Referans Degeri Islam Olanlarin Biz Tanimi

REFERANS DEĞERİ ‘İSLAM’ OLANLARIN “BİZ” TANIMI

Bir dünya görüşüne, bir dine, bir felsefi doktrine veya bir ideolojiye inanmış veya inandığını iddia eden insanların inandıkları değerin yaşadıkları mekân ve zaman ile ilişkisini tam olarak tespit edip tanımlamadıkları müddetçe ne inandıkları değerin ne de inanmayıp karşı oldukları değerlerin farkına tam olarak varırlar, bu yüzden soyut değerlerini ve somut davranış kalıplarını bir sisteme dayandıranların mutlaka zaman ve mekân tanımı yapmaları gerekmektedir.

Zaman ve mekân referansının önemi

İslam, hangi coğrafya olursa olsun ‘mekân’ı ve hangi çağ olursa olsun ‘zaman’ı anlamlı kılmak için gönderilmiş bir dindir. Ondaki ilke ve kurallara bakıldığında hepsinin sürdürülebilir olması için mutlaka zamana ve mekâna mukayyet kılındığını görmekteyiz. Mesela, ‘namaz’ zaman üzerinden getirilen bir düzenlemeyken ‘hac’ zaman ve mekâna mukayyet kılınmış bir düzenlemedir. ‘Zekât’, ‘sadaka’, ‘infak’ gibi kavramlar üzerinde biraz düşünüldüğünde bunların da zaman ve hal üzerinden düzenlendiği yani zamana ve hâle mukayyet kılındığı görülecektir. Savaş, uluslararası antlaşmalar ve başka din veya doktrinlere inananlarla alakalı düzenlemeler de “duruma” mukayyet kılınmıştır.

Fakat İslam en özel durumunu, ferdi veya toplumsal düzenlemelerini belli bir zamana, belli bir coğrafyaya, belli bir kesime veya belli bir kişiye mukayyet kılmamasından almaktadır. Bu açıdan İslam, “sınır tanımayan ve sınırlarla sınırlandırılması mümkün olmayan bir hayat biçimi” olmaktadır. İşte bu da onu “evrensel” yapmaktadır. Fakat “evrensellik” kavramına yüklenen düzeysiz manalar, İslam’ın da evrensellik iddiasında bulunan diğer sistemler gibi bir sistem olduğu algısını oluşturmaktadır. Aynı şekilde “evrensellik” kavramının belli bir gerçeklik ile buluşması gerektiğinin göz ardı edilmesi, hakikati bu olmasa bile İslam’ın bölgesel hatta kabilesel olabileceği algısını da oluşturmuştur. İslam’a inandığını iddia edenlerin ‘aidiyet’ tanımlamalarını, üzerinde hiç düşünmedikleri ve İslam’ın özüyle çelişen uydurulmuş sahte değerlerle tanımlamaları İslam’ın evrenselliğinin hiç anlaşılmamasına neden olmuştur. Müslümanların tarihinde buna yönelik yüzlerce hatta binlerce tecrübe olması, bu tecrübelerin uzun süre devam etmesi sahte ve yanlış pratiklerin hakikat sanılmasına yol açmıştır. Mesela, Müslümanlar Muhammed’in resul olarak görevlendirilmesinden günümüze kadar gelen zaman dilimine “İslam Tarihi” demişlerdir. “İslam Tarihi” ifadesi bir zaman tanımlamasıdır ve bu ifadeye göre “tarih” denilen zaman diliminin referans değeri ‘İslam’ olmaktadır. Yani bu ifadeye göre Muhammed ile başlayıp günümüze kadar devam eden sonraki zaman süreci İslam’a göre değer kazanacak, İslam’a göre anlam kazanacak ve İslam’a göre içerik sahibi olacaktır. Bu durumda bir yandan yaşanan zamana topluca “İslam Tarihi” demek, diğer yandan da zaman dilimlemesini “Emevi dönemi, “Abbasi dönemi”, “Selçuklu dönemi”, “Osmanlı dönemi” gibi ifadelerle tanımlamak tam bir çelişki olmaktadır çünkü mesela “Emevi dönemi” denmesi durumunda tanımlanan bu dönem “Emevilere göre şekillenen, Emevilere göre anlam kazanan ve Emevilere göre değer yüklenen dönem” anlamını taşımaktadır. Yani bu dönemin ölçü birimi ‘İslam’ değil ‘Emeviler’ olmaktadır. O halde bu zaman dilimine “İslam Tarihi” demek asla mümkün değildir.

