Başlıklar
ÖNEMLİ OLAN ÖĞRETİNİN NE DEDİĞİDİR
Daha önceki derslerimizde Kur’an’daki birçok kelimenin “kavramlaştırıldığından” bahsetmiş ve kelimelerin kavramlaşma süreçlerinin izinin sadece Kur’an’dan tespit edilmesi gerektiğini söylemiştik.
Yine daha önceki derslerimizde ‘Kur’an’ kelimesinin kelime olarak anlamının “okuntu” olduğunu fakat kavramsal anlamının “okuma yoluyla öğrenilen ve öğretilen ÖĞRETİ” olduğunu birkaç kere söylemiştik. Kur’an’dan bu kavramsal tanıma dair onlarca delil getirmemiz mümkündür ama sözü uzatmamak için sadece Rahman suresi 2. ayetinin bile yeterli delil olacağı kanaatindeyim.
O ayet “KUR’AN’I ÖĞRETTİ” şeklindedir. Sadece bu cümle bile ‘Kur’an’ denilen şeyin “öğretilen” bir şey olduğunu anlamaya yeterlidir.
Yine bu cümleden yola çıkarak “Bir öğreten varsa bir öğreti var demektir; bir öğreten ve bir öğreti varsa bir de öğrenen var demektir.” şeklinde bir sonuca gitmemizin önünde bir engel olmadığı gibi böylesi bir sonuca gitmek kaçınılmaz olarak kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
İşte bu noktada Kur’an ile Kur’an’a iman ettiğini söyleyen kişinin ilişkisinin “öğreten ve öğrenen” ilişkisi olması gerektiği zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim Kur’an’ın en çok tekrarlanan özelliğinin ‘huden’ olduğunu göz önüne aldığımızda bundan başka bir sonuca gitmek imkânsız hâle gelmektedir.
Fakat ‘öğreten-öğrenen ilişkisi’nde özellikle sadece “öğrenen”in dikkate alması gereken hususlar vardır. Bu husus öğrenen kişinin algısı ve kapasitesidir. Kur’an, Yüce Allah tarafından gönderilmiştir. Bu kitabı gönderen Yüce Allah her şeyi kuşatan bir Zat olduğu için O, öğreteceği kişilerin tüm kapasitelerini ve tüm algılarını zaten dikkate almıştır. Yani Yüce Allah Kur’an’ı, kime, neyi, ne şekilde, ne zaman, nasıl öğreteceğini dikkate alarak dizayn etmiş, kelimeleri ona göre seçmiş, cümleleri ona göre dizmiş, anlamla kelime arasındaki bağlantıları ona göre kurmuş, kıssa, vaat, tehdit, haber veya misalleri ona göre getirmiştir. Bu noktada bir “öğretici” olarak Kur’an’a eksiklik, tutarsızlık, yanlış, hata, kusur, zamansızlık, mekânsızlık, patavatsızlık, ciddiyetsizlik, neyi ne zaman öğreteceğini bilememe gibi olumsuz nitelemelerin atfedilmesi hem imkânsız hem de böyle bir şeyin yapılması kesinlikle zulüm olacaktır. Bu yüzden “öğrenen” kişi en başta kapasitesi kuşatılamaz bir ÖĞRETİ ile karşı karşıya olduğunu bilmeli ve onun kapasitesini ölçmeye kalkışmamalıdır veya onun kapasitesini sınırlı, kuşatılabilir ve tüketilebilir olarak görmemeli, kelimelerine bu zaviyeden yaklaşmamalıdır. Sadece bu da değil, hiçbir zaman Kur’an’ın öğretim metodunun önüne geçmemeli, öğretmenden daha atik davranmamalı ve kendisini sabırla sadece ÖĞRENMEYE motive etmelidir.
Öğrenen kişinin hiçbir zaman gözden kaçırmaması gereken ikinci husus ise “bizzat kendi kapasite ve algısıdır”. Hele insan türünün algısının tarih, rivayet, haber, felsefe, kelam, fıkıh gibi şeylerle iğdiş edildiği günümüz dünyasında bu çok daha önemli bir husus haline gelmiştir. Çünkü insanlar günümüzde artık bir şeyin hakikatinin ne olduğu ile ilgilenmemekte, “Önemli olan onun ne olduğu değil, benim onu nasıl gördüğümdür.” diyerek hevâlarından ürettiği ölçü birimleri ile varlığı tanımlamaktadırlar.
İşte bu durumda, Kur’an’a iman ettiğini iddia eden bir mümin, Kur’an’ı kendisinin nasıl anladığı ile değil onun hakikatinin ne olduğu ile algılarını yönetmelidir.
Fakat şurası da bir hakikattir: İnsan denen varlık hiçbir zaman kusur ve eksiklerden uzak olmayacaktır. Kusurlu bir kapasite ile kusursuz bir kapasitesi olan bir öğreticiye tabi olmak, istenmese bile insanı zorlayacaktır.
Belki de sırf bu yüzden Kur’an’a hiçbir zaman ‘MUALLİM’ sıfatı verilmemiştir. Çünkü eğer Kur’an’a ‘muallim’ denseydi varlığın içinde ona ‘MUALLEM’ olacak tek bir akıllı varlık bulmak imkânsız olurdu.
Bu yüzden ona ‘HUDEN’ denmiştir. ‘Muallim’ ile ‘huden’ kavramları arasında şöyle bir fark vardır: ‘Muallim’ “öğreteceği şeyi” temel alırken ‘huden’ ise “öğreteceği kişiyi” temel alır.
‘Muallim’ öğrencisini öğreteceği şeyin seviyesine getirmeye çalışırken ‘huden’ öğreteceği şeyi öğreteceği kişinin seviyesine getirir yani indirir.
