Başlıklar
Fıkıh Ekollerinde Edille-i Şer’iyye Anlayışları
Fıkhın edille-i şer’iyyesinde, Şafi “Kur’an, Sünnet (rivayet) + İcma + Kıyas” formülünü benimser ama diğer fıkıhçılar başka şeyleri de edille-i şer’iyyeye dahil ederler. Mesela, Hanefi fıkhında edille-i şer’iyye şu şekildedir: “Kur’an, sünnet, akıl, icma, kıyas, istihsan, istislah, istishab, örf, sahabe sözleri ve geçmiş şeriatleri.” Teorik olarak edille-i şer’iyyenin geçmişte böyle temellendirilmesi günümüz Müslüman düşüncesinde ilim tarihinin de bu temellerle geliştiği, Müslümanların pratik hayatlarının bu temellere göre aktığı izlenimini oluşturmaktadır.
Gelenek Üzerine Kurulu Bir Tarih
Fakat hem fıkıh tarihini hem siyasi tarihi hem de akidevi tarihi incelediğimizde Müslümanların tarihini oluşturan temelin sadece “gelenek” olduğunu görmekteyiz yani Müslümanların tarihi “İslami gelenekler” üzerine değil, geleneğin dinleşmesi temelinde akmıştır. Meseleye sadece “gelenek” açısından baktığımızda itiraf etmeliyiz ki Müslümanların geleneği, muarızlarına göre çok ileri seviyededir. Gelenekleri bir çırpıda silip atmak kolay değildir ve böyle yapılması da haksızlık olacaktır çünkü hakikaten bu geleneğin sağlam temelleri vardır. Cuma namazı, oruç, günlük namazlar, zekât, sadaka, vakıf geleneği, medreseler ve daha birçok şey sanıldığının aksine ilmi temeller üzerine değil geleneksel temeller üzerine oturmuş ve bunların sonraki nesillere intikali gelenek sayesinde olmuştur. Elbette ki İslam’la alâkası olmayan pek çok gelenek “İslam” denilerek günümüze kadar gelmiştir. Fakat bizim dediğimiz ve söylemimize temel almak istediğimiz şey geleneği kutsamak değil, karşımızda duran olguyu tanımlamaya çalışmaktır. Bir kere insan türünün tarihi tecrübesinde hiçbir zaman “ilim/bilgi” etkin rol oynamamıştır. Bu sadece Müslümanlar için değil tüm dinler, tüm felsefeler, tüm ideolojiler için böyledir. Mesela, şu anda “cumhuriyet” temelli bir toplumda yaşamaktayız. Toplumumuzun yakın geçmişinde benimsenen cumhuriyetin günümüze gelişine baktığımızda bize gelen şey cumhuriyet hakkındaki “ilim” değil, cumhuriyetin oluşturduğu “gelenekler”dir. O gelenekler olmasaydı cumhuriyetin günümüze gelmesi mümkün olamazdı.
Tarihin akışı geleneklerin eline terkedilince ister istemez dinler gelenekselleşmeyecek, tam tersi gelenekler dinleşecektir nitekim tarihin akışı da hep böyle olmuştur. Geleneklerin güçlü bir şekilde toplumu bir arada tutan çimento olması, geleneğin, hayatın tüm alanlarıyla ilgili birikime sahip olmasına bağlıdır. Batı medeniyetinin(!) günümüzde güçlü bir şekilde batılı insanı bir arada tutması buna en güzel örnektir. Batı toplumu da “gelenek” temelli bir tarih akışına sahiptir ama günümüz batı geleneği yanlış veya haksız bile olsa hayatın tüm alanları ile ilgili bir geleneğe/tecrübeye sahip olduğu için kendi insanlarını bir arada tutmayı başarmaktadır. Mesela, Amerikan seçimlerini ele alalım. Amerika’da seçimler iki ana blok olan “Cumhuriyetçiler” ve “Demokratlar” arasında geçer. Amerikan tarihindeki tüm seçimler çok sert ve kıran kırana bir mücadele ile geçer. Yakında yapılacak “Trump ve Biden” seçimi bunun en güzel örneğidir. İki taraf arasındaki ayrışma ve farklılık çok bariz bir şekilde kendisini göstermektedir. “Demokratlar, Cumhuriyetçiler” deyip geçmeyin aslında bu iki blok asla bir araya gelmesi mümkün olmayan ideolojik bir arka plana sahiptir. Biri “azınlığın hakkını koruma” temeli üzerine oturmuşken diğeri “çoğunluğun azınlığa tahakkümü” temeline oturmuştur. Bu iki bloğu uzlaştırmak mümkün değildir. Hal böyleyken Amerikan toplumu birbirini yememekte, hiç kimse ne demokratlar ne de cumhuriyetçiler adına terör estirmemektedir. Bunun nedeni Amerikan toplumunun “hükümeti değiştirme geleneği”ne sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Cumhuriyetçi başkan olan Trump gider, yerine taban tabana zıt bir ideolojiye sahip Demokrat Biden gelir ama toplum bir alt üst oluş yaşamaz, yönetimsel krizler çıkmaz, her biri bir devlet olan eyaletler ayaklanmaz.