Hem o zamanlarda hem de o zamandan sonrasında yaşayanların o zaman dilimini aynı kavramla tanımlamaları, bu tanımlamaların normal tanımlamalar hatta olması gereken tanımlamalar olarak algılanmasına yol açmıştır. Bu algılara göre ‘İslam’ ve ‘Emevi’ kavramları yan yana gelmesi, birlikte anılması, terkip oluşturması mümkün kavramlardır.

Öte yandan bu dönemlerdeki hakimiyet alanlarının sınırlarla tarif edilmesi İslam’ın önerdiği mekân tanımlamasını da yok etmiştir çünkü ‘İslam’ kendisine inananlara, sınırlılığı değil sınırsızlığı önermektedir. İslam, hangi resul eliyle tebliğ edilirse edilsin her bir resulün geldiği zaman diliminde muarızlarının sahte ve sanal kavramlara dayanarak çizdiği sınırları yıkmak için gelmiştir. Yani İslam, her dönemde sahibi Yüce Allah olan yeryüzünün, sahte değerlerle parsellenmesine karşı çıkmak ve insanları hakiki olmayan sanal çizgilerden kurtarmak için gelmiştir. Bu dine inananlar, kendilerini merkeze koyup, sahte referans değerlerle insanların bir kısmını dışarıda bir kısmını içeride bırakacak sanal sınırlar çizemezler çünkü çizerlerse İslam’a ihanet etmiş olurlar. Bu çizgiler çizildikten sonra çizginin içinde kalanların İslam’ı fiili olarak yaşamaları asla mümkün olmaz. Yeryüzünün en ücra köşesinde bulunan bir mümini yeryüzünün diğer ucunda bulunan müminlerle kardeş yapan bir inanca sınır çizilmesi demek İslam’ın evrensel değerlerini yok etmek demektir.

Müslim olanların ırkı, bölgeyi, dili, rengi, siyaseti, politikayı, ekonomiyi temel alarak toplumlar oluşturmaları, oluşturdukları toplumları bunları referans alarak tanımladıktan sonra da sınırlar çizmeleri, sınırlar çizildikten sonra da içeride kalanların içeride kalmaları için başka, dışarıda kalanların da içeri girmeleri için başka prensipler belirlemeleri artık o sınırların içinde ‘İslam’ diye bir şeyin olmayacağı anlamına gelmektedir.

Mesela, sahibinin ‘Allah’ olduğuna inandığımız üzerinde yaşadığımız toprak parçasını ele alalım. Bu toprak parçasının tanımı “Türkiye”dir. Tek başına bu kelime bile bu toprak parçasında yaşayanların referans değerinin ‘Türk olmak’ anlamına geldiğini anlamaya yeterlidir. Oysa ‘Türk’ kelimesi varlıkta hiçbir karşılığı olmayan sanal bir kavramdır ve anlamsızdır. Eğer bu kelime “ırk” anlamında kullanılıyorsa ve ırk da başlangıçtaki bir kişiyle kan birlikteliğine dayanıyorsa herhangi bir kişinin kendisini ‘Türk’ olarak tanımlamadan önce referans olarak alınan başlangıçtaki o kişiyle aynı kanı taşıyıp taşımadığını kesin olarak tespit etmesi gerekmektedir. Yok eğer ‘Türk’ kelimesi “Türkçe olarak adlandırılan dili konuşan kişi” anlamında kullanılıyorsa rengine, kökenine, doğduğu yere, ırki tanımlamasına bakılmadan her Türkçe konuşanın ‘Türk’ olarak tanımlanması gerekmektedir.

Sınırlar, aidiyet ve sahte değerler

İlk önce hakiki varlığı bulunmayan bir kelimeyi temel alarak sınırlar çizmek, daha sonra sınırlar içinde kalan halkın yaşam biçimini belirleyen bir değer olarak mesela “Cumhuriyet” demek, hakikati olmayan kavramlar zinciri ile yalan uydurmak ve bu yalana sanki hakiki bir karşılığı varmış gibi değer yüklemek anlamına gelmektedir. Hem ‘Türk’ hem de ‘Cumhuriyet’ kelimeleri bir değere referans olmazlar, olamazlar çünkü hakikatleri yoktur.

İşte bu sahte değerlerle çizilmiş sınırları ve bu sahte değerlerle tanımlanmış değerleri olan bir toprak parçasında yaşayanlar eğer kendi aidiyetlerini bu tanımlamalara göre belirlerlerse artık o toprak parçasında yaşayanların ‘İslam’ı referans değer olarak almaları imkansızdır çünkü artık dünyanın öteki ucundaki ile diğer ucundakini kardeş yapıp “biz” zamirine buna göre değer yükleyen ‘İslam’ gitmiş, yerine her ikisi de sahte ve sanal olan ‘Türklük’ü ve ‘Cumhuriyet’i referans değer olarak alan “biz” gelmiştir.