Kur’an’ın gelişi hususunda ‘inzal’ ve ‘tenzil’ kavramlarının (her ikisi de kavramdır) kullanılma sebebi de bu olsa gerektir.
Yüce Allah her ne kadar Kur’an’ı “çok yüce manaların, insanın anlayabileceği seviyeye indirmesi” temeli üzerine dizayn etmiş olsa da eğer insanın bizzat kendisi “Önemli olan onun ne olduğu değil, benim onu nasıl algıladığımdır.” temeli üzerinden Kur’an’a yaklaşırsa hiçbir şey ona fayda etmez.
Kur’an’ın öğreti olarak tasarımı
Eğer müminler Kur’an’ı kendi elleriyle oluşturdukları dar sosyolojik çevrelerini düzenleyen bir kitap olarak görürlerse bu ona yapılabilecek en büyük zulümlerden biri olacaktır. Nitekim tarih boyunca yapılan tefsirler tam da bunu yapmışlardır.
Belki çok büyük bir lakırdı olarak gözükecek ama müfessir ve meal yazarlarının tamamı “Kur’an’ın hakikatinin ne olduğuna” ulaşmak yerine “kendi algılarının onu nasıl gördüğünü” temel almışlardır.
Yani “Önemli olan onun ne olduğu değil, benim onu nasıl algıladığımdır.” temeliyle hareket etmişlerdir. Kelimelere bu yönde mana vermişler, esbabı nüzulleri bu yüzden ayetlerin arkasına koymuşlardır.
Bu yaklaşım biçimleri, elimizdeki müktesebatın ve yapılan tüm meal ve tefsirlerin tamamı Kur’an’ı TARİHSEL bir kitap haline getirmekle sonuçlanmıştır. M. Öztürk gibi “tarihselci” olduğunu açıkça söyleyenleri bir kenara bırakacak olursak aslında eski-yeni ulemanın tamamı TARİHSELCİ yaklaşım biçiminden başka bir ölçü kullanmamaktadırlar.
Kapasitesi zamanlar ve mekanlar üstü olan bir ÖĞRETİYİ, tarihin bir dönemini temel alarak anlamaya ve güya tefsir etmeye çalışan her anlayış, Kur’an’da geçen kelimelere ve kavramlara o tarihsel döneme göre anlam verecek ve cümlelerin anlatmak istediğini ona göre şekillendirecektir.
İşte onlardan bir tanesi de şu ayetteki kelimelere ve kavramlara verilen mealler ve bu meallere getirilen tefsirlerdir:
Yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû innemâ-lḣamru velmeysiru vel-ensâbu vel-ezlâmu ricsun min ‘ameli-şşeytâni fectenibûhu le’allekum tuflihûn(e) Yâ eyyuhâ-lleżîne âmenû innemâ-lḣamru velmeysiru vel-ensâbu vel-ezlâmu ricsun min ‘ameli-şşeytâni fectenibûhu le’allekum tuflihûn(e)
Bu ayet meallerde şu şekilde geçmektedir:
Abdulbaki Gölpınarlı Meali – Ey inananlar, şarap, kumar, tapınmak için dikilmiş olan taşlar, fal için kullanılan oklar, ancak Şeytan’ın işlerindendir ve birer pisliktir bunlar. Bunlardan kaçının da muradına erenlerden olun.
Ali Bulaç Meali – Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Ali Fikri Yavuz Meali – Ey müminler! Şarap (içki içmek), kumar oynamak, ibadet için dikilen putlar, (cahillik devrinde kullanılan) fal okları hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, kurtulasınız.
Bahaeddin Sağlam Meali – Ey iman edenler! Şüphesiz alkol, kumar(la elde edilen mal) putlar(ın önünde kesilen et,) şans oyunları(yla kazandığınız şeyler) necistir ve şeytanın yaptığı bir iştir. O işten sakının ki kurtulasınız.
Bayraktar Bayraklı Meali – Ey İnananlar! Alkol, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçınınız ki kurtuluşa eresiniz.
Diyanet İşleri Meali (Eski) – Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.
Diyanet İşleri Meali (Yeni) – Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
Kur’an Yolu (Diyanet İşleri) – Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerden ibarettir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
Ayetin tarihselci yorumları
Diyanet Vakfı Meali – Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.
Edip Yüksel Meali – İnananlar, sarhoş edici maddeler,* kumar, kutsal taş** ve türbeler, şans oyunları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan sakının ki kurtulasınız.
Erhan Aktaş Meali – Ey iman edenler! Hamr¹, kumar, dikili taşlar² ve şans oyunları³ şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
Mehmet Okuyan Meali – Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal (şans) okları şeytanın işinden bir pisliktir. Ondan (o pis şeylerden) uzak durun ki kurtulasınız.
Mustafa İslamoğlu Meali – SİZ ey iman edenler! Sarhoşluk veren her şey, tüm şans oyunları, Allah’tan başkasına kurban sunmak ve gelecek hakkında fal bakarak kehanette bulunmak şeytan işi bir pisliktir. Şu hâlde bunlardan kaçının; umulur ki ebedî mutluluğa erersiniz.
Bu ayette geçen kavramların tamamı o tarihsel dönem temel alınarak anlamlandırıldığı için ayetin yarısından fazlası o dönemden sonra yaşayan insanları ilgilendirmeyen, hükmü çoktan ortadan kalkmış şeylere dönüşmüştür.
Meal ve tefsir yazarlarının “içki ve kumar” şeklinde mana verdikleri الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ (el-hamr ve el-meysir) ifadelerinin karşılığı günümüzde de vardır ama genelde “dikili taşlar ve fal okları” anlamı verilen وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ (ve’l ensab ve’l ezlam) kelimelerinin günümüzde bir karşılığı yoktur.
Aslına bakılırsa “içki ve kumar” anlamı verilen kelimelerin de müminin hem bireysel hayatında hem de toplumsal hayatında bir karşılığı yoktur. Çünkü ayet; içki ve kumarı bir endüstri haline getirmiş kafir toplumlara değil, bunlara toplumlarında yer vermeyen MÜMİN bir topluluğa seslenmektedir. Ayet ‘YA EYYÜHELLEZİNE AMENU’ diye hitap etmektedir.
Bu noktada, varlığının temelinde “içki ve kumardan uzak durmak” olan mümin bir topluluğa sanki içki ve kumarı endüstri haline getirmiş bir toplummuş gibi seslenmenin de bir anlamı kalmamaktadır.
Daha da tuhaf olanı şudur ki kafirliği temel almış toplumlarda bile içki ve kumar oldukça kötü alışkanlıklar olarak algılanırken bu hitabın kafirlere değil de müminlere yapılmış olmasıdır. Hayatının 30 yılı damarlarında kandan çok içki bulunan insanlar arasında geçmiş biri olarak şunu diyebilirim ki o toplumlarda bile içki ve kumarı savunan, iyi bir şey olduğunu söyleyen tek bir ferde rastlamadım.
İçki ve kumarın toplumu içten içe çürüten iki kötülük olduğunu anlamak için mümin olmaya gerek yoktur. Kaldı ki Mekke müşrikleri içinde bile içki içmeyen, bunu kötü gören onlarca isim saymak mümkündür: Rivayetlere göre Abdulmuttalib, Haşim, Abdimenaf, Abdüşşems, Umeyye b. Ebi Salt, Velid b. Muğire, Ebu Kuhafe (ebu bekir), Osman, Zübeyr, Velid b. Utbe, Velid b. Muğire ve saymakla bitiremeyeceğim onlarca isim hayatları boyunca ağızlarına içki sürmemiş ve hayatları boyunca kumar oynamamış ve bunların “şeytan işi pislikler” olduğunu söylemişlerdir.
Bunları bir kenara bırakıp “dikili taşlar ve fal okları” anlamı verilen ‘ENSAB’ ve ‘EZLAM’ kelimelerine gelecek olursak “dikili taş” ifadesi de “fal okları” ifadesi de anlamı açık olan iki kelime değildir. Özellikle de “fal okları” ifadesi artık tarihten tamamen kalkmış ve bir daha olması mümkün olmayacak şeylerdir.
Bu arada müfessirler bu kelimeleri kavrama dönüştürmekte ama kelimelerin kavramlaşma süreçlerini Kur’an’dan değil de kendi hevâlarından yapmışlardır. Onlar “dikili taşlar” anlamını verdikleri kelimeye kavramsal bir anlam yüklemektedirler. Bu kavramsal anlama göre ‘ensab’ kelimesi ancak arkasına uzun uzun rivayetler konularak anlaşılması gereken bir kavrama dönüşmektedir. Çünkü bu kelimeden kastedilen şeyin “her dikili taş” değil, sembolleştirilmiş bazı anlamların taş ile sembolize edilmesi sonucunda “tapınma amacı ile dikilen taş” olduğunu söylemektedirler.
Bu tanıma göre ‘ensab’ kavramının anlam dairesine sadece Mekke müşriklerinin tapmak için diktiği taşlar girmekte, onun haricinde olanlar girmemektedir.
Mesela, günümüzde meydanlara dikilen heykeller girmemektedir çünkü ‘ensab’ kelimesi “heykele dönüştürülmüş taş” anlamında değildir.
Yorumla, “Ben onları da ‘ensab’ kelimesinin anlam dairesine sokarım.” demek işte tam da deminden beri anlatmaya çalıştığım “Önemli olan onun ne olduğu değil, benim onu nasıl algıladığımdır.” çerçevesinde olmaktır.
Bu yaklaşım biçiminde ilke olsaydı madem ‘ensab’ kelimesine “dikili taş” anlamını verdiler o halde Mekke’de heykele dönüşmüş taşların değil, İstanbul Sultanahmet’teki Dikilitaş gibi taşların kastedildiğini söylemeleri gerekirdi.
Kaldı ki ‘HUBEL putu’ taştan değil tahtadan bir puttu, kaldı ki Araplar “altın, gümüş veya tahtadan yapılma putlar”a ‘SANEM’, “taştan yapılma putlar”a ise ‘VESEN’ demişlerdir. (İbnul Kelbi / kitabul esnam s. 96)
Bu kelimeleri tarihsel rivayetleri temel alarak kavramlaştırmak daha sonra esbâb-ı nüzul rivayetlerini temel alarak belli bir zamana ve mekâna hapsetmek her bir kelimesi evrenden daha büyük olan Kur’an’ı yok etmektir; kimseye bir şey demeyen, çapı Mekke’den daha büyük olmayan bir kitap haline getirmektir ki nitekim tarihselciler zaten Kur’an’ın çapının “KÖY bile yönetilemeyecek bir kitap” mesabesinde olduğunu açıkça söylemektedirler.
Bunlara gadrederek harcadığımız zaman bile israftır aslında ama bir virüs gibi sızmadıkları yer kalmamış, ele geçirmedikleri bünye bırakmamışlardır. Bir gerçeğe ulaşmak için önümüzdeki en büyük engel ne yazık ki bunlardır.
Daha önceki derslerimizin birkaçında Kur’an’daki helal-haram kavramlarının basitçe “bir şeyi serbest bırakmak” veya “yasaklamak” anlamına gelmediğini, bu kavramların akıllı varlıkların etraflarındaki diğer varlıkları anlama biçiminden onlara davranış geliştirmeye, bireysel ve toplumsal düzenleri şekillendirmeye, üretim ve tüketim biçimlerini düzenlemeye kadar birçok şeyi kapsadığını dile getirmiştim.
Yine başka derslerimizde, mümin olanların bireysel ve toplumsal yaşamlarının temel kaidesinin Allah’ı ve ahireti dikkate almak olduğunu da dile getirmiştim. Bu noktada zaten ‘LA İLAHE İLLALLAH’ temeli üzerine mümin olmuş kişilere “EY İMAN EDENLER” diyerek hitap ettikten sonra “Dikili taşlar ve fal okları şeytan işi pisliklerdir.” demek sadece ÖNEMSİZ BİR HABER DEĞERİ TAŞIMAKTADIR.
Hele bunun ardından şunu söylemek hiç de anlamlı olmamaktadır:
İnnemâ yurîdu-şşeytânu en yûki’a beynekumu-l’adâvete velbaġdâe fî-lḣamri velmeysiri veyasuddekum ‘an żikri(A)llâhi ve’ani-ssalâti fehel entum muntehûn(e)
Diyanet İşleri Meali (Eski) – Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?
Meallerin anlama yaklaşımındaki sorunlar
Diyanet İşleri Meali (Yeni) – Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?
Kur’an Yolu (Diyanet İşleri) – Şüphesiz şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?
Diyanet Vakfı Meali – Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?
Edip Yüksel Meali – Şeytan, sarhoş edicilerle, kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi ALLAH’ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?
(Diğer mealler de aynı olduğu için bu kadarını almak yeterlidir diye düşünüyorum.)
Lütfen meallerin “ARTIK VAZGEÇTİNİZ DEĞİL Mİ?” anlamını verdikleri ayetin son cümlesine dikkat edelim.
Bir önceki ayette ‘YA EYYÜHELLEZİNE AMENU’ diye bir hitap vardır. Eğer bu iman edenler putlara tapıyorlarsa, içki içiyorlarsa, kumar oynayıp fal oklarına bakıyorlarsa onlara böyle hitap etmek yanlıştır. Yok, bunlar zaten vazgeçmiş ve bunlardan uzaklaşmışlarsa ve bundan dolayı onlara “mümin” denmişse “ARTIK VAZGEÇTİNİZ DEĞİL Mİ?” denmesi yanlıştır.
Zaten tarih boyunca hiçbir mümin bu ayetin kendilerinden bahsettiğini düşünmemiş ve ayette bahsedilenlerden çok uzak olduğunu anlamış ve ayeti ÜSTLENMEMİŞTİR.
Bu ayet anlamsız bir şekilde “Büyük günah işleyen dinden çıkar mı, çıkmaz mı?” tartışmasının konusu yapılmış ve müminin hayatının dışında SANAL bir tartışmanın nesnesi haline getirilmiştir. Fal okları ve dikili taşlar da çoktan ortadan kalktığı için TARİHSEL bir ayete dönüştürülmüştür.
Daha da tuhaf olanı şudur:
Diyanet İşleri Meali (Eski) – Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?
Ayete verilen bu meal üzerinde biraz düşündüğümüzde şeytan hiç olmayacak bir işe kalkışan geri zekâlı gibi biri gösterilmektedir. Çünkü içkinin ve kumarın kesin bir şekilde haram edildiğine iman eden müminlerin arasını kumar ve içki ile açmaya kalkışmak Müslüman mahallesinde salyangoz değil domuz eti satmak gibi bir şeydir.
Yani bu şeytan bu kadar aptal mıdır ki içkinin ve kumarın haram edildiği toplumlarda bunları kullanarak insanların arasını açmaya kalkışsın.
Tarih boyunca Müslümanların arası açılmış, birbirlerini öldürmüşler, birbirlerini yemişler ama bunların hiçbiri İÇKİ VE KUMAR yüzünden değildir.
İçkinin helal olduğuna inanan, kumar oynayan bir Müslüman tipi tarih boyunca hiç olmamıştır. Bu durumda şeytan başarısız oldu mu diyeceğiz?
“İslam’da kölelik ve cariyelik vardır.” demek şeytan işi değildir.
“Kadın şeytanın kemendidir.” demek şeytan işi değil.
“Kadın erkeğin hizmetçisidir.” demek şeytan işi değil.
“Kur’an + sünnet + icma + kıyas = İslam” demek şeytan işi değil.
“Rivayetler olmasa Kur’an anlaşılmaz.” demek şeytan işi değil.
“Buhari çökerse İslam çöker.” demek şeytan işi değil.
Saymakla bitiremeyeceğim; Müslümanları paramparça eden, kimliklerini ve kişiliklerini yok eden, imanından bile şüphe eder hâle getiren, cenneti hayal olarak gördüren yığınlarca pislik şeytan işi değil o zaman…
Fal okları ve dikili taşlar ortadan kalktığı için şeytanın elinde Müslümanların arasını açacak kumar ve içkiden başka bir şey kalmadı demektir. Vah zavallı şeytan!
İçki ve kumar da haram olduğuna göre şeytanın elinde hiçbir şey kalmadı demektir.
Bu yüzden ey Müslümanlar, şeytan zaten istese bile sizi yoldan çıkaramayacağı için gerine gerine gezebilirsiniz.
Şimdi şöyle bir soru soralım: Ayette “İçki, kumar, fal okları ve dikili taşlar şeytanın ameli olan pisliklerdir.” deniliyorsa bizzat şeytanın kendisi İÇKİ İÇİP KUMAR OYNUYOR MU, FAL OKLARINA BAKIP DİKİLİ TAŞLARA TAPINIYOR MU?
Valla, Kur’an bize içki içip kumar oynayan sarhoş bir şeytandan, fal oklarına bakıp taşlara tapınan ahmak bir şeytandan hiç bahsetmiyor.
Hah tam burada bir yorum daha devreye giriyor. “Yok, yok Ramazan Demir sen amma da yanlış anladın, ayette “şeytan bunu yapıyor” denmiyor, “YAPTIRIYOR” deniyor. Yani kendisi içki içip sarhoş olmuyor ama Müslümana içirip sarhoş ediyor, fal oklarına o bakmıyor Müslümana baktırmak için onu kandırıyor, dikili taşlara o tapmıyor ama Müslümana taptırıyor, amma yaptın be Ramazan Demir, çok komiksin.”
İyi de birader, ayet öyle demiyor, ‘RİCSUN MİN AMELİ’Ş ŞEYTAN’ diyor… Yani şeytanın bunları yaptığı, onun ameli olduğu söyleniyor…
“Hoppala, yahu Ramazan Demir, amma kalın kafalısın, ayetteki ‘amel’ kelimesi ona izafeten gelmiş ama bu onun yaptığı anlamına gelmez ki, sen nerelere gittin be Ramazan Demir?”
Peki, ulemanın dediğine bakalım:
Şayet “İçki ve kumarı önce dikili taşlarla ve fal oklarıyla birlikte zikretmişken, daha sonra neden ikisini ayrıca bir daha zikretti?” dersen şöyle derim: Çünkü hitap müminlere yöneliktir. O yüzden de içmekte oldukları içki ve oynamakta oldukları kumardan uzak durmaları istenmiştir. Dikili taşlar ve fal okları ise içki ve kumarın haramlığını pekiştirmek amacıyla zikredilmiş̧ ve bu sayılanların tümünün Cahiliye dönemine ve ehl-i şirke ait davranış̧ biçimleri olduğu vurgulanmak istenmiş̧ ve bu şekilde onların tamamından kaçınmaları gerektiği ortaya konulmak istenmiştir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: Allah’ın gayb ilminde puta tapan ve Allah’a şirk koşan ile içki içen ya da kumar oynayan arasında bir fark yoktur. Sonra da o ikisini ayrıca zikretmek suretiyle ayetin sevkinden asıl maksadın içki ve kumarın hükmünü beyan etmek olduğunu ortaya koymuştur. (El-Keşşaf / Zemahşeri c.2.s.540)
Hamr ve meysir kavramsallaşması
İyi ama bu BÜYÜK ÂLİM ayetin bağlamında Cahiliye olduğunu söylemekte, oysa ayet ‘YA EYYÜHELLEZİNE AMENU’ diye başlamakta, yani “Ey bir zamanlar cahil olup şimdi iman etmiş olanlar” dememekte.
Olsun, öyle dese de sen böyle anla…
Her ne kadar olayı mizahi bir şekilde resmetmiş olsam da İŞTE geleneksel dini anlayış tam da böyle süreklilik kazanmış ve günümüze kadar gelebilmiştir.
Oysa eğer Kur’an’ın kelimelerinin kavramsal içeriklerinin EVRENSEL olması gerektiğine az biraz -çok değil, azıcık- inanılsaydı bu kavramların hiçbir zaman AKTÜEL değerini yitirmeyen ve yitirmesi de mümkün olmayan kavramlar olduğu rahatlıkla görülürdü.
Ayetteki ‘HAMR’ kelimesinin sözlük anlamları içinde “içki” anlamı elbette vardır ama kelimenin tek anlamı bu değildir. Hatta kelimenin kazandığı kavramsal anlamın arka planında (içki veya başörtüsü de dahil) bambaşka bir tanım bulunmaktadır. Bu kelimenin fiil olarak sözlük anlamı “mahmurluk çökmek, hafif baş ağrısı, sarhoş olmak, saklamak, gizlemek, örtmek, öfke duymak, mayalamak, gafil avlamak” şeklindedir.
Müfessirlerin tamamı ‘HAMR’ kelimesine yüklenen içki anlamının “kişinin sarhoş olup ne dediğini bilmez hâle gelerek aklı örtmesinden” geldiğini söylemişlerdir. Oysa SARHOŞ olan kişinin aklı falan örtülmemektedir, aklı başından gidip akılsız kalmamaktadır.
Sarhoşluk aklın baştan gitme hâli değil, aklın olması gerekenden daha başka davranma hâlidir.
Sarhoş adamın aklı başından gitmemekte fakat artık gördüğünü başka şekilde görmekte, düşündüğünü başka şekilde düşünmekte, değerlerini başka şekilde göstermektedir.
‘HAMR’ kelimesinin anlamı tam da budur zaten… Bu kelimenin “gizlemek” anlamı “bir şeyi hiç göstermemek” değil, “BİR ŞEYİ OLDUĞUNDAN BAŞKA ŞEKİLDE GÖSTERMEK İÇİN GİZLEMEK”tir.
Başörtüsü takan bir kadın, saçını gizlemek için başörtüsü takmamaktadır çünkü başını örtse bile bakanlar onun saçının olduğunu anlarlar. O, saçlı olan başını örterek insanlara olduğundan başka bir baş göstermektedir.
Kelimenin “ÖFKE” anlamı da buradan gelmektedir. Çünkü öfke, kişinin karakterinin kopmaz bir parçası değil tam tersi onun kendi karakterini örtüp başka şekilde görünmesine sebep olan geçici bir durumdur.
Tıpkı başörtüsü gibidir. Başörtüsü de kadına, başına yapışacak şekilde sürekli takması gereken bir şey olarak tanımlanmamaktadır, o da geçicidir. Kadının onu her yerde takması istenmemektedir. ‘İLLA’ denilerek onun takılmayacağı yerler de sayılmıştır. İşte bu durum onu da geçici yapmaktadır.
Sarhoşluk da geçicidir.
Yani ‘HAMR’ kelimesinin ifade ettiği anlam “geçici bir süre bir şeyin olduğundan başka görünmesi” anlamındadır.
Mâide suresi 90. ayetteki ‘HAMR’ kelimesi kesinlikle “İÇKİ” değildir. “BİR ŞEYİ -GEÇİCİ SÜRE BİLE OLSA- OLDUĞUNDAN BAŞKA GÖSTERMEK” anlamındadır. Bu “ayetin anlamı” olur, bu “pazarda satılan bir mal” olur, bu “karakter” olur, bu “bir gerçek” olur, bu “içki” olur, bu her şey olur…
Yani ‘HAMR’ = “HERHANGİ BİR ŞEYİN GERÇEĞİNİ GİZLEYİP BAŞKA ŞEKİLDE GÖRÜNMESİNİ SAĞLAMAK”
‘MEYSİR’ kelimesine gelince: Fiil olarak kök anlamı “kolay olmak, az olmak, soldan gelmek, hâli vakti yerinde olmak, fakirlikten sonra durumu iyi olmak” gibi anlamlara sahip olan bu kelimenin kastettiği anlam da kesinlikle “KUMAR” değildir. “Kumar” bu kelimenin kastettiği anlamlardan sadece bir tanesidir.
Bu kelimenin “kolay olmak” anlamı şudur: “Bir şeyin elde edilmesinde gerektiğinden daha az çaba harcamak.”
Yani kelime en geniş haliyle “GEREKEN ÇABAYI GÖSTERMEMEK” anlamındadır. Kumarda kazanılan para “gereken çaba gösterilmeden” kazanılan para olduğu için bu şekilde oynanan oyunlara da ‘MEYSİR’ denmiştir.
Bu kavramın kapsadığı ekonomik anlam alanı günümüz ekonomik modellerinin ta kendisidir.
Kelimenin sözlük manaları arasında bulunan “AZ OLMAK, AZALMAK” manaları da tam da budur: “Bir şeyin değerini olması gereken çabanın azıyla belirlemek”.
Kumar oynayan kişi de bir çaba harcamaktadır, o da emek harcamaktadır ama harcadığı bu emek hem olması gereken değildir hem de çok çok azdır.
Bu durum kumar oynayıp kazanan kişi için değil kaybeden kişi için de geçerlidir. Kumar oynayıp kaybeden kişi de kaybetmemek için çaba harcar ama onun harcadığı bu çaba hem onu korumak için gereken çaba değildir hem de onu korumak için gereken çabanın çok çok azıdır.
Ekonomik sistemlerin SANAL değerler üzerine kurulduğu şu toplum düzenleri işte tam da budur ve Yüce Allah sadece kumarı değil, böylesi bir şeyi temel alarak kurulan tüm toplum düzenlerini “ŞEYTANIN AMELİ PİSLİK” olarak nitelemektedir. Çünkü ŞEYTAN da tam böyle yapmaktadır. Risaleti olduğundan başka göstermekte, risaleti elde etmek için gerekli çabayı sarf etmemektedir.
Şeytanın tüm amelleri risaletin kolayca elde edilen ve kolayca el değiştiren bir şey olduğu üzerine kuruludur.
Şeytan Yüce Allah’ın kitabını başka şekilde gözüksün diye ‘HAMR’ edendir, gerekli çaba harcanmadan elde edilsin ve gerekli çaba harcanmadan kolayca kaybedilsin diye onu noktalayarak ve harekeleyerek ‘MEYSİR’ haline getirmiştir. Günümüzde Kur’an, insanı sarhoş eden ve kapasitesi olmasa bile herkesin her şeyini kolayca elde edebileceği bir kitap olarak algılanmaktadır. Meal ve tefsir yazarları “başka şekilde görünsün” diye onu gizlemekte (‘hamr’), herkes onu kolayca elde edebilsin diye onu AZALTMAKTADIRLAR.
Bu yüzden mealler üzerinden Kur’an’ı anlayacağını ve anladığını sanan Müslümanlar vardır, bu yüzden eskilerin tefsirlerini Kur’an yerine koyan ulema vardır.
Bu yüzden Kur’an’ın lisanını bilmediği halde meal yazan meal yazarları vardır. Çünkü hepsine göre Kur’an ‘MEYSİR’dir.
‘ENSAB’ kelimesi hem ‘NASİB’ hem de ‘NUSUB’ kelimesinin çoğulu olabilecek bir kelimedir. ‘HAMR’ ve ‘MEYSİR’ kelimelerinin TEKİL gelmesine mukabil bu ve ‘EZLAM’ kelimesinin çoğul gelmesi bu iki kelime ile diğerleri arasında fark olduğu anlamına gelir. Ayette geçen dört kelimenin (الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ) (el-hamr, el-meysir, ve’l ensab, ve’l ezlam) de başında harf-i tarif vardır.
Ensab ve ezlam terimlerinin yorumu
Aslına bakılırsa bu kelimelere anlam vermeden önce kelimelerin başındaki bu harf-i tariflerin sebeplerinin tespit edilmesi şarttır. ‘EL-HAMR’ ve ‘EL-MEYSİR’ kavramlarının başındaki harf-i tariflerin CİNS için veya MEVSUL olarak alınması mümkündür.
Cins için alınması durumunda şu gibi anlamlara ulaşmak mümkündür:
‘HAMR’ = “BİR ŞEYİ OLDUĞUNDAN BAŞKA GÖSTERMEK İÇİN GİZLEMENİN HER TÜRÜ”
‘MEYSİR’ = “BİR ŞEYİ OLMASI GEREKENDEN DAHA AZ GÖSTERMENİN GER TÜRÜ”
Fakat bu durumda kelimenin Kur’an’daki kavramsallaşma süreçlerini anlamanın önü kapatılmış olacaktır. Bu kelimenin başındaki harf-i tarifin cins için mi yoksa mevsul için mi olduğunu söylemeden önce şu sorunun sorulması gerekmektedir:
Bunların hepsi ‘MİN AMELİŞ’ŞEYTAN’ olarak nitelendirilmiştir. Bu durumda Kur’an’ın başka yerinde ‘HAMR’ ve ‘MEYSİR’ kelimelerinin anlamlarını verecek başka anlatımlar var mıdır?
İşte bu soru bizi ilk önce BEŞER-İBLİS kıssasına ve sonra da ŞEYTAN kıssalarına götürecektir.
Beşer için görevi terk etmeyen İBLİS şunu demektedir:
Kâle rabbi bimâ aġveytenî leuzeyyinenne lehum fî-l-ardi veleuġviyennehum ecma’în(e)
İşte bu söylem tam da ‘HAMR’ ve ‘MEYSİR’ kelimelerinin karşılığıdır… ‘UĞVİYENNE’ kelimesi bir fiildir ve bu, İblis’in bu fiili bir bilinçle yapacağını yani tercih edip irade kullanarak yapacağını hem de sürekli yapacağını beyan etmektedir. İşte bu beyan ‘UĞVİYENNE’ fiilini tam da bir AMELE çevirmektedir.
Yine İblis gibi Şeytan da şunu demektedir:
Veleudillennehum veleumenniyennehum veleâmurannehum feleyubettikunne âżâne-l-en’âmi veleâmurannehum feleyuġayyirunne ḣalka(A)llâh(i)(c) vemen yetteḣiżi-şşeytâne veliyyen min dûni(A)llâhi fekad ḣasira ḣusrânen mubînâ(n)
İşte bu söylemin tam karşılığı da ‘AMELİ’Ş ŞEYTAN’ ifadesidir.
Kaldı ki İblis-Beşer veya Şeytan-Âdem kıssaları bağlamında geçen ‘KANE MİNE’S SAĞİRİN, KANE MİNEL KAFİRİN’ vs. gibi ifadelerden Şeytan ve İblis’in aynı amele talip oldukları kesin ve net bir şekilde anlaşılmaktadır.
İşte bu durum ‘EL-HAMR’ ve ‘EL-MEYSİR’ kelimelerinin başındaki harf-i tarifin cins için değil de MEVSUL için olduğunu daha isabetli hâle getirmektedir. Bu aynı zamanda her iki kelimenin KAVRAMSALLAŞMA süreçlerinin takibinin önünü açmaktadır.
Ayette çoğul olarak gelen وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ (ve’l ensab, ve’l ezlam) kelimelerine gelince:
Kur’an okuma metodunun sonuçları
Aslına bakılırsa ‘ENSAB’ kelimesi müktesebat ulemasının çok iyi bildiği bir kelimedir çünkü birçok ulemanın KİTABU’L ENSAB adında kitapları vardır.
Bu kelimenin fiil olarak sözlük manaları “dikmek, yükseltmek, ayakta tutmak” şeklindedir. Kelime çoğul isim olarak geçmektedir. Hem ‘NASEBUN’ hem de ‘NUSBUN’ kelimesinin çoğulu ‘ENSAB’ şeklinde geçmektedir.
Kelimenin anlamına geçmeden önce yine bu kelimenin başındaki harf-i tarifin sebebinin tespiti gerekmektedir. Aslına bakılırsa kelimenin çoğul olmasından dolayı bu kelimenin başındaki harf-i tarifin CİNS için olmayacağı anlaşılmaktadır. Bu durumda kelimenin ya AHD için ya da yine MEVSUL için harf-i tarifli geldiğini söyleyebiliriz.
İster ‘sin’ ile ister ‘sad’ ile yazılsın müktesebat uleması için her iki kelime de oldukça tanıdık kelimelerdir.
Fakat böyle olmasına rağmen müktesebat uleması hiç de tanıdık olmayan ve oldukça kafa karıştıran “DİKİLİ TAŞLAR” anlamını tercih etmiştir.
Oysa az önce de belirttiğimiz gibi putlar hakkında kullanılan kelimeler ‘SANEM’ ve ‘VESEN’ kelimeleridir ki ‘sanem’ kelimesi Kur’an’da da geçmektedir (Bkz: 6/74 – 7/138 – 14/35 – 21/57 – 26/71)
Her kelimenin farklı anlamlarda olduğunu söyleyen ulema yine yapacaklarını yapmışlar, ‘sanem’ kelimelerine de ‘ensab’ kelimelerine de “put” anlamı vermişlerdir.
Kelimenin hem ‘nasebun’ hem de ‘nusbun’ kelimesinin çoğulu olabileceğini söylemiştim. Hiçbir şeye başvurmadan sadece kelimelerin sözlük anlamlarına bakacak olursak kelimelerin manaları şunlardır:
‘NASEBUN’ … Yorgunluk, bitkinlik, gerginlik, göndere çekili bayrak, mezar taşı, hile, aldatma, ibadet etmek için dikili taş
‘NUSBUN’ … Şer, bela, put, ön
Kelimenin bu sözlük anlamları içinden “tapınmak için dikili taş” anlamını tercih etmek şu sonuca çıkmak zorundadır:
Cümlenin sonunda ‘RİCSUN MİN AMELİŞ’ŞEYTAN’ denmektedir. O halde eğer bu kelimeye “put” anlamı tercih edilecekse o putların bizzat şeytan tarafından yapılmış veya dikilmiş olması gerekmektedir. İnsanların kendi elleriyle yonttuklarını “şeytanın ameli” olarak nitelemek en başta şeytana atılan bir iftira olacaktır. İster ‘sin’ ile ister ‘sad’ ile yazılsın müktesebat uleması için her iki kelime de oldukça tanıdık kelimelerdir.
“Şeytan onları yontmamıştır ama yontulması için insanı kandırmıştır.” şeklinde bir itiraz getirilebilir fakat bu itiraz temelsiz bir itirazdır. Çünkü şeytanın insana put dikmesi için bir telkini olmaz ve bu gereksizdir. Meydanlarda dikili putu olmayan putperestlerin sayısı putu olanlardan daha fazladır.
Kaldı ki böylesi bir itiraz yorumla ayetin manasını başka şekle sokmak olacaktır. Çünkü ayette “şeytanın size put dikmeniz için verdiği vesveseler sonucunda sizin de dikeceğiniz putlar” DEN-ME-MEK-TEDİR!
Bu kelimenin öncesindeki ‘HAMR’ ve ‘MEYSİR’ kelimelerinin anlamlarını da göz önüne alarak cümleye baktığımızda en kolay şekilde bu kelimenin anlamının “HİLE ve ALDATMA” olması gerektiği kendiliğinden anlaşılmaktadır -ki hile ve aldatma HAKİKATEN ŞEYTANIN AMELİDİR.
Bu kelimenin İŞTİKAKINA başvurulması durumunda çok daha geniş anlamların elde edileceği muhakkaktır ama bunlara başvurulmasa bile kelimeye “DİKİLİ TAŞLAR” anlamı vermek tam tamına ‘HAMR’ ve ‘MEYSİR’ olmaktadır.
‘EL-EZLAM’ kelimesine gelince: Bu kelimenin fiil olarak kök manaları “kesmek, kırpmak, düzleştirmek, düzeltmek için kesmek, doldurmak, bir şeyin hakkını vermeden yapmak, tesviye etmek, yumuşatmak, az vermek” şeklindedir.
Sözlüklerde kelimenin isim olarak (‘zelemun’-(ç) ‘EZLAMUN’) manası: “başsız ok, kumar oku, fal oku” şeklinde manaları olduğu söylenmektedir.
Tıpkı ‘ENSAB’ kelimesinde olduğu gibi kelimeye bu anlamın tercih edilmesi durumunda yine bu okları şeytanın yapmış olması yani onun ameli olması gerekmektedir. Oysa meseleye NESNE olmak açısından baktığımızda ‘HAMR’, ‘MEYSİR’, ‘ENSAB’ ve ‘EZLAM’ kelimeleri AMEL değil MAMÜLDÜR.
Hiçbir nesne ASLA, ASLA, ASLA bin kere ASLA AMEL OLMAZ, OLAMAZ.
Ayet açıkça ‘AMELİ’Ş ŞEYTAN’ demektedir. Bu demektir ki ‘HAMR’, ‘MEYSİR’, ‘ENSAB’ ve ‘EZLAM’ kelimelerinin hepsi BİR FİİLİN MASTARIDIR.
Hepsinin sonu “-MEK, -MAK” ile bitmek zorundadır.
‘Amel’ kelimesine ‘MAMÜL’ manası vererek ayetteki kelimelere buna göre mana vermek ve oluşan boşlukları kendi hevâsına göre doldurmak kelimenin tam anlamıyla “AYETİN NE DEDİĞİ VEYA NASIL GÖRÜNDÜĞÜ ÖNEMLİ DEĞİL, ÖNEMLİ OLAN BENİM ONU NASIL GÖRDÜĞÜMDÜR.” demektir.
Her kelimede olduğu gibi bu kelimelerde de ayetin bağlamı dikkate alınmak zorundadır. Mâide 90. ayetin siyak ve sibakına bakıldığında bağlamın “helal olanların haram edilmesi, kasıtlı ve kasıtsız yeminler, kefaretler” ile alâkalı olduğu görülmektedir. Dört kelimenin dördü de ta geriden gelen ayetlerle birlikte anlaşılmak zorundadır.
‘EZLAM’ kelimesinin anlamı da bu bağlamda “BİR ŞEYİ KABUL EDİLEBİLİR HÂLE GETİRMEK İÇİN KESMEK, BİÇİM VERMEK” şeklinde olması gerekmektedir.
Gerideki ayetlerde (Mâide 83) resule indirileni duyup da o gerçeği tanıdıklarından dolayı gözyaşı dökenlerden bahsetmektedir. İşte ‘YA EYYUHELLEZİNE’ diye başlayan bağlam bu bağlamdır.
Kitabın kaynağı, amacı, işlevi, geçerlilik süresi göz önüne alındığında ayetin söylediklerinin içki, kumar, fal okları, dikili taşlar gibi dar kapsamlı olmadığı ve olamayacağı gayet açık ve nettir.
Buna rağmen ben her zaman dediğimi diyorum… Bizim anlattıklarımız Kur’an değil, belli bir metot çerçevesinde Kur’an’dan anladıklarımızdır. Yazdığımız veya söylediğimiz her şey imanın konusu değil, ARAŞTIRMANIN KONUSUDUR. Söylediklerimize inanmak isteyenin de yalanlamak isteyenin de yapması gereken şey aynıdır: Araştırıp doğruluğunu veya yanlışlığını delillendirmek.
Biz delillerimizi ortaya koyduk, elimizden gelen budur; varsa bir değeri değer vermesini umduğumuz tek kişi Yüce Allah’tır.