Geleneksel ve Modern Yönetim Anlayışlarının Karşılaştırılması
Batı, demokrasi, cumhuriyet, monarşi gibi hükümet şekillerine karşı ya onları kendi genetik kodlarına uygun hâle getirmiş ya da kendilerini onların genetik kodlarına uygun hâle getirmiş, bu temeller üzerine büyük tecrübeler yaşamış ve en sonunda da bu tecrübeleri geleneğe çevirmişlerdir. Günümüzde devam eden düzenler her şeylerini işte bu geleneğe borçludurlar.
Bu girişin konumuzla alâkasına gelince: Mevcut tarihi veriler üzerinden konuşacak olursak Allah resulü Muhammed öldüğünde geriye sınırları epey genişlemiş bir devlet bırakmıştı fakat bu devletin kendisinden öncesi olmadığı için tecrübe kazanarak yerleşmiş bir geleneği yoktu. Muhammed ilk devlet başkanıydı ve tüm tecrübe bununla sınırlıydı. Bir devlet başkanı olarak Muhammed’in konumuna baktığımızda onun hükümetinin değiştirilmesi asla teklif edilemezdi. Şöyle bir empati yapalım: Eğer ki Muhammed, risaletinin mesela yirminci yılında Âdem gibi affedilemez bir kusur işleseydi veya Yunus gibi her şeyi terk edip bir ıssızlığa çekilseydi ve geri dönmeseydi bizzat onun eliyle kurulmuş devlete yönetici seçmek nasıl olacaktı?
Resul daha hayattayken onun makamına kim ve nasıl geçecekti?
Akıldan bile geçirilemeyen bu durum şükür ki Muhammed zamanında gerekli olmamıştır ama onun ölümünden sonra ne yazık ki bu gerçekleşmiştir.
Osman’ın Halifeliği ve Sonuçları
Ebu Bekir’in halife seçilmesi çok konuşulmuştur ama Ebu Bekir’in İslam’ın ruhuna aykırı davranması durumunda hükümetinin nasıl değiştirileceğine dair hiçbir önlem alıcı tedbir yoktur.
Seçilen halifelerin hilafetten çekilmeleri sadece onların ölmesi durumuna bağlanmıştır.
“Osman zamanı”na gelindiğinde geride bırakılan 3 tecrübe (Resul, Ebu Bekir, Ömer), halifenin ancak ölümü durumunda onun yerine başkasının geçeceği temeli üzerine gelenekleşmiştir ve geçmişte yaşanan bu 3 tecrübenin temelinde MUHALEFET asla yoktur, hükümetin temeli kesin itaat üzerine bina edilmiştir. Hükümete itaatsizlik İslam’a yani Allah’a ve resule itaatsizlik ile eşdeğer tutulmuştur.
Böylesi bir gelenek ile halife seçilen Osman, İslam’ın ruhuna aykırı bir yönetim sergilemiştir. Fakat tuhaf bir şekilde bu yönetimin değişmesi gerektiğine dair ilk muhalefet, o gün Medine’de yaşayan çok sayıdaki sahabeden değil, Mısır gibi tarihlerinde Firavunlar ve Romalılar gibi medeniyetlerin geleneği ile yetişmiş basit çiftçilerden gelmiştir.
Mısırlı çiftçiler tek bir şey istemişlerdir; Osman’ın hükümet etmeyi bırakması.
Arapların Muhammed öncesi tarihlerinde, seçilen hükümetlerin, başındaki kişi ölmedikten sonra değiştirilmesi asla mümkün değildir. Mesela, şehrin başkanı olan Abdulmuttalib öldükten sonra şehir yönetimi ABDUŞEMS oğullarına geçmiştir. Abdulmuttalib hayattayken onu değiştirmek kimsenin aklının ucundan bile geçmemiştir. O ölmeden onun yerine başkasının geçmesinin sadece bir tek şartı vardır. Eğer ki Abdulmuttalib kendi rızasıyla başkanlığı bir başkasına devrederse o zaman başkanlık el değiştirirdi fakat o makamı zorla ondan almak asla mümkün değildi.
İslam “Emaneti ehline iade edin.” demiş olmasına rağmen ehil olmayanın ölmeden emaneti başkasına devretme geleneği Arapların tarihinde hiç yaşanmamıştır. Bu yüzden buna dair bir gelenek yoktur.
Dört halife dönemi de dahil olmak kaydıyla Osmanlının son sultanına varana kadar işte Arapların bu geleneği devam etmiştir.
Üç ay Medine havalisinde adeta ot kemirerek kamp kuran Mısırlı çiftçiler Osman’dan hükümeti başkasına devretmesini istemişlerdir. İsteklerinde yerden göğe kadar haklı olduklarını tüm tarihçiler zaten söylemektedirler.
Osman’ın tevili imkânsız bir şekilde adaletsiz ve liyakatsiz bir yönetim sergilediği aşikardır. Böyle olmasına rağmen hükümet etmeyi ısrarla bırakmaması ya onun da Arap geleneğini devam ettirmesinden ya da kendisini Resul yerine koymasından kaynaklanmaktadır.
Her iki durumda da hükümet başkanı yaşarken hükümetin değiştirilmesi teklif dahi edilemez.
Tarafsız bir gözle Osman’dan önceki Ebu Bekir ve Ömer dönemine bakacak olursak her ikisinin yönetimi de (hâşâ) Allah resulünün hükümetinin devamı olarak görülmektedir yani Ebu Bekir ve Ömer’in hilafetine itaatsizlik Allah’a ve resule itaatsizlik ile eşdeğer görülmüştür.
Müslümanların tarihi boyunca da bu hep böyle olmuştur. Gariptir, rızaya ve seçime dayalı bir hükümetin gerekliliğine Hüseyin’in katili Yezid’in oğlu ikinci Muaviye’den başka kimse inanmamıştır bile.
Ebu Bekir halife seçilmeden Ali’yi halife olsun diye fiştekleyen Abbas, Ali’ye şunu demiştir: “Eğer bu yönetim işi senin elinden bir kere çıkarsa Haşimoğulları bir daha iktidara gelemez.” Abbas bunu çok ileri görüşlü olduğundan değil, Arapların tarihini bildiğinden dolayı söylemiştir çünkü Arapların tarihinde seçime dayalı bir hükümet modeli asla yoktur. Başa gelen bir başkanın o ölmeden veya kendi rızasıyla çekilmeden değiştirilemeyeceği yüzlerce yıllık bir gelenek olarak yaşandığı için bilmektedir.
Osman, kendisinden yönetim işini bırakmasını isteyenlere şu cevabı vermiştir. “Vallahi Allah’ın bana giydirdiği bu gömleği siz istediniz diye çıkarmayacağım.” Oysa bu söz tamamen bir çarpıtmadır. Ondan hükümeti bırakmasını isteyenler böyle bir isteği keyfi olarak değil, o adaletsiz ve liyakatsiz bir yönetim sergilediği için istemektedirler.
Müslümanların devlet geleneğinde başarısız hükümetlerin görevden el çektirilmelerine dair hiçbir gelenek yoktur, daha doğrusu genel kabul görmüş meşru bir gelenek yoktur. Bu yüzden tarih boyunca sultanların, halifelerin, padişahların değişimi hep kanlı olmuştur ve bu geleneğin yerleşmesine sebep olan şey İLK HALİFENİN SEÇİMİDİR.
İlk halifenin ‘SAKİFE gölgeliği’nde tarihte anlatıldığı şekilde gerçekleşmesi Müslümanların hükümet etmede Resulün izinden değil de Arap cahiliyesinin izinden gitmeyi tercih ettiklerinin en bariz göstergesidir.
Resulün hükümetinin meşruluğu bile resulün risalete bağlılığı üzerinden ölçülürken hükümetlerin risalete uygunluğu tamamen yok edilmiştir yani hükümetlerin İslam’a uygunluğu bir ölçü olmaktan çıkarılmıştır.
Oysa sanıldığının aksine buna dair Kur’an’da sayılamayacak kadar çok ölçü vardır. Mesela, Yüce Allah nübüvveti -ki buna hükümet dahildir- ve kitabı İbrahim soyuna tahsis etmiş, bununla da yetinmeyerek İbrahim soyuna “İBRAHİM MAKAMINDAN MUSALLA EDİNİN.” diye de emir vermiştir. Yüce Allah İbrahim’i “İmam” olarak tayin ettiğinde o “soyumdan da” demiş ama Yüce Allah “Zalimler hariç!” demiştir. İşte bu küçük istisna “hükümet etme” temellerinin hangi esaslar üzerine oturması gerektiğine en güzel örnektir yani resulün oğlu bile olsa liyakatsiz olanların insanlara hükümet etmesi asla meşru değildir. Böylelerini hükümete getirip onlara sahte kutsallıklar atfederek boyun eğmek ise asla bir müminin razı olabileceği bir şey değildir.
Osman, şundan-bundan dolayı değil, insanlara hükümet etme temelini İslami kaidelere göre değil de Arap cahiliye geleneği üzerine oturtmuş olmasından dolayı öldürülmüştür. Öldürülmesi kesinlikle haksızlıktır çünkü Yüce Allah bir insanın canını almayı sadece haksız yere bir başkasının öldürülmesine bağlamıştır. Fakat muhalefet etme geleneği üzerinden bir derecelendirme yapacak olursak bugün tarihin “hariciler” deyip günah keçisi haline getirdikleri Mısırlı çiftçilerin muhalefeti İslami temeller üzerine oturmuş ama bir şehir dolusu sahabe Arap cahiliye geleneğine göre susmuştur.
Liyakatsiz bir yönetimin değişmesi için meşru yolların tamamını kullanmak Müminlik’tir, susmak ise Arapçılıktır.
(Aklıma geldi, okuyucu bu yazıyı yakın zamandaki seçimlerden dolayı yazdığımı zannedebilir. Eğer böyle zannedilirse bu çok büyük bir haksızlık olur. Böyle bir şey aklımın ucundan dahi geçmemiştir.)