İnsanlar bu kavramların coğrafya tanımlaması, coğrafya sınırlaması olduğunu zannetmektedirler. Oysa bu kavramlar coğrafya tanımlaması değil bir aklın tanımlanmasıdır, çizilen sınırlar ise coğrafyaya çizilen sınırlar değil akla çizilen sınırlardır. Aklının aidiyetini bu tanımlamalara ve sınırlara göre belirleyenler, “biz” kavramına kendisi gibi bu sınırlar içinde kalanlar üzerinden anlam yükleyecek, buna göre kendi hak ve sorumluluklarını belirleyecek, dünyaya bu akılla bakacak ve dünyada olan olaylara bu akılla anlam yükleyecektir.

Şimdi eğer Gazze’ye Türkiye sınırlarına göre bakacak olursak orası bizden olmayanların coğrafyası, İslam’ın sınır tanımayan ve hiçbir sınırı kabul etmeyen evrensel değerleri ile bakacak olursak “bizim” coğrafyamızdır. İçinde yaşadığımız Türkiye’yi sahte değerleri referans alan bir devlet sistemi ile yönetenler Gazzeli çocukları, kadınları, ihtiyarları, masumları öldüren İsrail ile sahte değerleri ve sahte sınırları referans almış Türkiye adına siyasi, iktisadi ve kültürel ilişkiler kurmuştur. ‘Türkiye Devleti’ açısından İsrail’in bombaladığı yer bizim olmayan yer, öldürdüğü çocuklar ve kadınlar bizim olmayan kadınlar ve çocuklardır. Devleti yönetenlerin anayasada açık tarifi yapılmış “biz” tanımına muhalif hareket etmeleri imkânsızdır. O anayasaya göre “biz” zamirinin bünyesinde topladığı fertler ‘Türkiye’ diye tanımlanan yerin sanal sınırları içinde kalan fertlerdir. Bu yüzden devleti yönetenlerin Gazzelilere yapacağı şeyler sadece yardım mahiyetinde olacak şeylerdir. Bu toprak parçasının sınırları içinde yaşayan ve kabul etse de etmese de bütün hak ve sorumlulukları o sınırları referans alarak belirlenen “bize” göre şekillendirilen fertler eğer ki İslam’a inandıklarını söylüyorlarsa Gazze’ye işte bu sınırların gerisinden bakamazlar. Yeryüzündeki hiçbir sınırı meşru görmeyen İslam’ı, sınırları kutsayan bir din haline getirip mazluma o sınırları referans alarak çözüm önermek en azından samimi müminlerin asla yapmaması gereken bir davranıştır. Zalimi durdurmak yerine mazlumu kaçırmak bu meselede İslam’ın önerdiği bir çözüm değildir çünkü bırakın ‘kafir’ ile ‘mümin’ savaşını, iki müminin savaşması durumunda bile mazlumu kaçırmak değil, erkek gibi, aslan gibi haklı tarafın yanında durup zulmeden mümin topluma karşı savaşmak emredilmektedir. (bkz: Hucurât 49/9).

وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يرًاۜ
Nisâ 4 / 75

Vemâ lekum lâ tukâtilûne fî sebîli(A)llâhi velmustad’afîne mine-rricâli ve-nnisâ-i velvildâni-lleżîne yekûlûne rabbenâ aḣricnâ min hâżihi-lkaryeti-zzâlimi ehluhâ vec’al lenâ min ledunke veliyyen vec’al lenâ min ledunke nasîrâ(n)

Size ne oluyor da kadınlardan, erkeklerden ve çocuklardan oluşmuş, “Rabbimiz, ehli zalim olan şu karyeden dolayı bize bir çözüm yolu bağışla, bizim için senin ledûnundan olan bir veli kıl, bizim için senin ledûnundan olan bir Nusret kıl.” diyen mustazaflar varken Allah’ın yolu uğruna savaşmıyorsunuz?

(Not: Bu meal, yaklaşık bir mealdir. Üzerinde detaylıca çalışılmış bir meal değildir. Bu mealin sanki çalışılmış bir mealmiş gibi kullanılmamasını herkesten rica ediyorum.)

İşte ortada bu ayet varken hangi sebep ileriye sürülürse sürülsün artık mazeret olmayacaktır. Bu ayet mazlumu kaçırıp Allah yolunda savaşanları İsrail ile baş başa bırakmayı değil, koşa koşa gidip o aslanların yanında durmayı emretmektedir. Bundan sonrasında üretilecek mazeretler geçersizdir.

Kavramlar: