz ile olması, (daha önce) kendisini çağırdığında “efendim, buyur” diyen, kendisine seslendiğinde sözünü dinleyen bir tavırda iken, sonradan değişmesidir. Fiil ile olan ise, daha önce yanına girdiğinde ayağa kalkıp, emrine koşarken ve kendisini istediğinde güler yüzle yatağına gelirken sonra birdenbire değişmesidir. İşte bunlar, o kadının geçimsizliğinin (nüşûzunun) ve isyan ettiğinin emareleridir. Bu durumda onun geçimsizliği anlaşılır. Bu gibi şeylerin ortaya çıkışı geçimsizlik (serkeşlik) endişesi duyurur” der. Nüşûz kocaya isyan ve başkaldırmadır.

(Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, c.8.s.21)

Bu açıklamalara göre kadının tespit edilmiş bir “nüşûzu” yoktur, sadece hareketlerine bakılarak onun nüşûz yapacağından korkulmaktadır. Zaten âyetteki ‘havf’ kelimesini “Bil ki ‘havf’ (korkma), istikbalde kötü bir şeyin olacağını zannedildiği zaman kalpte meydana gelen bir hâlden ibarettir.” şeklinde açıklamış, koca bir fıkhı korkular üzerine binâ etmiştir. Tuhaf olan şudur ki endişe eden erkektir ama nasîhat edilen, yatağında yalnız bırakılan, sonra da bir güzel dayak atılan kadındır. Kadının “buyur efendim” dememesinden yola çıkarak bir gün gelip de nüşûz edeceğinden korkulmaktadır ama dayak yiyen kadının yediği dayaktan dolayı besleyeceği kin, saygı kaybı, sevgi kaybı, nefret gibi duygular sonucundaki gâyet muhtemel nüşûzundan hiç korkulmamaktadır.

Korkular üzerine fıkıh inşâ etmek, buna göre kural ve düzen belirlemek asla Allah’ın esas aldığı bir şey değildir. Eğer öyle olsaydı insanı yaratan Yüce Allah bir gün gelip de onların Kendisi’ne karşı çıkacağı, O’na saygı duymayacağı korkusunu temel alarak kural belirlemesi gerekirdi. Meselâ, Râzî gibi ulemânın Kur’an’ı bu şekilde ilkesizce tefsir edeceğinden korkarak önlem alsaydı ilkesizce tefsir yapan Râzî’nin o Kur’an’a ulaşması mümkün olmazdı.

Hiçbir fıkıh daha henüz işlenmemiş, sadece işleneceğinden endişe duyulan bir temel üzerine binâ edilemez. Emâreleri olsa bile işlenmemiş hatta işlenmiş olsa bile ispatlanmamış bir temel üzerine hiçbir hukuk inşâ edilemez. Kesin bilgi sahibi olmaksızın hiçbir konuda ve hiçbir şekilde her ne sebeple olursa olsun kimseye yaptırım getirilemez, dayak atmak gibi had cezası uygulanamaz. Hukuk; herhangi birinin temennîlerini de korkularını da temel alarak korku duyan kişiye hem savcı hem hâkim hem de hükmü uygulayacak cellat olacak şekilde yetki veremez. Bu şekilde ortaya konulan hiçbir hükme de hüküm denilemez.

Nisâ 34. âyetini Nisâ 15 ilâ 19. âyetlere bağlayan ism-i mevsûlden hemen sonra sıla cümlesi olarak gelen تَخَافُونَ (tehafune) fiili خ و ف (ha+vav+fa) kök harflerinden türemiş bir fiildir. Kur’an’da tüm formlarıyla birlikte bu kökten türemiş 124 tane kelime bulunmaktadır. İsfahânî bu kelimeyle ilgili şu açıklamaları yapmıştır:

آَلْخَوْفُ/ Havf : Varsayılan, veya şüphelenilen ya da hakkında bilgi sahibi olunan bir emâreden hareketle nahoş, kötü, fena veya iğrenç bir şeyin vuku bulacağını beklemek, ummak. Nisâ 35. âyette geçen خِفْتُمْ fiili عَرَفْتُمّْ (bilirseniz) şeklinde tefsir edilmiştir. Hakîkatinde burada kastedilen şudur: eğer bildiğiniz için, bununla ilgili içinize bir korku düşerse.

(Râgıb el-İsfahânî; el-Müfredât; HVF md.)

Korku hem bilgisizlikten hem de kesin bilgiden kaynaklanabilir. Yani insan bilmediği için de bildiği için de korkar. ‘Havf’ kelimesinin kastettiği korku, bilgi temeline dayanan korkudur. Nitekim sözlüklerde آَلْخَوْفُ (havf) kelimesinin “korkmak, sakınmak, çekinmek, endişe etmek” gibi anlamlarının yanında “kuvvetle tahmin etmek, kesin kanaat getirmek, kesine yakın olarak bilmek” şeklinde anlamları da vardır (bkz; İlyas Karslı- Yeni Sözlük s.812). Kelimeye bu anlam üzerinden mânâ verdiğimizde cümle şu anlama gelecektir:

وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ … Nüşûzlarına kesin kanaat getirdiğiniz kadınlar.

Korkuya değil delile dayanan hukuk

Birçok kere bu âyetin anlaşılmasının cümlenin başındaki ism-i mevsûlden dolayı Nisâ 15 ilâ 19. âyetlerine bağlanılarak yapılması gerektiğini belirtmiştik. Bu cümlede geçen ‘nüşûz’ kelimesinin Nisâ 15. âyetinde geçen ve neredeyse ‘nüşûz’ kelimesiyle aynı anlama sahip ‘fahişat’ kelimesi olduğunu belirtmiştik. Cümlede belirtilen “kesin kanaatin” ne olduğu orada açıklanmaktadır.

Nisâ 4/15

088_Nisa_34_7_Korkular_Uzerine_Fikih_Insa_Etmek

Kadınlarınızdan zinâ yapanlara karşı sizden dört şahit getirin, onlar şahitlik ederlerse, ölünceye veya Allah onların lehine bir yol açıncaya kadar o kadınları evlerinde tutun. (Süleymaniye Vakfı meâli)

SV meâlinde ‘zinâ’ olarak geçen kelime, âyetin kendisinde الْفَاحِشَةَ (el-fahişat) olarak geçmektedir. Bir önceki bölümde bu kelimenin anlamları üzerinde detaylıca durmuş, kelimenin anlamının “normalin dışına çıkmak” olduğunu belirttikten sonra her zinânın fuhuş olarak tanımlanabileceğini ama her fuhuşun zinâ olarak tanımlanamayacağını belirtmiştik. Bu âyet zinâya değil fuhşa dört şahitten bahsetmektedir. Âyetin ilk cümlesinin şu şekilde meâllendirilmesi daha isabetli olacaktır:

وَالّٰت۪ي يَأْت۪ينَ الْفَاحِشَةَ مِنْ نِسَٓائِكُمْ فَاسْتَشْهِدُوا عَلَيْهِنَّ اَرْبَعَةً مِنْكُمْۚ … (Vellâtî ye/tîne-lfâhişete min nisâ-ikum festeşhidû ‘aleyhinne erbe’aten minkum)… Bilinen bir fuhşu işleyen kadınlarınız aleyhine sizden dört şahit edinin.

Âyetteki يَأْت۪ينَ (ye’tine) kelimesinin sözlük anlamları arasında yeni bir şey ortaya koymak, bir şey îcat etmek anlamları da bulunmaktadır. Buna göre “bilinen bir fuhşu peydahlayan kadınlarınız” anlamı da vermek mümkündür. Hatta bahsedilen konu dikkate alındığında kelimeye ‘peydahlamak’ mânâsı vermek daha uygun olacaktır. Çünkü fuhuş, işlenen bir iş değil peydahlanan bir durumdur. Verdiğimiz kısa meâldeki “bilinen” kelimesi الْفَاحِشَةَ (el-fahişat) kelimesinin mârife olmasından dolayıdır.[1]

İşte Nisâ 34. âyetindeki cümlede bahsedilen kesin kanaatin oluşması bu dört şahit üzerinden olmaktadır. Tekrar edelim ki bu dört şahit zinâ için getirilmesi gereken dört şahit değil, الْفَاحِشَةَ (el-fahişat) için getirilmesi gereken dört şahittir. Daha önceki bölümlerde Kur’an’ın zinâ suçu işleyenler için dört şahit getirilmesini şart koşmasının bu suçu işleyenlere suçüstü yapılmasını nerdeyse imkânsız hâle getirdiğini belirtmiştik. Öte yandan zinâ yapmayan ama onun dışında kalan (özür dileyerek); öpüşmek, sevişmek, oynaşmak vs. gibi şeyleri yapanların da olduğunun bir gerçeklik olarak bulunduğunu belirtmiştik. Zinâyı suçüstü yapmak çok zordur ama evli veya bekâr; normalin dışına çıkarak bir erkeğin evine giren kadının ya da bir kadının evine giren erkeğin dört şahitle tespit edilmesi çok da zor değildir. Evet bunları yapanlara asla zinâ cezası uygulanmayacaktır ama bu hiçbir sınırlama getirilmeyecek, hiçbir önlem alınmayacak anlamına da gelmemektedir. İşte Nisâ 34. âyetinde bahse konu olan yaptırımlar her kadın için değil bu tür kadınlar içindir.

Nisâ 34. âyetinin anlamaya çalıştığımız cümlesindeki emir fiillerde kullanılan zamirlerin hepsi çoğul zamirlerdir. Bu zamirler; önüne gelenin savcı-hâkim-cellat yetkisine sahip olamayacağını, nüşûzun tespitinden hükmün uygulanmasına kadarki tüm süreçlerin tıpkı zinânın tespitinde ve hadlerin uygulanmasında olduğu gibi bireysel bir yetki değil toplumsal bir sorumluluk olduğunu göstermektedir. Yani dört şahitle karısının zinâsına suçüstü de yapsa hiçbir koca, karısını savcısının ve hâkimin kendisinin olduğu bir mahkemede yargılayıp hüküm verme ve ardından hükmü uygulayacak cellat olma yetkisinde değildir.

Nisâ 34. âyet, kocası eve girdiğinde ayağa kalkmayan, çağırdığında “buyurun efendim” diyerek koşa koşa gelmeyen, ruh durumu ne olursa olsun güler yüzle kocasının yatağına girip onun cinsî ihtiyaçlarını gidermeyen bir kadına önce öğüt verilmesinden, sonra yataklarda yalnız bırakılmasından ardından dövülmesinden bahsetmemektedir.

Nisâ 34. âyet; sadece beyânı üzerine koca bir hukuk binâ edilen kadının bu hukuku sûistîmal etmemesi gerektiğinden, olur da sûistîmal ederse her kadına potansiyel nüşûz sahibi muâmelesi yapmadan nasıl önlemler alınacağından bahsetmektedir. Alınacak bu önlemlerin de kocanın endişesi ve korkusu üzerinden değil dört şahit üzerinden işleme sokulması gerektiğinden bahsetmektedir. Çünkü hiçbir hukuk korkular üzerine binâ edilemez.

  1. Daha önce de belirtmiştik ama bir kez daha belirtelim. Bu çalışmanın amacı sadece Nisâ 34. âyetine doğru meâl verebilmeyle sınırlıdır. Kur’an’ın her âyetinde olduğu gibi, Nisâ 34. âyeti de önce içinde geçtiği pasaja ve daha sonra tüm Kur’an’a sımsıkı bağlarla bağlıdır. Kadınlar aleyhine dehşetengiz zulümlere sebep olan çok eşlilik, miras, yetimlerin hukuku, yetimlerin mallarına ve kendilerine hâmîlik yapmak, çocuksuz boşanma, çocuklu boşanma, câriyelik gibi daha birçok meselenin sadece Nisâ 34. âyeti bağlamında ele alınması teknik olarak mümkün değildir. Bu yüzden Nisâ 34. âyetine bağlı olarak anlaşılması gereken (meselâ Nisâ 15. âyet) birçok âyetle alâkalı olarak sadece konumuzu ilgilendiren bölümler üzerinde durulmaktadır.

Kavramlar: