Başlıklar
ÖLÜMLE, ÖLEN BEDENLERLE İMTİHAN
Çocukluk ile ergenlik arasında bir yaştaydım. Babam mezarcı olduğu için bebekliğimden beri ölüm hep yakınımızda oldu bizim. Babamın elbiselerindeki “ölüm kokusu”nu hâlâ anımsarım mesela.
“Ölümün kokusu var mı?” diye sormayın bana. Babamın elbiselerinde bir koku vardı, ben çocuktum ve ben o kokuyu ölümün kokusu olarak yerleştirdim hafızama ki o koku hafızamda hâlâ “ölümün kokusu” olarak kayıtlıdır. Gerçeği nasıldır onu ben bilemem, merak eden gitsin bir ölü koklasın.
Kazılan yeni mezar yerinin içinden, kaybolmuş başka bir mezarın kalıntılarını elime aldığımda beş yaşında bile değildim. Babamın kazdığı çukurun içinden büyük bir hürmetle teker teker çıkardığı kemikleri toplar, bir torbanın içine koyar, çukurun içindeki babama geri verirdim ve o da kazılan mezarın bir köşesine yeniden gömerdi bir torba kemiği.
Çocuklukta ölümle ilk karşılaşma
Çocuktum; mezardan çıkan bir kafatasını elime alır, uzun uzun ona bakar, hayalimde ona yeniden et giydirir, göz yerleştirir, dil verir, avuçlarımın arasında canlı birinin yüzünü tutuyormuşum gibi onu konuştururdum kendimce. Hatırlayınca onu, günleri şaşırıyorum çünkü ben ölümün ilk, iskelet yüzüyle tanıştım. Eti olan ölüyü görmem bundan çok sonraları oldu. Evet, o yaşlarda cenaze namazı kılınırken, mezara yerleştirilirken ölülere baktım ama hepsi de kefenliydi.
İlk defa bir ölünün yüzüne baktığımda henüz on yaşına bile gelmemiştim. Ağır bir yükün altında kalarak can vermiş birinin yüzüydü. Ne gözler ne ağız ne de burun seçiliyordu çünkü ağır yükün altında ezilen o yüzde her şey birbirine karışmıştı. Ölümden ve ölüden korkmamayı küçük yaşlarda öğrendiğim için bazılarına korkunç gelecek o yüze bakmaktan korkmamıştım. Bana tuhaf hem de çok tuhaf gelmişti sadece. Çocuk aklımla ölüm şekli ile yaşam şekli arasında bir bağ kurmuş, kendi kendime “Yüzünü silecek bir ölümü hak etmek için ne yapmıştı acaba?” diye sormuştum. Fabrikada çalışan basit bir işçi olduğunu öğrendiğimde ölüm şeklinden dolayı onun “kötü biri” olduğuna hükmetmiştim. Oradan yola çıkarak “İyi fabrika işçisi nasıl olmalıdır?” gibi sorularla meşgul etmiştim aklımı.
Garip bir şekilde ölümlerin en kötüsünün yatakta ölmek olduğuna yani “beklenen ölüm” olduğuna getirmiştim çocuk aklımı. Bu yüzden alıştıra alıştıra ölenlere karşı bir türlü sempati duyamamıştım. Ölüm dediğin ansızın olmalıydı, kimse ona hazırlanmamalıydı, kimse onu beklememeli, kimse kendisini ölüme alıştırmamalıydı. O ansızın gelmeli, alacağını almalı ve çekip gitmeliydi. Böyle düşünmüştüm çünkü o zamanki aklıma göre hiçbir insan beklenen bir varoluşla gelmemişti dünyaya. Her insan beklenmedik ve planlanmadık şekilde geliyordu dünyaya. O halde gidişi de gelişi gibi olmalıydı. Dün yoktuk, bir de bakmışız ki bugün varız. O halde ölüm de öyle olmalıydı.
Peki, ölene neden üzülüyorduk o zaman? Çocuk aklımla ölünün ardından ağlayanlara, üzülenlere hep sahtekârlar gözüyle bakmıştım çünkü kimse ölene ağlamıyordu herkes kendine ağlıyordu. Belki de aklımda bu kaldığı için yıllar sonra yazdığım siyer kitabın ilk cümlesini bile şöyle kurmuşum (bakarak yazıyorum): “Ölen birinin ardından ağlayıp, sızlayıp, ağıt yakmak, yas tutmak öyle sanıldığı gibi ölen insan için değildir asla. Kalanlar ölenden mahrum kalmanın acısıyla kendilerine, kendi durumlarına ağlarlar. Ağlamanın çokluğu, ağıtların uzunluğu, tutulan yasların karalığı, ölen insana duyulan ihtiyaca göre olur. Kalanlar böyle yapmakla adeta hayatın artık onsuz tadının kalmadığını, bundan sonra hayatın bir daha eskisi gibi olamayacağını söylerler.”
Bunları yazarken çocukluğumun ölüm anlayışının kafamda yer ettiği muhakkak. Bu yüzden hayatım boyunca ağlamadım ölenin ardından, canım annem öldüğünde bile. Ama şimdi… Şimdi, ölümünün ardından şu kadar zaman geçmiş, yaşımı başımı almışım, torun torbaya karışmışım; her aklıma gelişinde gözlerim tetikte bekleyen bir avcı gibi, her bir damlayı kurşun gibi saplayıveriyor ciğerimin tam ortasına (bu satırı yazarken bile).
Nerden bilebilirim ki o yaşlarda aklımı neyin yönlendirdiğini. Kimsesi olmayan cenazeler gelirdi bazen. İşte onlar beni ağlatırdı. Ağlayanı yok diye mi yoksa insan bunu hak etmiyor diye mi bilmem ama ağlatırdı beni. Yüzlerine bakmak, şu hayatta çehrelerinde donup kalan en son şeyi görmek isterdim. Kabirlerinin başına giden birkaç kişiden biri de ben olurdum. Amacım ne ardından Kur’an okumak ne dua etmek ne de başka bir şeydi. Babam inerdi çoğunlukla mezara, ceset ona verilir, o da büyük bir saygıyla cenazeyi yerleştirir ve üzeri örtülmeden önce kefenin yüzünü açar, yüzüne toprak saçardı. İşte ben o anı görmek için giderdim kabre. Babam ise benim meraklı bakışlarımı fark eder ve ustaca benden gizlerdi o yüze toprak saçma anını.
Çocukluğumun bu dönemi ölünün iskelet halinden beden haline geçişiydi benim için. O seneler Şehir Mezarlığı’nın hemen yanına bir cami inşa edilmişti. Tabi cami ile birlikte büyük bir gasılhane ki günümüzde bile hâlâ durmaktadır. Babam beni hafızlığa çalışmam için caminin hocasına emanet etmişti. Ders aralarında caminin mezarlık tarafına geçer ve hep kapısı sadece yıkanacak cenaze geldiğinde açılan (ki bu, günde en az iki defa olurdu) gasılhanenin önünde oyalanırdım. Mülayim karakterli bir adam olduğundan mıdır, kolayca aldatılan bir insan olduğundan dolayı mıdır yoksa iş arkadaşlarının uyanıklığından mıdır bilmem ama tüm angarya işleri babam yapardı hatta ben o yaşlarda bile bu yüzden babama kızardım. En başından beri öyle mi planlanmıştı yoksa sonradan mı oldu onu hatırlamıyorum ama babam artık hem bir mezarcı hem de bir “gassal”dı.
Tüm zorlamalarıma rağmen bir türlü hatırlayamadım ilk defa ne zaman ve ne şekilde ölüleri yıkayan babama yardım ettiğim anı. Ergenlik ile çocukluk arasında bir yaştaydım ve ben ölüleri yıkayan babama su taşıyor, leğen getiriyor, sabunu köpürtüyor, termosifona odun atıyordum.
Yüzlerce cenazeyi yıkamış ve kefenlemiş babam hiçbir zaman “Ben ölünce beni kim yıkayacak?” diye bir soru sormadı hatta böyle bir soruyu aklından bile geçirmedi çünkü ölüm yakınlaştıkça hayatı ön plana çıkaran acayip bir durumdu.
Gassallık ve cenaze yıkamaya dair anılar
Şimdiki aklımın inşasında bu hatıraların nasıl bir yeri ve rolü var onu hesaplayamam fakat ölümün tüm hâlini defalarca görmüş biri olarak diyebilirim ki “Ben ölünce beni kim yıkayacak?” veya “Ölenleri yıkamak İslam’a uygun mu değil mi?” şeklinde soruları olanlar ne ölümü ne de yaşamayı hiç anlamamışlar demektir.
Şu nas ile sabittir ki ölen insan var oluşundan bu yana içinde geliştirdiği “ben”ini alarak yaşadığı vücudu terk eder. Geride kalan ettir, kemiktir, pıhtılaşmış kandan ibaret bir vücuttur sadece. Evet, sadece et yığınıdır ama ölen insan işte o et yığınını kullanarak bizimle var olmuştur. Aramızdaki tek fark biz bu et yığınını henüz terk etmedik.
Şu bir hakikattir ki ölüme saygı ancak ve ancak yaşama saygıya göre şekil kazanır. Buradaki oran ters bir orantıdır. Yaşama hakkına saygısız olanlar veya yaşam hakkı ile alâkalı cahili düşüncede olanlar cenazelere büyük önem verirler. Yeryüzünün her bölgesinde tuhaf tuhaf âdetler olsa bile hepsi yaşama cahili değerler yüklemenin sonucunda ortaya çıkan cenaze merasimleridir. Mesela, Zerdüştler cenazelerini “sessizlik kuleleri” dedikleri bir yere koyarak kuşların onları yemesini sağlarlar. Bunun sebebi şu paragraftadır:
“… bir köpeğin veya bir insanın cesedine dokunan bir kişi temizlenebilir mi? Ahuru Mazda cevap verdi: “Olabilir” … Eğer Nasu ceset yiyen köpekler veya ceset yiyen kuşlar tarafından yeni kovulduysa, cesedini Gomez ve su ile temizleyecek ve temiz olacak. Eğer Nasu ceset yiyen köpekler veya ceset yiyen kuşlar tarafından henüz kovulmadıysa, Mazda kulları yeryüzünde üç delik açacak ve bedenini Gomez ile yıkayacak suyla değil. Sonra köpeğimi kaldırıp onun önüne getirecekler (böyle yapacaklar başka şekilde değil). Sonra kafasının üzerindeki en son saç teli kuruyuncaya kadar bekleyecekler. (Daha sonra) öncekilerden üç adım ilerde, yer üç çukur kazacaklar ve arkasından bedenini suyla yıkayacaklar, Gomezle değil.”
(NOT: Gomez: sığır idrarıdır.)
(Vendidad 8/35-39: Zedüşt metinlerinden alıntıdır.)
Meseleye tarihi arka plan üzerinden bakarsak ölüleri yıkamak, parçalayıp kuşlara yedirmek, mumyalamak, kefenlemek, yakmak vs. gibi adetleri ortaya çıkaran şey bu inançlardaki yaşama biçilen değerlerdir. Mesela, Çin’in Tibet, Qinghai, İç Moğalistan bölgelerinde “Vajrayna”ya inananlar cesetlerini parçalayıp akbabalara yem ederler. Bu âdeti anlamak cenaze merasimlerini incelemekle değil, bu inanca mensup olanların “yaşama” ne değer verdiklerini incelemekle mümkündür.
Mesele elbette kısa bir şekilde ortaya konulamayacak kadar büyük ve kapsamlıdır fakat kestirmeden gidecek olursak yaşam ve ölüm hakkında iki tür yaklaşım vardır:
- Yaşama bakarak ölüme değer biçmek.
- Ölüme bakarak yaşama değer biçmek.
Aslında bu ayrım, merkezde neyin olacağına dair tarihsel bir çatışmanın ayrımıdır. Günümüz kapitalist toplumlarında ‘yaşam’ merkezdedir, ‘ölüm’ ise en dıştadır. Bu yüzden hem cenaze merasimleri hem de mezarlıklar yerleşim yerlerinin uzağındadır veya dışındadır çünkü kapitalizmde yaşamak asıldır ve bu yaşam sadece doğumla ölüm arasındadır. Müslümanların geleneğinde ise durum tam tersidir, ‘ölüm’ merkezdedir çünkü Müslümanlar açısından ölüm bir son değil sadece bir geçiştir. Hayatın merkezine konulan ‘ölüm’ insana bu geçişi unutturmamak içindir. İyi, doğru ve yerinde bir davranıştır bu. Mümin açısından ‘ölüm’ denilen olgunun bundan daha yukarıda ya da bundan daha aşağıda bir değeri de olmazdı zaten. Her an öteki tarafa geçme ihtimalimiz bulunan bir hayatı yaşıyoruz. Ölüm bir geçiştir ama bu geçiş, içinde kendimizi gerçekleştirdiğimiz bedenle birlikte değil, bedeni terk ederek olmaktadır. Bedenini terk eden her insanın bedeni geride kalanlarla baş başa bırakılır.
Geride kalanlar çekip gidenin bedenine ne yapacaklar? İster yıkayıp kefenlesinler ister parçalayıp akbabalara yem etsinler isterse de mumyalayıp saklasınlar, bu artık ölenlerin defterine kayıtlı bir şey değildir, tam tersi kalanların yaşama biçtikleri değerle alâkalıdır.
Bir cenaze, içinde kendisini gerçekleştiren insanın artık olmadığı bir et yığınıdır, bu kesin ama ölen kişi işte o et yığını ile kendisini gerçekleştirmiştir aramızda olduğu müddetçe. Bir babaysa ölen, o bağıra basmıştır çocuklarını, o bedenle çalışarak kazanmıştır ailesinin rızkını, o ellerle sevmiştir çocuklarını, o gözlerle bakmıştır, o kulaklarla duymuştur.
Ölüm, beden ve kültürel uygulamalar
Bizzat ölenin kendisine, kendi cesedine ne yapacağının imkânı verilseydi ÖLEN KENDİ CESEDİNE NE YAPARDI?
Mesela ölmek üzere olana şöyle denilse; “En birazdan içinde yaşadığın bu vücudu terk edeceksin. Artık saçlarını düzeltmen, burnunu temizlemen, yüzünü yıkaman imkânsız hâle gelecek. Elbiseni de kendin giyemeyeceksin. Tüm insanların senin bir zamanlar içinde kendini gerçekleştirdiğin vücudunu çırılçıplak görmesini ister misin?”
Bu soruya “Fark etmez.” diyen olur mu acaba? Genel insanın hasleti insanın “giyinik olması” temelindedir yani kimse istemez. O halde cenazeyi kefenlemek “fıtri” bir davranış olmaktadır.
Pisliğin ve kirliliğin züht sayıldığı Hint dinlerini bir kenara bırakacak olursak temizlenmek de fıtri bir davranıştır. O halde ölünün temizlenmesi de her türlü KANUNİ düzenlemenin üstünde olarak FITRİ bir davranıştır.
Fıkıh koyanlar varsın bundan sonrasını bir içtihada bağlasınlar. Eh, işin içine bir de taklitçilik karışınca çekilmez oluyor.
Elbette oğullar yıkasın babalarını, kızlar yıkasın annelerini tıpkı onların bebekken onları yıkadığı gibi. Bunun fıkhı olmaz çünkü bu VEFAdır.
Buna delil mi lazım!… İÇİMDEKİ VEFA DUYGUSU bana yeter delildir.
Babam beni mezar kazarken eline bulaşan çamurlu elleriyle hiç sevmedi. Hep yıkadı ellerini. Benim beni seven o elleri yıkamama delil mi lazım Allah aşkına!
Bir anne hiçbir delil yokken kendi bebesini yıkamıyor mu? Ona “Hey anne, sen bebeni hangi delile veya hangi fıkha göre yıkıyorsun?” diye sorulur mu hiç!
Vefa ve cenaze gelenekleri
Mezarlıklar şehrin tam göbeğine kurulsun. Gassallar istifa etsin. Her oğul, her kız kendi annesini, kendi babasını ellerini yüzlerini öperek, teşekkür ederek yıkasın çünkü biz müminiz ve biz ÇOK VEFALIYIZ.
Cesetlere tapmayız, ama parçalayıp akbabalara da yem etmeyiz.
Oğullar taşısın cesetlerini mezarlara, kabre onlar insin, yüzlere toprağı onlar saçsın, ilk toprağı onlar serpsin çünkü bir zamanlar o baba, aynısını yapmıştı.
Biz VEFANIN ta kendisiyiz çünkü biz müminiz!
Bizim “Ben öldükten sonra beni kim yıkayacak?” şeklinde bir kaygımız olmaz, olamaz çünkü her mümin için soru “BEN ÖLDÜKTEN SONRA BENİ KİM HESABA ÇEKECEK?” sorusudur.
Ben öldükten sonra bulunmazsa beni yıkayacak bir vefalı, ha parçalamışlar cesedimi ha yedirmişler akbabalara ne fark eder. Yaşayanlarda vefa kalmamışsa ölene vefa ne gerek!
NOT: Ölenlerin son anlarında yaşandığı söylenen gerçeküstü olaylar veya ölenleri mezara koyunca misk kokusu gelmesi vs. gibi şeylere şahit olmadım. Bunlar olmuş olsa bile bunlar üzerinden bir davranış veya bir tasavvur geliştirilmez, geliştirilemez yani bir kanalizasyona düşerek boğulan mümin bir işçi veya madenlerde kir pas içinde ölen işçi için üzerindeki kokusuna bakarak mı ahiretteki durumuna karar vereceğiz? Hiç kimsenin ahiretteki yeri cesedinin kokusu üzerinden tespit edilemez, yaşamı üzerinden tespit edilir. Ve bu da kesinlikle ZANNİDİR. Cennet ödülü de cehennem cezası da ölenin ölüm şekline göre değildir, YAŞAM ŞEKLİNE göredir.